27 Ocak 2013 Pazar

bir fotoğrafın hatırlattıklarındaki sadelik yahut zalim bellek üzerine

şimdiki oturduğum eve çok yakın bir öğrenci evinde ben, laz, yüksel, kadir, süleyman ve yusuf hemen her gün beraber kalırdık. nasıl oldu bilmiyorum biraz önce birkaç fotoğraf gördüm o günlerden kalma. yemek + çay faslından sonra sırasıyla futbol, güncel siyaset, marksizm, islam, freud ve tabii kadınlar (daha doğrusu aşık olduğumuz kadınlar) üzerine konuşurduk. sonra okul bitti tabii. ve şarkıda dediği gibi, "savrulup gittik ayrı yörüngelere." fotoğrafları sevmem aslında. zorlama bir şahitlik yapabilme ihtimalleri vardır çünkü onların. bu yüzden belleğe güvenirim. bellek istediği hatıraları canlı tutar istemediklerini siler. ama bazen insan istiyor işte bazı anların, kişlerin fotoğrafları olsun elinin altında. ve fakat belleğiniz benimki gibi çalışıyorsa işiniz zordur. zalimdir benim belleğim hep olmayacak şeyleri dayatır bana. belki bu yüzden enis batur'un "zalim bellek" şiirini sevmişimdir:

"Bir başına derinlemesine yaşamak yetecek sanmıştı kendisine
 - toy değildi artık, genç bile sayılmazdı:
 Sonuna kadar paylaşamadığına göre, hiç paylaşmadan, sımsıkı kendinde tutarak, geri dönemeyeceğini bildiği yolu kat edebilirdi.
 Önce geceler düğümlendi oysa.
 Sonra geceden geceye ilerleyen o telâşlı akrep.
 Fişten çektiği telefonlar, üzerini çuhayla kapladığı ayna, çıkıp boşluğa baktığı kör balkon - anahtarlarını çevirip çekmeceye kaldırdığı kapılar ağır ağır zorlandı."

bir başına derinlemesine yaşamanın provalarını epey yaptım ama başarısız oldum galiba. sonra iki kişilik yalnızlık fikri daha çok cezb etti beni. hep biliyordum zira "bende mecnundan füzun aşıklık istidadı" olduğunu.

mektup yazmıyalı epey zaman oldu. yarın bir aksilik olmazsa birkaç kişye yazmayı düşünüyorum. yollar mıyım bilmem onları muhattaplarına. kimlere ve hangi konularda yazılacağını bugün şekillendirdim kafamda.
ölünmesi gereken anlar var. hayatımda birkaç defa bunu hissettim. o anlarda ölemiyorsan epey uzun yaşamak istiyorsun sonra

20 Ocak 2013 Pazar

suyun öte yakasında yaşamak üzerine yahut her ağacın kurdu

"suyun öte yakasında yaşadı sisyphos dediler adına" genelde sanatçılar yaşar suyun öte yakasında. hatta MFÖ'nün bu minval üzere bir şarkısı da var. aha da şu şarkı:

"bu adam hep düşünür mü
bir kuş ölmüş diye üzülür mü" buradaki kabilenin topluma istiarelendiğini anlamak için öyle süper zeka olmaya falan gerek yok. topluma ya angajesindir ya da değil. buradaki tercihi bilinçli olarak yapamazsın. sonradan edinemezsin topluma karşı konumunu. dostoyevski abim "cinler" roanında şöyle dedirtir bir kahramanına "ama ben senin inandığın gibi inanamam ki tanrı'ya" çünkü kahramanımız farklı bir bir formasyondan yetişmiştir. ve suyun öte yakasında yaşamaktadır artık. zekası farklı çalışanlar genelde suyun öte yakasında yaşar. kendi değer yargılarınla onu anlamaya çalıştığın sürece onun ruhuna inkişaf edemezsin; böyle yaparak sadece yargılayabilirsin onu. bu yargılamanın sonucundaki hüküm de kesindir aslında: suyun öte yakasında yaşayanı ötekileştirmek. bil ki bu ötekileştirmede kazanan sen gibisindir AMA haklı olan suyun öte yakasında yaşayandır. bir köprü kurarsınız suyun öte yakasında yaşayanla. onu görmek onunla konuşmak için ama sonra o köprüden sizinle birlikte kendi tarafınıza gelmesini bekler, istersiniz ondan. bir balığı sudan çıkarmak gibidir bu oysa. bir benzetiş...  ya da bir ağacın özüne kurt salmak gibidir bu kendi özünüzden. pir sultanlar, yunuslar karacaoğlanlar aşkına ihtimal buyurun: ya sizin tarafınız yanlışsa? good night and good luck

12 Ocak 2013 Cumartesi

can sıkıntısı

yok öyle can sıkıntısı üzerine entel laflar etmeyeceğim. (istesem yapabilirim ama bunu biliyorsun di mi ey karî) yapacak işlerim var ama içimden hiçbir şey yapmak gelmiyor. günlerden cumartesi, erken saatler. hava kapalı. son altı ayda yaklaşık yirmi tane kitabı yarım bırakmışım. okuyacağım da ne olacak diyorum her seferinde. "Bulantı"da A. Roquentin, Autodidacte adını verdiği adamın kütüphanedeki tüm kitapları alfabetik sırayla okuduğunu farkettiğinde şöyle der içinden: "L harfine adar gelmiş. Z harfine de gelecek. peki ya sonra?" bende de böyle oluyor bazen işte. okuyacağım ya sonra diyorum kendi kendime. (gidip bi türk kahvesi yapayım kendime)
laz'la konuştum şimdi. baba oldu 4 gün önce. bi kızı oldu. üniversitedeyken lazların evinde sabahlardık. bütün arkadaşlar "oğlları olmasını istediklerini"söylerlerdi. bir tek ben kızım olmasını istediğimi söylerdim, neyse işte. geçmiş zaman.
neyse Requiem for dream babında olsun; sendeyiz mozart:


bi sikime derman olmayacak önemli işlerimi halletmek üzere şimdilik eyvallah. esen kalın

6 Ocak 2013 Pazar

die blendung yahut bir çeşit iletişimsizlik üzerine

elias canetti'nin tek romanıdır die blendung. türkçeye "körleşme" adıyla çevrildi. kısaca romana değineyim önceleyin:
 roman küçük burjuva adetlerine bir eleştirdir aslında. hayatındaki en önemli şey kitaplar olan kien adlı bir bilim adamının başından geçenlerin daha doğrusu bay kien'in düzene körleşmesinin bir kadın tarafından alaşağı edilmesinin romanıdır körleşme.

canetti, bay kien adlı hayatını sadece çin dili, yazısı ve edebiyatını araştırmaya adamış birinin sırf kitaplarına ve araştırmalarına daha fazla zaman ayırabilmek için hizmetçisiyle evlenmesi sonucunda bütün düzeninin altüst olmasını ve düzene olan körleşmişliğinin yavaş yavaş kaybolmasını, bu esnada kien'in de kaybolmaya başlamasını anlatır romanda.

kitapları haricinde hiç kimseyle konuşmayan kien'in evlendikten sonra (oysa evliliği sadece hizmetçisinin yasal olarak evde kalabilmesini sağlamak için yapmıştır kien) düzeni altüst olur. eve yeni eşyalar alınır. karısı (hizmetçisi) eve hanımlık yapmaya başlar. ve kien'in dış dünyaya olan körlüğü geçer bu olaylardan sonra; fakat kien bu defa da kendine körleşmeye başlar. ve yazarın deyimiyle "kendi kendini kemirmeye" başlar artık kien.
romanda bireyin topluma körleşmesi (iletişimsizlik diye de okuyabilirisin körleşme sözcüğünün geçtiği her yeri), toplumun bireye körleşmesi ve en sonunda bireyle toplumun iletişime geçmeye başlaması sonrası bireyin kendine körleşmesi gibi bir üç aşamalı sorunsallama var. hizmetçi ve sonradan kien'in eşi olan theresee dış dünyayı temsil eder. o, kien'in dış dünyaya açılan penceresi gibidir bir anlamda. oysa kien için dış dünya yüklemi samimiyetsizlik olan bir cümledir:  "bilim ve hakikat, eşanlamlı kavramlardı onun düşüncesinde. kişi, öteki insanlardan uzaklaştığı oranda hakikate yaklaşırdı. (vurgu bana ait) günlük yaşam,yalanlardan kurulu yüzeysel bir düzendi. yanından geçenlerin her biri yanlızca bir yalancıydı. bu yüzden zahmet edip yüzlerine bakmıyordu bile. kitleyi oluşturan şu kötü oyunculardan hangisinin yüzü daha çekici gelebilirdi ki ona!"
("yüzüne bakmak." bu satırları ilk okuduğumda çok az insanın yüzüne bakarak konuştuğumu farkettiğimi hatırlıyorum. hala da öyledir. iki kişilk yalnızlığı seçmeye karar vermem de o zamanlara rastlar. az konuşmaya karar verdiğim günler de o günlere denk gelir hatta. günlük hayatta bunun olamayacağını anlamam da hemen akabindedir bu olayların. susan birisi tehlikelidir çünkü diğerleri için. bu yüzden belki de zaman zaman gereğinden fazla konuşurum. hala da öyledir. gavurun "reaction formation" dediği bir nevi "karşıt tepki geliştirme" mekanizmasıdır bu benim için. şöyle bir şey yazmış sözlük bu savunma mekanizması için:
 "birey gerçekte hissettiği duyguların tam aksi istikametinde davranışlar gösterir. gerçek duygularını göstermek ya bireyin bulunduğu ortamda, yine bireye göre mümkün değildir ya da birey gerçek duygularını kendine bile itiraf edemiyordur bu sebeplerden dolayı davranışları duygularıyla aksi yönlerde hareket eder" konuşmak istemiyorsundur ikiyüzlülüğe bulaşmamak için ama bu anlaşılmasın diye bu defa gereğinden fazla konuşuyorsundur. tam da burada murathan mungan'ın "çember" şiirini hatırlamak gerekir:
"ya dışındasındır çemberin
ya da içinde yer alacaksın
kendin içindeyken
kafan dışındaysa..."
evet işte kendin o çemberin içindeyken kafan dışındaysa; iletişimsizlik başlıyor ve söz değerini yitriyor. ha tabii bir de,
tüm bunlar olurken tüm yüzlerden farklı bir yüze bakmaya doyamadığını da farkedebilir insan. söz anlam kazanır. işte o insan hayatında ne kadar çok yer kapsıyorsa o kadar şanslı ne kadar az yer kapsıyorsa da o kadar şansızsındır.

 bu gün pazar. öğleden sonra. "yalvarırım okuma bu yazıyı çarşamba günleri"
 dışarı çıkıp bir şeyler yiyecektim vazgeçtim.



biliyordu anlamazlardı-2 yahut bir rüyanın şiddetinde katlanan sadelik

"belli ki susmak yaratılmamış şekliydi dünyanın"çağrılmayan yakup'ta böyle der edip cansever. çağrılmayan yakup'larımız vardır hayatta. anlamadığmız her insan, bizim için bir yakup'tur. sözün değerini yitirmesine, sözün giderek anlamsızlaşmasına bir tepkidir bu şiir birazda. söz değerini yitirdiğinde şiir ve rüya devreye girer.

ilk kez üç ay önce gördüğüm bir rüya var. defatle aynı rüyayı görüyorum üç aydır: bir fare sol bacak adalemi ısırıyor. irice kahvarengi bir fare. bacağımı fareden kurtarıp kaçmaya çabalıyorum; fakat fare karşıma geçip bana bakıyor, ağzından kan damlıyor bir halde. fare soluksoluğa, arka ayakları üzerine kalkmaya çalışıyor. dişlerinin keskinliğine hayret ediyorum. dişleri kıpkırmızı kan, benim kanım diye düşünüyorum. sonra hızlı hızlı yürümeye başlıyorum bir hastahaneye gitmem gerektiğini düşünmüş olacağım ki doktora neler söylemem gerektiğini tasarlıyorum kafamda. bir evin avlusuna geliyorum. doktor var mı diyorum bahçede bir şeylerle uğraşan adama. yok diyor adam. yaramı gösteriyorum. canımın çok yandığından bahsediyorum. fare yine karşıma geliyor. işte bu fare yaptı bunu diyip fareyi gösteriyorum. farenin ağzı hala kan. bari bacağımı yıkamama izin verin diyip musluğa doğru yürümeye çalışıyorum, fare tekrar arkamdan koşup adalemi ısırmaya çalışıyor. düşüyorum. gücümün azaldığını hissediyorum. fare yavaş yavaş yiyor etimi.

yok hayır, bir şeye yormayacağım bu rüyayı. öyle tahlile gelir bir yanı var mı onu bile düşünmedim hiç. sadece yatağa girdiğimde sözümün artık değerini yitirmeye başladığını ilk kez düşündüğüm gece görmüştüm bu rüyayı. sonra hep düşündüm bu sözün değersizleşmesini ve aralıklarla da bu rüyayı gördüm. söze şiddet katmak kırar etramızdakileri, incitir. söze değerini veren biraz da onun muhattabıdır. bu tanrı fikri için bile böyledir. yuhanna incili'nin 1. bap birinci ayeti "başlangıçta söz vardı" (in principio erat verbum) neyse geçiyorum burayı ey karî.  tehlikeli sularda yüzüyorum hissine kapıldım zira.
başka yerden devamlayın, söze şiddet katmak kendini katmaktır aslında. insan kendini en çok şiddetini, nefretini kattığı sözlerinde ele verir. zeki demirkubuz'un kader filminde bekir karakterinin kadına söylediği bir söz var: " herkesin inandığı bir şey vardır, benim inandığım da sensin bu amına koduğumun hayatında!"bu sözdeki şiddetin yöneldiği nesneyi alırsan; çıkan sonucun sözü sarfedenin hayatına özne oluşuna şahit olursun ey karî. kulak ver bu dediklerime ey karî. ya da siktir et sendeki kulağa göre sözler yok bende. nerede bir deniz görse soyunduğunu söyler şair, nerede bir kulak görsem konuşmak istedim ben de. oysa en çok konuşmak istediğimizin kulağı bize en uzak. kelimelerimiz; pis bir farenin ağzından damlayan kan gibi, yahut yağmurlu bir bahar günü artık rutinleşmiş bir öksürük krizimden sonra ağzımdan yedikule göğüs hastalıkları hastahanesinin  koridoruna damlayan kan gibi; bir benzetiş.

5 Ocak 2013 Cumartesi

biliyordu, anlamazlardı

yeni bir şey söylemeye gebe insanlara özgü bir sessizlik hali vardır. biraz dikkatli bakıldığında her insanda gözlemlenebilir bu durum. o anda -işte tam o anda- söylenmek istenilenin anlaşılmayacağını ya da muhattabında istenilen sonucu uyandırmayacağını anlamak ,içinde bir çeşit hayal kırıklığı da barındırır bir halde, bir sessizlik olarak kendini dıştalar. ingmar bergman'ın oda üçlemesi'ndeki ya da michelangelo antionini'nin "iletişimsizlik üçlemesi" filmlerindekine koşut bir iletişimsizlik midir bu tam olarak bilmiyorum. bahsetmek istediğim daha yalınkat bir iletişimsizlik aslında. modernist tiyatro, sinema ya da romanın sorunsalladığı türden bir iletişimsizlik değil. çoğunlayın necatigil şiirinde bulurum bu türden iletişimsizliği. çünkü modernist sanatçıların kurmacaladığı eserlerde iletişimsizlik birey için bir kaderdir ve bu kabullenilir birey tarafından. benim demek istediğim içinde bir parça hayal kırıklığı barındıran ve kişinin kendisinden değil de dış dünyanın -belki de- art niyetliliğinden kaynaklanan bir iletişimsizlik. burada sözü kendisini tanıdığım günden beri tanımak için çabaladığım bay C'ye vermem gerekiyor.

"sustu, konuşmak gereksizdi. bundan sonra kimseye ondan bahsetmeyecekti. biliyordu; anlamazlardı." bay C.'nin serüveninin sonunda vardığı yer burası mı olmalıydı. oysa o tüm serüven boyunca buraya varmamak için çabalamıştı. paltosunun yakasını kaldırıp kalabalığa şöyle bir bakış fırlattıktan sonra yürüyüp gitmek; C için bir yazgı olmamalıydı. batılılar ve bizler için farklı türden bir iletişimsizlik sözkonusu da demek istiyorum burada tam da. batı da bireyleşen toplumun kendi kişisel adacıklarını kurmasının zorunlu bir sonucudur  iletişimsizlik bizde ise iletişimsizlik; toplum içinde bireyleşerek bir anlamda içinde bulunduğu topluma marjinallleşen bireye yine o toplum tarafından verilmiş bir tür ceza gibidir. vulgarize ederek söylersem, toplum şöyle diyordur bireye: "biz senin anlatacaklarını dinlemek istemiyoruz anlatsan da onları kendi değer yargılarımızla değerlendirip yok hükmüne çıkarıp değersizleştiririz"

(2 saat kadar ara vermişim yazmaya. iki saat oldu. bu iki saatte ne(ler)yaptığımı yazardım ama burası bir günlük değil tabii en sonunda. Bon Jovi'nin  "I'll Be There For You" şarkısını hatırlatacaktım. duruma uygun düşüyordu çok. sonra nedense özdemir asaf'ın aynı minvalde bir dizesini söylemiştim:"inanmadığım oranda sırf sen varsın diye olacağım orada"  bunu söyleyip susmuştum. chopin dinliyorum şu an. bu aralar bir chopin geliyor başka da bir şeyin gelmesine izin vermiyor, dayatıyor kendini chopin. ey karî sen de bu satırları okurken chopin dinle. farkına varmazsın belki ama chopin beni sana bağlar ey karî)

evet ne diyordum. biliyorum, anlamazsınız mı diyordum?  selim ışık'ı düşündün mü hiç ey karî? "oysa mesela selim ışık/anlatmadan anlaşılmaya aşık" olan selim ışık'ı. yani bütün bu anlattıklarımın -bay C. gibi zorunlu olarak toplum tarafından iletişimisizliğe mahkum edilmiş selim'i- öznesi olan selim'i? oysa uutmuşum sizlerin selimleri bayC.'leri tanımadaki maharetinizi. nasıl da bir bakışta tanırsınız onları. öyle ya insan sarrafısınız hepiniz. bir yalanı yaşıyorsunuz hiç düşündünüz mü? selimler bunu hatırlatır size bu yüzden sevmezsiniz onları (ya da belki de seviyormuş gibi yaparsınız.) bunu söylememe izin var mı? içinizden hep onlar tarafından bağışlanmayı dileyeceksiniz ve fakat, heyhat...

oturduğunuz üç oda bir salonların konforunu onların sustukları üzerine inşa ettiniz. bir özür olsun çok görmeyiniz onlara ey karî. bağışlanmayı dileyiniz, şüphesiz ki onlar bağışlayandır affedendir. bil ki ey karî onların da elinde bir silah var. sendekine benzeyen bir silah hem de. "mış gibi yapmak" silahı onlarda da var ve hatta onlar bu silahı kullanmada lee van cleef karşısındaki clint eastwood kadar mahirlerdir ve yalanlarınıza inanıyor"muş" gibi yaparlar.

 onların sustuklarını yazmayı kendine görev edinmiş yalvaçları var. sonya semyonovna karşısında diz çöküp bütün insanlıktan özür dileyen raskolnikov'u düşün, sonra Werther'e bir kurdelaya bir hayatı sığdırtan goethe'yi, dahi anna karannina'yı, bazarov'u, zavallı necdet'i, isa'yı, selim'i, zebercet'i, bay C'yi, behçet necatigil'i düşün ve annesi evlere temizliğe temizliğe giden çocuğu düşün. ahmet camil'i düşün sonra keşke şiirlerini okayabilseydi lamia'ya; lamia beğenseydi o şiirleri o baran-ı dürr-i siyah yağar mıydı ahmet cemil'in üzerine. okuyamadı o şiirleri ahmet cemil. bir şair düşün şiirlerini okumak yerine susan bir -susmak zorunda kalan bir şair- şair. sen ahmet cemil'i gördün mü ey karî? ben gördüm. müstehzi bir gülüş vardı yüzünde. sustuğu tüm o şiirleri dinledim. oysa o hep yanında şah damarından da yakın sana; ama görmedin. onu oraya sen koydun, nasıl görmezsin bak işte "kahve bardağınla limonatamın arasında onu oraya sen koydun..."
















2 Aralık 2012 Pazar

karşılığı yaşamakta olan

karşısına sürekli yol ayrımları çıkan insan için asıl mesele hangi yolu seçeceği değildir; asıl mesele kişi  neden karşısına sürekli yol ayrımları çıkaran bir hayat yaşıyordur? çünkü sürekli yanlış kararlar almış olmanın zorunlu bir sonucu gibi durmakta bu. ilk bakışta tekdüze gitmeyen bir hayatmış gibi görünse de bu tip bir yaşamak; bir süre sonra serüven duygusunun yitip gitmesine neden oluyor. bu ölüm gibi.

 mutlu olduğumu duyumsadığım anlar var. oysa mutluluk duyumsanacak bir şey değil; yaşanılacak bir şeydir. duyumsamak; yabancılaşmanın yüklemi olduğu bir hayata yan cümle olabilecek türden bir fiil gibi gelir bana her zaman. yabancılaşmak ama herkese ve her şeye. ancak o zaman bu duyumsamak fiilini hükmünü icra edebiliyorken yakalayabiliyorsun. varlığını el yordamıyla dahi hissetirebilecek hale gelmiş bir kanser tümörü gibi yakalayabiliyorsun duyumsama'yı. yabancılaşmak bilinçli bir tercihle elde edilebilecek bir şey değildir. aksine sonunu kesitremediğin bazı tercihlerin zaman içerisinde ortaya çıkardığı zorunlu bir bedel gibi duruyor buradan bakınca. baktığım yer mi neresi? burası işte ağızdan çıkan her sözün yankı yaptığı bir oda.

bir köşeye çekilip kendine acımak: bu da başka bir tezahür. bunu genç werther'in ıstırapları'nda bulabilirsiniz. daha iyisini yazamayacağıma göre atlayayım bu bahsi. (fakat werther son bir umutla belki de kağıt kaleme sarılır ve arkadaşına yazar. ister ki biri ortak olsun, kendi dışında  bir başkası daha acısın kendisine; neye yaramıştır ki bu? werther werther'dir işte. ne bekliyordun? bir kurtarıcı? werther'i kim kurtarabilirdi ki? dahası werther gerçekten kurtulmak mı istiyordu? yazdığı tüm o mektuplar bir "help scream" miydi? sen werther'i hiç anlamamışsın böyle düşünüyorsan. werther'lerin bir kurtarıcıya değil sadece acılarına ortak olabilecek birine ihtiyacı vardır. (italya'dan birine hediye ederim diye getirdiğim şarabı bitirdim şimdi; kendime hediye etmişim gibi oldu; kendime de yabancı değil miyim zaten bunda şaşılacak ne var?)

william faulkner'in "as i lay dying"inde geçer:  "yeryüzüne gelmemiz için iki kişi gerekiyor, ölmek içinse bir kişi yeter" bu söz genç werther'in ıstıraplar'yla metinlerarasılık kurar. (italya'dan getirdiğim sigaradan yaktım bir tane) bir düşün ey karî senin yaşamınla da metinlerarasılık kurmuyor mu bu cümle?

biliyorum ey karî, günahkar olduğumu düşünüyorsun. günahkar olduğumu düşünen ve benim için dua eden biri var bunu hissediyorum. aynı romanda geçer :  "bir gün cora'yla konuşuyordum. benim için dua ediyordu, çünkü günahın gözlerimi kör ettiğine inanıyordu. benim de onunla birlikte diz çöküp dua etmemi istiyordu, çünkü günahın bir sözcükten ibaret olduğu insanlar için kurtuluş da bir sözcükten ibaretti." kelimelerle konuşanların dünyasında günah da bir kelimeden ibarettir kurtuluş da.  gerçek günahlarım var söze gelmeyen bu yüzden bağışlanmayı dilemedim hiç. dilemek: bir sözcük işte en sonunda. yaşamakta karşılığını bulmadıktan sonra

26 Ekim 2012 Cuma

Floransa'da bayram sabahi

yagmurlu bir floransa sabahi. katilimcilar bir sey anlatiyor ama dinlemiyorum. cok kotu bir ruya gordum. gordugum seyin olma ihtimali beni korkutuyor ve bunun olabilecegi ihtimalinin dahi beni bu kadar korkutmasi beni rahatsiz ediyor.

sabah uyanir uyanmaz bi turku takildi dilime:

bir de anyway

20 Ekim 2012 Cumartesi

Modigliani

yok modigliani hakkında yazmayacağım. yarın bu saatlerde onun doğduğu yaşadığı topraklarda olacağım, yürüyeceğim, oturacağım, bakacağım...

şimdilik eyvallah.

"olduran yıkan yeniden yapan gözlerini seviyorum kaç kişi
bir senin gözlerin var zaten daha yok
ya bu başını alıp gidiş boynundaki
modigliani oğlu modigliani"

18 Ekim 2012 Perşembe

yeniden yahut La Nausée

ne zamandır yazmıyorum. yazacak bir şey olmadığından değil de yazacak çok şey olması aslında buna sebep.

tek başıma floransa'ya gidiyorum iki gün sonra. gerzekçe bir kurs ama gidiyorum işte. gitmiş olmak için gidiyorum. içimdeki serüven duygusu biteli çok oldu çünkü. tabii şimdi böyle deyince bir iki selam vermez farz olur:  Antoine Roquentin'e selam olsun ve onda serüven duygusunu anlık da olsa yeniden canlandıran Anny'e de...

31 Ağustos 2012 Cuma

yabancılaşmak

kendini yalnız hissetmek değildir yabancılaşmak. (marksist anlamda veya varoluççu anlamda yabancılaşma bahsine girmek istemiyorum burada. bunu zaten tezimde tartışmıştım yeterince meraklısı bulup okur. hatta aha da burada var tezim: http://sosyalbilimler.cukurova.edu.tr/tez/1569/ buradan tezi indirip yabancılaşma maddesine bakabilirsin ey kari) bahsetmek istediğim anlık yabancılaşmalar. bulunduğun ortamdan, durumdan anlık kopup gitmeler. hayır serbest çağrışımın alanına giren türden bir kopup gitmeyi de kastetmiyorum. "e ne kastediyorsun lan" diyen sabırsız kari, şunu kastediyorum: etrafındakilerin, bazen en yakınındakilerin, senden gayrı olduğunu hissetme anı.

bir şekilde hayatıma giren insanlardan kendimi farklı görmem de diyebiliriz buna. okul arkadaşları, iş arkadaşları vs. "sosyal" bir varlık olmanın getirdiği zorunluluktan doğan arkadaşlıklar yani bir anlamda. bazen bir tenefüs arasında, bazen bir dersi beklerken, bazen okuldan kaçıp aylak aylak gezereken olurdu bu bana. "ne işim var lan benim bu insanların arasında" diyorum bazen. kendimi farklı veya üstün görmemin bir sonucu değil bu yanlış anlaşılmasın. insanların çoğu konuda "mış gibi" yapmasından kaynaklanıyor aslında bu. biri ya da birilerinin siyasi, felsefi, dini, edebi vs. bir konuda biliyormuş gibi yapması senin aslında onların bir bok bilmediğini bilmen ama bir şey diyememen sonunda o andan kopup gitmen ve "ne işim var lan benim bunun (ya da bunların) yanında" diye düşünmen anındaki yabancılaşmayı kastetmeye çalışıyorum. tam da aslında benim lanetlenmemin günleri geliyor şu sıralar. okullar açılıyor çünkü. bu ülkede öğretmenler kadar "mış gibi yapan" başka br meslek grubu daha yoktur. ben de öğretmenim. ve bilemezsin ey kari benim şu 8 yıllık öğretmenlik hayatım boyunca öğretmenler odasında yaşadığım yabancılaşmanın ne haddini ne hesabını.

 istanbul'daki öğretmenlik günlerimin ilk zamanlarında rahattım bu konularda. kimseyle konuşmuyordum, öğretmenler odasına adımımı bile atmıyordum. sigara odasında benden daha az konuşan bir ingilizce hocası vardı akın hoca, karikatüristti. okul zamanı tenefüslerde onunla oturup susuyorduk karşılklı. okuldan çıkınca da bakırköy sokaklarında yürüyordum tek başıma. iyiydi böyle. ama tabii sürdürülebilir değildi bu. asla yalnız kalmana izin vermezler. yalnız kalmayı tercih eden kişi ötekiler için her zaman bir tehdittir.

blog'un günlükten farkı bu işte. somutlayamıyorsun anlattıklarını. sonuçta kamuya açık bir alan burası. şöyle somutlayabilirim belki: kendini solcu veya dindar yahut sanattan anlayan biri olarak sunan bir öğretmen; ya da vazgeçtim amına koyim. öyle işte. bunaltıyorlar adamı. bende de ikiyüzlülük var biraz. söyleyemiyorum  insanlara. bak  şöyle şöyle diyorsun ama bi sik bilmiyon la mal diyemiyorum. bir şey bilmeyene, bilmediğiyle yaşayan insana öyle çok saygı duyuyorum ki ey kari bilemezsin.. bunu okuyan: beni tanıyorsan "sen biliyorsun da ne oluyor?" diyebilirsin ki dersin biliyorum,  bir şey olmuyor işte. sorun da bu zaten. azalıyorum, azaldığımla da kalıyorum. şans oyunları oynuyorum. çıkarsa iyi bir para istifa edip gereksiz tüm insanları (yanlarında yabancılaştığım tüm insanları) hayatımdan çıkarmayı düşünüyorum. okumayı, bilmeyi istiyorum.. yazmayı ve sonra gitmeyi.

işte böyle Sayın Bayan Vera Tulyakova...

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Sahnenin Dışındakiler


Tipik bir Tanpınar romanıdır. Bununla şunu söylemek istiyorum:

    Bu romanda, Tanpınar’ın şiirlerinde, düz yazılarında, huzur romanında anlattığı şeyler bu romanda da vardır. Roman özellikle Huzur romanıyla çok fazla paralellikler içerir. Hatta birebir benzenlikler içerir demek daha doğru olur. Örnekleyelim, 

      Romanda Cemal’in kendisinden yaşça büyük, bir nevi ağabey olarak gördüğü; bilgili, kültürlü, hareketten ziyade düşünce adamı olan birisi vardır. Adı: İhsan. Huzur romanının kahramanı Mümtaz’ın da hayatında benzer özellikler taşıyan bir ağabeyi vardır ki onun da adı İhsan’dır. Benzerlik bununla da kalmıyor; zira Sahnenin Dışındakiler romanındaki ihsan’ın oğlunun adı Mümtaz’dır. 

Tabii ki romanın tipikliği buradan gelmiyor. Romanı tipik bir Tanpınar romanı yapan asıl unsur, Tanpınar estetiğinin roman kahramanı tarafından romanın değişik yenlerinde tespit edilmesidir. Tabii burada öncelikle benim Tanpınar estetiğinden ne anladığımı açıklamam gerekiyor. Tanpınar’ın yakalamayı en çok sevdiği estetik durum, farklı güzelliklerin (makamların, renklerin, kültürlerin..) Bir terkibe girerek kendilerinden çok faklı bir nesnede veya durum üzerinde müşahhas olması. Tanpınar bu eyleme kristalizasyon diyor. Şimdi bu tanımın ışığı altında, yazarın romanın ana ekseni üzerine oturttuğu iki objeden biri olan Elagöz Mehmetefendi Camii için söylediği şu satırlara bakalım: “İşte Elagöz Mehmetefendi camii benim yalnızı dört evresini saydığım bu ictimai jeolojinin her şeyi ve bütün hayatı etrafında toplayan merkeziydi”  (s. 20). Diğer yandan, Romanın ana ekseninin üzerine oturtulduğu bir diğer obje olan Sabiha için söylenen şu satırlar:  Elagöz Mehmetefendi camiinin minaresinde ezan okunuyordu. Sokakta satıcı sesleri artmıştı. Mahur, İsfahan, Neva, Tahir, birbirleriyle karşılaşıyorlar sonra hep birden benim yatağıma ve Sabiha’nın kumral saçları üzerine dökülüyorlardı.” Dışarıdaki hayatın nağmelerinin Sabiha’nın saçlarında müşahhaslaşması..

Romanı tipik bir Tanpınar romanı yapan bir başka özellik de Cemal’in de tıpkı Huzur’un kahramanı Mümtaz gibi asıl eylemin ne tam içinde ne de tam larak büsbütün dışında olmasıdır. (bkz. Ne içindeyim zamanın) Daha doğru bir ifadeyle tıpkı Huzur romanının Mümtaz’ı gibi Cemal de “eylem karşısında aydın kararsızlığının simgesi” olan Hamlet gibidirler. Hatırlanacağı gibi Huzur romanında Mümtaz patlak veren İkinci Dünya savaşına karşı duyarlı olduğu halde bir şeyler yapıp yapmamanın kararsızlığı (huzursuzluğu) içinde kıvranıp durur; bir türlü hareketin içine dahil olamaz Mümtaz. Bu sırada elerinin arasından kayıp giden Nuran’a karşı bile harekete geçemeyen Mümtaz, Nuran’ı da kaybeder ve böylece eşikte kalmanın; harekete geçip geçmemek konusunda tereddüt etmenin bedelini sahnenin dışında kalarak öder.

Aynı şekilde Sahnenin Dışındakiler romanın Cemal’i de asıl sahne olan Kurtuluş Savaşının verildiği Anadolu’ya geçip mücadele etmek yerine İstanbul’da kalıp Kurtuluş Savaşına pek de suya sabuna dokunmadan destek vermesi tıpkı Mümtaz gibi Cemal’in de sosyal hayatta sahnenin dışına kalmasına neden olur. Ayrıca yine Cemal’in dış alemin bütün estetiğinin üzerinde müşahhaslaştığı Sabiha’ya karşı harekete geçemeyip sahnenin dışında kalması (oysa babası cemal’e kendileriyle Anadolu’ya gelmek zorunda olmadığını, isterse onu İstanbul’da bir yatılı okuya verebileceklerini söylemesine rağmen Cemal hiçbir sebep olmamasına rağmen İstanbul’dan ve Sabiha’dan ayrılır.) da Cemal – Mümtaz koşutluğuna örnektir. Üstelik yazar Cemal’in sahnenin dışında kalmasını, Sabiha’yı sahneye çıkan ilk Türk kadını olarak Cemal’in karşısına tekrardan çıkarttırarak vermesi de ayrıca dikkate değerdir. Desteklemesi adına, Sabiha’nın  ilk tiyatro çalışmalarında oyunculuk olarak Cemal’le, yönetmen olarak da İhsan’la çalışmış olması ve sonradan hem Cemal’in hem de İhsan’ın hayatlarındaki bütün estetiklerin temerküz ettiği Sabiha’nın dışında kalmaları da benim romanı böyle okumama neden oldu.

Ayrıca -haddim değil ama- romanda teknik anlamda şöyle bir kusur var: Cemal’in dayısının romana neden girdiği belli değildir. Zira Behçet bey’in romanın vaka kuruluşuna en ufak bir etkisi yoktur. Beklide vardır da ben görememişimdir bilemiyorum.

Roman, Cemal’in hem bireysel anlamda hem de toplumsal anlamda sahnenin dışında kalmasının romanıdır. Şayet Cemal İstanbul’a gitmeyip de İstanbul’da kalmadığı için Sabiha’nın hayatında yer alamadı ve bu yüzden  bireysel anlamda sahnenin dışında kaldı. Öte yandan Anadolu’ya (Asıl Sahneye) geçip ölüm kalım mücadelesi veren Milli Mücadelecilere katılmak yerine İstanbul’da kalıp mücadeleye sorumluluk almadan destek vererek de toplumsal anlamda Sahnenin dışında kaldı. 

ahbar-ı asara tamim-i enzar

türk edebiyatının en velud romancılarından olan ahmet mithat, roman sanatının kuramsal yönüne pek değinmemiştir. belki birkaç romanın önsözünde değindiği roman türü hakkında onu dönemini aşan sadelik ve üslup da bir inceleme yazmaya iten şey nabizade nazım’ın “emile zola dışında romancı tanımadığını ve sadece realist romana roman denilebileceği yönündeki beyanıdır. işte bu söz üzerine; biraz da kendini küçümseyenlere cevap vermek için (aslında onu küçümseyen günümüz okuruna da güzel bir cevaptır bu kitap) yazılmış bir incelemedir ahbar- ı asar.

kitabın bölümleri ve bu bölümlerdeki ana düşünceler kısaca şu şekilde:

mukaddime:
bu bölümde ahmet mithat, “roman ve romancılığın nasıl başlayıp bu zamana doğru nasıl dallanarak, budaklanarak, ne şekilde değişikliklere uğrayarak geldiğini izah etmeye ve uzun uzadıya açıklamaya” karar verme sürecinden bahseder.

mehaz:
yazar bu bölüme eserini oluştururken başvurduğu kaynakları yazmıştır. bir nevi kaynakça olan bu bölümde adı anılan serler şunlar:
1. danyel hue’nin romanların aslına dair mektubu
2. volf namında bir alman muharririn tarih- i umumi- i roman namıyla yazdığı tarih.
3. fransız tabi- i meşhuru dido’nun matbu gayrı matbu şövalye romanlarının umumiyet muntazaman tertip ve tanzimi tecrübesi.
4. dunlop’un tarih- i muhayyelat’ı.
5. şasa’nın kudemanın fıkarat- ı muhayyelesi.
6. didero’nun ansiklopedisinin yirmi dokuzuncu cildinde roman ve şövalye romanları için mahsus olan bendler.
7. kurten’in yeni ansiklopedisinin yirminci cildinde kezalik roman bendi.
8. papaz langle düfrenua’nın romalar istimali.
“bunlardan maada ansiklopedik kamusların kaffesi ile revü de dö mond gibi mecmualarda münderic makalelerin ve tiyatro yollu yazıların asarın gerek gerek tahriri gerek oynanması hakkında “hakikat acıdır” gibi risaleler dahi bu meselde mehaz olmaya layık asarardır. bir de koca kantu’yu unutmamalı…”

(not: ahmet mithat'ın yabancı yazarların ve eserlerin adını telafuz şeklini bozmadan aynen yazdım)

romanlarin aslı:

yazar bu bölümde roman sanatının ortaya çıkışına hatta romanın ilk örneklerinin ne olduğuna dair düşüncelerinden bahseder. bu bölümde danyel hüe’nin düşüncelerinden faydalanan yazara göre roman türünün ilk örnekleri masallar ve mitolojidir. mitolojinin hangi özelikleri sebebiyle romana kaynaklık edebileceğinden ayrıntılı bir biçimde bahsedilen bu bölümde yazar romanın gerçeği taklit etmesi gerektiğine dair düşüncelere de çatar.

aslın teferruu:

romanın aslının “havarık”ın (tansık) hikaye edilmesine dair düşünüşe yapılan itirazlara hue’nin ve kurten’in getirdiği savunmalara başlanan bu bölümde, yazar; yunan ve roma mitolojisindeki ilişkilerin anlatımından sıkılan insanoğlunun bu ilişkileri insanın başından geçmiş gibi anlatmayı denemelerinden bahsedip bu gelişmelerin bir tür olarak roman sanatını şekillendirdiğine ve ayrıntılandırdığına değinir.

kurun- i vusta ve romanlari:

bu bölüme yazar şövalye romanlarının neden artık beğenilmediğine dair bir tespitle başlar. yazara göre eski çağların soylu şövalyeleri gitmiş onun yerine eşkiyalık yapan şövalye tipi ortaya çıkmıştır. bu yüzden bu çağda şövalye romanları artık ilgi çekmemektedir ve tam da ölmeye yüz tutan şövalye romanlarına cervantes’in don kişot’u öldürücü darbeyi vurmuş ve şövalye romanları tarihe karışmıştır artık.
şövalye romanlarının yerini çoban romanlarının aldığı tespiti ve romanlarda ana izleklerin aşk ve dindarlık olduğu kaydı düşüldükten sonra 14. lui devrine geçiliyor.

ondördüncü lui devri:

ahmet mithat bu dönemin romanlarının genel özelliğini “sevdaperest” başlığı altında topluyor. bu dönemin romanlarında şehvetin bayağılaştığını ve okuru bu bayağılıktan kurtaran kişinin madam lafayette olduğu kaydı düşülüyor.
bu dönemin roman tarzını ve zevkini sona erdiren türün “siyasi roman” türü olduğu tespiti yapılarak siyasi roman bahsine geçiliyor.

siyasi romanlar:

bu tip romanların ilk örneği olarak madam de lafayette ‘nin “zaid ve prenses de klev” ve “prenses monpansiye” romanları olduğu tespitiyle başlanan bu bölümde; daha sonra matmazel de lusan’ın “filip ogüst’ün dairesi menakıbı” gibi eserlerin adları anılır ve bu tip romanların aslında devrin siyasi dokusuna uygun kalıcı olmayan eserler olduğuna değinilir.

romancılıkta teceddüd:

bu bölüme ingiliz romancılığının fransız romancılığından kopuşu yeni romancılığa örnek olarak verilerek başlanır. bu bölümde ahmet mithat romanın dönemin zihniyetine uygun şekillendiği yönündeki görüşünü tekrarlayıp zamanının romanlarını tasnif işine girişir.

zamanımızın romancılığı ve romanları:

ahmet mithat’a göre göre romanı gerçekçi veya hayali olarak tasnif etmek yanlıştır. çünkü bir şeyin adı romansa zaten o hayalidir.
ahmet mithat kendi dönem romanlarının sınıflamada dido’nun tasnifini benimser. buna göre roman türlerini: “tarihi roman, ahlaki roman, dindarca roman, dinsizce roman, politik roman, mizahi roman, adli roman, bilimsel roman, sosyal roman” şeklinde sıralayan ahmet mithat, şehvet romanını bir tür olarak kabul etmez.

intikad:

ahmet mithat bu bölümde eleştiri türü hakkındaki düşüncelerini açıklar. ona göre eleştiri, “usul ve erkan” dahilinde olmalıdır. gereksiz sertlik içermemeli, yapıcı olmalıdır. eleştirmenlerin eleştirileri de eleştiriye açıktır, bu unutulmamalıdır. eleştirmen eleştirdiği kişiden daha usta olmalıdır. eleştirmen eleştirdiği türün tarihi gelişimini hakkıyla bilmek zorundadır. ayrıca eleştirmen, batı edebiyatındaki eleştirinin tarihi gelişimini de iyi bilmelidir.

intikadin yolu erkanı:

bu bölüme eleştirinin yolu ve yöntemine dair monsieur courtain’in yazdıklarını anarak başlayan yazar; eleştirinin bir bilim bir sanat olduğunu söyler. ahmet mithat’a göre eleştiri mutlaka herkes tarafından beğenilen eserlere yapılmalıdır.
ahmet mithat eleştirinin yanlızca güzeli öne çıkarmasına estetik diyor ve estetiğin göreceli olduğunu unutmamak gerektiğini de ekliyor bu bölümde ayrıca. yazar bu bölümü “tarihi eleştiri” diye de bir tür olduğunu haber vererek bitiriyor.

hatime:

yazar son söz olarak bu eseri aslında bize edebiyatla ilgili ders vermek isteyenlere cevaben yazmış olsak da aslında bu eser edebiyat dünyasına yeni giren gençlere bir yol göstermek amacına da hizmet etmiştir diyor. “biz gençlere yazmaktan çok okumalarını ve eleştirecekleri yazardan daha bilgili daha usta olmaları gerektiğini hatırlattık bu eserde” diye de ekliyor.

meraklısına not: ahmet mithat'ın bu son derece önemli incelemesi nüket esen tarafından yayına hazırlanıp iletişim yayınları'ndan basılmıştır.

24 Ağustos 2012 Cuma

mendilimde kan sesleri varken

mendilimde kan sesleri varken, yedikule göğüs hastalıkları'nda yatarken yani, sadece yaşamayı, ne olursa olsun yaşamayı, istediğimi hatırlıyorum. 9. hariciye koğuşu'nda peyami safa "agaclarin sihhatine imrenmek" derken neyi kast ettiğini anladığımı hatırlıyorum, koğuşun penceresinden dışarı bakarken. ziyaretime gelenlerin de sıhhatine imreniyordum. sonra doktorlar, hiçbir şey anlamadığım test sonuçlarına, filmlere bakıp; anlamadığım dilde kendi aralarında bir şeyler konuşan doktorlar, ölmyeceğimi, çıkıp herkes gibi yürüyebileceğimi müjdelemelerini dört gözle beklediğim doktorlar, ne çok kıskanırdım onları. ve bir de antibiyotikler, günde on iki tane içtiğim antibiyotikler ve bir de süleyman amca: doktorların öleceğini yakınlarına söylediği ama kendisinin öleceğinden haberi olmayan, durmadan küfreden gençsin sen yaşarsın diyen süleyman amca. orada kıskanmadığım tek insandı.

mendilimde kan sesleri: hiçbir şiir bu kadar zihnimde dönmedi sanırım o ana kadar. sonra şu türkü:


hastahaneden çıktıktan sonra dönüp süleyman amca'yı yoklamadım. belki de iyileşmişti, bilmiyorum ama gidemedim bir daha yedikule'ye. ölümcül bir hastalıkla pençeleşmeyen birisi asla hayatı gerçek anlamda anlayamaz der peyami safa. hayatı anlamıştım ben de yedikule göğüs hastalıkları hastahanesinde: hayatta aslolan hayatın kendisiydi. bütün sorunlar yapaydı, gelecek kaygısı, okunmamış kitaplar, maddi kaygılar hepsi anlamını yitiriyordu. benimle aynı illetten muzdarip muzafer tayyip uslu'nun "kan" şiirinin sonundaki gibiydi her şey:

kan

önce öksürüverdim
öksürüverdim hafiften,
derken ağzımdan kan geldi
bir ikindi üstü durup dururken

meseleyi o saat anladım
anladım ama, iş işten geçmiş ola
şöyle bir etrafıma baktım,
baktım ki yaşamak güzeldi hala

mesela gökyüzü
maviydi alabildiğine
insanlar dalıp gitmişti
kendi alemine

gökyüzü maviydi, bu gökkubenin altında kalayım her ne olursa olsun kalayım, yeter ki kalayım, yeter ki "gün eksilmesin penceremden" yaşamak güzeldi; başka hiçbir şey güzel değildi sadece yaşamak güzeldi... yaşamak güzeldi de bu mendil niye hep kanıyordu? genç bir asistan doktor vardı, ağzımdan kan geliyordu her seferinde artıyordu ve her soruşumda ona nede bu kan bir türlü kesilmiyor diye "normaldir" diyordu. ağzımdan sürekli kan gelmesi normalse, anormal olan neydi peki?

 veremden öldüğünü bildiğim insanlar eliyordu aklıma, II. Mahmut, muzaffer tayyip uslu, Chopin, Schiller ve yoldaşım franz kafka. o günlere dair beni mutlu eden tek şeydi sanırım kafka'yla aynı hastalıktan muzdarip olmak. ve isa'nın en eski iki hastalıktan biri olarak tanımladığı hastalığa yakalanmış olmak vardı bir de. insanları yargılamak ve verem. ben ikincisine yakalanmıştım. birincisine yakalansaydım belki de ikincisine yakalanmayacaktım, kimbilir?

neyse sabah olmak üzere, adana'dayım. bir 26 nisan günüydü hastahaneye yatırıldığımda. to be continued..








23 Ağustos 2012 Perşembe

saman sarısı

Saman Sarısı şiirinin yazıldığı şehirde, sokaklarda dolaştım. "seher vakti habersizce girdi gara ekspres kar içindeydi" işte bu dizede adı geçen gardan trene bindim ben de.

 "yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığım yoktu" ben de derin uyudum varşova'da bir gece. bu şiirle ilgili  esaslı bir okumayı şiiri ilk okuduğum 98 kışından beri erteliyorum. ihtimal şimdi de erteleyeceğim. ve kuvvetle muhtemel bundan sonra da. "şiir geldi kelimeye dayandı" diyordu, cemal süreya. oysa türk şiiri geldi saman sarısı'na dayandı bence. kendimi bu şiiri yorumlamak için  yeterli görmedim hiç.göremeyeceğim de sanırım.

22 Ağustos 2012 Çarşamba

İntiharın Bağlamı

Edebiyat ve Devrim'i okuyorum. birkaç defa daha okumuştum ama bu defa şöyle derinlemesine, not ala ala (ırzına geçer gibi) okuyayım istedim. Bir de Orhan Pamuk'un Kar romanına başladım. Aslında "Snow" desem daha iyi olur gibi çünkü İngilizcesini okuyorum romanın. Bugün sadece 2 sayfa okuyabildim. Adorno'nun "Edebiyat Üzerine Yazıları"nı okuyacaktım, başladım da hatta. ama türkçe olmasına rağmen Kar'ın ingilizcesinden daha yavaş ilerlediğimi farkedince bıraktım. Çevirmen eseri almanca bıraksaymış daha iyiymiş. bir de halsizdim boğazımda bir yanma var belki de onun da etkisiyle bıraktım kitabı.

Selim Işık ve Hikmet Benol'un intiharı üzerine doktora tezi vermek fikri epeydir kafamda. genel anlamda önce intihar kavramına değinip sonra da özelde selim ışık'ın intiharına değinmeyi düşünüyorum. İntihar hayatı anlamanın en önemli anahtarlarından biridir. birini intihara götüren süreci iyi tahlil edebilerseniz hayatın anlamına da vukuf olabilirsiniz gibi gelir bana hep. bu durum, borçları yüzünden intihar eden müflis bir tüccarın intiharı için de ontolojik kaygılar yüzünden intihar eden için de geçerli. (burada şarabımı doldurmak için biraz ara veriyorum. şaka şaka lan şaka sodalı ayran yaptım onu içecem. sodalı ayran göstergesinin entellektüellik gibi bir gösterileni yok di mi ey kari)

intihar için en çok söylenen şey şunlar: "kişinin kendi vücudunu kullanarak kalanları cezalandırmasıdır" ya da "intihar eden kişi aslında hayatın kendisini aştığını dışavurmuştur" biraz dikkatli bakınca iki nedenin de intihar edenlerin, kalanların zihninde yaratıığı intibayla alakalı olduğu görülecektir. burada sorun şu ki intihar; müntehir'in zihnindeki tezahürüyle açıklandığında ancak hayatı bütünleyen bağlamına oturtulabilir.

burada sözü bukowski abime bırakayım:

en iyiler genellikle
intihar ederler
sadece kaçmak için
ve o geride kalanlar
asla tam olarak anlayamazlar
neden biri
onlardan kaçmak istesin ki..!

bukowski muhtemelen sarhoşken yazdı bunları. o yüzden intihar üzerine yakaladığı yalın gerçeği sadece üstünkörü verip geçti. bukowski de intiharı geride kalanların zihninden okumanın anlamsızlığını yakalamış. müntehir'in zihnindekini de yakalamış bukowski hatta ne için intihar ettiklerini de yakalamış fakat müntehirin nereye kaçmak istediğini es geçmiş. sarhoş bunak işte olur o kadar...

evet müntehir kaçmak ister fakat nereye? bu sorunun yanıtını tezimde savlamayı (savlamak? what a fucking word) düşünüyorum ama kısaca vermek gerekirse;

şayet müntehirin bilinçaltında ya da bilincinde bir tanrı fikri olmasaydı intihar edemezdi. bununla şunu demek istiyorum. müntehire bu acı ve anlamsız hayattan kaçma dinamiğini yaşatan bir tanrı fikri ve onun vaadeetiği sonsuz iyilik ve güzellik fikridir. ama "intihar günahtır ve külliyen yasaktır" (ahmet telli'ye de bi selam çakalım) dinler intiharı yasaklar fakat intihar edenin mutlak bir cezaya çarptıralacağına dair bir ipucu vermez. (hadisler bunu söyleyebilir ama hadis dini diye bir din yoktur.) tabii burada bunu çok da fazla nüanse etmeyeceğim. notlarıımı aldım, delillerim sağlam tezde tartışırım uzun uzadıya artık bunu ama özetle bu işte. selim ışık'ın intihar etmeden önceki son günlerinde kendinde İsa'yı görmeye başlamasını tezde öncelikle "baba katli" daha sonra "suçun önselliği" ve sonunda "intihara ortam hazırlayan bir süreç" olarak okuyacağımı beyan eder saygılar sunarım.
İşte böyle sayın bayan Vera Tulyakova.






9 Ağustos 2012 Perşembe

sevdiğim tek mevlevi: asaf halet çelebi

"ibrâhim
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim

güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı
ibrâhim
güneşi evime sokan kim

asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı

ibrâhim
gönlümü put sanıp kıran kim"

8 Ağustos 2012 Çarşamba

celladıma gülümserken çektirdiğim son resmin arkasındaki satırlar -1-

sevdiğim bir şiir ya da iyi bir şiir olması değil bu şiiri bloga ad olarak almam. tabii bu demek değil bu şiiri sevmiyorum ya da bu şiir iyi bir şiir değil. seviyorum bu şiiri ve iyi bir şiirdir bu şiir.
ama başka şeyler var bu şiirle beni buluşturan. beni anlatır bu şiir çoğunlayın. bir roman kahramanında ya da bir film karakterinde kendini bulmak daha fiyakalıdır çoğunlayın ama ben bu şiirde buldum kendimi en çok.
"ben oysa
herkes gibi
herkesin ortasında" sözgelimi bu dizeler, sıradan (burada "sıradan" sözcüğüne kötü bir anlam yüklediğim sanılmamalı)  bir insan gibi yaşamak isteyip de bunu becerememenin verdiği hissi çok güzel anlatır. yorgun argın işten gelip yemeğini yiyip eşiyle çocuklarıyla televizyon karşısında zaman geçirip uyuyan insana özlemdir bu dizeler. devamlayın,
 "... aynada iskeletini
görmeye kadar varan kaç
kaç kişi var şunun şurasında?" gerçekçi bir insan, ne olduğunu, ne olmadığını bilen insan tarifi. bu dizelerle beni buluşturan da gerçekiçi olma dışında bir numarası olmayan bir insan olmamdır sanırım. bu yüzden:
"linç edilmem için artık bütün deliller elde(dir) ve
nefretini kazanmışımdır fahişelerin; ayrıca
lanet ediyor(er) bana bakireler de." toplumun güzünde hem temiz hem de "kirli" olanların nefretini kazanmak.. bu biraz iddialı bir çıkarım olsa da biraz temiz biraz kirli olan insan hem temizlerin hem de kirlenmişlerin nefretini kazanır. çünkü o ne temizdir ne de kirli. temiz birisi ona baktığında onun kirli yanlarını, kirli birisi baktığında ise onun temiz yanlarını görecektir. hiç kimse İsa değil. bu böyledir ne yazık ki. bu yüzden arada kalanlar nefretini kazanır "sıradan" olanın. iyi biri değilim ben. kötü de değilim. bir sevgilim:"sen kötü  biri değilsin; sadece içinde kötülük yok" demişti. haklıydı. bu yüzdendir bu dizelere yaslanmam da.

"haytanın biriyim ben, bunu bilsin insanlar
ruhumun peşindedir zaptiyeler ve maliye
kara ruhlu der bana görevini aksatmayan kim varsa
laboratuvarda çalışanlara sorarsanız
ruhum sahte
evi nepal'de kalmış
slovakyalı salyangozdur ruhum
sınıfları doğrudan geçip
gerçekleri gören gençlerin gözünde."

evi nepal'de kalmış slovakyalı bir salyongozdur benim ruhum da. ey kari (okuyan) "nasıl yani?" diyorsundur kuvvetle muhtemel. slovakya, silah sanayisiyle ünlü bir bölge. nepal de malum en büyük ihraç kalemi gerilla olan bir ülke. gerilla ve silah; devrimci sol yapılanmalara bir anıştırma. salyangoz ise malum "müslüman mahallesinde salyongoz satmak gibi bir deyimin nesnesidir. bu ülke solcularına en çok ithaf edilen; bu ülkenin değerleriyle uyuşmayan şeyleri (marksizmi) savunmasıdır malum olduğu üzre. ve bu davranışlarından ötürü 60'lı 70'li yıllarda muhafazakar-sağ kesim tarafından müsülüman mahallesinde salyangoz satmakla suçlanmışlardır solcular.  şiirde bir "ben" olarak salyangoz'un seçilmesi sadece yukarıda bahsettiğim şeyleri anıştırmasıyla sınırlı değil. salyangoz yağmur yağdığında çıkar ortaya en çok. yani biraz oportunist bir canlıdır salyangoz ve oportunizm de türk solunun bilinenn en eski hastalığıdır. bu hastalık dönem dönem benim de yakalandığım bir hastalık.

neyse biraz geç oldu. devam edeceğim ama...

29 Haziran 2012 Cuma

yolculuk

"gidiyorum, gurbeti gönlümle duya duya,
ulukışla yolundan orta anadolu'ya" eski harflerle yazılı okuduğum ilk metindi han duvarları. en çok bu kısmını sevmiştim. yarın (aslında bugün) bu şiirdeki gibi ulukışla yolundan orta anadolu'ya gidiyorum. tek başıma. gerçi hiçbir yolculuğa tek başına çıkmazsınız. kavafis boşuna demememiş:
"bu şehir arkandan gelecektir.
sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın
aynı mahallede yaşlanacaksın; aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
dönüp dolasşıp bu şehre geleceksin sonunda.
 başka bir sey umma-"

"yol, hep yol, daima yol... bitmiyor düzlük yine.
ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali
sonunda ademdir diyor insana yolun hali"

neyse yatayım ben artık. eyvallah...

28 Haziran 2012 Perşembe

Cici-Kaka

necati tosuner'in bir öyküsüdür cici - kaka. sonunu bildiği bir filmi izlemek zorunda kalan bir kadının terk ettiği bir adamdan bahsedilir öyküde. adam kadını ailesiyle tanıştırmaya getirmiştir. yeğenine kızı gösterip "bu kız cici mi kaka mı?" diye sorar. küçük çocuk "cici" der. adam, "hep bizle kalsın mı?" der çocuğa, çocuk "evet" der. sonra anlatı ileriye atlar. adam: "olmadı, bizimle kalmadı."der.

27 Haziran 2012 Çarşamba

dostlarımın eşiğine varınca başlıyor benim diasporam..."

"dostlarının eşiğine varınca başlıyor senin diasporan..." başlığın aslı bu şekilde. marx veya jean paul sartre "yabancılaşma" üzerine tam da bunu söylemek istiyorlardı. ama lafı çok dolandırdı onlar. aradıkları cümle buydu oysa her ikisinin de.
"uzak nedir?
kendinin bile ücrasında yaşayan benim için
gidecek yer ne kadar uzak olabilir?"
işte bu hal üzre yola çıkacağım.

"kendime dünyada bir
acı kök tadı seçtim
yakın yerde soluklanacak gölge bana yok
uzun yola çıkmaya hüküm giydim."

 jean paul sartre, serüven duygusunu yitirmekten bahseder  "la nausse" romanında. serüven duygusunu yitirmiş bir şekilde bir yolculuğa çıkmak hiç de masalsı değil.

"bir hayatı, ısmarlama bir hayatı bırakıyorum
görenler üstünde iyi duruyor derdi her bakışta"

eyvallah..

26 Haziran 2012 Salı

1980 Sonrası Türk Şiiri ve İslamcı Şiirin Yükselişi


GİRİŞ


            Bu dönemin şiirini tanımlamada hangi tabiri kullanacağız? Birçok eleştirmen ve şair bu dönemin şiiri için “kuşak” sözcüğünü kullanmayı teklif ediyor. Nitekim Turan Karataş Dergah dergisinin Ekim 1998 tarihli 104. sayısındaki “Şiir Vadisinde Esen Rüzgar ve Eleştiri Ahlakı” adlı yazısında akım, kuşak, hareket, nesil gibi adlandırmaların içeriğine değinirken “kuşak” terimiyle ilgili olarak yaş yakınlığına vurgu yapar ve aynı kuşağa mensup şairler arasında estetik hiçbir paylaşım olmak zorunda değildir der. (Bu anlamda 80 sonrası Türk şiirinde hayata aynı pencereden bakan, aynı şeyleri savunan, aynı “kavga”yı veren iki şairden birinin imgeci şiirler yazması diğerinin ise anlatımcı şiir yazması da anlamlandırılabilir.) Fakat Ahmet Bozkurt “80’li Yıllar Şiiri İçin Perergonal Bir Açılım” adlı makalesinde (Üç Harf Dergisi, 2007, say.9) bu dönem şairlerinin adını andıktan ve bu isimlerin farklılıklarına değindikten sonra “bu farklılık aslında 80 dönem şiirinin bir kuşak mantığının dışında nasıl bir şiir mühendisliği içerisinde ele alınıp çözümlenmesi gerektiği sorununu önümüze bütün çıplaklığıyla koymaktadır…  Kuşak kavramını ve kuşak tanımlamasını da aslında tüm bu sebeplerden dolayı sakıncalı ve yanlış bulduğumu belirtmem gerekiyor. Kuşak tanımlaması bir nevi şahıslar tarihi oluşturmaktan öte bir şey değildir.” der. Aslında yazar 80 sonrası şairlerinin heterojenliğine değindikten sonra “onlara kuşak dememeliyiz” sözünü etmesi çelişik bir durum arz eder.
            Döneme ad vermekte yardımcı olması adına T. S. Eliot’ un Edebiyat Üzerine Düşünceler adlı kitabındaki şu bölüm yararlı olacaktır: “ Çağımızda şiir kuşakları yirmi yıllık süreçlerden oluşmaktadır. Bununla herhangi bir şairin en iyi eserini yirmi yıl içinde yarattığını söylemek istemiyorum. Şiirde yeni bir okulun veya üslubun ortaya çıkması için yirmi yıllık bir sürenin geçmesi gerektiğini söylüyorum.” (Edebiyat Üzerine Düşünceler, s.117, çev. Sevim Kantarcıoğlu) Bu kısa açıklamaların ışığı altında ben de dönemin şiirini tanımlamada “kuşak” kavramını kullanmayı uygun görüyorum.
1980 şiirinin gelişme ortamının tamamen dergiler olması ve bu dergilerde de gerek dünyaya çok farklı pencerelerden bakan ama aynı türde şiirler yazan şairlerin gerekse de hayata aynı yerden bakan ama farklı türde şiirler yazan şairlerin buluşması dönemin endazeye vurulabilmesini zorlaştıran en önemli nedenlerden biridir. Bu dönemi tahlil etmek, yönelimleri tespit etmek isteyen şairlerin, eleştirmenlerin hemen hepsinin farklı tasnifler yapmasının nedeni de bu olsa gerek. Çünkü yukarıda da söylediğim gibi bu dönemin şiirinde ortak bir İslamcı ya da toplumcu şiir söylemi tekniği yoktur.
            Her tanım ve tasnif bir eleme; her eleme de kaçınılmaz olarak subjektiflik barındırır, diyerek 80 kuşağı şiirine dair yapılan tespitlere geçeyim.
            80 sonrası Türk şiiri ile ilgili Hilmi Yavuz, değerlendirmenin erken olduğunu söyleyerek işe başlıyor ve 80 kuşağı şiiri için tek bir yön işaret ediyor: “Dolaşım değeri yüksek şiir.” Murathan Mungan, küçük İskender, İbrahim Sadri, Yılmaz Erdoğan gibi şairleri de bu şiiri üreten şairler olarak koyuyor. Şairin bu tespiti yaparken Metin Celal, Adnan Özer, Nilgün Marmara, Roni Marquiles gibi şairleri hesaba katmadığı ve tasnif dışı tuttuğu anlaşılıyor.
            80 kuşağı şairlerinin özellikle de bir kısmının üzerinde çok fazla etkisi olduğunu bildiğimiz Nurullah Genç, Şiir Atı dergisine verdiği bir mülakatta 80 kuşağı şiiri için şöyle der: “Batı ile eklemlenme sürecimizin asıl ürünleri 80 sonrası şiirde görülür. Sıradanlığın, cinselliğin, müphemiyetin, sapık eğilimlerin imgeleştirildiği, absürdizmin imgeyle karıştırıldığı bir şiirdir 80’ler şiiri.” Ahmet Mithat Efendi’nin Servet-i Fünun şiiri için söylediklerime ne kadar da benziyor Nurullah Genç’in 80 sonrası şiiri için yaptığı tespitler. Oysa ne Servet-i Fünun şiiri ne de 80 kuşağı şiiri arka planı olmayan köksüz bir şiir değildir. Burada önemli olan bir eleştirmen olarak sizin kökten ne anladığınız ve şiire neler “arka plan” olabilir neler olamaza verdiğiniz cevaptır.
            80 kuşağının önemli isimlerinden Süreyya Evren ise bir kopuş şiiri olarak gördüğü 80 şiiri için şöyle der:” 70’li yılların şiiri aşırı politik olması 80’li yıllar şiirini anlamada önemli bir araçtır. 80’li yıllar kuvvetli bir kırılmanın yaşandığı tarihin adeta bir bıçak gibi kesildiği bir dönemdir. O yüzden geçişler de sert olmuştur.”
            Türk şiirinin serüveninin Türk politik hayatının serüvenine koşut olduğu ön kabulünden yola çıkan Aydın Şimşek ise Üç Nokta dergisinin Kış 2007 (Kasım-Aralık) sayısında 80 kuşağı şiirinin mayasını şu şekilde özetler: “Soldan Gerçekçilik ve  Sosyalist Gerçekçilik adına referans olan bir sığlık, sağdan liberalizm, mistisizm ve dinsel şiddete dayalı bir işbirliği sağlayan yeni ortaklıklar şiire müdahale etmeye başlar.” dedikten sonra, 80 kuşağı şairlerinin yönelimlerini saptayarak şöyle bir tasnif çıkarır ortaya:
·                     Politik bakımdan yararlı olanlarla, estetik bakımdan yararlı olanlar: Bu gruba giren şairler açıklamaların tümünü politikadan alıyorlar şiiri de politik bir tür sanan bu şairin kullandığı imgeler 70’li yılların Toplumcu, Toplumcu Gerçekçi şiirinin kullandığı imgelerdir.
·                     Anlaşılabilir Olmayı Ön Plana Çıkaranlar:
Şiirde tek ölçünün şiiri tüketenlerin bunu anlayıp değerlendirmesi olarak gören şairlerin oluşturduğu bir gruptur.
·                     Anlamsızlığı Kutsayan ya da Tarih Bilincinden Yoksun Şairler:
80 darbesini yarattığı sosyal ve kültürel havanın etkisiyle bireyselleşen öznelerin, kendi iç yolculukların anlatanların oluşturduğu gruptur.
·                     Yeni Şiirin İzleğini Mekan Edinenler:
İkinci Yeni gibi şiir yazmak isteyenlerin dahil edildiği bu grupta Cemal Süreya, Turgut Uyar, Ece Ayhan gibi şairlerin etkisi yoğundur.
·                     Yer altı Şiir, Kara Şiir, Anarşist Şiir:
80’lerden ziyade 90’lar ve 2000’lerde üretilen bu şiirler devamlılığı ve takibi pek mümkün olmadığından ne yazık ki çoğunlukla tasnif dışıdır.
            80 kuşağı şairlerinden birçoğunu karizmatik kişiliği ve şiiriyle derinden etkilenmiş olan Can Yücel, Düşün dergisine verdiği bir mülakatta dönemin şiirini bir anaforun içine düşmüş olarak tasvir eder ve dönemin şiirinin her anlamda siyasallaşmaktan militanlaşmaya kaydığı tespitini yapar. (Düşün Dergisi, Ekim 1986)
            Dönemin şiiri üzerine belki de en çok kafa yoranlardan biri olan Ahmet Oktay ise Defter Dergisine yazdığı bir makalede 80 kuşağı şiirini şu başlıklar altında topluyor:
1.      Siyasal boyutun ya iyice görünmez kılındığı / dıştalandığı ya da alt katmana çekildiği modernist / entellektüalist ve içrekçi eğilimlere de sahip olan imgeci şiir.
2.      Tepkisel bir konuma yerleşen ve siyasal boyutu militanca vurgulayan toplumcu gerçekçi ve militan tavrı fazla öne sürmesine rağmen öykülemeci olmayı tercih eden, yalın söyleyişi öne çıkaran, içrekçi öğelere uzak duran toplumsalcı şiir.
3.      Ezoterik ve politik içerimlere sahip olan, dünyevi olayları eleştirmesini rağmen son kertede maddesel yaşamı ya da tinsel, kültürel yaşamı da uhrevileştirmeyi öngören metafizik / İslamcı şiir.
1980 Kuşağı Türk şiirine çokça kafa yoranlardan bir diğeri de  Baki Asiltürk’tür. Onun 80  başlığı altında incelediği 80 kuşağı şiirine yönelik tasnifi  ise şöyle:
1.      İmgeci Şiir: Yazdıkları başlık altında değerlendirilen şairler için önemli olan estetiktir. Baki Asiltürk’ ün imgeci şiir dediği bu kola Metin Celal “Yeni Türk Şiiri”; Tuğrul Tanyol ise “Yeni İmgeci Şiir” adını verir. Asiltürk’ ün adını bu başlık altında andığı şairler ise şunlardır: Tuğrul Tanyol, Haydar Ergülen, Metin Celal, Mehmet Müfit, Akif Kurtuluş, Seyhan Erözçelik, Enver Ercan, Oktay Taftalı, Ahmet Güntan, Sina Akyol, Nilgün Marmara, Adnan Azar…
2.      Anlatımcı Şiir: Başı sonu, belli bir hikayesi olan, sunuluşunda olay örgüsüne, neden sonuç ilişkisine, olay kahramanlarının ve olayın geçtiği mekanın tasvirine yer veren bir tür olan anlatımcı şiirde adları olan sanatçılar şunlardır: Şavkar Altınel, Roni Marqulies, Turgay Fişekçi…
3.      Folklorik veya Mitolojik Şiir: Adnan Özer’in de “Yeni Halk Şiiri” başlığı altında değerlendirdiği, şiiri halk kültürüne yaslanan  şairlerin dahil edildiği grup. Yaşar Miraç, Adnan Özer, Hüseyin Ferhad, Murathan Mungan, Müslim Çelik’se adı bu başlık altında değerlendirilen şairlerdir.
4.      Mistik-Metafizik Şiir: Şiirlerinde mistik-metafizik kaygıları ön plana çıkaran şairlerin dahil edildiği bu grubun şiirinde Sezai Karakoç, İsmet Özel, A. Cahit Zarifoğlu, Ebubekir Eroğlu, Necip Fazıl Kısakürek etkisi görülür. İhsan Deniz, Lale Müldür, Hüseyin Atlansoy, Gürseli İnal, Ali Günvar, Mehmet Ocaktan, Arif Dülger, Osman Konuk da adı bu başlık altında değerlendirilen şairlerdir.
5.      Gelenekselci Şiir: Türk şiiri içerisinde kendilerine Şeyh Galip, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Asaf Halef Çelebi, Behçet Necatigil, Hilmi Yavuz gibi şairleri örnek alan şairlerin oluşturduğu bu eğilimin şairleri ise şunlardır: Osman Hakan, Vural Bahadır Bayrıl, Sefa Kaplan.
6.      Toplumcu Gerçekçi Şiir ve Yenibütün: 12 Eylül darbesinin şiirlerinde en çok konu edinen ve çoğu hapishane kökenli şairlerin dahil edildiği bu grubun şairleri şunlardır: Ahmet Erhan, Salih Bolat, Şükrü Erbaş, Hüseyin Haydar, Orhan Alkaya, Nevzat Çelik, Metin Cengiz, Ali Cengizkan.
7.      Beatnik – Marjinalci Şiir: küçük İskender.
8.      Yeni Garipçi Şiir: Şiirlerinde garip etkisi göze çarpan şairlerin değerlendirildiği bu grupta Sunay Akın, Oğuzhan Akay, Akgün Akova, Metin Üstündağ gibi şairler yer alır.

                 
   1980 KUŞAĞI ve SONRASI TÜRK ŞİİRİ

Bu dönemin şiirini - döneme verilen addan da anlaşılacağı üzere – 12 Eylül 1980 askeri Darbesiyle açıklamak adettendir. Fakat bu adlandırma gerek o dönemde üretilen şiiri gerekse de o dönemde günümüze kadar üretilen şiiri açıklamakta yetersizdir. Daha doğru bir ifadeyle 12 Eylül 1980 Darbesi döneminin tüm sanatsal ve siyasal atmosferini açıklamada panchreston bir terim olarak kullanılmıştır. Bu da bizim dönemin şiirini sağlıklı bir biçimde tahlil edemememize sebep olmaktadır. Oysa aşağıda da göreceğimiz üzere 12 Eylül Darbesinin yarattığı siyasal ortam dönemin şiirine sadece belli noktalarda doğrudan etki etmiştir.
Birçok araştırmacı, şair ve yazara göre 80 kuşağı ve sonrasında şiirimizde dört yönelim göze çarpmaktadır. Bu sayı bazen Baki Asiltürk gibi araştırmacılarda  zorlama eklemelerle sekize kadar çıksa da temel olarak ortalama dört eğilimle açıklanabilir bu dönemin şiiri:
1.      Toplumcu şiir
2.      İslamcı şiir
3.      İmgeci şiir
4.      Günlük tüketime yönelik popüler şiir
Bu dört yönelimin ortaya çıkışını, gelişimini incelediğimizde 12 Eylül
Darbesinin yarattığı baskıcı ortamın doğrudan bir etkisini göremeyiz. Çünkü bilindiği gibi gerek toplumcu şiir gerekse imgeci şiir Türk Edebiyatında 12 Eylül’den önce de vardı. 12 Eylül bu akımları ortaya çıkarmadı, sadece bu akımların sözcük dağarcığına bir iki yeni sözcük veya imge ekledi. Sözgelimi toplumcu şiirde yine kavga, zafer, umut gibi kavramlar işlendi. Buna ek olarak 12 Eylül Darbesinden sonra işkence ve hapis gibi yeni argümanlar girdi toplumcu şiirin dağarcığına. İmgeci şiir ise zaten en yetkin örneklerini İkinci Yenicilerle vermiştir ve veriyordu 12 Eylül sürecinde. Bu kuşağın imgeci şairlerinin şiirlerine İkinci Yeniceler 12 Eylül Askeri Darbesinden daha çok etki etmiştir. Yine de 12 Eylül bu şiire korku, siniklik, çocukluğa özlem gibi bir iki yeni imge eklenmesine vesile olmuştur.
Peki bu kuşağın şiirinin şekillenmesine sebep olan ve asıl tartışılması gereken sebep nedir? Bu kuşağın şiirini ortaya çıkaran, onu şekillendiren ana etken olmayan 12 Eylül darbesi Türk toplumunun geleceğinin şekillenmesinde çok büyük bir öneme sahip olan 24 Ocak Kararlarının ikamesinde etkili olmasının dışında Türk şiirine herhangi bir doğrudan etkisi söz konusu değildir.
Bu son paragraf şu cümlenin hazırlayıcısıdır: 80 kuşağı Türk şiirinin şekillenmesinde ve gelişmesinde ana etken 24 Ocak Kararlarının Türk toplumunda yarattığı değişimdir. 
Yukarıda da üstü kapalı olarak değindiğimiz gibi 80 sonrası Türk şiirindeki dört yönelimden sadece ikisi 80 kuşağına özgüdür ve bu yönelimleri de etkileyen, şekillendiren değişme 24 Ocak Kararlarının sonucunda ortaya çıkmıştır: 24 Ocak Kararları öncesi ithal ikamesine dayalı ekonomik formasyonumuz; 24 Ocak Kararları ile beraber rafa kaldırılmış ve ithal ikamesinin yerli sanayiyi geliştirmeye ve korumaya yönelik uygulamalar terk edilerek işsizlik; tarımın ikinci plana itilmesiyle de büyük şehirlere göç gibi sorunlar baş göstermiştir. Anılan bu işsizlik ve göç büyük şehirlerde gecekondulaşmaya neden olmuştur. İşte bu gecekondulaşma 80 sonrası şiirinin özgün eğilimleri olan İslamcı şiiri ve tüketime dayalı popüler şiiri besleyen kaynak olmuştur.
Şimdi artık 80 kuşağı Türk şiirinin ana eğilimlerine bu ve eğilimlerin genel özelliklerine dair düşüncelerimizi açıklamaya geçebiliriz.

1-   Toplumcu Şiir
12 Eylül askeri darbesinin en çok etkilediği şiir türü hiç kuşkusuz Toplumcu Şiirdir. Her ne kadar şiiri bu bahiste değerlendirilen şairlerin birçoğu somut anlamda doğrudan doğruya bu askeri darbeden etkilenmemişse de ruhsal anlamda etkilendikleri muhakkaktır.
Bu kuşağın şairlerinin 70’li yılların toplumcu şiirine bir katkısı olmuş mudur sorusu sanırım bu dönemi tahlil edebilmemizin anahtarı olacaktır.
Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Attilla  İlhan gibi önemli toplumcu gerçekçi şairlerin 70’li yılların şairlerine veya 80’lerin şairlerine etkisinin estetik anlamda olmadığı aksine sadece bu sanatçıların “karizmatik” kişiliğinin adı anılan şairler üzerinde etkili olduğu bu gün artık aşikardır. 70’li yılların toplucu şiirine 80’li yılların toplumcu şairlerinin kattığı tek şey belki de hapishane ve yenilmişlik jargonudur. Bu anlamda hiç de orijinal olmayan bu dönemin toplumcu şiiri zaten kısıtlı olan 70’li yılların şiir söyleme geleneğine bir şey katamamıştır.
Nitekim gösteri dergisinin Ekim 1998 sayısında Hasan Bülent Kahraman, 80 kuşağı Toplumcu Gerçekçileri için şöyle der: “ Toplumcu şairlerin 80 öncesinde ve sonrasında ele aldıkları hemen hiçbir önemli mesele yoktur. Teorik düzeyde ne biçim ne içerik bağlamında irdelenen hemen hiçbir önemli sorunsal söz konusu değildir”.(Toplumcu Şiirimizin Bugünü ve Gelişme Çizgileri, Gösteri Dergisi, Ekim,1998)
Şiiri bir nesne kılan – oysa şiir özne olmak ister hep-  bu dönemin toplumcu gerçekçileri en özet haliyle küçük burjuva hazır duyarlılığına hitap eden şiirler yazdılar. Ortaya toplumcu gerçekçi olmak yerine bir hapishane şiiri çıktı. Toplumcu şiirin temellendiği mekan olarak hapishanelere vurgu yapan Metin Celal oradan gelen toplumcu şairlerin şiirlerinin sadece içeriklerinden dolayı yüceltildiğini söyler. (Metin Celal, Yeni Türk Şiiri, Çizgi Yay. İst. 1999. s.33) Nitekim benzer bir tespit Mehmet H.Doğan’ın “Türkiye Dosyası: Şiir 1980-1990” adlı yazısında da vardır. (Varlık Dergisi, say.998, Kasım 1990) Şiirin içeriği şiirden bağımsız yaşayan bir gerçeklik olarak şiirin kendisinden önce de var olduğu için bir şiiri değerli kılmaya yetmez. Bu anlamda içeriği önceleyen her şiir gibi 80’li yılların şiiri de ne yazık ki kötü bir şiir olarak geçecektir kayıtlara.
Dönemin bu minval üzere şiir yazan başlıca şairleri şunlardır: Ahmet Erhan, Salih Bolat, Şükrü Erbaş, Hüseyin Haydar, Orhan Alkaya, Nevzat Çelik, Ali Cengizkan, Metin Cengiz gibi şairlerdir.



2- İslamcı Şiir

Tüm dünyayı dalga dalga saran 60’lı ve 70’li yılların sol tandanslı değişim rüzgarları 80’li yıllarla beraber tüm dünyada etkisini yitirmeye başladı. Ülkemizde bu etkinin sönme nedenleri epey çoktur. Bu nedenleri burada tartışmaya ayrıca gerek yok...
80’li yıllar tüm dünyada İslam’ın siyasallaşma sürecini tamamladığı yıllar olarak yaşandı. Sovyetler Birliği’nin dağılması, Filistin olayları ve İran devrimi gibi bazı gelişmeler, İslamcı cemaatlerin, örgütlerin tüm dünyada yankı getiren eylemlere imza atmaları, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra özellikle Arap yarımadası ve Orta Doğu’da yaşayan Müslümanların “zulme” uğradıkları kolektif bilinci gibi bazı etkenler ve özellikle Muhammed Abduh, Ali Şeriati, Fazlu’r- Rahman, Muhammed İkbal, Seyyid Kutub gibi modernist İslam düşünürlerinin İslam’ı laisiteye hakim kılma yönündeki tezleri tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yankısını buldu. Nitekim Ütopya, İkindi Yazıları, Çete, Ayane, Yedi İklim, Albatros, Dergah, Kayıtlar, Esra Yazıları, Kelime, Kardelen, İnsan, Varide, İkinci Fecir, Meşale, Mina, Bürde gibi dergiler etrafında toplanan genç şairler bu yükselen yeni dalganın –İslamcı dalganın- şiirini söylemeye başladılar. Her ne kadar kendilerine “İslamcı” şair demeseler de yazdıkları şiirin argümanlarını doğrudan İslamiyet’ten ve onun siyasallaşma sürecinden ikame ettikleri için bu adla anılmaları gayet doğaldır.
80’li yıllarda İslamcı şiirin yükselişi bir vakıadır. Metin Celal, İslamcı şiirin bu yükselişini “Yeni Türk Şiiri” kitabının 46 ve 47. sayfalarında Necip Fazıl, Sezai Karakoç, İsmet Özel, A.Cahit Zarifoğlu gibi isimlerin karizmatik kişiliklerinin şiire hevesli genç Müslümanlar üzerindeki etkisiyle açıklar. Bu tespit bazı yönleriyle eksiktir: Öncelikle Necip Fazıl’ın 70’lerin sonunda 80’lerin başında yayımladığı meşhur Rapor günlüklerinde Milli Görüşçüleri yerden yere vurup milliyetçi cenaha geçtiğini ilan etmesi şiire meraklı genç Müslümanların Necip Fazıl’ın şiirine ve düşüncelerine mesafeli yaklaşmalarına neden olmuştur 80’li yılların başında. Kaldı ki İslamcı cenah bu gün bile Necip Fazıl’a bu mesafeyi korumaktadır. Sezai Karakoç’un “kavga”yı dışarıda bırakan şiiri de siyasallaşan İslam’ın tabiatına uygun değildi. Geriye Cahit Zarifoğlu ve İsmet Özel kalıyor ki bu şairlerin 80 kuşağı İslamcı şairlerini derinden etkilediği doğrudur. Burada ilginç bir noktaya daha işaret etmek gerekiyor ki o da Mehmet Akif gibi şiiri ve İslam’ı yücelten birinin 80 kuşağı İslamcı şairlerini neredeyse hiç etkilememesiydi.
Peki neydi gerçekten İslamcı şiirin bu yükselme öyküsünün nedeni?
Sanat kendine akacak yeni bir damar buldu mu o yöne doğru akma eğilimindedir. 80’lerden sonra yaşanan İslam Modernizmi söylenecek yeni sözler çıkardı ortaya. Görsel ve anlatıma dayalı sanatlara eskiden beri meyli olmayan; buna karşın köklü bir şiir söyleme geleneği olan İslamcılar için şiir yaşadıkları bu modernizmin getirdiği yenilikleri dıştalamanın yegane aracı oldu ve genç Müslüman şairler bu argümanları şiir yoluyla yeniden ürettiler.
İslamcı şiirin yükselme nedenleri sayılırken yukarıda da gördüğümüz gibi sadece bazı yerli şairlerin adı anılır. Oysa tüm dünyada siyasal İslamcı söylemin en önemli isimlerinden biri olan Pakistanlı şair ve hukukçu Muhammed İkbal, bizim genç Müslüman şairleri bizim eski İslamcı şairlerden daha fazla etkilemiştir. Onun özellikle “Genç Hindistanlı Mücahitler” adıyla yayınladığı şiirlerinin etkisiyle Hindistan’ın sömürgeci İngiltere’ye karşı ayaklanması 80 kuşağının politize olmuş şairleri üzerinde bizim yerli şairlerden daha çok etki ettiği muhakkaktır. 
İslamcı şiirin yükselme nedenlerinden bir diğeri de hiç kuşkusuz İslamcı şairlerin dergi çıkarmak, kitap basmak için gereken finans sorunlarının bulunmamasıdır. Cemaat kültürünün getirdiği dayanışmacılık yetenekli şairlerin finans sorununu hallediyor ve böylece normal şartlarda şiirini hiçbir dergide yayınlatamayacak genç şairler şiirlerin yayınlatma fırsatı buluyor ve üstelik bu şiirler bir okuyucu kitlesi buluyordu. Bu da şairlere sınırlı bir çevrede de olsa şöhret kazandırıyordu. Genç bir şairin arayıp da bulamayacağı şey…
Adı bu bahiste değerlendirilebilecek belli başlı şairler şunlardır: İlhami Çiçek, Turan Koç, Mehmet Ocaktan, Necat Çavuş, İhsan Deniz, Hüseyin Atlansoy, Hakan Albayrak, Sıtkı Caney, Osman Konuk, Bedri Gencer, Mevlana İdris, Cevdet Koral, Yüksel Peker, Süleyman Can Portakal, Ali Sali.
Bunların haricinde İslamcı olmasa da şiirleri “geleneksel-muhafazakar şiir” başlığı altında incelenebilecek bazı şairler de vardır. Bu şairlerin şiirlerinde özellikle Şeyh Galip, Yahya Kemal, Hilmi Yavuz, Erdem Beyazıt gibi şairlerin etkisi görülür. Osman Hakan, Adem Turan, Ulvi Ali, Vural Bahadır Bayrıl, Sefa Kaplan gibi şairler de gelenekselci olarak adlandırılabilecek bazı şairlerimizdir.

3-İmgeci Şiir

Şiir ve genel anlamda estetik üzerine düşünen, şiirlerinde şiirin asli unsuru olan imgeyi önceleyen şairlerin şiiridir bu bahsin konusu. Tek amaçları şiir yazmak olan bu eğilimdeki şairlerin şiiri zaman zaman İkinci Yeni’nin kötü bir taklidi olarak değerlendirilse de 80 kuşağı şiiri içinde şiiri önceleyen tek eğilim olduğu için kuşağın önemli şairlerinden Mehmet Celal bu şiiri “Yeni Türk Şiiri” olarak adlandırır. Gerçi kendinden başka da hiç kimse bu ismi kullanmaz. Bu minval üzere şiir yazanların şiirinde önemli bir İkinci Yeni etkisi göze çarpar. Öyle ki Osman Konuk benim adını bu bahiste anacağım birçok şair için “80 kuşağının Ecegiller Kanadı” tabirini kullanmıştır.
Adı bu bahiste anılabilecek 80 kuşağı bazı şairler ise şunlardır: Metin Celal, Tuğrul Tanyol, küçük İskender, Mehmet Müfit, Akif Kurtuluş, Seyhan Erözçelik, Enver Ercan, Oktay Taftalı, Sina Akyol, Nilgün Marmara, Adnan Azar, Mustafa Irgat…


4- Dolaşım Değeri Yüksek Popüler Şiir

Bu başlık altında değerlendirilecek şiirlerin hiçbir estetik değeri olmadığı gerçeğini göz önünde bulundurarak burada ayrıca bir değerlendirme yapmak gereksizdir. Fakat bir sosyoloğun doğrudan 24 Ocak kararlarının yarattığı tüketim kültürünün şiire bu etkisini incelemesi yararlı olacaktır.