5 Ocak 2013 Cumartesi

biliyordu, anlamazlardı

yeni bir şey söylemeye gebe insanlara özgü bir sessizlik hali vardır. biraz dikkatli bakıldığında her insanda gözlemlenebilir bu durum. o anda -işte tam o anda- söylenmek istenilenin anlaşılmayacağını ya da muhattabında istenilen sonucu uyandırmayacağını anlamak ,içinde bir çeşit hayal kırıklığı da barındırır bir halde, bir sessizlik olarak kendini dıştalar. ingmar bergman'ın oda üçlemesi'ndeki ya da michelangelo antionini'nin "iletişimsizlik üçlemesi" filmlerindekine koşut bir iletişimsizlik midir bu tam olarak bilmiyorum. bahsetmek istediğim daha yalınkat bir iletişimsizlik aslında. modernist tiyatro, sinema ya da romanın sorunsalladığı türden bir iletişimsizlik değil. çoğunlayın necatigil şiirinde bulurum bu türden iletişimsizliği. çünkü modernist sanatçıların kurmacaladığı eserlerde iletişimsizlik birey için bir kaderdir ve bu kabullenilir birey tarafından. benim demek istediğim içinde bir parça hayal kırıklığı barındıran ve kişinin kendisinden değil de dış dünyanın -belki de- art niyetliliğinden kaynaklanan bir iletişimsizlik. burada sözü kendisini tanıdığım günden beri tanımak için çabaladığım bay C'ye vermem gerekiyor.

"sustu, konuşmak gereksizdi. bundan sonra kimseye ondan bahsetmeyecekti. biliyordu; anlamazlardı." bay C.'nin serüveninin sonunda vardığı yer burası mı olmalıydı. oysa o tüm serüven boyunca buraya varmamak için çabalamıştı. paltosunun yakasını kaldırıp kalabalığa şöyle bir bakış fırlattıktan sonra yürüyüp gitmek; C için bir yazgı olmamalıydı. batılılar ve bizler için farklı türden bir iletişimsizlik sözkonusu da demek istiyorum burada tam da. batı da bireyleşen toplumun kendi kişisel adacıklarını kurmasının zorunlu bir sonucudur  iletişimsizlik bizde ise iletişimsizlik; toplum içinde bireyleşerek bir anlamda içinde bulunduğu topluma marjinallleşen bireye yine o toplum tarafından verilmiş bir tür ceza gibidir. vulgarize ederek söylersem, toplum şöyle diyordur bireye: "biz senin anlatacaklarını dinlemek istemiyoruz anlatsan da onları kendi değer yargılarımızla değerlendirip yok hükmüne çıkarıp değersizleştiririz"

(2 saat kadar ara vermişim yazmaya. iki saat oldu. bu iki saatte ne(ler)yaptığımı yazardım ama burası bir günlük değil tabii en sonunda. Bon Jovi'nin  "I'll Be There For You" şarkısını hatırlatacaktım. duruma uygun düşüyordu çok. sonra nedense özdemir asaf'ın aynı minvalde bir dizesini söylemiştim:"inanmadığım oranda sırf sen varsın diye olacağım orada"  bunu söyleyip susmuştum. chopin dinliyorum şu an. bu aralar bir chopin geliyor başka da bir şeyin gelmesine izin vermiyor, dayatıyor kendini chopin. ey karî sen de bu satırları okurken chopin dinle. farkına varmazsın belki ama chopin beni sana bağlar ey karî)

evet ne diyordum. biliyorum, anlamazsınız mı diyordum?  selim ışık'ı düşündün mü hiç ey karî? "oysa mesela selim ışık/anlatmadan anlaşılmaya aşık" olan selim ışık'ı. yani bütün bu anlattıklarımın -bay C. gibi zorunlu olarak toplum tarafından iletişimisizliğe mahkum edilmiş selim'i- öznesi olan selim'i? oysa uutmuşum sizlerin selimleri bayC.'leri tanımadaki maharetinizi. nasıl da bir bakışta tanırsınız onları. öyle ya insan sarrafısınız hepiniz. bir yalanı yaşıyorsunuz hiç düşündünüz mü? selimler bunu hatırlatır size bu yüzden sevmezsiniz onları (ya da belki de seviyormuş gibi yaparsınız.) bunu söylememe izin var mı? içinizden hep onlar tarafından bağışlanmayı dileyeceksiniz ve fakat, heyhat...

oturduğunuz üç oda bir salonların konforunu onların sustukları üzerine inşa ettiniz. bir özür olsun çok görmeyiniz onlara ey karî. bağışlanmayı dileyiniz, şüphesiz ki onlar bağışlayandır affedendir. bil ki ey karî onların da elinde bir silah var. sendekine benzeyen bir silah hem de. "mış gibi yapmak" silahı onlarda da var ve hatta onlar bu silahı kullanmada lee van cleef karşısındaki clint eastwood kadar mahirlerdir ve yalanlarınıza inanıyor"muş" gibi yaparlar.

 onların sustuklarını yazmayı kendine görev edinmiş yalvaçları var. sonya semyonovna karşısında diz çöküp bütün insanlıktan özür dileyen raskolnikov'u düşün, sonra Werther'e bir kurdelaya bir hayatı sığdırtan goethe'yi, dahi anna karannina'yı, bazarov'u, zavallı necdet'i, isa'yı, selim'i, zebercet'i, bay C'yi, behçet necatigil'i düşün ve annesi evlere temizliğe temizliğe giden çocuğu düşün. ahmet camil'i düşün sonra keşke şiirlerini okayabilseydi lamia'ya; lamia beğenseydi o şiirleri o baran-ı dürr-i siyah yağar mıydı ahmet cemil'in üzerine. okuyamadı o şiirleri ahmet cemil. bir şair düşün şiirlerini okumak yerine susan bir -susmak zorunda kalan bir şair- şair. sen ahmet cemil'i gördün mü ey karî? ben gördüm. müstehzi bir gülüş vardı yüzünde. sustuğu tüm o şiirleri dinledim. oysa o hep yanında şah damarından da yakın sana; ama görmedin. onu oraya sen koydun, nasıl görmezsin bak işte "kahve bardağınla limonatamın arasında onu oraya sen koydun..."
















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.