4 Ekim 2020 Pazar

"geriye çekilirken herkesi öldürmek gibi" yahut "side av - sinyal yok"

 hikaye anlatmanın sırrını umberto eco kadar iyi kavramış bir başka kişi daha yok desem abartmış olmam galiba. yani şunu demek istemiyorum: " Eco en iyi hikaye anlatandır"; hayır sadece Eco, hikaye anlatmanın nasıl bir şey olduğunu biliyor demek istiyorum bunu derken. bunu bi de Bakhtin iyi biliyor sanırım. bir hikaye anlatılmaya başlandığında onu besleyen yan hikayeler ana hikayeye nazaran  ayrıntısız, göndermesiz olmalı. fakat buna mukabil yan hikayeler - ana hikaye isterse fantastik olsun-  ana hikayenin gerçekle ilişkisini kurar. tabii ki bunu anlatmak değil derdim. bunları merak ediyorsan Eco yahut Bakhtin okursun zaten ne işin var burada. kaldı ki ben de bahsetmek istemiyorum bunlardan fakat ben bir kez geri çekilmeye karar veren bir kovboyun rastgele herkese her şeye ateş etmesini anlatmak istiyorum: küçükken pazar sabahları erken kalkıp trt 1'deki kovboy filmlerini izlerdim mutlaka. çok fazla rastlamadım ama kasaba ortasında başlayan bir çatışma esnasında kovboylardan birinin artık kaybedeceğini anladığından mıdır nedir rastgele ateş etmeye başladığı bazı sahneler gelir ara ara gözümün önüne. hayatın değerinin anlaşılmasını imleyen bir refleks gibi düşünüyorum ben bunu. tabii çocukken böyle düşünmüyordum. şimdilerde işte. daha doğrusu akira kurosawa'nın "Ikiru" filmini izlerken kovboy filmlerindeki bu sahne ve küçük iskender'in "bir organ nakli gibi sevmiştim seni" şiiri çağrıştı birden. bak işte allah'ın işi... sonra "ıkiru" filminde kanser olduğunu anlayan adamın, o güne kadar sadece çalışmaktan başka hiçbir şey yapmamış adamın kanser olduğunu öğrendikten sonra bankadaki parasını çekip 30 yıldır aralıksız gittiği işe gitmeyi bırakması ve parayı türlü batakahanelerde ezmeye çalışması... işte hayatın, gerçekten ama gerçekten hayatın, değerini idrak eden birinin her şeyi yapmayı göze alması. (yüklem bilerek kullanmıyorum son birkaç cümlede) büyük yönetmenlik, sanatçılık böyle bir şey sanırım: en insani olanı yakalayıp onu estetik olarak anlatabilmek. turgut özben de böyledir mesela bak. tugut özben, selim ışık'ın intiharına kafa yormaya başladıktan sonra yaşayan bir ölü olduğunu anlar. ardından bir sabah arabasına biner, bankadaki bütün parasını çekip - ıkiru filminin başkahramanı gibi tıpkı- bir yolculuğa çıkar... ıkiru filmindeki başkahraman gibi o da batakhanelere gider falan... aslında bence insanın temel trajedisi olabileceğini düşündüğüm bir mefhumun etrafında dolaşıyorum sanırım. çünkü okuduğum izlediğim hemen en büyük anlatılar hep burada anlatmaya çalıştığım şeyin etrafında dönüyor. zebercet bak mesela. "Küçük ayrıntıların tekdüze şaşmazlığında nerdeyse takıntılarla sürüklenen bir yaşamın öfkesi de, çaresizliği de büyük oluyor." zebercet'i anlatan en keskin cümle bu sanırım. zebercet'in bu tekdüze hayatıyla "ıkiru"daki başkahramanın (adına bakacam ya valla lavuğun hah evet kanji watanabe'ymiş) hayatının tekdüzeliği neredeyse birebir aynı tarif edilir ilgili eserlerde. dahi aynı şey turgut özben için de geçerlidir. ve tabii geriye çekilirken herkesi vuran küçük iskender şiirindeki ben ve pazar sabahları yayınlanan kovboy filmlerindeki düelloda yenileceğini anlayan kovboy gibi... kanji watanabe, deyim yerindeyse bütün hayatını çalışarak geçirmiş dolayısıyla ot gibi yaşamış biridir. sadece işten eve evde işe bir hayatı yaşamıştır watanabe. bir gün mide kanseri olduğunu öğrenir ve her şey alt üst olur watanebe için. çünkü hayatın değerini anlamıştır sevgili watanabe. hayatını bitirecek olan tümör; hayatın değerini hatırlatmıştır watanabe'ye. 

kısa bi ara


istanbul'a ilk atandığım zamanlarda konser için istanbul'a gelmişti Feidman. kesin gidecektim sonra vazgeçip gitmemiştim. ne çok şey kaçırmışım. kaçırmadığım konserler de oldu tabi... orta iki'deydim.  apartmandan komşumuzun oğlu Y. ile şimdi yerinde adana merkez camii olan lunaparka gitmiştik. bu lunaparkın gazinosu da vardı. dolaşırken falan gazinoda müslüm gürses'in konseri olduğunu görmüştük. Y. gazinonun müdürünü görünce yanına koşup bir şeyler demişti adama. Y'nin babası da pavyoncuydu zaten. sonra gel lan giriyoz konsere demişti Y. tam biz içeri girerken müslüm gürses sahneye ağır ağır gelip "yıkıla yıkıla"yı söylemeye başlamıştı. türk genelevlerinde üzülmedim ki veya elimde duran fotoğrafın gibi  şarkıların çaldığı yeşilçam filmlerinin video kasetlerden izlendiği dönemlerdi. bu dönemler aynı zamanda yeşilçam'ın "sanatsal" filmler çekmeye de çalıştığı dönemlerdi. bir şey yapmaya çabalamış olmalarından mıdır nedir türk sinema tarihinin en son derece sanatsal olmayan filmleri  de bu filmler arasından çıkmıştır. 


"üzülmedim ki"nin en güzel versiyonu bu sanırım. "kaderimdir dedim üzülmedim ki" şarkının tam da bu kısmı genelevlerde niye çok dinlenildiğini anlatıyor ya. yine asıl anlatmak istediğim şeyi / şeyleri anlatamadığım bir yazı oluyor ya. ama kaderimdir kısmı fena halde türk fena halde ortadoğulu. vasat bir tespit yaptım ama durumun kendisi vasat elden bir şey gelmiyor. tabii  ben de vasatım. buradaki"ben de vasatım" tespiti bir samimiyet pornosu barındırmıyor. okuyan! her kimsen ben gerçekten tam bir vasatım. bütün bunların, yazdığım birkaç makalenin, tezin hiçbir kıymet-i harbiyesi yok. çünkü onlar da vasat şeylerdi. ama iyi olmalarını çok isterdim; hatta iyi olduklarını düşündüğüm zamanlar da oldu ama bir yer geldi düşüncelerimi derinleştiremedim. bunun da sebebi çok açıktı aslında; çünkü ben derin biri değildim. sadece bir şeyleri sezebildim ve sezebildiğim şeyleri özne - tümleç- yüklem'lerden oluşan cümlelerle giriş - gelişme - sonuç şeklinde anlatabildim. dedim ya daha iyi anlatabilirdim tüm bunları ama olmadı. mal bu ne yazık ki. 

epeydir uzaktan eğitim denen ucube şeyden mustarip bir dönemden geçiyor tüm türkiye ve ben. nasıl da kendimi tüm türkiye'den ayırdım ama. binbir gece masalları'nı okumaya başladım tekrardan. ece ayhan  yazısının bana ait kısmı bitti. hikaye anlatmanın inceliklerini anlama çabasına girmeden okumayı umuyorum bu defa binbir gece masalları'nı fakat daha eserin adına dikkat eder etmez fark ettiğim bir şey var bu defa: belirsizlik. "binbir" kesin bir anlama işaret eden bir sayıdan ziyade belirsizliğe vurgu yapan bir sayı. doğuya özgü masallar da böyle olmalı. aslına bakılırsa masallarda her şey belirsizdir ya batı masalları da belirsizlik üzerine kurulmuş. yer, zaman, tarih hep belirsizdir masallarda. çünkü masal, insanlığın çocukluğunun bir dışa vurumu.  "tanrım gerçekten çocukluk günlerinizde mi?" 

gerçekten aklıma yazacak bir şey gelmiyor. istanbul'da gazi mahallesinde kalırken "kevir"i okurdum. sonra yeter bu kadar deyip bırakmıştım kitabı. sonra bikaç defa daha okudum kitabı ama ne bileyim gereksiz geldi. fazla acı vardı kitapta. ve fazla teselli vardı. islamcıların klasik numarasıdır. acı ve ona uygun teselli icat etmek. bir acının tesellisi yoktur. acı, acıdır ve diyalektikten varestedir. sadece vardır. geçmesini beklemekten başka da yapacak bir şey yoktur. çok sevdiğin birini toprağa vermenin acısına uygun teselli var mıdır? belki cennet işte. öldü ama cennete gidecek falan. eceliyle ölen birinin cennete inanma ihtimali = 0. geçelim bunu. diri diri derisi yüzülen bir koyunun acısından bahseder ali şeriati aynı kitabın bir yerlerinde. köydeydik. dayımın adağı olan kurban kesilecekti. hayvan direniyordu; çünkü acı çekeceğini biliyordu. dayım, "allah'a kurban olacağını anlayınca acısı dinecek" demişti bana. çocuktum. acaip ağlamıştım koyunu o halde görünce. sanırım koyun, son ana kadar allah'a kurban olacağını anlayamamıştı çünkü neyse işte. islamcılarda bu hep var: her acıya bir teselli. oysa acı diyalektik değil yani sanırım değil. bence değil diyip bağlayayım sözü, bi yere varmayacak çünkü. 
tv kendiliğinden kapanınca ekranda mavi bir dikdörtgen kutucuk içinde " "side av - sinyal yok" yazısı tv'yi kapatıncaya kadar hareketli bir şekilde neyse ya bunu da bi yere bağlayacaktım da unuttum





22 Ağustos 2020 Cumartesi

bir şiiri tamamlayamamak yahut eternal sunshine of the spotless mind

bir şiiri tamamlayamamak'ı düşündüm dün. başlanan bir şiiri tamamlayamamak yani. sonra, bunu bir zaman daha düşünmüştüm diye geçirdim içimden. ne zaman ve neye istinaden düşünmüştüm bunu diye düşündüm sonra. B12 almamın faidelerini görmüş olacağım ki hemen hatırladım:   istanbul'da görev yaptığım sıralarda "eternal sunshine of the spotless mind"ı izlerken filmin müziği çaldığında düşünmüştüm bunu ilkin. filmin müziği girmişti bir yerlerde. sonradan beck'in coverladığı bir "the korgis" şarkısı olduğunu öğrendiğim "everybody's gotta learn sometime" adlı bir şarkı olduğunu anlamıştım. müthiş bir şiir başlıyordu şarkıda ama bir türlü şiirin devamı gelemeden bitiyordu şarkı.
"i need your loving like the sunshine
and everybody's gotta learn sometime"

şiir (şarkı) hep bu nakarat üzere başlıyor gibi oluyor  ama bir türlü devamı gelmiyor şarkının.

change your heart, look around you
change your heart, it will astound you
i need your loving like the sunshine
and everybody's gotta learn sometime
everybody's gotta learn sometime
everybody's gotta learn sometime

change your heart, look around you
change your heart, it will astound you
i need your loving like the sunshine
and everybody's gotta learn sometime
everybody's gotta learn sometime
everybody's gotta learn sometime

yalanım yoq aq. bir de REM'in bir şarkısında geçiyordu "oh no, i have said too much" gibi bir şeydi. kendimi sürekli bu hal üzere -yani REM'in şarkısındaki hal üzere- yakalıyorum. gereğinden fazla konuşuyorum, her seferinde buna bir son vereceğimi söylüyorum kendi kendime (the can the can the can the me) ama yine de gereğinden fazla konuşuyorum. 









9 Ağustos 2020 Pazar

anlamaya çalışma çabası yahut almost blue

bir önceki "Sanma No Aji yahut öğleden sonralara bir methiye denemesi" ne eklemeyi unuttuğum birkaç tablo var onları buraya ekleyecem unutmazsam. bosch, goya ve valazquez'in birkaç tablosu. bir de "meşeler gövermiş diyorsun varsın göversin" mevzusuyla alakalı esaslı diyeceklerim var...



malum Hieronymus Bosch'un "Ship of Fools" tablosu bu. önceden bir şekilde görmüştüm bu tabloyu. hollandalı ressamlarla ilgili bir şeylere bakarken denk gelmişti ama pek üzerinde durmamıştım. hatta unutmuştum bile. ta ki foucault'nun "deliliğin tarihi"ni okuyana kadar... ortaçağ avrupa'sında delilerin "dışarı" çıkarılmasıyla alakalı bir tablo bu. deliler bir gemiye bindirilip avrupa içinde dolaştırılıyorlar. ez cümle toplum, kendi gibi olmayanı hep dışarı çıkarmış bir şekilde. (ve fakat hayatın sırrına da hep dışarıda olanlar işaret etmiştir bence. artaud, van gogh, nerval, kaan ince, arkadaş zekai özger vd.) 99'du sanırım otostopla ankara'ya gitmiştik uçar levent'le. (levent uçar tabi) kaan ince'nin arkadaşlarıyla buluştuğu kahvenin falan önünden geçmiştik. özür diler gibi bakmıştım kaan ince'nin yürdüğü yollara, gittiği kafelere. öyle derinlemesine bilmiyordum bir iki şiirini falan anca işte. google falan da yok tabii o zamanlar. 

"çiy doladım kasnağına gecenin. ışıksızlığın hep
yoksul yalnızlıklara çıkması doğurur o rüzgarı.
giz dizilmiş çardaklar incir kokulu, çiçek hattı
gözlerine doğru. kokunda korku. kafka; mürekkebini
içtiğim mevsimsiz aşk. ölümün önünde yayılan;
çıbanı yüzümün. devrik yürek savunması ömrüm.
yaşlı bir adam vurgun yemiş. kuşlar. düşler.
kapılma saatleri, basamaklarında ateş yatan zaman
merdivenin dik soluğuna. ve çekip giden bir ben,
aynı denize, irkilen iskeleden."

"devrik yürek savunması ömrüm" oldu bitti severim devrik cümleyi de devrik yüreği de. bir de tersinden okumayı tarihi. fatih'in gemileri karadan yürütmesini değil de kesad-ı akçe'ye gitmesini fetihten sonra, sözgelimi bunu konuşmayı sevdim hep) ah kuzum kaan ince. ne çok şey yaşamadın. şimdi mesela sigarayı bıraktım ama kaan ince ikram etse yakardım bi tane. ümit oteli'ndeki odana girdiğinde tam olarak ne oldu? otelin adının sende bir istihza uyandırmaması mümkün değil. ne hissettirdi otelin adı sana acaba. "ümit yok" mu demek istedin otelin camından kendini aşağı bırakırken yahut ne bileyim ümit var ama ben bulamadım mı demek istedin? biraz rahat olabilseydim doktora tezimi sadece oğuz atay'da intihar mevzusu üzerine kurardım. ama sikerler zaten neyse işte "almost blue" blue değil kardeşim almost blue; blue olsa duramazsın çünkü...



kolundaki saat kaçı gösteriyor acaba kaan ince'nin? şimdi baktım da kaan ince şiiri üzerine bilimsel bir çalışma yapılmamış hiç. boynumun borcudur yapacam ben. intihara meyilli olanları ve delileri kendimizden uzaklaştırdık, bu uzaklaştırmalarda arta kalan bakiyeye de toplum dedik; daha doğrusu, özne olamadığı için uzaklaştırılanlardan geriye kalanların toplamına toplum dedik. toplum top kökünden geliyor. bir araya getirilmiş gibi bir anlamı var top'un. bir araya gelirken bazılarını aramıza almadık, yoruz, cağız. eşcinseller, deliler, fahişeler, alkolikler, uyuşturucu müptelaları vd. hepsini dışarıya çıkarıp geri kalanlarımıza da toplum dedik. (hadi canım çok mu belli oluyor aylardır Foucault okuduğum) bunların farkına ebem de varırdı hiç kimse kusura bakmasın bu noktada. Foucault'un mecburen ıskaladığı bir grup daha vardı top-lumda. küçük burjuva değer yargılarını benimseyemeyen küçük burjuva. yani ne bileyim küçük burjuva ama eicinsel değil, alkol,k değil, deli değil, müptela değil, kürt yahut zenci değil vs. ama küçük burjuva değer yargılarını benimseyemeyen özne. 

peter bogdanovich'in "the last picture"ını izledim son bir haftada iki defa daha. niye bir yönetmen bir kasabadaki her şeyi anlatmak ister ki. her şeyi,herkesi anlatmak... ne alaka ve neden? kasabada herkes her şeyin farkındadır ama fakında değilmiş gibi yapar. buna da hayat deriz. birileri her şeyin farkındayım ve fakat oynamayacağım ben dediğinde... işte bir kişi sadece bir kişi the last picture'da çıkıp ben her şeyin farkındayım dese sözgelimi Duane her şeyi bilir; Jacy'nin ne halt yediğini kasabada herkes bilir ama susar.  ama susmamış gibi yaparlar bir yandan da çünkü ahlak birliktelik -yani kasabanın birlikteliği- devam etmelidir. benzerini NBC, "üç maymun"da yapar, yani anlatır. 

iki hafta geçti. haziran ortasına doğru geliyoruz yavaş yavaş. pandemi ülke gündeminden düşüyordu ki tekrar girecek sanırım gündeme. yağmur yağdı biraz . keşke çok yağsaydı. araba toz toprak olmuş bir de kuş pisliği onlar temizlenirdi biraz. yıkatmama gerek kalmazdı ama şimdi daha çok kirli görüküyordur. 

sabah 3. sınıf bile denemeyecek bir amerikan filmi izliyordum adına bakmadım. kadroda da öyle tanıdık birileri yoktu zaten. filmin bir yerinde kapı çalıyor. kapıyı açmaya giden zenci hizmetçi yeleğini giymeye çalışırken kolu takılıyor yürürken biraz duraksayıp yeleğini giyiyor ve kapıyı açıyor. bak bu sinemadır. türk filminde olsaydı bu hizmetçi direkt gider kapıyı açardı. yeleği falan giyilmiş olurdu. oysa hizmetçi, birilerinin gelme ihtimalinin düşük olduğu bir saatte evde yelekle oturmuyordur ama kapıyı açmaya giderken de o yeleği hızla giymeye çalışması klasik, hızla giyilmeye çalışılan şeyin takılması sorununu doğuruyor. hayat böyledir bir şeyler olurken hep başka şeyler de olur. söz gelimi bir onkolog kanserinizin artık çok ilerlerdiğini yüzünüze söylerken eliniz doktorun masasındaki takvime çarpıp düşürebilir. (evet marcel proust değilim ben anca bu kadar) anlatmaya çalıştığım bu şeyi bir de iran sineması iyi yapar. Castle of Dreams diye bi film var, Rıza Mir Kerimi'nin filmi. normal bir hikaye. ama baştan sona yani normal hikayenin finaline giden yola döşenmiş küçük küçük sıradan ayrıntılarla dolu bir film. başroldeki eleman evde ocağı yakacaktır. ocağın yanındaki kibrit kutusunu alır eline kahramanımız fakat yanmış kibritler kutuya konmuştur. başkahraman kutuyu boşaltır, yanmamış bir kibrit bulur ve ocağı yakar. şimdi, ne gerek var bu ayrıntıya mı diyorsun, o zaman git star'da başlayan yaz dizisi izle ya valla... 

                                                       Marcel Proust (temsili) gerçi temsili değil bizatihi marcel'in kendisi. 

herkesin bildiği bir gerçeği; yanlış oldu herkesin gördüğü ama fark edemediği bir gerçeği anlatabilme yeteneğine sanat denmeli. sanatın budan başka tanımı olmamalı. mizah da buradan gelir aslında 

görev yaptığım okulumun eba ana sayfasına  bir öğretmen arkadaş şöyle bir karikatür atmış. bak burada ne mizah ne eleştiri ne de zülf- i yare dokunma falan hiçbir şey yok hiçbir şey ama... türk eğitim sitemine dahil öğretmenlerin kahir ekseriyesi mizah diye buna gülüyor, yazık. iyi mizaha bigane olanların acı dolu bir türküyle yahut şiir, şarkı her neyse buluşma ihtimali pek yok gibi. (yahu gerçekten bir insan en yakınının ölümünü instagramdan falan niye paylaşır ki) neyse burası başkalarının günahları üzerinden kendimi aziz ilan etmeye çalıştığım bir yer değil dünkü bloger mıyız biz hey yavrum... 





küçüktüm, komuşumuz aysel teyze dinlerdi bunları suriye tv'si falan çekerdi o zaman antenli tv'lerde. acaip yer etmişti zihnimde sesi. hayatımın kısa bir dönemine denk gelse de -hatta çok çok kısa- ümmü ablamızı dinleyip rakı içmiştim birkaç sefer. bunu ispat edemem ama ümmü gülsüm, zeki müren ve frank sinatra... bunlar kadar sahnede tek başına devleşebilen bir dördüncü isim daha yoktur. belki hadi bi de michael jackson... neyse nereden aklıma geldi ümmü gülsüm bilmiyorum ona dair bir görüntü var o geldi bir an gözümün önüne ondandır belki de. siyah beyaz tv'de suriye kanalı açık. ümmü gülsüm çıktı. babam sesini açtırdı biraz. ayak ayak üstüne atmıştı babam, hafif hafif ayağını sallayarak eşlik ediyordu şarkıya sanki. krem rengi bir pantolon giymişti babam. muhtemelen işe gitmek üzereydi yahut yeni gelmişti bilmiyorum. neyse geçmiş zaman işte. 

epey uzun bir okuma silsilesinin sonuna geldim. postmodernizme dair başat isimlerin külliyatı bitti. yazmaya geldi sıra. bu arada sosyal medya kullanımını yok denecek kadar azaltma girşimine de start verdim. yazıyı bitirip ağustos ayı boyunca çeşitli festivallerde gösterilmiş, ödül almış 50'ye yakın filmi izleyeceğim. (tabii ki herkeslerin izlediği filmleri izlemeyecek kadar...) yüksek minarede'yi dinledim biraz, 10 değişik sesten ama hiçbiri enver demirbağ gibi söyleyemiyor. en son bunu yazdıktan sonra izzet altınmeşe'den dinledim de yüksek minarede'yi, cidden o da güzel söylemş ya hatta harikulade söylemiş, spektecular yani, amazing...
yine  de askerden döndüğümde en çok dinlediğim şarkı geldi aklıma. yotube yeni çıkmış daha doğrusu yeni yeni yaygınlaşmış aylin aslım da yeni çekmiş videoklip'i bu şarkıya. ama inanılmaz bi  şekilde sadece 29 k. izlenmiş bu video gerçekten hayret ya çok çok iyi bir şarkıdır çok çok iyi 




böyleyken böyle. taksimin arka sokaklarındaki bi barda duymuştum ilkin bu şarkıyı. cover yapan bi grubun sahne aldığı bi yerdi. aklımda kalmıştı eve gidip araştırıp bulmuştum aylin aslım'ınmış.

çok parça parça yazıyorum. elazığ'a gidip geldim bu son bir haftada 4 defa. o yoldaki kadar anı hiçbir yerde yok benim için sanırım. yazın otobüsle elazığ'a gitme, sonbaharda okulların açılmasına yakın babam gelirdi ve onunla adana'ya dönme. yol boyunca gördüğüm her şeyi aklımda tutmaya çalışırdım. en çok da pazarcık çıkışında hemen yol kenarındaki bir tepede yer alan mağara (burada teröristler kalır sanırdım) bir de göksu çayı aklımda yer ederdi her defasında. sonbahardı. babam elazığ'a yeni gelmişti. arabayla akşam vakti kömürhan köprüsünün oradan dönüyorduk, neden gittiğimizi hatırlamıyorum. araba arızalandı. sulu benzin satmışlar dedi babam. karbüratöre benzin dökmek için kap ararken araba esansının kapağını vermiştim. aferin demişti babam. ben arabanın içinden yola bakıyordum. sarı, kahverengi çizgili bir 0302 otobüs camından biri bize doğru bakıyordu göz göze geldik adamla sanki. oralar çok virajlı olduğu için yavaş gider araçlar. adamın yüzü hala gözümün önündedir. o adam şimdi ne yapıyor acaba, hayatta mıdır ne bileyim, zaman zaman bu görüntünün onun cephesindeki yansıması onun da aklına geliyor mudur acaba? 

the fall'u açıp rastgele bir yerinden izledim biraz. her defasında kendine hayran bıraktıracak ayrıntılar var filmde. bir masala ağıt da olabilirdi filmin adı. en iyi film olmayabilir bu film ama en sevdiğim filmdir. bir ara vladimir propp'un masalın biçimbilimi üzerine yazdıklarından hareketle filmin bir "okuma"sını yapmayı düşündüm ama gerçekten filme ayıp etmemek ve filmin içimdeki yerine ihanet etmemek için vazgeçtim.
çocuğun hikayeye kendini dahil etmesi (şekilde görüldüğü üzere eşşoleşek sürekli başrolde olmaya çalışır) masalın daha doğrusu hayalin ve hatta sanatın işlevini o kadar yalın verir ki hayran olmamak elde değildir. çocuğa bir şey anlatırken neden dikkatli olunmalıyı da güzel verir ama pedagojik açıdan bakılacak bir film değildir bu ne bileyim pedagoji de saçma gelir zaten bana oldu bitti. masallarda ucubeler, deliler, türlü acaip mahlukatlar vardır hep, malum. ama bu acaipler sonradan hayatımızdan çıkar, çıkarılırlar yahut bir şekilde. bu alel acaipleri geri çağırmayı misyon edinmek. sanat biraz da bu, yani kovulanı gerçeğe geri çağırmak. 

ece ayhan'la ilgili bir yazıya çalışmaya başladım, başlıyorum. bir masala ağıt olabilirdi yazının başlığı kimsenin bunu duymaya ihtiyacı yoktur eminim. oysa hep bir masala ağıt yazmış ece ayhan. requiem for a tale yok yok requiem for a dream. hepsi bu







25 Mayıs 2020 Pazartesi

Sanma No Aji yahut öğleden sonralara bir methiye denemesi

yasujiro ozu'nun bir filmidir, malum. ingilizceye "An Autumn Afternoon", türkçeye ise  "Bir Güz Öğleden Sonrası" diye çevrilmiş. yeni yetme bir eleştirmen olsaydım (am i eleştirmen?) öğleden sonrayla sonbahar arasındaki koşutluğa dair bir tespitle başlardım işe. öğleden sonra günün bitmeden önceki son demidir. sonbahar da malum yılın bitmeden önceki son demi. ozu nam capon hiç abartısız tüm zamanların en sade filmlerini çekmiş desek yeridir. bu filmde de sadelik dorukta. (cemal süreya gibi söyleyecek olsak "sadelik çıldırmış" diyebiliriz.) hatta filmde kullanılan müziğin bile ne senaryoya ne kurguya ne de başka herhangi bir şeye etkisi yok. kaldı ki ozu hep bir şey anlatacakmış gibi yapan ama bir şey de anlatmayan bir yönetmen. ozu'nun filmlerinde hiçbir şeyin hiçbir şeye etkisi yok. önemli şeylere gebe bir şeyler oluyor gibidir hep ama bir şey de olmaz çoğunlayın. ben bir şey olmamasını seviyorum. iş işten geçmemiş olma'yı anlatmak isterdim hep. cennet varsa böyle bir özelliği vardır bence onun. ne olursa olsun, ne olacaksa olsun, ne olmayacaksa olmasın iş işten geçmemiştir hep. tabii ki bunu kötü anlatıyorum ozu nefis anlatır bunu adını yukarıda andığım filmde. bir de edip cansever "her yere yetişilir hiçbir yere geç kalınmaz" derken nasıl güzel ve estetik anlatır bunu. bir de tabii bu bloğa adını veren şiirde geçen "korkuyorum sıram geçer / biletim yanar diye" dizesi var.. tabii ki devamındaki
"önümde bir yığın açalya
bir sürü çarkıfelek
gergin çeneli cesetleriyle
önümde binlerce çiçek
korkuyorum sıra sende
sen de başla ve bitir diyecek.
Yo, hayır
yapamaz bunu, yapmasın bana dünya"
dizeleri tam da demek istediğimi anlatıyor. iş işten geçmeden önceki an hep yaşamayı istediğim andır. öğleden sonra da bir nevi iş işten geçmeden önceki an gibidir. akşam, işin işten geçmesi. gün bitti heyhat. gün = hayat gibi bir denklemden çıkıyor tabii tüm bunlar. kelimeler sadece geçmiş kipiyle gerçeği tam olarak verebiliyor. mesela ölüyor ve öldü sözcüklerinden ikincisi bir gerçeğe tam anlamıyla isabet ediyor. ölüyor olmak ölmekten iyidir. yoksa değil midir? böyle bir şarkı vardı yani burada anlatmaya çalıştığım şeye uygun bir ritmi olan şarkı vardı saatlerdir yutup'da onu arıyorum bulamadım, gelmedi aklıma da. niyeyse ilerlemiyor bu konu oysa yazmayı, anlatmayı en çok istediğim şey bu olabilirdi ama ilerlemiyor. hatta o kadar ilerlemiyor ki "çölde çay"dan alıntı aşağıdaki pasajı bile bağlayamadım buraya. bir de hafız-ı şirazi ile karamazov kardeşler'deki büyük yargılayıcı ile namık kemal'in "hürriyet kasidesi"ni bağlayacaktım bunlara aşağıya lmıştım notlarını ama onu da beceremeyecem sanırım, kaldı burada. coen kardeşler burayı okuyorsa ne demek istediğimi anladı bu arada.

"ne zaman öleceğimizi bilmediğimiz için, hayat hiç bitmeyecekmiş gibi gelir. ama hiçbir şey çok tekrarlamaz kendini. aslında çok az tekrarlar. çocukluğunuzun bir öğleden sonrasını, öyle ki, hayatınızı onsuz düşünemediğiniz, sizi derinden etkilemiş bir öğleden sonrayı, daha kaç kez anımsayabilirsiniz ki? belki dört, beş kez daha. belki o kadar bile değil. dolunayın çıkışını daha kaç kez izleyebileceksiniz? belki yirmi. ama yine de, her şey sonsuzmuş gibi gelir"

"sana bağlandığım günden beri özgürüm" hafız- ı şirazi, dostoyevski büyük yargılyaıcı, namık kemal

barton fink'te bir şey olmayacakmış gibi ilerlerken aniden bir sürü hayvani şeyin olması. ya da the ballad of buster scruggs'taki yer alan filmlerideki bi şey olmamaya doğru giderken aniden her şeyin darmadağın eden şeyler olması eklenebilir

26 Nisan 2020 Pazar

korona günlükleri yahut hikaye anlatma mes'elesi

iki hafta oldu evdeyim. okullar tatil oldu. bir ay daha devam edecek "tatil". korona virüsü hızla yayılıyor dünyada ve dahi güzel memleketimizde. ülkedeki bütün etkinlikler falan iptal oldu, dünya mala bağladı resmen. şayet bu mevzuu olmasaydı,  27/28 martta balıkesir üniversitesinin düzenlediği edebiyat akımları çalıştayına "postmodernist edebiyat" konulu bir bildiriyle -ki hayatım boyunca katıldığım ilk çalıştay olacaktı bu- katılacaktım ben de. ama noldu çin'de yaşayan birkaç kendini bilmez, şeref ve izan yoksunu yarasa yedi ve bedelini ben dahi tüm dünya ödedi, ödüyor. "karagöz .... siker ceremesini hacivat çeker"  atasözü resmen hayat buldu tüm dünya ölçeğinde ve bi' tabi güzel ülkemizde de.  çalıştay'da suncağım bildiriyi biraz daha genişletme imkanı sunmadı değil bu zorunlu tatil. Deleuze ve Guattari'nin "anti ödipus"unu okumaya başladım. eksiklik, arzu nesnesi/öznesi, şizofreni, kapitalizm ilişkisi vs. üzerine yazmış da yazmış.. yazmış da yazmış gavurlar. (bunlardan bi tanesi üniversitedeki odasının camından kendini atmıştı, hangisiydi acaba?)

neyse knut hamsun'un "açlık"ını okumaya başladım tekrar, epey zaman olmuş. hiç bitmesin isteyerekten okuyorum. açlıktan, yoksulluktan ölmek üzere olan ama kibarlıktan -başkalarını zor duruma düşürmektense açlıktan ölmeyi göze alabilecek kadar kibar ama- ödün vermeyen norveçlinin hikayesi bitmesin istiyorum. onun arada bir doğrudan yemek yahut yemek alabilecek paraya ulaşma ihtimali beni acaip heyecanlandırıyor. kendisine kötü, duymak istemeyeceği, hatta duyarsa sonucu açlıktan ölüme kadar gidebilecek bir şeyi rahatça söyleyebilsin diye karşısındakine ortam hazırlayacak kadar centilmen . ve fakat aç birinin hikayesini dinlemeyi herkes ister. şöyle açayım:
senden borç para istiyorum.
borç vermek istemediğini tavırlarından anlıyorum.
bunu bana daha rahat söyleyebilmen için sana ortam yaratacak cümleler kuruyorum
ve sen de
benim cümlelerimden yola çıkarak bana borç veremeyeceğini söylüyorsun
ben de teşekkür edip yanından ayrılıyorum senin, aç bi-ilaç bir şekilde...

ah kuzum nasıl da aç aç ve fakat kibar kibar dolaşıyor sokaklarda. (sadece kibar insanlar yalan söyler, bir kasabalıyı yalan söylerken göremezseniz kolay kolay)

günler geçiyor hastalık daha da yayılıyor tüm dünyada ve dahi güzel ülkemizde. sürekli sela okunuyor. bazı selalardan sonra sadece müteveffanın adını söylüyorlar bazılarında ise klasik olarak cenaze namazının nerede, definin hangi vakti müteakip hangi mezarlıkta olacağını duyuruyorlar anonsta. bu cenaze ayrıntısı verilmeyenler acaba virüsten mütevellit ölümler mi? kim bilir?

belki bi 12-13 sene oluyor, yine istanbul'da korsan vcd kiralayan bir dükkandan alıp izlediğim bir filmden bazı sahneler geliyor aklıma. kurgusu tutunamayanlar'a benziyor biraz gerçi sadece intihar eden elemanın günlüğünü ölümünden sonra arkadaşının eline geçecek şekilde postaya vermesi bana bunu hatırlattı galiba; ama pek de alakası yokmuş düşününce. "farval falkenberg"di filmin adı. isveç'te bir sayfiye kasabasında (falkenberg) büyümüş yedi sekiz tane gencin etrafında geçen bir film. aslında bir film mi tam olarak o da belli değil. bir şeyi sorgulamıyor, sorunsallamıyor ; anlatıyor sadece. bir hikaye anlatmıyor ama. görüntüler var geçmişine dair fragmanları, küçük anları anlatan biri var. illa ne anlatıyor dense, bir zamanlar çok çok mutlu olunan bir yerde artık mutlu olamamanın verdiği hafif içsıkıntısını anlatıyor bu film. sanırım bu yüzden filmin adı elveda falkenberg. intihar eden elemanın günlüğünde şöyle bir bölüm vardı:

"istasyona gidip bir bilet alabilir,sonra trene atlayıp,bambaşka bir yere gidebilirdim.
içimden geçtiğim tüm o şehirleri,rayların cızırtısı eşliğinde izleyebilirdim.
bir yerlerde bir ev tutup,ön yargılı bir toplum ve bize biçilmiş rollerin uzağında,
yeni bir hayata başlayabilirdim.
belki de şansım yaver gidip,yeni insanlarla tanışabilirdim.
konuşacak yeni insanlarla...
tatmin edici bir maaş alıp,üstüme başıma pahalı kıyafetler çekebilirdim.
belki orada bir kızla tanışırdım;birbirimizi seveceğimiz bir kızla.
birlikte bolca zaman geçirebilirdik;sadece ikimiz...
geç vakte kadar yataktan çıkmadan,geri kalan her şeyi unutarak,
anladığımız dilden konuşabilirdik.
belki kavga eder,sonra çözerdik.konuşup anlaşıp,yolumuza devam ederdik.
deniz kenarına arabamızla gider,kendimize bir ev alır,çocuk yapardık.
sevimli,sağlıklı çocuklar...
onları çok severdim.onlara bir yuva ve baba sıcaklığı sağlardım.
muhtemelen gecenin bir yarısı uyanıp,seçimlerimi ve aşkımı sorgulardım.
kör karanlıkta sokakta biraz yürür,geçen arabalara bakar,
yapayalnız halimle soğuğu iliklerimde hissederdim.
sonra yatağıma döner,ona sarılır,hem kendimden hem de karanlıklarımdan tiksinirdim.
sonra sisin ardında bir şey görürdüm.geldiğim yeri özlerdim.
doğduğum yeri,memleketimi...
belki hayatımı orada sonlandıracağım.
belki benim seçimim budur.
belki hiçbir yere gitmeyeceğim.
burada kalacağım...
işte benim seçimim bu...
seçimim bu..."

intihar edenin arkadaşları bir süre sonra kendi "dalgalarına" bakmaya kaldıkları yerden devam ediyorlar. aslında anlıyoruz ki -ya da ben öyle anladım diyeyim-  sadece intihar eden elaman falkenberg'i ve arkadaşlarını çok çok sevmiş. zaten bir şeyleri yeterince sevememekten de bahsediyordu filmin bir yerinde aynı eleman. hatırlamak üzerine kurulu bir hayat en sonunda yaşanılamaz hale geliyor işte sanırım.

tarihe tanıklık ediyorum resmen barajyolu'nda bir apartmanın 10. katının balkonundan. iki günlük sokağa çıkma yasağı ilan edildi ve fakat herkes hemen hemen herkes sokakta, bir şeyler alabilmek için sokakta. apartmanın altında tekel bayi var bi tane. önündeki sıra neredeyse barajyoluna kadar gidiyor. vay be.

elveda falkenberg'i izledim tekrar akşamüstü. vasat bir film. tıpkı hayatlarımız gibi. vasatın etrafında dolaşan filmleri, romanları hep biraz daha severim. çehov'u, memduh şevket'i hep biraz daha ayrı sevmem de bundandır. (ilk görev yaptığım okulda -fahrettin özdüdoğru tml- 11. sınıf ders kitabında memduh şevket esendal'ın bir öyküsünü işliyorduk kitaptan. her zamanki gibi metni bir öğrenciye okutmaya başlatıp sıraların arasından yürümeye koyuldum. bir yandan hikayeyi dinliyordum bir yandan camdan dışarıyı da gözlüyordum. kar, kış kıyamet... "iğdenin dalına bastım da kırılıverdi" diye bir türkü tutturuyordu hikayedeki kahraman, bilmem neden bir gülümseme takılıp kalıyor hikaye boyunca dudağımın üstüne)

yine kapsamlı sokağa çıkma yasağı var bu hafta sonu da. bir şeyler okudum, yine epey önce izlediğim bir filmi izledim tekrar. bi film daha izleyecektim de vazgeçtim. internete de bakasım gelmedi pek. vıcık vıcık bir #evdekal terörü esiyor her yerde. bütün ülke bir anda hep aynı şeyleri söylüyor, aynı şeylere üzülüyor, aynı şeylere duygulanıyor gibi. önemli milli maçlardan önce ve sonra olurdu böyle şeyler ama o kısa sürerdi. şimdi neredeyse bir aydır bütün ülke aynı şeyleri -aslında aynı iki yüzlülüğü- paylaşıyor.

2014 yaz tatiline girmek üzereydik. yani tüm türkiye bu hal üzereydi. ingmar bergman'ın "sasom i en spegel" (aynadaki gibi) filmini gece bira içerken izlemiştim. yaza girmeden önceki son serin gecelerinden biriydi adana'nın. bugün durduk yere filmin son repliği geldi aklıma "babam benimle konuştu" 26 nisan olmuş. aylardır geçmeyen öksürüğüm için gittiğim "özel küçükköy duygu hastenesi"nde bugün teşhis konacaktı. dahiliyeye randevu almıştım. film istedi doktor. sonra filme baktı ve... "yedikule göğüs hastalıkları hastanesi'ne gitmelisiniz sanırım" dedi. acil mi demiştim yani hemen gitmesem olur mu anlamında. eve bile uğramayın direkt gidin demişti. hastaneden çıkıp sağa sola bakmıştım mal gibi. sonra bir sigara yakıp öksüre öksüre aşağı doğru yürüdüm biraz. topkapı dolmuşu beklerken bir sigara daha yakmıştım. sonra faruk diye bir arkadaş vardı onu aradım. eve uğrayıp benim eşyaları alıp ev arkadaşım mehmet'le beraber hastaneye gelsinler diye. ben de bu arada hastaneye varmıştım. yatış yapamayız demişti sorumlu hemşire. boş yer yok falan dedi. acaip mutlu olmuştum o an. sonra bir doktor geldi filmimi istedi. verdim. hemşireye bir şeyler söyledi. hemşire telefon açtı. sonra 5. koğuş 11 numaralı yatağa yatışım yapıldı. anladım tabii ossat mevzuyu. laz kadir'i aradım o ara bir de.


topkapı dolmuşundan inip zeytinburnu dolmuşuna bindiğimde bu şarkı çalıyordu zihnimde. tuhaf. sevdiğim, bildiğim bir şarkı falan değildi ama çalıyordu işte bu şarkı, bilmiyorum. zeytinburnu dolmuşunda herkesin yüzüne bakmıştım. ölene kadar unutmamak için o anı. şimdi bile şu an bile işte adana'da barajyolu'nda bu evde yıllar önce bir dolmuşta hastahaneye giderken dolmuşta olanların yüzleri tek tek gözümün önününde. şimdi nerede ne yapıyorlar acaba? şimdi böyle sour times gibi o günler ama ne bileyim çok yeğindi o anlar ya.



böyleyken böyle.