4 Mart 2019 Pazartesi

aşamadığım şeyler yahut emine akçay

"Adana’da eşi bir yıla aşkın süre işsiz kalan ve ev kirasını 8 aydır ödeyemeyen 26 yaşındaki Emine Akçay, çocuklarının üşüdüğünü görünce cebindeki son parayla odun almaya gitti. O kadar az parası vardı ki oduncu ‘Bacım bu paraya odun mu olur’ dedi. Ama anne Emine Akçay ısrar etti, bir çuval odunu alıp eve geldi. Odunlar ıslandığı için yanmadı. Lastik parçalarını tutuşturmaya çalıştı; olmadı. Emine Akçay, çocuklarının ısınması için çalıştırdığı saç kurutma makinesini küçük oğluna verdi. Daha sonra diğer odaya gidip, tavandaki salıncak demirine ip bağlayarak, kendini astı." (http://www.hurriyet.com.tr/gundem/cocuklari-usumesin-diye-sac-kurutma-makinesini-calistirdi-yan-odaya-gecti-ve-20132171) 2012 yılından bu haber. ben bu habere özne olan (nesne mi demeliyim?) emine akçay'ı aşamıyorum. bunun sineması bunun filmi bunun hikayesi yazıldı.. okudum birçoğunu da ama heyhat ben bunu aşamıyorum, ben emine akçay'ı aşamıyorum.

emine akçay, çocuklarının eline fön makinesini verip ardından kendini asacağı odaya giderken o kısacık mesafede ve anda ne düşündü? daha önce de bahsetmiştim daha doğrusu bahsetmeye çalışmıştım, çok hayati şeylerle karşılaşıldığı anlarda yapılan hareketlerin nedenini anlamak için ömrümden ömür vermeye razıyım desem yeridir. söz gelimi doktor, hastaya çok az ömrü kaldığını söylediği tam o anda hastanın yaptığı hareketler, mimikler.. aklından geçenler... yahut ne bileyim cezası yüzüne okunan bir idam mahkumunun tam o anda yaptıkları, düşündükleri.. emine akçay intihar edeceği odaya girdiğinde yerde bir iğne görseydi mesela ne yapardı, alır mıydı o iğneyi yerden yoksa aldırış etmez miydi? bilmiyorum.

birkaç yazar benim bu derdime düçar olmuş olacak ki kahramanlarının intihar anı üzre halini tasvir ederken onlara anlatmaya çalıştığım şeyi yaşatırlar. mesela goethe'nin Faust'uyla yusuf atılgan'ın zebercet'i.
 Şimdi önce Zebercet’in intihar sahnesi:
"İpi boynuna geçirdi; düzeltti. Tam o sıra dışarıdan birkaç arabanın korna seslerini duydu; başka araçlar da katıldı buna; kornalar, tren düdükleri, fabrika düdükleri arasız, kesintisiz ötmeye başladılar. Neydi bu? Kulakları mı uğulduyordu? Yoksa dışarının, başkalarının bir çağrısı mıydı? Yüzünü buruşturdu. Sağdı daha, her şey elindeydi. İpi boynundan çıkarabilir, bir süre daha bekleyebilir, kaçabilir, karakola gidebilir, konağı yakabilirdi. Dayanılacak gibi değildi bu özgürlük. (Atılgan, 2000: 108)
Faust’un intihar sahnesi ise şöyle:
Kendimin hazırladığı ve seçtiği bu son yudumu bir bayram selamı olarak sabahın şerefine intihar etmek üzere içiyorum.
(Faust kadehi ağzına götürür. Tam bu sırada Paskalya yortusunun başladığını bildiren çan ve koro sesleri duyulur.)
Melekler korosu:
İsa dirildi!
Şimdi varlıklarını,
Irsi ve mahvedici
Günahlar sarmış olan
Ölümlüler, sevinsin!
Faust: bu derin uğultu, bu tatlı ses kadehi ağzımdan zorla çekiyor! (Goethe, 2005: 26-27)
Bu iki intihar sahnesinde ortak nokta şudur: Zebercet de Faust da tam intihar ederken dışarıdan gelen seslerle bir an ikircik yaşamışlardır. Faust’un intihar sahnesinde Faust’a ikircik yaşatan ilahi ve çan sesleriyken, Zebercet’e ikircik yaşatan sesler ise  Atatürk’ün ölüm anı olan 9: 05’te çalınan siren ve korna sesleridir. emine akçay tam intihar edecekken dışarıdan hiçbir ses duymadı mı? duyduysa da hiçbir şey ifade etmedi mi ona o an duyduğu bir ses yahut görüntü?

 intihardan vazgeçiren dış sese halit ziya'nın mai ve siyah'ında da rastlarız. (bu arada nasıl severim bu romanı da.. ah kuzum ahmet cemil...)

"Bunların siyah kucağına atılmak yarın doğacak olan güneşin hayatın sefaletleriyle istihza eden ziyasından kaçmak ilelebet bu siyahlıklar içinde sonsuz bir yoklukla mesut ve müsterih yuvarlanıp gitmek... O zaman kendisini bu dalgaların arasında süzülüp latif bir gayş ile mest olarak sinirleri uyuşarak denizin o dipsiz uçurumlarına doğru iniyor vahmetti.  bitmeyen bir su kut ile zulmetleri tabaka tabaka yararak su siyah dalgaları kütle kütle sırtına alarak yavaş yavas muntazam bir ahenkle ademe tam bir teslimiyetle iniyordu. Evet bir karar hamlesi yalnız bir küçük hareket nasipsiz geçen hayatiyle şu faydasız vücut arasında bu denizin bütün siyah tabakalarını bir sed silsilesi gibi bırakarak ta su ummanın bir türlü sonu bulunmayan derinliklerine kadar inecekti. Birdenbire silkindi Ta yanı başında bir ses Cemil niçin karanlıkta yalnız oturuyorsun diyordu. O vakit titreyerek ayağa kalktı..." mai bir gecede tecessüm eden hayalleri siyah bir gecede sükuta uğrayan ahmet cemil geminin güvertesinden kendini karanlık sulara tam atacakken biricik annesinin sesiyle irkilir ve annesinin yanına gider. intihardan vazgeçer yani kuzum ahmet cemil.

 intihardan vazgeçiren bu dış sesin müntehirdeki işlevi ilk bakışta hayatı duyumsattığı için onu intihardan vazgeçirdiği yönünde gibidir. yani hayat intihar edeni çağırır ve kişi intihardan vazgeçer gibi duruyor ilk bakışta fakat öyle değil. tam tersi. yani intihardan vazgeçiren dış ses kişiye hayatı değil ölümü hatırlattığı için kişi vazgeçer intihardan. hayatı duyumsayan ise intihar eder yani eylemini nihayete erdirir. sonsuz olasılık ve kaygıdan mülhem hayatı duyumsadığı için var olmamayı seçer kişi demek istiyorum, dedim. hayatı duyumsayan intihar edebilir ölümü duyan ise intihar edemez. ölüm hep hayata itendir; hayatsa ölüme iten. zebercet'in tam intihar anında hayatı duyumsayıp intiharından vazgeçmemesinde olduğu gibi yani.

bilmiyorum kaç zaman oldu emine akçay'ı aşamıyorum ben. bir de "hakkari'de bir mevsim"deki şu sahneyi:

“Alaaddin geliyor. Gece
Hoca, benim kardeş hasta, diyor.
Nesi var? diyorum.
Ateşi var çok, diyor. Ölecek.
İlaç vereyim mi? diyorum.
Hayır, portakal ver, diyor.
Portakal yememiştir hiç.

bir de rabia naz'ı aşamıyorum. selfie yaptığı bir fotoğrafı var nasıl da haylaz bir ifade var yüzünde. sanki annesinin ya da babasının telefonunu gizlice almış da kendi fotoğrafını çekmiş gibi. babası kızını öldürenlerin yargılanması için çırpınıyor. adalet sağır dilsiz duvar olmuş babaya. kızının intihar ettiğine inandırmaya çalışıyorlar babayı "nüfuzlu" katili ve yardakçılarını korumak için. sıkışıp kalıyorum böyle başkalarının adalet duygusunun incinmişliğiyle kendi gündemim arasında. başkalarının adalet duygusunun incinmesi beni de incitiyor ve esasen kendi gündemim oluyor o da bir şekilde. aşamıyorum hiçbirini, gün içinde bir yerde alakasız bir vakitte rabia naz'a araba çarptığında canı nasıl da yandı acaba diye düşünürken buluyorum kendimi. işte burada tanrı devreye girmeliydi ama girmiyor. bekleyin öbür dünyada devreye girip her şeyi halledecem diyor ama bu benim için yeterli değil. çarpmanın etkisyle rabia naz'ın bacağından damarlar dışarı çıkmış otopsi raporuna göre, kim bilir nasıl da yandı canı annesinin babasının bir tanesinin. sayın tanrı orada devreye girip o acıyı dindirmediyse artık söz söylemeye de hakkı yoktur.

 "Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım"

demiş ve  sanki örtbas edilen bu cinayet için yazmış şiirinin bu bölümünü ece ayhan. rabia naz'ın ölüm yıl dönümü içim okulunda bir anma programı düzenlenmiş, arkadaşlrı şiir falan okuyorlardı. ben olsam ece ayhan'ın aynı şiirinin şu bölümünü okurdum: 

 "Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek."

ortaokul 1. sınıftaydım, öğlenciydim, okula gitme saatinin gerginliğiyle tv karşısında bir şeyler yerdim o zamanlar hep. trt 1 vardı tabii sadece; trt 2 de vardı gerçi ama o akşamları yayın yapıyordu. kahvaltıyı hazırlarken annem radyo dinlerdi, sanyo marka tek kaset çalarlı bir radyoda trt radyodan türküler dinlerdi annem ve eşlik de ederdi bazen türkülere. (sonra Loewe marka çift kasetçalarlı bir teyip almıştık) sonra yavaş yavaş okul vakti gelirdi, gri pantolon, beyaz gömlek lacivert ceket ve lacivert kravattan oluşan son derece zevksiz üniformayı giyip okul yoluna düşerdim. sonra okul bitince akşam hızlı hızlı hatta kimi zaman koşarak eve giderdim. yemek hazır olurdu. annemle bir yandan yemek yiyip bir yandan hayat ağacı adlı diziyi izlerdik. izlerken de yorum yapardık birlikte. bazen bu anılara gömülüp kalıyorum aşamıyorum bu anları. ahmet dayımın köydeki evinin salonundaki duvarda geyikli bir kilim vardı. çok sonra, yıllar yıllar sonra balcalı otobüsünde okula giderken "geyikli gece" şiirini okumuştum, çocuktum elazığ'ın bir köyünde, bir evin duvarındaki geyikli bir kilim tasviri ve turgut uyar falan hepsi buluşup karmakarışık saatler içinde varoluşuyordu zihnimde. kim bilir hala bu yüzden midir nedir
"Üç ev görse(m) bir şehir sanıyordu(m)
Üç güvercin görse(m) Meksika geliyordu aklımı(z)a"

neyse işte böyleyken böyle.. bahar da geldi artık iyiden iyiye. aralıklarla yaza yaza 1 mayıs'a kadar gelmişim. 4 nisan'da başlamışım yazmaya. bugün artık 1 mayıs, işçinin emekçinin bayramı. yaşasaydı emine akçay'ın da bayramıydı bugün. aslında bugün zaten sadece eminelerin bayramı; emineler derken yani anneleri evlere temizliğe gidenlerin bayramı.