31 Ağustos 2012 Cuma

yabancılaşmak

kendini yalnız hissetmek değildir yabancılaşmak. (marksist anlamda veya varoluççu anlamda yabancılaşma bahsine girmek istemiyorum burada. bunu zaten tezimde tartışmıştım yeterince meraklısı bulup okur. hatta aha da burada var tezim: http://sosyalbilimler.cukurova.edu.tr/tez/1569/ buradan tezi indirip yabancılaşma maddesine bakabilirsin ey kari) bahsetmek istediğim anlık yabancılaşmalar. bulunduğun ortamdan, durumdan anlık kopup gitmeler. hayır serbest çağrışımın alanına giren türden bir kopup gitmeyi de kastetmiyorum. "e ne kastediyorsun lan" diyen sabırsız kari, şunu kastediyorum: etrafındakilerin, bazen en yakınındakilerin, senden gayrı olduğunu hissetme anı.

bir şekilde hayatıma giren insanlardan kendimi farklı görmem de diyebiliriz buna. okul arkadaşları, iş arkadaşları vs. "sosyal" bir varlık olmanın getirdiği zorunluluktan doğan arkadaşlıklar yani bir anlamda. bazen bir tenefüs arasında, bazen bir dersi beklerken, bazen okuldan kaçıp aylak aylak gezereken olurdu bu bana. "ne işim var lan benim bu insanların arasında" diyorum bazen. kendimi farklı veya üstün görmemin bir sonucu değil bu yanlış anlaşılmasın. insanların çoğu konuda "mış gibi" yapmasından kaynaklanıyor aslında bu. biri ya da birilerinin siyasi, felsefi, dini, edebi vs. bir konuda biliyormuş gibi yapması senin aslında onların bir bok bilmediğini bilmen ama bir şey diyememen sonunda o andan kopup gitmen ve "ne işim var lan benim bunun (ya da bunların) yanında" diye düşünmen anındaki yabancılaşmayı kastetmeye çalışıyorum. tam da aslında benim lanetlenmemin günleri geliyor şu sıralar. okullar açılıyor çünkü. bu ülkede öğretmenler kadar "mış gibi yapan" başka br meslek grubu daha yoktur. ben de öğretmenim. ve bilemezsin ey kari benim şu 8 yıllık öğretmenlik hayatım boyunca öğretmenler odasında yaşadığım yabancılaşmanın ne haddini ne hesabını.

 istanbul'daki öğretmenlik günlerimin ilk zamanlarında rahattım bu konularda. kimseyle konuşmuyordum, öğretmenler odasına adımımı bile atmıyordum. sigara odasında benden daha az konuşan bir ingilizce hocası vardı akın hoca, karikatüristti. okul zamanı tenefüslerde onunla oturup susuyorduk karşılklı. okuldan çıkınca da bakırköy sokaklarında yürüyordum tek başıma. iyiydi böyle. ama tabii sürdürülebilir değildi bu. asla yalnız kalmana izin vermezler. yalnız kalmayı tercih eden kişi ötekiler için her zaman bir tehdittir.

blog'un günlükten farkı bu işte. somutlayamıyorsun anlattıklarını. sonuçta kamuya açık bir alan burası. şöyle somutlayabilirim belki: kendini solcu veya dindar yahut sanattan anlayan biri olarak sunan bir öğretmen; ya da vazgeçtim amına koyim. öyle işte. bunaltıyorlar adamı. bende de ikiyüzlülük var biraz. söyleyemiyorum  insanlara. bak  şöyle şöyle diyorsun ama bi sik bilmiyon la mal diyemiyorum. bir şey bilmeyene, bilmediğiyle yaşayan insana öyle çok saygı duyuyorum ki ey kari bilemezsin.. bunu okuyan: beni tanıyorsan "sen biliyorsun da ne oluyor?" diyebilirsin ki dersin biliyorum,  bir şey olmuyor işte. sorun da bu zaten. azalıyorum, azaldığımla da kalıyorum. şans oyunları oynuyorum. çıkarsa iyi bir para istifa edip gereksiz tüm insanları (yanlarında yabancılaştığım tüm insanları) hayatımdan çıkarmayı düşünüyorum. okumayı, bilmeyi istiyorum.. yazmayı ve sonra gitmeyi.

işte böyle Sayın Bayan Vera Tulyakova...

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Sahnenin Dışındakiler


Tipik bir Tanpınar romanıdır. Bununla şunu söylemek istiyorum:

    Bu romanda, Tanpınar’ın şiirlerinde, düz yazılarında, huzur romanında anlattığı şeyler bu romanda da vardır. Roman özellikle Huzur romanıyla çok fazla paralellikler içerir. Hatta birebir benzenlikler içerir demek daha doğru olur. Örnekleyelim, 

      Romanda Cemal’in kendisinden yaşça büyük, bir nevi ağabey olarak gördüğü; bilgili, kültürlü, hareketten ziyade düşünce adamı olan birisi vardır. Adı: İhsan. Huzur romanının kahramanı Mümtaz’ın da hayatında benzer özellikler taşıyan bir ağabeyi vardır ki onun da adı İhsan’dır. Benzerlik bununla da kalmıyor; zira Sahnenin Dışındakiler romanındaki ihsan’ın oğlunun adı Mümtaz’dır. 

Tabii ki romanın tipikliği buradan gelmiyor. Romanı tipik bir Tanpınar romanı yapan asıl unsur, Tanpınar estetiğinin roman kahramanı tarafından romanın değişik yenlerinde tespit edilmesidir. Tabii burada öncelikle benim Tanpınar estetiğinden ne anladığımı açıklamam gerekiyor. Tanpınar’ın yakalamayı en çok sevdiği estetik durum, farklı güzelliklerin (makamların, renklerin, kültürlerin..) Bir terkibe girerek kendilerinden çok faklı bir nesnede veya durum üzerinde müşahhas olması. Tanpınar bu eyleme kristalizasyon diyor. Şimdi bu tanımın ışığı altında, yazarın romanın ana ekseni üzerine oturttuğu iki objeden biri olan Elagöz Mehmetefendi Camii için söylediği şu satırlara bakalım: “İşte Elagöz Mehmetefendi camii benim yalnızı dört evresini saydığım bu ictimai jeolojinin her şeyi ve bütün hayatı etrafında toplayan merkeziydi”  (s. 20). Diğer yandan, Romanın ana ekseninin üzerine oturtulduğu bir diğer obje olan Sabiha için söylenen şu satırlar:  Elagöz Mehmetefendi camiinin minaresinde ezan okunuyordu. Sokakta satıcı sesleri artmıştı. Mahur, İsfahan, Neva, Tahir, birbirleriyle karşılaşıyorlar sonra hep birden benim yatağıma ve Sabiha’nın kumral saçları üzerine dökülüyorlardı.” Dışarıdaki hayatın nağmelerinin Sabiha’nın saçlarında müşahhaslaşması..

Romanı tipik bir Tanpınar romanı yapan bir başka özellik de Cemal’in de tıpkı Huzur’un kahramanı Mümtaz gibi asıl eylemin ne tam içinde ne de tam larak büsbütün dışında olmasıdır. (bkz. Ne içindeyim zamanın) Daha doğru bir ifadeyle tıpkı Huzur romanının Mümtaz’ı gibi Cemal de “eylem karşısında aydın kararsızlığının simgesi” olan Hamlet gibidirler. Hatırlanacağı gibi Huzur romanında Mümtaz patlak veren İkinci Dünya savaşına karşı duyarlı olduğu halde bir şeyler yapıp yapmamanın kararsızlığı (huzursuzluğu) içinde kıvranıp durur; bir türlü hareketin içine dahil olamaz Mümtaz. Bu sırada elerinin arasından kayıp giden Nuran’a karşı bile harekete geçemeyen Mümtaz, Nuran’ı da kaybeder ve böylece eşikte kalmanın; harekete geçip geçmemek konusunda tereddüt etmenin bedelini sahnenin dışında kalarak öder.

Aynı şekilde Sahnenin Dışındakiler romanın Cemal’i de asıl sahne olan Kurtuluş Savaşının verildiği Anadolu’ya geçip mücadele etmek yerine İstanbul’da kalıp Kurtuluş Savaşına pek de suya sabuna dokunmadan destek vermesi tıpkı Mümtaz gibi Cemal’in de sosyal hayatta sahnenin dışına kalmasına neden olur. Ayrıca yine Cemal’in dış alemin bütün estetiğinin üzerinde müşahhaslaştığı Sabiha’ya karşı harekete geçemeyip sahnenin dışında kalması (oysa babası cemal’e kendileriyle Anadolu’ya gelmek zorunda olmadığını, isterse onu İstanbul’da bir yatılı okuya verebileceklerini söylemesine rağmen Cemal hiçbir sebep olmamasına rağmen İstanbul’dan ve Sabiha’dan ayrılır.) da Cemal – Mümtaz koşutluğuna örnektir. Üstelik yazar Cemal’in sahnenin dışında kalmasını, Sabiha’yı sahneye çıkan ilk Türk kadını olarak Cemal’in karşısına tekrardan çıkarttırarak vermesi de ayrıca dikkate değerdir. Desteklemesi adına, Sabiha’nın  ilk tiyatro çalışmalarında oyunculuk olarak Cemal’le, yönetmen olarak da İhsan’la çalışmış olması ve sonradan hem Cemal’in hem de İhsan’ın hayatlarındaki bütün estetiklerin temerküz ettiği Sabiha’nın dışında kalmaları da benim romanı böyle okumama neden oldu.

Ayrıca -haddim değil ama- romanda teknik anlamda şöyle bir kusur var: Cemal’in dayısının romana neden girdiği belli değildir. Zira Behçet bey’in romanın vaka kuruluşuna en ufak bir etkisi yoktur. Beklide vardır da ben görememişimdir bilemiyorum.

Roman, Cemal’in hem bireysel anlamda hem de toplumsal anlamda sahnenin dışında kalmasının romanıdır. Şayet Cemal İstanbul’a gitmeyip de İstanbul’da kalmadığı için Sabiha’nın hayatında yer alamadı ve bu yüzden  bireysel anlamda sahnenin dışında kaldı. Öte yandan Anadolu’ya (Asıl Sahneye) geçip ölüm kalım mücadelesi veren Milli Mücadelecilere katılmak yerine İstanbul’da kalıp mücadeleye sorumluluk almadan destek vererek de toplumsal anlamda Sahnenin dışında kaldı. 

ahbar-ı asara tamim-i enzar

türk edebiyatının en velud romancılarından olan ahmet mithat, roman sanatının kuramsal yönüne pek değinmemiştir. belki birkaç romanın önsözünde değindiği roman türü hakkında onu dönemini aşan sadelik ve üslup da bir inceleme yazmaya iten şey nabizade nazım’ın “emile zola dışında romancı tanımadığını ve sadece realist romana roman denilebileceği yönündeki beyanıdır. işte bu söz üzerine; biraz da kendini küçümseyenlere cevap vermek için (aslında onu küçümseyen günümüz okuruna da güzel bir cevaptır bu kitap) yazılmış bir incelemedir ahbar- ı asar.

kitabın bölümleri ve bu bölümlerdeki ana düşünceler kısaca şu şekilde:

mukaddime:
bu bölümde ahmet mithat, “roman ve romancılığın nasıl başlayıp bu zamana doğru nasıl dallanarak, budaklanarak, ne şekilde değişikliklere uğrayarak geldiğini izah etmeye ve uzun uzadıya açıklamaya” karar verme sürecinden bahseder.

mehaz:
yazar bu bölüme eserini oluştururken başvurduğu kaynakları yazmıştır. bir nevi kaynakça olan bu bölümde adı anılan serler şunlar:
1. danyel hue’nin romanların aslına dair mektubu
2. volf namında bir alman muharririn tarih- i umumi- i roman namıyla yazdığı tarih.
3. fransız tabi- i meşhuru dido’nun matbu gayrı matbu şövalye romanlarının umumiyet muntazaman tertip ve tanzimi tecrübesi.
4. dunlop’un tarih- i muhayyelat’ı.
5. şasa’nın kudemanın fıkarat- ı muhayyelesi.
6. didero’nun ansiklopedisinin yirmi dokuzuncu cildinde roman ve şövalye romanları için mahsus olan bendler.
7. kurten’in yeni ansiklopedisinin yirminci cildinde kezalik roman bendi.
8. papaz langle düfrenua’nın romalar istimali.
“bunlardan maada ansiklopedik kamusların kaffesi ile revü de dö mond gibi mecmualarda münderic makalelerin ve tiyatro yollu yazıların asarın gerek gerek tahriri gerek oynanması hakkında “hakikat acıdır” gibi risaleler dahi bu meselde mehaz olmaya layık asarardır. bir de koca kantu’yu unutmamalı…”

(not: ahmet mithat'ın yabancı yazarların ve eserlerin adını telafuz şeklini bozmadan aynen yazdım)

romanlarin aslı:

yazar bu bölümde roman sanatının ortaya çıkışına hatta romanın ilk örneklerinin ne olduğuna dair düşüncelerinden bahseder. bu bölümde danyel hüe’nin düşüncelerinden faydalanan yazara göre roman türünün ilk örnekleri masallar ve mitolojidir. mitolojinin hangi özelikleri sebebiyle romana kaynaklık edebileceğinden ayrıntılı bir biçimde bahsedilen bu bölümde yazar romanın gerçeği taklit etmesi gerektiğine dair düşüncelere de çatar.

aslın teferruu:

romanın aslının “havarık”ın (tansık) hikaye edilmesine dair düşünüşe yapılan itirazlara hue’nin ve kurten’in getirdiği savunmalara başlanan bu bölümde, yazar; yunan ve roma mitolojisindeki ilişkilerin anlatımından sıkılan insanoğlunun bu ilişkileri insanın başından geçmiş gibi anlatmayı denemelerinden bahsedip bu gelişmelerin bir tür olarak roman sanatını şekillendirdiğine ve ayrıntılandırdığına değinir.

kurun- i vusta ve romanlari:

bu bölüme yazar şövalye romanlarının neden artık beğenilmediğine dair bir tespitle başlar. yazara göre eski çağların soylu şövalyeleri gitmiş onun yerine eşkiyalık yapan şövalye tipi ortaya çıkmıştır. bu yüzden bu çağda şövalye romanları artık ilgi çekmemektedir ve tam da ölmeye yüz tutan şövalye romanlarına cervantes’in don kişot’u öldürücü darbeyi vurmuş ve şövalye romanları tarihe karışmıştır artık.
şövalye romanlarının yerini çoban romanlarının aldığı tespiti ve romanlarda ana izleklerin aşk ve dindarlık olduğu kaydı düşüldükten sonra 14. lui devrine geçiliyor.

ondördüncü lui devri:

ahmet mithat bu dönemin romanlarının genel özelliğini “sevdaperest” başlığı altında topluyor. bu dönemin romanlarında şehvetin bayağılaştığını ve okuru bu bayağılıktan kurtaran kişinin madam lafayette olduğu kaydı düşülüyor.
bu dönemin roman tarzını ve zevkini sona erdiren türün “siyasi roman” türü olduğu tespiti yapılarak siyasi roman bahsine geçiliyor.

siyasi romanlar:

bu tip romanların ilk örneği olarak madam de lafayette ‘nin “zaid ve prenses de klev” ve “prenses monpansiye” romanları olduğu tespitiyle başlanan bu bölümde; daha sonra matmazel de lusan’ın “filip ogüst’ün dairesi menakıbı” gibi eserlerin adları anılır ve bu tip romanların aslında devrin siyasi dokusuna uygun kalıcı olmayan eserler olduğuna değinilir.

romancılıkta teceddüd:

bu bölüme ingiliz romancılığının fransız romancılığından kopuşu yeni romancılığa örnek olarak verilerek başlanır. bu bölümde ahmet mithat romanın dönemin zihniyetine uygun şekillendiği yönündeki görüşünü tekrarlayıp zamanının romanlarını tasnif işine girişir.

zamanımızın romancılığı ve romanları:

ahmet mithat’a göre göre romanı gerçekçi veya hayali olarak tasnif etmek yanlıştır. çünkü bir şeyin adı romansa zaten o hayalidir.
ahmet mithat kendi dönem romanlarının sınıflamada dido’nun tasnifini benimser. buna göre roman türlerini: “tarihi roman, ahlaki roman, dindarca roman, dinsizce roman, politik roman, mizahi roman, adli roman, bilimsel roman, sosyal roman” şeklinde sıralayan ahmet mithat, şehvet romanını bir tür olarak kabul etmez.

intikad:

ahmet mithat bu bölümde eleştiri türü hakkındaki düşüncelerini açıklar. ona göre eleştiri, “usul ve erkan” dahilinde olmalıdır. gereksiz sertlik içermemeli, yapıcı olmalıdır. eleştirmenlerin eleştirileri de eleştiriye açıktır, bu unutulmamalıdır. eleştirmen eleştirdiği kişiden daha usta olmalıdır. eleştirmen eleştirdiği türün tarihi gelişimini hakkıyla bilmek zorundadır. ayrıca eleştirmen, batı edebiyatındaki eleştirinin tarihi gelişimini de iyi bilmelidir.

intikadin yolu erkanı:

bu bölüme eleştirinin yolu ve yöntemine dair monsieur courtain’in yazdıklarını anarak başlayan yazar; eleştirinin bir bilim bir sanat olduğunu söyler. ahmet mithat’a göre eleştiri mutlaka herkes tarafından beğenilen eserlere yapılmalıdır.
ahmet mithat eleştirinin yanlızca güzeli öne çıkarmasına estetik diyor ve estetiğin göreceli olduğunu unutmamak gerektiğini de ekliyor bu bölümde ayrıca. yazar bu bölümü “tarihi eleştiri” diye de bir tür olduğunu haber vererek bitiriyor.

hatime:

yazar son söz olarak bu eseri aslında bize edebiyatla ilgili ders vermek isteyenlere cevaben yazmış olsak da aslında bu eser edebiyat dünyasına yeni giren gençlere bir yol göstermek amacına da hizmet etmiştir diyor. “biz gençlere yazmaktan çok okumalarını ve eleştirecekleri yazardan daha bilgili daha usta olmaları gerektiğini hatırlattık bu eserde” diye de ekliyor.

meraklısına not: ahmet mithat'ın bu son derece önemli incelemesi nüket esen tarafından yayına hazırlanıp iletişim yayınları'ndan basılmıştır.

24 Ağustos 2012 Cuma

mendilimde kan sesleri varken

mendilimde kan sesleri varken, yedikule göğüs hastalıkları'nda yatarken yani, sadece yaşamayı, ne olursa olsun yaşamayı, istediğimi hatırlıyorum. 9. hariciye koğuşu'nda peyami safa "agaclarin sihhatine imrenmek" derken neyi kast ettiğini anladığımı hatırlıyorum, koğuşun penceresinden dışarı bakarken. ziyaretime gelenlerin de sıhhatine imreniyordum. sonra doktorlar, hiçbir şey anlamadığım test sonuçlarına, filmlere bakıp; anlamadığım dilde kendi aralarında bir şeyler konuşan doktorlar, ölmyeceğimi, çıkıp herkes gibi yürüyebileceğimi müjdelemelerini dört gözle beklediğim doktorlar, ne çok kıskanırdım onları. ve bir de antibiyotikler, günde on iki tane içtiğim antibiyotikler ve bir de süleyman amca: doktorların öleceğini yakınlarına söylediği ama kendisinin öleceğinden haberi olmayan, durmadan küfreden gençsin sen yaşarsın diyen süleyman amca. orada kıskanmadığım tek insandı.

mendilimde kan sesleri: hiçbir şiir bu kadar zihnimde dönmedi sanırım o ana kadar. sonra şu türkü:


hastahaneden çıktıktan sonra dönüp süleyman amca'yı yoklamadım. belki de iyileşmişti, bilmiyorum ama gidemedim bir daha yedikule'ye. ölümcül bir hastalıkla pençeleşmeyen birisi asla hayatı gerçek anlamda anlayamaz der peyami safa. hayatı anlamıştım ben de yedikule göğüs hastalıkları hastahanesinde: hayatta aslolan hayatın kendisiydi. bütün sorunlar yapaydı, gelecek kaygısı, okunmamış kitaplar, maddi kaygılar hepsi anlamını yitiriyordu. benimle aynı illetten muzdarip muzafer tayyip uslu'nun "kan" şiirinin sonundaki gibiydi her şey:

kan

önce öksürüverdim
öksürüverdim hafiften,
derken ağzımdan kan geldi
bir ikindi üstü durup dururken

meseleyi o saat anladım
anladım ama, iş işten geçmiş ola
şöyle bir etrafıma baktım,
baktım ki yaşamak güzeldi hala

mesela gökyüzü
maviydi alabildiğine
insanlar dalıp gitmişti
kendi alemine

gökyüzü maviydi, bu gökkubenin altında kalayım her ne olursa olsun kalayım, yeter ki kalayım, yeter ki "gün eksilmesin penceremden" yaşamak güzeldi; başka hiçbir şey güzel değildi sadece yaşamak güzeldi... yaşamak güzeldi de bu mendil niye hep kanıyordu? genç bir asistan doktor vardı, ağzımdan kan geliyordu her seferinde artıyordu ve her soruşumda ona nede bu kan bir türlü kesilmiyor diye "normaldir" diyordu. ağzımdan sürekli kan gelmesi normalse, anormal olan neydi peki?

 veremden öldüğünü bildiğim insanlar eliyordu aklıma, II. Mahmut, muzaffer tayyip uslu, Chopin, Schiller ve yoldaşım franz kafka. o günlere dair beni mutlu eden tek şeydi sanırım kafka'yla aynı hastalıktan muzdarip olmak. ve isa'nın en eski iki hastalıktan biri olarak tanımladığı hastalığa yakalanmış olmak vardı bir de. insanları yargılamak ve verem. ben ikincisine yakalanmıştım. birincisine yakalansaydım belki de ikincisine yakalanmayacaktım, kimbilir?

neyse sabah olmak üzere, adana'dayım. bir 26 nisan günüydü hastahaneye yatırıldığımda. to be continued..








23 Ağustos 2012 Perşembe

saman sarısı

Saman Sarısı şiirinin yazıldığı şehirde, sokaklarda dolaştım. "seher vakti habersizce girdi gara ekspres kar içindeydi" işte bu dizede adı geçen gardan trene bindim ben de.

 "yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığım yoktu" ben de derin uyudum varşova'da bir gece. bu şiirle ilgili  esaslı bir okumayı şiiri ilk okuduğum 98 kışından beri erteliyorum. ihtimal şimdi de erteleyeceğim. ve kuvvetle muhtemel bundan sonra da. "şiir geldi kelimeye dayandı" diyordu, cemal süreya. oysa türk şiiri geldi saman sarısı'na dayandı bence. kendimi bu şiiri yorumlamak için  yeterli görmedim hiç.göremeyeceğim de sanırım.

22 Ağustos 2012 Çarşamba

İntiharın Bağlamı

Edebiyat ve Devrim'i okuyorum. birkaç defa daha okumuştum ama bu defa şöyle derinlemesine, not ala ala (ırzına geçer gibi) okuyayım istedim. Bir de Orhan Pamuk'un Kar romanına başladım. Aslında "Snow" desem daha iyi olur gibi çünkü İngilizcesini okuyorum romanın. Bugün sadece 2 sayfa okuyabildim. Adorno'nun "Edebiyat Üzerine Yazıları"nı okuyacaktım, başladım da hatta. ama türkçe olmasına rağmen Kar'ın ingilizcesinden daha yavaş ilerlediğimi farkedince bıraktım. Çevirmen eseri almanca bıraksaymış daha iyiymiş. bir de halsizdim boğazımda bir yanma var belki de onun da etkisiyle bıraktım kitabı.

Selim Işık ve Hikmet Benol'un intiharı üzerine doktora tezi vermek fikri epeydir kafamda. genel anlamda önce intihar kavramına değinip sonra da özelde selim ışık'ın intiharına değinmeyi düşünüyorum. İntihar hayatı anlamanın en önemli anahtarlarından biridir. birini intihara götüren süreci iyi tahlil edebilerseniz hayatın anlamına da vukuf olabilirsiniz gibi gelir bana hep. bu durum, borçları yüzünden intihar eden müflis bir tüccarın intiharı için de ontolojik kaygılar yüzünden intihar eden için de geçerli. (burada şarabımı doldurmak için biraz ara veriyorum. şaka şaka lan şaka sodalı ayran yaptım onu içecem. sodalı ayran göstergesinin entellektüellik gibi bir gösterileni yok di mi ey kari)

intihar için en çok söylenen şey şunlar: "kişinin kendi vücudunu kullanarak kalanları cezalandırmasıdır" ya da "intihar eden kişi aslında hayatın kendisini aştığını dışavurmuştur" biraz dikkatli bakınca iki nedenin de intihar edenlerin, kalanların zihninde yaratıığı intibayla alakalı olduğu görülecektir. burada sorun şu ki intihar; müntehir'in zihnindeki tezahürüyle açıklandığında ancak hayatı bütünleyen bağlamına oturtulabilir.

burada sözü bukowski abime bırakayım:

en iyiler genellikle
intihar ederler
sadece kaçmak için
ve o geride kalanlar
asla tam olarak anlayamazlar
neden biri
onlardan kaçmak istesin ki..!

bukowski muhtemelen sarhoşken yazdı bunları. o yüzden intihar üzerine yakaladığı yalın gerçeği sadece üstünkörü verip geçti. bukowski de intiharı geride kalanların zihninden okumanın anlamsızlığını yakalamış. müntehir'in zihnindekini de yakalamış bukowski hatta ne için intihar ettiklerini de yakalamış fakat müntehirin nereye kaçmak istediğini es geçmiş. sarhoş bunak işte olur o kadar...

evet müntehir kaçmak ister fakat nereye? bu sorunun yanıtını tezimde savlamayı (savlamak? what a fucking word) düşünüyorum ama kısaca vermek gerekirse;

şayet müntehirin bilinçaltında ya da bilincinde bir tanrı fikri olmasaydı intihar edemezdi. bununla şunu demek istiyorum. müntehire bu acı ve anlamsız hayattan kaçma dinamiğini yaşatan bir tanrı fikri ve onun vaadeetiği sonsuz iyilik ve güzellik fikridir. ama "intihar günahtır ve külliyen yasaktır" (ahmet telli'ye de bi selam çakalım) dinler intiharı yasaklar fakat intihar edenin mutlak bir cezaya çarptıralacağına dair bir ipucu vermez. (hadisler bunu söyleyebilir ama hadis dini diye bir din yoktur.) tabii burada bunu çok da fazla nüanse etmeyeceğim. notlarıımı aldım, delillerim sağlam tezde tartışırım uzun uzadıya artık bunu ama özetle bu işte. selim ışık'ın intihar etmeden önceki son günlerinde kendinde İsa'yı görmeye başlamasını tezde öncelikle "baba katli" daha sonra "suçun önselliği" ve sonunda "intihara ortam hazırlayan bir süreç" olarak okuyacağımı beyan eder saygılar sunarım.
İşte böyle sayın bayan Vera Tulyakova.






9 Ağustos 2012 Perşembe

sevdiğim tek mevlevi: asaf halet çelebi

"ibrâhim
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim

güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı
ibrâhim
güneşi evime sokan kim

asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı

ibrâhim
gönlümü put sanıp kıran kim"

8 Ağustos 2012 Çarşamba

celladıma gülümserken çektirdiğim son resmin arkasındaki satırlar -1-

sevdiğim bir şiir ya da iyi bir şiir olması değil bu şiiri bloga ad olarak almam. tabii bu demek değil bu şiiri sevmiyorum ya da bu şiir iyi bir şiir değil. seviyorum bu şiiri ve iyi bir şiirdir bu şiir.
ama başka şeyler var bu şiirle beni buluşturan. beni anlatır bu şiir çoğunlayın. bir roman kahramanında ya da bir film karakterinde kendini bulmak daha fiyakalıdır çoğunlayın ama ben bu şiirde buldum kendimi en çok.
"ben oysa
herkes gibi
herkesin ortasında" sözgelimi bu dizeler, sıradan (burada "sıradan" sözcüğüne kötü bir anlam yüklediğim sanılmamalı)  bir insan gibi yaşamak isteyip de bunu becerememenin verdiği hissi çok güzel anlatır. yorgun argın işten gelip yemeğini yiyip eşiyle çocuklarıyla televizyon karşısında zaman geçirip uyuyan insana özlemdir bu dizeler. devamlayın,
 "... aynada iskeletini
görmeye kadar varan kaç
kaç kişi var şunun şurasında?" gerçekçi bir insan, ne olduğunu, ne olmadığını bilen insan tarifi. bu dizelerle beni buluşturan da gerçekiçi olma dışında bir numarası olmayan bir insan olmamdır sanırım. bu yüzden:
"linç edilmem için artık bütün deliller elde(dir) ve
nefretini kazanmışımdır fahişelerin; ayrıca
lanet ediyor(er) bana bakireler de." toplumun güzünde hem temiz hem de "kirli" olanların nefretini kazanmak.. bu biraz iddialı bir çıkarım olsa da biraz temiz biraz kirli olan insan hem temizlerin hem de kirlenmişlerin nefretini kazanır. çünkü o ne temizdir ne de kirli. temiz birisi ona baktığında onun kirli yanlarını, kirli birisi baktığında ise onun temiz yanlarını görecektir. hiç kimse İsa değil. bu böyledir ne yazık ki. bu yüzden arada kalanlar nefretini kazanır "sıradan" olanın. iyi biri değilim ben. kötü de değilim. bir sevgilim:"sen kötü  biri değilsin; sadece içinde kötülük yok" demişti. haklıydı. bu yüzdendir bu dizelere yaslanmam da.

"haytanın biriyim ben, bunu bilsin insanlar
ruhumun peşindedir zaptiyeler ve maliye
kara ruhlu der bana görevini aksatmayan kim varsa
laboratuvarda çalışanlara sorarsanız
ruhum sahte
evi nepal'de kalmış
slovakyalı salyangozdur ruhum
sınıfları doğrudan geçip
gerçekleri gören gençlerin gözünde."

evi nepal'de kalmış slovakyalı bir salyongozdur benim ruhum da. ey kari (okuyan) "nasıl yani?" diyorsundur kuvvetle muhtemel. slovakya, silah sanayisiyle ünlü bir bölge. nepal de malum en büyük ihraç kalemi gerilla olan bir ülke. gerilla ve silah; devrimci sol yapılanmalara bir anıştırma. salyangoz ise malum "müslüman mahallesinde salyongoz satmak gibi bir deyimin nesnesidir. bu ülke solcularına en çok ithaf edilen; bu ülkenin değerleriyle uyuşmayan şeyleri (marksizmi) savunmasıdır malum olduğu üzre. ve bu davranışlarından ötürü 60'lı 70'li yıllarda muhafazakar-sağ kesim tarafından müsülüman mahallesinde salyangoz satmakla suçlanmışlardır solcular.  şiirde bir "ben" olarak salyangoz'un seçilmesi sadece yukarıda bahsettiğim şeyleri anıştırmasıyla sınırlı değil. salyangoz yağmur yağdığında çıkar ortaya en çok. yani biraz oportunist bir canlıdır salyangoz ve oportunizm de türk solunun bilinenn en eski hastalığıdır. bu hastalık dönem dönem benim de yakalandığım bir hastalık.

neyse biraz geç oldu. devam edeceğim ama...