15 Aralık 2017 Cuma

hipokondriyak yahut davut mezmuru 55 / 5 yahut nesnelerin şahit olamaması

kendimi bildim bileli, hemen tanıdığım herkes benim hastalık hastası olduğumu; gerçekten hasta olduğuma kani olduklarında ise bunu abarttığımı söyledi. aynı kişiler çok ilaç içtiğimi de söylediler. (buradan bakınca ilgiye aç bir insan olduğum düşünülebilir. öyle ya hastalık hastası insanlar ilgiye muhtaç insanlar olarak bilinir. öyle miyim? sanmıyorum. sözgelimi tanıyanlar bilir en çok muzdarip olduğum şeylerden biri baş ağrısıdır. korkunç bir baş ağrısı tarifi imkansız bir baş ağrısı gün aşırı hükmünü icra eder bende. önceleri ağrı kesici alırdım bu dönemlerde ama artık böbreklere zarar vermesin diye pek almıyorum ağrı kesici. dolayısıyla da başım ağrıyor gün - gece boyunca. işte böyle anlarda başım ağrıdığı için pek konuşmuyorum ve her ne yapıyorsam o anlarda pek odaklanamıyorum ona. yanımda kim varsa hemen "neyin var?" diyor. bir şeyim yok desen bir türlü, başım ağrıyor desem bir türlüdür bu anlarda. çünkü daha önce başım ağrıyor dediğimde "ya senin de amma başın ağrıyor" gibi bir karşı bildirime muhattap olmuşumdur mutlaka. böyle anlarda "LAN AMINA KODUĞUM BAK KAFAMIN ARKASINDA BEYNİN TAM ÜZERİNE GELEN YERDE 9 CM²'lik HAYVAN GİBİ AMELİYAT İZİ VAR BU BİR BAŞ AĞRISI İÇİN YETERLİ DEĞİL Mİ LAN" demek istiyorum; ama demiyorum tabii. neyse uzun bir parantez oldu, ben aslında pek de bunlardan bahsetmek istemiyorum. insanlar beni anlamıyor minvalli bi yazı olsun istemiyorum. fi'l hakika burası ergen bloğu değil. ne zamandır fi'l haika'yı bir cümle içerisinde kullanmak istiyordum neyse bu da aradan çıkmış oldu. bir de pejoratif'i kullanırsam tam süper olacak)

yarım bıraktığım tüm kitapları bitirmeye karar verdim. buna ödev olarak verilen ve atlayarak okuduğum kitaplar da dahil. yarım bıraktığım filmlerin de hepsini tamamlayacam. ileri sararak izlediğim filmleri de baştan izleyecem. (bu sonuncu şakaydı tabii çünkü bir erkek sadece belli tür filmleri ileri sararak izler "hadi amına koyim amma konuştunuz" diyerekten ileri alınan filmlerdir bunlar.)
bir hevesle alınan nesneler vardır. alınma amacına bir türlü hizmet edemeyen ama yine de orada olan nesnler.

2 Aralık 2017 Cumartesi

utanç yahut 14.11 / 54.5

ingmar bergman'ın "utanç" filmini izleyecektim bugün bir de tarkovski'nin "solaris"ini. aslında izlemiştim bu filmleri de tezin "utanç" başlığını yazmaya başlayacağım için bir kez daha izleyeyim dedim ama vazgeçtim sonra. etkilenmek istemedim sanırım başlığı yazarken ya da üşendim galiba.  belki her ikisi de bilmiyorum. "yer yarılsa da içine girsem insanları" diye bir şeyden bahsetmiştim bir yerlerde buradaydı sanırım. o insanları anlatmayı düşünüyorum daha doğrusu o insanların neden "yer yarılsa da içine girsem insanları" olduğunun arka planında yatan motivasyonları anlatmayı düşünüyorum tezin "utanç" başlığında. kafamda var bir şeyler, gerekli notları da aldım. onları yazarım artık başka yazarların sanatçıların utanç'la ilgili ne söyledikleri çok da ilgimi çekmiyor. biraz sartre'ın utanç kavramına heidegger'in vicdan'ın celbine dair sölediklerine değinip bu iksini birleştirmeyi ardından kendi fikirlerimi yazacam. aslında sartre da heideger'e de gerek yok pek bu başlık için ama mecburen yani adettendir her başlıkta bir iki varoluşçu filozofun adını anmak ondan yani, yoksa çok da elzem değil; çünkü benim anladığım anlamda bir anlam yüklememiş sartre da heidegger de bu mevzuya. bir iki psikoloğun psikiyatrın makalesine de baktım da onların fikirleri tam evlere şenlik. (tabii freud hariç. abimiz her zamanki gibi farklı bir yerden yakalamış mevzuyu) benim utancın kökenine dair yaptığım tespitler örtük olarak turgut uyar ve edip cansever şiirinde var. sadece turgut uyar'ın benim ve edip cansever'in bildiği bir sırrı ifşa edeceğim için suçluluk duyuyorum ama neyse her şey bilim için.

"Bir tanker geçiyor şimdi de tam akıntının ortasından 
Baştanbaşa gül rengi 
Kimseler görünmüyor içinde 
Neden görünmüyor, bilmiyorum 
Yolcu uçaklarına, yük kamyonlarına, fabrikalara petrol taşıyor 
Tanklara, savaş gemilerine, roketlere de 
Yılların, yüzyılların 
Bitmeyen vahşetini ateşlemek için 
Sanki bu yüzden kimseler görünmüyor ortalıkta, utançlarından 
Utancı bilerek yaşamak korkunç 
Daha korkuncu da var:utancı bilerekten yaşatmak 
Gördük hepsini işte, daha da görüyoruz."

"neden görünmüyor bilmiyorum..." aslında biliyor da bilmezden geliyor edip'im cansever'im. hem de o kadar iyi biliyor ki köpek gibi biliyor edip cansever köpek gibi. utanç kavramını sorgulamadığını anlayamayacağımızı sanıyor ama yemezer. hem utançtan bahsedeceksin bir şiirinde hem de aynı şiirin bir yerinde şunları diyeceksin:

"Ama bak 
Kaybolup giderdi herbiri, karşılaştılar mı bir yerde şiirle 
Aslına bakarsan en güzel aldanmaları yaşadık seninle biz 
Hatırlıyorum da öyle." 

ah kuzum edip cansever, insanın kendini aldatmasının örtük bir dışa vurumundan başka nedir ki utanç.. sen bunu soylu bir şekilde hissettin bense sefil bir şekilde anlayabildim ancak. insan neyi örterse ondan utanabiliyordur ancak. örtmeyle utanç arasındaki ilişkiyi anlatacağım ama şimdi değil. sonra. teze ayırayım bu kısmını. ne sikime derman olacak bilmiyorum ama neyse..

bir utancı paylaşan insanlar vardır. bir utancı paylaşamadığın insan artık seninle değildir; yanında olsa bile seninle değildir. ama hiç kimse bir utancı sonsuza dek paylaşamaz. bu yüzden "hep yalnızlık vardır sonunda" neyse, her neyse. 

"Acele etme yoksun belki 
Ben herşeyin bir bir yok olmasına o kadar alıştım ki 
Ve her şeyin bir bir varolmasına o kadar alışacağım ki 
Bilirsin neler için çarpmıyor bir yürek." 


20 Kasım 2017 Pazartesi

teraziyle ölçülen uzaklık yahut beyaz plastik sandalye

epeydir yazmıyorum buraya. geçen gün bir rüya gördüm. aslında bir rüyadan ziyade birebir yaşadığım bir anın tekrarını rüyada gördüm tekrar. kıştı. karlı ve soğuk bir akşam vakti arabayla giderken sağa dönmem gerekirken dönmeyip üst geçitten devam etmiştim. sonra aniden fark edip fren yaptım yokuşta arabayı geri saldım, yokuş bitene kadar ve sonra dönmem gereken sapaktan dönüp az kalmış yolu tamamladım. bunu niye gördüm rüyamda. dahası aynen neredeyse saniyesi saniyesine neden gördüm bilmiyorum.

bugün pazar. biteviye yağıyor yağmur. hava da soğudu artık. en sevdiğim pazar günü modelidir bu. yağmurlu, karanlık bir pazar. televizyonda iskoçya'daki vahşi yaşamı anlatan bir belgesel vardı sabah. ora da hep yağmurluydu. yağmur şiddetlendi bir ara. izlemek için balkona çıktım. beyaz plastik bir sandalye vardır hep balkonda. ona oturup izleyecektim ama yağmurdan ıslanmıştı hafif. oturmadım.  geriye çektim sandalyeyi biraz daha fazla ıslanmasın diye. beş altı sene oldu neredeyse o sandalye hep oradadır. daha ne kadar orada durur bilmiyorum.

arkadaşlık kurmakta hep sıkıntılı biriydim oldum bittim. son zamanlarda iyice ayyuka çıktı bu. kimsenin eksikliğini hissetmiyorum. kimsenin de benim eksikliğimi hissettiğini sanmıyorum. varlığım yokluğum bir sanırım; dahası kendim için de öyleyim. tanıdığım ve sevdiğimi düşündüğüm birkaç kişi vardı. son zamanlarda midemi bulandırıyorlar sadece artık. bunu onlara belli etmiyorum tabii. belki de ediyorumdur bilmiyorum. aslında şu günleri sorulardan, imalardan uzak geçirmek istiyorum galiba. kimseye cevap vermek istemiyorum herhangi bir şey için. eve geç vakit yorgun argın geliyorum. bu da bana dışarıdaki insanlardan uzak kalmak için bir bahane veriyor. yorgunum. o yüzden sizlerden uzağım, deme bahanesi gibi yani bir anlamda. aslında gerçekten de yorgunum. önceleri söz gelimi okulda falan insanların konuştuklarına ortak olmaya çabalardım. almak istedikleri evler, arabalar, eşyalar; çocuklarının sorunları hakkında konuşmaya çalışırdım. şimdi de yapıyorum bunları ama bir farkla. bana soru sormasınlar diye yapıyorum bunları artık. ola ki konuşmazsam bana niye konuşmadığımı sorarlar diye korkuyorum. oysa ne sorunları ne de sevinçleri falan sikimde bile değil hiçbirinin. benden uzak olmaları dışında hiçbir beklentim yok kimseden. tabii bunda çoğunlukla az buçuk zekalarıyla birbirlerinin arkalarından iş çevirmeye çalışmalarını fark etmemin yarattığı tiksinme duygusu da var. tabi nötr olduğum hatta saygı duyduğum insanlar da var. hiç kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayıp kendi halinde yaşayıp giden, sadece gördüğüm zaman var olan
 - tersinden ben de onlar için gördükleri zaman var olan biriyim- insanlara garip bir şekilde saygı duyuyorum. (benim de ikiyüzlü olduğumu düşünebilirsin ey kâri. madem öyle bunları o insanların yüzlerine söylesene diyebilirsin. haklısın ama inan buna sabrım ve gücüm yok. kaldı ki ikiyüzlüyüm sanırım ben de.) önceleri yok farz edilmeme içerlerdim. şimdi tam tersi yok farz edilmek istiyorum. beni yok farz etsinler sorun değil. ben sadece balkondaki beyaz sandalyeye oturup dışarıyı izlemek istiyorum. başka bir sandalye olmaz ama. küçükken camdan dışarıyı izlerdim. ne düşünürdüm o zamanlar bilmiyorum, hatırlamıyorum. şimdi balkondaki beyaz plastik sandalyeye oturup düşünmek istiyorum. anlamak istediğim, kaçırdığım bir şeyler var biliyorum. onları yakalamak istiyorum. yakalarsam sanki onları -her neyse onlar- pişmanlıklarım bir nebze olsun hafifleyecek gibi. koca bir pişmanlık gibiyim ama neye pişman olduğunu olması gerektiğini bilmeyen. sanki sadece balkondaki beyaz plastik sandalyeye oturup düşünürsem bunları bulacakmışım gibi bir his var içimde.

mutfakta yemek yaparken bir gün birden o beyaz sandalyeye ilişmişti gözüm. 2015'ti. kıştı. bir şeyleri yanlış yaptığım fikri oturdu bir an içime. yanlış yaptığım bir şeyler vardı. (buradan sonrasını okurken yan sekmede George Frideric Handel'in "sarabande"sini açmanı salık veririm ey okuyan, bu beni genel anlamda olmasa da şu anda bunları yazarken nasıl bir halet- i ruhiyede olduğum konusunda sana bir nebze yaklaştırır.) bazı nedenlerin beni bıraktığını daha doğrusu bırakacağını hissetmiştim o beyaz sandalyeye bakarken. heyhat aslında çoktan bıraktığını da biliyordum, bilmezden geldim sadece o zaman. epeydir izlemeyi ihmal ettiğim bir film gelmişti tam o an aklıma. barry lyndon diye bir film. beyaz plastik bir sandalye, stanley kubrick'in bir filmi, ocakta bir türlü pişmeyen patatesli kereviz... rüya atmosferi gibiydi hepsi birbirine karışıyordu ben bir şeylerin elimden kayıp gittiğini hissediyordum. (birazdan sarabande biter, dilersen arkasına astor piazzola'nın oblivion'unu dinleyebilirsin ey kâri) dış dünya hep çağırır. yemek pişmeye yakındı, pilav ve salata yapmak lazım gelirdi yanına yemeğin. pilava ve salataya başladım. sonra balkona çıkıp sandalyeyi görmeyeceğim bir yere çektim. (çok sonra bu sandalyeyi görmeyeceğim bir yere çekmemi hiç alakasız bir anda tekrar hatırladım. kıştı. sulu sepken kar yağıyordu. arabanın silecekleri yetişemiyordu sulu sepkenin yağışına. iç anadolu'da bozkırdaydım. ağır ağır biteviye uzayıp giden yolda o o plastik beyaz sandalyeyi hatırlamıştım. müthiş bir özgürlük duygusu kaplamıştı içimi. (müthiş sözcüğünü burada arapça aslında olduğu gibi dehşet kökünden gelen anlamıyla düşün ama ey kâri) sonu hiçbir şeye varmayacak bir özgürlük tam yanı başımdaydı. sulu sepken dinmiyordu bir türlü. arabanın içi sıcaktı. bir şey yaptırmayan bir özgürlük tam karşımdaydı. bir şeyler yapmam gerektiğini hissediyordum bu hissi bana dayatan tek şey beyaz plastik sandalyeydi. ama yapılacak bir şey yok gibiydi. -olsun isterdim- her şeyi hiçleyen bir özgürlük kemiriyordu beynimi. yol da kar da bitmiyordu. bir şey olsun hayat beni çağırsın istiyordum. araba karda kaysın mesela yahut ne bileyim hatalı sollayan bir kamyon karşıdan bodoslama gelsin isterdim o an. hiçbiri olmadı. hayat çağırmadı, çağıramadı belki kim bilir.

kasımın 13. peyder pey yazıyorum. ayağım üşüdü biraz önce ilk defa. kalın çorap giydim kalkıp. kış geliyor artık. gelsin. mayısa kadar ısınmaz artık ayaklarım. tezin üçte biri bitti. geri kalanı da zihnimde dönüyor, yani kalan kısmı da bitti sayılır. özgürlükten bahsetmişim yukarıda. musallat olan bir özgürlükten bahsetmek isterdim oysa ama etmeyeceğim sanırım bundan. sadece isa yaşasaydı ve tanısaydım onu belki ona bahsedebilirdim bundan. (şimdi çıkıp da isa göklerdeki evinde yaşıyor ama deme bana ey kâri, isa göğe ağdığında öldü aslında.* keşke ölmeseydi ama öldü.) bu yazıyı ne zaman yayınlayacağım acaba? ya da yayınlayacak mıyım, bundan bile emin değilim. hiçbir şey ölmüyor içimde, her şey yaşıyor. ölsün isterdim ama birçok şey. ölsün de rahat bıraksınlar beni. görüntüler var aniden zihnimde bir şimşek gibi çakıp geçen görüntüler var. bırakmıyorlar yakamı bir türlü. hakka suresinin 1. ve 2. ayetleri geliyor aklıma durduk yere:

1. gerçekleşecek olan;

2. nedir o gerçekleşecek olan?

bu ayetlerle birlikte kierkegaard'ın "kaygı gelecektir" sözü sonra. iki anlama gelecek şekilde kullanılmış gibi bu söz: ne yapsan etsen de kaygı sana gelecektir; gelecek, bir kaygıdır.
bir de "yaklaşıyor yaklaşmakta olan" ayeti. bu ayet niye geldi ki şimdi durduk yerde aklıma? aslında biliyorum. bak sana da anlatayım ey kâri. söz gelimi sulu sepken kar yağıyorken bir menzile doğru gittiğini düşün. her saniye yaklaşıyorsun menzile. bazen ayağını gazdan çekmek istiyorsun. mezile varmayı geciktirmek için. heyhat neye yarar bu? kaçınılmazı geciktirmenin bir anlamı var mıdır? "vardır" dediğini duyar gibiyim. demesen de varoluşunla vardır diyorsundur zaten ne fayda? ama olsun ben bunu sana soru sormak için yazmadım. çok zaman birkaç saniye bakmam yeterlidir yüzüne insanın ne düşündüğünü anlamam için. yüzü bende belirsiz birkaç insan kaldı ama. anlayamadım ne düşündüklerini bir türlü onların. neyse bu başka bahsin konusu.

19.11.2017 olmuş tarih. sanki birazdan çok önemli şeyler söyleyecekmişim gibi bir his var içimde. oysa hayatım boyunca önemli bir şeyler söyleyemedim hiç. önemli bir şeyler söylemeye yaklaştığım anlar oldu sadece. "mataramda tuzlu su" gibiydi o anlar. gözümün önüne geldikçe kovduğum bu anlarda bir kez olsun hayatımı kendi ellerime alma şansım olduğunu hissettiğimi hatırlıyorum. dostoyevski'nin tabiriyle "insancık" olmaktan insan olmaya evrilebilirdim, beceremedim. insancık olarak kaldım. makar devuşkin'im ben. ah kuzum makar alekseyeviç devuşkin. "HAYIR" diyemeyen insanlar bir din kursaydı hiç şüphesiz peygamberi makar alekseyeviç devuşkin olurdu. isa bir dönem makar devuşkin olarak dostoyevski'nin satırlarına konuk olmuş. saf sevgidir makar devuşkin.

ertesi gün:

pazar bugün. 20'si oldu sanırım. yok hala 19'uymuş. birkaç saat sonra 20'si olacak. keşke günlük tutabilmeye devam edebilseydim. daha iyi olacaktı buraya örtük örtük yazmaktansa oraya açık açık yazardım her şeyi. tezin "oyun" başlığının eskizlerini yazmaya başladım bugün. insan hep başkası olmak isteyendir: dinlediği bir şarkıda, izlediği bir filmde, okuduğu bir romanda hep bir başkası olmak isteyendir. aynı zamanda insan bunu kontrol edebilendir de. yani başkası olabilmeyi kontrol edebiliyor insan. edemeyenler ne oluyor peki? onları da şizofren diye yaftalayıp akıl hastanelerine tıkıyoruz sanırım. ah kuzum golatkin, oynayabileceğin oyunlar yok muydu ki hiç niye böyle oldu? bir romancı olabilseydim hiç kimsenin özdeşim kuramayacağı bir karakter yaratmaya çalışırdım. bunu yapabilen romancının adı cervantes - dostoyevski - ? bu soru işaretinin yerine yazılabilir. james joyce,  bir nebze olsun yapabiliyor sanki bunu, her günkü hal üzere bulunan insanı anlatmaya çalışarak. ama neyse konumuz bu değil. konumuz insanın sadece ve sadece özdeşim kurabilerek "sağlıklı" bir şekilde hayatta kalabileceği gerçeği. bunu yapmayan insan var mıdır acaba? yani hiç başkasının yerinde olmayı istemeden yaşayabilen bir insan var mıdır? hemen cevap vereyim yoktur. destan dönemi kahramanlarını saymazsak tabii ki onlar da gerçek olmadığına göre saymayabiliriz onları da. leopold bloom'un yerinde olmak isteyen birisi oldu mu hiç acaba? sanmam ben istemedim mesela. o halde cervantes - dostoyevski - james joyce diyebiliriz.

neyse konu bunlar değil aslında. herhangi bir konu da kalmadı pek yazmaya değer. bunlar var ama beni aşar şimdilik bunları yazmak. (aslında yazarım da senin bunları okumanı istemiyorum şimdilik ey kâri) "bizi gerçeklerden ayıran algının kapılarıdır." william blake. yahut "if the doors of perception were cleansed everything would appear to man as it is: infinite"  neyse bilen bilir benim sorunum, kendimi diğerlerinin beni gördüğü gibi görememem de yatıyor. bu çok kötü, dahası dayanılacak gibi değil.





29 Temmuz 2017 Cumartesi

gösteri bitmeli

şov da devam edecek gösteri de sürecek bundan kaçış yok. bunu biliyorum; fakat ben artık bunda yokum demeyeceğim bu çok iddialı olur ama en azından ben artık bunun içinde yani "gösteri toplumu"nun içinde yer almamaya çalışacağım.
 "gerçek anlamda altüst edilmiş dünyada doğru, bir yanlışlık anıdır." der guy debord gösteri toplumu'nda. kaç zamandır -son altı yedi aydır- kafamın için de dönüp duruyor bu cümle. doğru olduğunu bildiğim hatta doğruluğu konusunda şüphe dahi etmeyeceğim şeyler, gösteri toplumunun duvarlarına çarpıyor. sonrasında onlar yargılamasalar bile ben kendimi yargılıyorum. tüm insanlık için genelgeçer doğru olan şeyler için bile kendimi bunu düşündüğüm, söylediğim için yargılarken buluyorum. aslında bu gösteri tolumunda yaşamayı beceremediğimi söylemek istemiyorum; aksine çoklarından da iyi yapıyorum bunu. gösteri toplumunun algısıyla yaşamak konusunda epey mahirimdir yani. (epey ikiyüzlüyümdür şeklinde de okunabilir son cümle) ama  sadece en azından bir süre -kalıcı olması temennisiyle- ben bu oyundan çıkmak istiyorum. (en azından şimdilik) eyvallah.

9 Temmuz 2017 Pazar

tamamlandı yahut eksikliğin yokluğu üzerine

cep telefonum güncelleme alırken deyim yerindeyse neyse küfür etmeyeyim ama dondu kaldı, bari ne zamandır not düşmeyi düşündüğüm bir şeyi yazayım ben de:

'bütün dünyayı yarattığında tanrı ona baktı ve iyi olduğunu gördü; isa çarmıhta ruhunu teslim ederken, şu sözler duyuldu: "Tamamlandı" kierkegaard'ın 9 haziran 1837 tarihli günlüğüne düştüğü not bu. gelin birlikte bu cümleyi biz sıradan insanlar için anlamlı hale getirelim şaka lan şaka bana ne ne anladıysan anla bu cümleden ki belki de bi sikim anlatmıyor bu cümle. neyse epey zaman oldu yatağın başucunda barnabas incili durur. içinde de kurşun kalem. ara ara bakarım yatmadan önce rastgele bir sayfasını açıp. ama epeydir tanrı'yı da imanı da hristiyan teolojisini de kutsal kitaplar yerine kierkegaard'dan okumak yahut anlamaya çalışmak diyeyim daha anlamlı geliyor. neyse zurnada peşrev olmaz demiş ecdad,

kierkegaard'dan mülhem bu sözde birçok anlam katmanı olmakla beraber, ben "iyi - tamamlanmışlık" eşitsizliği üzerinde durmak istiyorum. iyi olan tamamlanmış olmalıdır postülasını yıkıyor İsa. şu halde kötü olan da iyi olan da tamamlanmış olmak zorunda değil gibi bir anlam çıkıyor. tanrı'nın isa'da ete kemiğe büründüğü bilgisinden de hareketle tanrı da iyi'nin tamamlanmış olmaklık gibi bir anlamı barındırmadığını bildiğini iddia edebiliriz. çarmıhta bedenen öldü isa. demek ki dünyevinin hitamı için ancak ve ancak ölüm gerekiyor. yaşarken asla iyi diye bir şey yok. (beynimin içinde nereden geldiğini bildiğim fakat nereye gittiğini asla bilemediğim bazı görüntüler belli belirsiz geçip gidiyor. fırtınanın önündeki bir çalı (bu çalı dikenli bir çalı, çünkü acıtıyor sıkça)  gibi beynimin kıvrımlarında dolaşıyor bu görüntüler. iç sesim bir düşman gibi -beni düelloya davet eden bir düşman gibi- konuşuyor durmadan. kendim dışında her şeyi herkesi ihmal etmekle suçluyor beni, gerçekten böyle mi? özür borçlu olduğum insanlardan özür dilemek için bile ben aramadan onların beni aramasını bekledim yahut belki de onlar bana bir özür borçludurlar; özrümün önemsiz olduğunu hissettirdikleri için bana. oysa bir özür asla önemsizleşememeli. koca bir özür gibi -tepeden tırnağa bir özür gibi- dolaşıyorum. oysa kimsenin benden bir özür falan beklediği yok. bunun da farkındayım. peki ama ben bu kefareti nasıl ödeyeceğim? niye alacağını tahsil etmekten vazgeçer insan?




yukarıda parantez içindekileri yazmaya başladığımdan beri beynimin içinde bu çalıyor. senin de beyninin içinde bu çalsın ey kâri.
beklendiğim hiçbir yere geç kalmadım şimdiye kadar. hatta hep erken gittim bile denebilir. ama yine de bir türlü beklenileni verebildiğim hissi oluşmadı bende. ya ben beklenileni veremedim yahut insanlar ben de bu hissin oluşmasına izin vermediler. neyse sonuç her halükarda aynı kapıya çıkıyor. koca bir hayal kırıklığı gibi hissediyorum kendimi. dahası bunu değiştirme imkanım yok. işin ilginci beni hayal kırıklığına uğratan insanların sebeplerini hep mantıklı buldum ve kızamadım. herkes nasıl da mantıklı. ironi yapmıyorum, gerçekten herkes ne kadar da mantıklı ve haklı. tüm bunları yukarıda kierkegaard'dan yaptığım alıntıyla ilintileyeceğimi sanıyorsan boşa bekliyorsun ey kâri. (bak yine bir beklentiyi boşa çıkardım. haklısınız kızmakta.)








29 Haziran 2017 Perşembe

lucha de gigantes

bir yer geliyor artık istenilmeyen biri olduğunu anlıyorsun -demek saçma olur- çünkü istenilmeyen biri olduğunu anlamak bir süreç işidir; şu halde cümleyi şöyle kurmak daha mantıklı: bir yer geliyor istenilmeyen olduğunu artık net bir şekilde anlıyorsun. hayat aslında biraz da istenilmediğin yerde kalma mücadelesi gibi bir şey galiba. ölüme yönelik varlığın içinde bulunduğu zorunlu durum havf'tır der martin heidegger. bunu her yere çekebiliriz, hemen her duruma uyarlayabiliriz fakat burası bunun yeri değil; üstelik vakit de geç oldu. kurtuluş var mı peki? var aslında: kendini vasatın tahakkümüne bırakmak. bütün hayatını vasatın tahakkümüne tevdi ederek havf''tan kurtulunabilinir (kurtulunabilinir: bir kelimede 4 tane çatı eki kullandım üst üste) ben bunu yapamadım sanırım daha doğrusu beceremedim, sakil durdu üstümde vasatın her günkülüğü. yok hayır buradan şu sonuç çıkmamalı: ben vasatın tahakkümüne girmedim falan demek istemiyorum, en sonunda vergi verip faturalarını ödeyen biriyim vasattan ne kerte vareste olabilirim ki?
"yalnızlık, bir ovanın düz oluşu gibi bir şeydir" diyordu cemal süreya; "uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum" diyordu turgut uyar ve "bir kişi bile değilim yalnızlıktan" diyordu edip cansever eli artırarak. aslında heidegger gibi söylersek yalnızlık nasıl da el - altında - olmaklık bir şey. şu kibirt, sigara yahut kalem, telefon.. gibi öylece duruyor el - altında yalnızlık, fakat kalemden vs. farklı olarak hükmünü icra ediyor o canlı bir varlık gibi.



ara verdim yazmaya bunu dinledim. ne anlatıyor acaba şarkıda? bilmiyorum merak da etmiyorum açıkçası.

rus romanlarında kendini horlayanları düelloya davet eden kahramanlar vardır hani. hayatı düelloya davet edemezsin ki ya da edebilir misin ki?

devlerin düellosu
havayı doğalgaza çeviriyor
vahşi bir düello beni uyarıyor
çirkin dünyanın içine girmeye ne kadar da yakınım
kırılganlığını hissediyorum
bir kabus arkamda canavar gibi
kovalıyor beni
her şeyin yalan olduğunu söyle bana
sadece aptalca bir rüya
başka hiçbir şey
alçaklıktan korkuyorum
hiç kimsenin sesimi duymadığım yerde
aldatmayı bırak
saklanmaya çalışma
hiç gezmedin buralarda dolaşırken
kağıt canavarı
kime karşıyım bilmiyorum
ya da burada başka kimse var mı?
bazı tuhaf yerlerdeki
korkunç hayaletlere inanıyorum
ve aptallığımla seni gülmekten kırıp geçiriyorum
bu çirkin dünyada
kırılganlığını hissediyorum
aldatmayı bırak
saklanmaya çalışma
hiç gezmedin dolaşırken
kağıt canavarı
kime karşıyım bilmiyorum


26 Haziran 2017 Pazartesi

iyiydik lan yahut sakızım yere düştü

buradaki 100. iletimmiş bu. kısmet umut sarıkaya'nın bir öyküsüneymiş 100. ileti. öykünün (anlatının) en can alıcı yeri şu sanki: "ben ağzım açık oturduğum yerden namık'a bakarken top ayagımdan alındı ve yine golü yedik" bütün bir hayatın özeti gibi: bir şeye hayran hayran bakarken tam o sırada en savunmasız anında rakip boş durmaz ve golü atar. rakibin golü atmasından daha ziyade aslında sen golü yemişsindir. (aynı şeyin tersten söylenişi gibi mi geliyor sana ey okuyan? doğru bu ama aynı şey değil yine de) 

" sevgili dostlarım şimdi tam anlatabilir miyim bilmiyorum ama o gün ilk defa bişeylerin değişmesinin beni ne kadar korkuttuğunu anladım. sanki hep öyle devam edecek sanarken, insanların bir takım kararlar alması, birden ciddi bir mesafe takınması çok koydu bana. en yakın arkadaşım çok yabancı geliyordu lan! iyiydik lan. nereden çıktı bu köy'' demek istedim." ya ben bu yazıyı ve bu yazıya dair söylemek istediklerimi pek de mantık silsilesi içinde yazamayacağımı hissediyorum şu an. ki okuyan olarak en haklı beklentindir senin mantık silsilesi. (mantığınızı, ahlakınızı, etikinizi ayrı ayrı sikeyim) mantık silsilesi en haklı beklentindir ve fakat çığlıkta ahenk aranmaz öğretmediler mş bunu sana? 

(aslında aklımda "balkondaki plastik beyaz sandalye üzerine" diye bir yazı yazmak vardı, olmadı. yazacam ama bunu da. balkondaki plastik beyaz sandalye şu anda bile duruyor orada. epeydir hemen her gün atmayı düşünüyorum onu ama atmıyorum. bilmiyorum.) 

"telefondaki ses çok ciddiydi bu sefer. iyiydik lan diyebildim bu sefer. telefonu kapattım. ağladım, çok ağladım. ağlarken sakızım ağzımdan düştü. ben hiç çok ciddi kararlar alamadım, karar alanlara arkadan baktım.' tüm hayatımın özeti gibi bu satırlar. ben de hiç ciddi kararlar alamadım. alanların arkasından baktım ama. olsun, bu da benim yazgım sanırım. iyi günler.

24 Haziran 2017 Cumartesi

iç sesin yüksek sesle konuşmaya başlaması yahut "her istediğin olacak diye bir kural mı var?"

bu uzun, okuması dahi meşakkatli başlığın hakkını verebilmeyi umarak sözlerime başlamak istiyorum; ama birazdan dışarı çıkıp bira içecem. hızlı hızlı  bir şeyler yazmak istedim öncesinde. başlığın yahut'tan sonraki kısmı hesapta yoktu aslında. birdenbire aklıma geldi bunu da eklemeye karar verdim. babam ben küçükken birkaç defa kullanmıştı bu sözü. sözün kullanıldığı bağlam malum. çocuksun ve bir şeyler istemişsindir, "hayır" denmiştir, ısrar etmişsindir, 'niye?' demişsindir niye olmasın ki istediğim şey ve fakat akabinde bu müthiş cevap:  "her istediğin olacak diye bir kural mı var?" (cevap öyle derin anlamlar içermiyor, farkındayım fakat bir çocuğun zihniyle düşünmeyi deneyin burada. (bu söz, bende bir travmaya neden olmadı ama onu baştan söyleyeyim. hatta genel anlamda çocukluğuma dair hiçbir şey bende bir travmaya neden olmadı. sadece her çocuk gibi üzülmüşümdür ben de bazı şeylere hepsi bu. olur ha yazının gelişinden benim bir çocukluk travmamdan bahsedeceğim beklentisiyle okumaya başlayan vardır diye baştan uyarayım istedim. benden bir kafka falan çıkmamasından da bunu anlamış olmanız gerek zaten tanıyanlar için söylüyorum.)
kendinde her şeyi yapabilme hakkını gören raskolnikov'un bu düşüncesinden vazgeçmesine neden olan saikleri yazmak istiyordum ama vazgeçtim. hayır, çocukluğuna dair yaşadığı seyler yüzünden vazgeçmedi raskolnikov bu düşüncesinden. romanı okuyanlar bilecektir zaten bunu. her istediğini yapmaya hakkı olduğu halde bunu yapmaktan feragat eden insanların bir şiiri; her istediğini yapmaya hakkı olduğunu düşünüp bunu da yapan insanların ise bir hayatı vardır. (upuzun bir şiirdir Radion Romanoviç Raskolnikov'un yaşa(yama)dıkları.  tam burada bir şarkı arası verelim mi? ben de birkaç bira içip gelecem bu arada:


neyse ne diyordum, eve geldim. başından beri bildiği şeyleri bilmezden gelerek yaşamak: tam da buna yaşamak diyoruz. olağanüstü hiçbir şey yok; ama olsaydı ne olurdu diye de yaşıyoruz. burada iç ses devreye giriyor hep. biteviye konuşan, konuşması için de susması için de hiçbir nedeni olmayan bir ses. (Sartre olsa buna ne derdi acaba? sike sike "kendinde" demek zorundaydı. her kendi - için zorunlu olarak bir "kendinde" barındırıyor içinde. bunu fark ettiğimde varoluşçu külliyata yeni, daha önce hiç düşünülmemiş bir katkı yapacağımı sanmıştım belki de hala öyle ama sikerler ya kimin umrunda bu? benim bile değil. heyhat!) beni bu ilgilendirmiyor. önceleri susturamadığım iç sesim salt iç ses olarak takılıyordu. artık yüksek sesle konuşuyor benle. ne yazık ki bir yabancı gibi falan da  değil beni çok iyi tanıyan biri nasıl konuşursa öyle konuşuyor. biri bana nasılsın dediğinde 'iyiyim' diyorum fakat iç sesim "eksik" diyor, bir iç sese uygun olarak iç ses gibi haddini bilerek içten konuşuyor. şimdilik kimseler olmadığında yükseltiyor sesini içsesim. ama "içimden bir ses" iç sesimin dış dünyayla iletişim kuran dış sesimi bir gün bastıracağını söylüyor. en sonunda "gerçek" galebe çalar. iç sesimin söylediklerini biliyorum bir gün artık tırnak içine almadan yazacağım. (svetlana boym, "tırnak içinde ölüm" kitabında bunu mu anlatıyordu? tanrı'nın iç sesi var mı acaba? retorik soru bu aslında, cevabını çok da merak etmiyorum. ama kader diye bir şey yok, olsaydı iç ses olmazdı. iç sesim iç ses olmaktan çıktı bir süredir hükmünü yüksek perdeden icra ediyor artık. (dikkatli okur yazının şakülünün kaydığını fark etmiştir. en iyisi burada kesmek daha fazla saçmalamadan.)












14 Haziran 2017 Çarşamba

kurmacanın retoriği

Kurmacanın Retoriği
Eserin sayfa düzeni ve konu dağılımı şu şekilde:
İkinci Baskıya Önsöz
İlk Baskıya Önsöz
Teşekkür

BİRİNCİ KISIM
SANATSAL SAFLIK VE KURMACANIN RETORİĞİ
1. Anlatmak ve Göstermek
2. Genel Kurallar, I:
"Hakiki Roman Gerçekçi Olmalıdır"
3. Genel Kurallar, II:
"Tüm Yazarlar Nesnel Olmalıdır"
4. Genel Kurallar, III:
"Hakiki Sanat İzlerkitleyi Umursamaz"
5. Genel Kurallar, IV:
Duygular, İnançlar ve Okurun Nesnelliği
6. Anlatı Türleri

İKİNCİ KISIM
KURMACADA YAZARIN SESİ
7. Güvenilir Yorumun Faydaları
8. Göstermek Olarak Anlatmak: Güvenilir ve Güvenilmez
Dramatize Edilmiş Anlatıcılar
9. Jane Austen'ın Emma'sında Mesafe Kontrolü

ÜÇÜNCÜ KISIM
GAYRİŞAHSİ ANLATI
10. Yazarın Sessizliğinin Faydaları
11. Gayrişahsi Anlatının Bedeli, I:
Mesafe Karışıklığı
12. Gayrişahsi Anlatının Bedeli, II:
Henry James ve Güvenilmez Anlatıcı
13. Gayrişahsi Anlatı Ahlakı

İkinci Baskıya Sonsöz
Kurmacada Retorik ve Retorik Olarak Kurmaca:
Yirmi Bir Yıl Sonra

Kaynakça:
Ek Kaynakça, 1961-82
James Phelan
Kaynakçalar Dizini
Dizin


Booth’un bu geniş oylumlu eserinin tek cümleyle özetlemek gerekirse –ki böyle bir gereklilik yok- bu eser, anlatıcının esere nasıl ve ne kadar ve hangi yollarla sirayet ettiğini gösteren bir eserdir diyebiliriz.
Booth, kitabın 1. bölümünde okura en erken anlatılarda bile – ki bunlar kutsal kitaplar oluyor- bir anlatıcının esere sirayet ettiğini gösteriyor. Bu girişten sonra, Booth, eser boyunca anlatıcının eserdeki retoriğinin evrimini de gösteriyor. Diğer bir değişle klasik romandan, gerçekçi romana; oradan modern romana uzanan bir evrim sürecini de göz önüne seriyor Booth.
Eserin 2. Bölümü, “Hakiki Roman Gerçekçi Olmalıdır” gibi bir başlık taşıyor. Booth’un attığı bu başlıktan yazarın bu konuyu tartışacağını anlıyoruz aslında. Çünkü gerçekçi roman gelene kadar yazarın esere müdahil olması çok aşina bir şeydir. Gerçekçi romanla birlikte bu durum ortadan kalkmıştır. Eleştirmenlerin bir kısmının gerçek romanın bu eğilimini haklı bulduğunu söyler Booth: “Diğerleri gibi onun gözünde de yazar yorumu başlı başına, hele ki “çok fazlaysa” – gerçi neyin çok fazla” olduğu genellikle irdelenmez- tartışmasızı kötüdür” (s.37)
Öncelikle, belirtmek gerekir ki Booth’un bu alıntıya karşı bir mesafesi söz konusudur. Booth, anlatıcının esere müdahil olup olmamasını sorunsallamaz. Onun derdi ileride göstermeye çalışacağım gibi anlatıcının esere nasıl sızdığıdır. Ayrıca Booth’a göre zaten anlatıcının esere sirayet etmesi gibi bir durum da neredeyse söz konusu bile değildir. Her anlatıcı az veya çok öyle böyle esere sirayet eder. Hatta alışılmış kanının aksine gerçekçi romanlarda da anlatıcı eserde örtük de olsa vardır. Nitekim sayfa 48’de şöyle der bu konuyla alakalı olarak Booth: Yazardan beklenen tavırlar. – Pek çok eleştirmen yazarın “nesnel”, “tarafsız”, “hissiz”, “ironik”, “yansız”, “eşit mesafede”, “gayri şahsi” olması gerektiğini varsayar. Yüzyılımızda sayıca azınlıkta kalan diğerleri ise yazarın “tutkulu”, “müdahil”, “angaje” olmasını ister. Bu iki uç arasın kalan ılımlı eleştirmenler de yazar, hitap edilen kitle ve kurmaca dünya arasındaki uygun “mesafe” için standartlar geliştirmeye çalışmıştır. (s.48) Bu alıntıdan da anladığımız üzere Booth yine bu tartışmada da bir taraf değildir.
Bu başlığın ardından yazar, bir çok eleştirmen için neredeyse bir paradigma olan “Tüm yazarlar nesnel olmalıdır” konusunu tartışmaya açar. Booth, bu konuda da yine paradigmanın dışında konumlandırır kendisini. Ona göre eleştirmenin yazardan böyle bir şey bekleme ya da beklememe gibi bir derdi olmamalıdır.
Nitekim sayfa 88’de bununla alakalı olarak şöyle der Booth: “İyi ama kimin umurunda? Bu hikayeyi anlatmayı seçen romancı aynı zamanda şu hikayeyi anlatamaz; ilgimizi, sempatimizi ya da sevgimizi bir karaktere odakladığı zaman, ister istemez başka bir karaktere ilgimizi, sempatimizi ya da sevgimizi azaltacaktır. Sanat pek çok konuda olduğu gibi burada da hayatı taklit eder; tıpkı gerçek hayatta ister istemez kendimden başka herkese adaletsiz davrandığım, ya da en iyi ihtimalle en yakınımdaki sevdiklerime adil davrandığım gibi, edebiyatta da tam bir taraf tutmama hali imkansızdır. Ulysses acaba Bloom, Stephen ve Molly çevresinde kaynaşan burjuva İrlandalı karakterlere karşı adil midir? Adil olmadığı için şükran duymalıyız  (s.88)
Booth bu bölümü Flaubert’in bu konulara dair bir yönelimine atıfla bitirir: Kayıtsızlık. (s.91)
Booth, kitabının 4. Bölümüne : “Haki sanat izler kitleyi umursamaz” üst başlığıyla başlıyor. Bölümün giriş başlığı ise Hakiki sanatçılar sadece kendileri için yazarlar” şeklinde. Başlık elbette çok açıktır ki birçok yazarın ve eleştirmenin bir yargısı aslında. Bölümün girişinde birçok modern yazarın “ Ben yazarım okur da okumayı öğrensin” tavrını tartışmaya açıyor Booth. Yazarların bu yaklaşımlarına mesafelidir kendisi. Burada benim de araya girerek birkaç şey söylemem gerekiyor. Birçok modern yazarın neredeyse snobluğa vardırdığı bu okuru yok sayma tavrı Jean Poul Sartre’nin “Bulantı” romanında da tartışılır. Romanın ana kahramanlarından Roquentin, tarihi bir kişilik olan M. de Roellebon ile ilgili bir şeyler yazmak için bir kütüphanede çalışmaktadır. Roquentin, kütüphanede çalıştığı zamanlarda oranın müdavimi olan biriyle tanışır.
Roquentin’in tanıştığı kişi, kendi kendine okuyup öğrenme çabasında olan biridir. Hatta bu yüzden Roquentin ona “autodidacte” gibi bir lakap takar kendince. Roquentin’le Autodidacte sohbet ederlerken, Autodidacte; Roquentin’e neden böyle bir kitap yazdığını sorar. Roquentin, bir amacı olmadığını öylesine aslında kendisi için yazdığını söyler sadece. Bunun üzerine Autodidacte nefis bir soru sorar: “Peki ya bir adada tek başınıza yaşasaydınız yine de yazar mıydınız bu kitabı?” Roquentin cevap veremez. Aslında cevapsız bıraktığı bu soruya bir cevap veriyordur: Hayır yazmazdı! Aslında Sartre de bu tip okuru hiçe sayan yazarlara cevap veriyor burada. Herkes okunmak için yazar!
Eserin 5. bölümü “Duygular, İnançlar ve Okurun Nesnelliği” üst başlığını taşıyor. Alt başlık ise bölümün özeti gibi bir alıntıdan oluşuyor: “Gözyaşları ve kahkahalar estetik bakımdan sahtekarlıktır” Booth, diğer bölümlerde olduğu gibi bu bölümde de eleştirmenlerin bu konuyla alakalı yargılarına değinip kendi düşüncelerini belirtiyor. Ardından Booth’a göre anlatıcının esere yönelik bu tip bir retoriği her zaman kötü olacak diye bir kaide taşımadığını öğreniyoruz.
Burada ben yine bir parantez açıp konuya dair kendi fikirlerimi belirtmek istiyorum. T. S. Eliot gibi “Yeni Amerikan Eleştirmenleri”nin temel tezlerinden biri olan “bir eserin konusu onu estetik kılmaya yetmez” tezi akla gelmelidir bu başlıkta. Gerçekten de bir eser, bizi güldürüyor, ağlatıyor veya hüzünlendiriyor diye estetik kabul edemeyiz onu. Burada vurgu eserin bizi nasıl ağlattığı ya da güldürdüğüne dair olmalıdır. Yani eserin estetik değerini ortaya çıkaran şey nasıl güldürdüğü ya da ağlattığıdır Yeni Amerikan Eleştiricilerine göre. Bu söylediklerimi, Booth’un “İnancın Rolü” başlıklı bölümde söylediklerine de uygulayabiliriz. Bir eser bizim inançlarımıza uygun şeyler anlatıyorsa iyidir gibi bir yargı olamaz. Aslolan yine bu inancı nasıl anlattığıdır eserin. Sözgelimi İslamcı bir şair olan Cahit Zarifoğlu’nun şiirleri iyidir estetik olarak fakat Necip Fazıl’ın şiirleri ise aynı inançla yazılmış olmalarına rağmen kötüdür.
 Booth bu bölümün ilerleyen kısımlarında Anlatıcının esere olan mesafesine değiniyor. Bu mesafeyi de 4 ana başlık altında topluyor yazar:
1- Anlatıcının mesafesi zımni yazarın mesafesinden daha az ya da daha çok olabilir.
2- Anlatıcının mesafesi anlattığı hikayede bulunan karakterlerin mesafesinden daha az ya da daha çok olabilir.
3- Anlatıcı okurun kendi normlarına daha yakın ya da daha uzak olabilir; örneğin fiziksel ve duygusal olarak (Kafka’nın Dönüşüm’ü); ahlaki ve duygusal olarak ( Brighton Rock’taki Pinkie, Mauriac’ın Le Noeud de vipères’indeki cimri ve modern kurmacanın inandırıcı insanlara çevirmeyi başardığı diğer pek çok yoz karakter).
4- Zımni yazar, okura daha yakın ya da daha uzak olabilir. Mesafenin düşünsel olması mümkündür.
6. Bölümün girişinde Booth o ana kadar aslında ne yaptığını bir cümle ile özetleyerek başlar: “Yazarın retorikten kaçınmayı seçeceğini, ancak hangi tür retoriği kullanacağını seçebileceğini görmüştük. “(s.161)
Gerçekten de bu bölüme gelene kadar Booth en iddialı eserler de bile yazarın kendisini mutlak bir saklayışının söz konusu olamayacağını örnekleriyle gösterir.
Eserin 7. ve 8. bölümlerinde ise Booth, Güvenilir ve Güvenilmez anlatıcılara değinir. Bu bölümlerde en dikkate değer alıntı şudur kanımca: Benim güzel okuyucum, kendi yüreğini yokla da bir karara var. Bu görüşlerime inanmıyor musun? Eğer inanıyorsan, gelecek sayfalarda örneklerini bulacaksın söylediklerimin. Eğer inanmıyorsan, şunu bil ki, aklının erdiğinden fazlasını okudum daha şimdiden. Ne tadına varabildiğin ne de anladığın şeyleri okumakla vaktini boşuna harcayacağına, işinle gücünle ya da kendi zevklerinle (nasıl şeylerse artık) uğraşman çok daha hayırlı olur. Kör doğan bir dama renkler konusunda bir söylev çekmek ne denli saçmaysa, sana da aşkın etkisinden söz etmek o denli saçmadır. Senin aşk konusunda düşündüklerin, bu körlerden birinin kırımızı renginden söz edilirken düşündükleri kadar yersizdir muhtemelen; … senin için aşk, bir tabak dolusu çorbaya ya da bir sığır rostosuna benzer herhalde. [ VI. Kitap, 1. Bölüm](s, 191)
Booth’a göre anlatıcı burada okurun inancını da şekillendirmek istiyordur asılında. Yukarıdaki alıntıda anlatıcı güvenilmezdir. Şu alıntıda ise güvenilir bir anlatıcı vardır:
Şimdi de müsadenle şunu söyleyeyim ki sayın okurum, şu ana kadar okuduklarından ileride okuyacaklarını tahmin edebilirsin; şu ana kadar yazdıklarım bilmeni istediklerimi anlatan bir denemeydi, buraya kadar biçilen kumaştan anlayabilirsin nasıl bir elbise giyeceğini… Fakat bazı muzip Okurlar Tahılımı kendi Kileleriyle ölçmeye ve bu hikayeyi tasarlamanın bir sebebi olduğu yargısına varabilir…
Bana inanan sayın okurum, (vurgu bana ait) böyle bir şey yoktur, tüm kalbimle buna itiraz ederim. (Francis Kirkman, The Unlucky Citizen) (s.224)
Booth burada farklı romanlardan alıntılarla bu iki tip anlatıcıya çeşitli örnekler veriyor fakat yazarların neden böyle bir yönteme başvurduklarına değinmiyor? Bense burada bir parantez açıp yazarların neden bu tip bir tekniğe, yönteme başvurduğuna açıklık getirmek istiyorum.
Anlattı geleneği ilk insandan beri var olan ve var olmaya da devam edecek olan bir gelenektir. Hemen her şeyi kendisi için bir muamma olan ilkel insan için her şeyi bilen bir anlatıcıya ihtiyaç vardır. İlkel insan, etrafındaki anlamlandırmadığı şeylere karşı merakını büyük ihtimalle bu anlatıcılar üzerinden gideriyordu. Bu tip bir anlatıcının en yetkin örneklerini kutsal kitaplarda görmemiz de tesadüf değildir. Bu tip anlatıcıların ilk dönem romanlarda daha çok olması da tesadüf değildir. Çünkü Ortaçağ’da da Yakın çağ’da da insanın doğaya epistemolojik tahakkümü henüz sınırlıydı. Bu yüzden bu dönemlerin romanlarında da her şeyi bilen anlatıcılar hakimdir henüz daha. Sanayi devrimi sonrası bilginin artması ve yayılmasıyla birlikte artık her şeyi bilen birey vardı yani. Bunun doğal sonucu olarak da her şeyi bilen anlatıcıya gerek kalmadı ve bu tip anlatıcılar da modern romanda artık gözükmemeye başladı.
Eserin 9. Bölümü Mesafe Kontrolü başlığını taşıyor. Bu bölümde yazar, anlatıcının esere olan mesafesini nasıl ayarladığını okurun da bu mesafeleri hangi ölçütlerle tahlil edebileceğini anlatıyor. Anlatıcının kahramana sempati beslemesinin ya da yargıda bulunmasının nasıl bir mesafe tahliline yaradığı gösteriliyor bu bölümde.
Ayrıca bu bölüm, adeta yazmaya yetenekli bir yazar adayı için roman yazmada kullanabileceği teknikleri anlatan bir ders kitabı gibidir de.
Kitabın 10. Bölümü, Yazarın Sessizliğinin Faydaları başlığını taşıyor. Bu başlığı açıklamaya yarayacak iki alıntıyla başlıyorum:
1. Herhangi biri, hatta her şeyi bilen belirsiz bir anlatıcı, hummalı bir hezeyana ve ölümün eşiğine doğru umutsuz yolculuğunda Miranda’ya eşlik edebilseydi, içsel çığlığındaki dokunaklığın büyük bir kısmının kaybolacağı açıktır. (s. 289)
2. Gregor Samsa bir sabah tedirgin düşlerden uyandığında, kendini yatağında devasa bir böceğe dönüşmüş buldu. Zırh gibi sert sırtının üstünde yatıyor, başını biraz kaldırınca o bombeli, kahverengi ve yay biçimli sertlikler tarafından bölünmüş karnını görüyordu; bu kamın tepesinde yorgan, tamamen kayıp düşmeye hazır, güçlükle tutunabiliyordu. Vücudunun geri kalan kısmına oranla sanacak derecede ince, kendisine ait bir sürü bacak, gözlerinin önünde çaresizce titreşip duruyordu.
Bu sahnede Gregor nasıl iğrenç bir böceğin bedenine hapsolmuşsa bizde hapsoluruz; başka hiçbir anlatı aracı, iğrenç nesneyle bağlarımızı koparmadan bu yoğunlukta bir fiziksel tiksinti uyandıramazdı herhalde. (s.295)
Bu alıntılarda vurgunun hep yazarın yokluğunun okuyucu üzerindeki etkisi üzerine olduğu açıktır. Burada Booth bize yazarın sessizliğinin okur üzerinde en azından etki bakımından ya da okuru eserin içine çekme açısından son derece önemli olduğunu söylüyor. Bu tez bence haklı bir tezdir. Çünkü anlatıcının araya girdiği eserlerde her araya giriş kaçınılmaz olarak okur üzerinde bir yabancılaştırma efekti etkisi bırakmaktadır. Bu da okuru eserin atmosferinden çıkarmakta böylece anlatının etkisi azalmaktadır.
Eserin 11. Bölümü “Gayri Şahsi Anlatının Bedeli, 1- Mesafe Karışıklığı” başlığını taşıyor. Booth burada çeşitli romanlar üzerinden okur üzerinde kafa karıştırıcı bir anlatıcı tipini tahlil eder. Yazarların bu tip bir anlatıcıyı tercih etmesi Booth’a göre eserin dayattığı bir zorunluluktur. Yani yazar bilerek bir muğlaklık yaratmak istediğinde mesafeyi karıştıracak tipte bir anlatıcı seçmektedir.
Eserin 12. Bölümü, “Henry James ve Güvenilmez Anlatıcı” başlığını taşıyor. Booth burada yine güvenilmez anlatıcıyı başka romanlar üzerinden tahlil etmeye çalışıyor. Sözgelimi Nabakov’un Lolita romanındaki şu alıntıyı güvenilmez anlatıcıya örnek olarak veriyor Booth: “Humbert adlı mahluk yabancı ve anarşisttir, çekici kızlar konusunun yanı sıra ona karşı olduğum pek çok nokta vardır.” (s.387)
Eserin 13. Bölümü ise Gayri Şahsi Anlatı ahlakı adını taşıyor. Yazar bu bölümü Celine’nin “Gecenin Sonuna Yolculuk”u üzerinden tartışıyor. Booth burada diğer bölümlerden farklı olarak okurun romanı kitapevinden alma sürecinden başlıyor anlatmaya. Bu kısımlar biraz İtalio CAlvino’nun “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” romanının giriş bölümünü andırır. Daha sonra Booth ele aldığı romandan bir alıntıyla başlıyor tahliline:
Yolculuk etmek iyidir, düş gücünü çalıştırır.
Diğer her şey tuzaklardan ve yanılsamalardan ibarettir. Bizim yolculuğumuz ise tamamen düşseldir. Gücünü buradan alır. Yaşamdan ölüme doğru gider. İnsanlar, hayvanlar, kentler, nesneler her şey düşlenmiştir. Bu bir romandır, yalnızca düşsel bir öyküdür. Böyle buyurmuştur Littre, o ki asla yanılmaz.
Kaldı ki herkes aynı şeyi yapabilir. Gözünüzü yummanız yeterlidir.
Yaşamın öbür tarafından görülmesidir bu
Celine’den yaptığı bu alıntıdan sonra şunları kaydeder Booth: Celine roman boyunca bazen vardır bazen yoktur. Celine bazen kendisini romanın değişik yerlerinde bir anlatıcı olarak konumlandırır ve bu da okuru sürekli dumura uğratır. İşte bu durum okurda bir kafa karışıklığına yol açacaktır Booth’a göre.

Eser bundan sonra İkinci Baskıya Sonsöz bölümüyle bitiyor. Booth burada kendisine ve eserine yöneltilen eleştirilere cevap veriyor. Özellikle Frederic Jamesson gibi eleştirmenlerin roman okumayla siyasi tarih incelemeyi birbirine karıştırdığı için kendi eserini hakkıyla eleştiremediklerinden yakınıyor bu bölümde Booth.







13 Haziran 2017 Salı

namık kemal'in romancılığı

İÇİNDEKİLER

1. HAYATI................................................................................................................ 1
2. ROMAN TÜRÜNÜN TARİHİ GELİŞİMİ VE TANZİMAT ROMANI........... 5
3. NAMIK KEMAL’İN ROMANCILIĞI............................................................... 10
3.1. İntibah............................................................................................................ 10
3.2. Cezmi............................................................................................................. 10
3.3. Roman Anlayışı.............................................................................................. 10
BİBLİOGRAFYA.................................................................................................... 12


1. HAYATI

Namık Kemal, birbiri ardınca mühim adamlar yetiştiren, tanınmış bir ailenin çocuğudur. Ailenin; adı bilinen ilk ceddinin Konyalı Bekir Ağa isimli bir zat olduğu söylenir. Aynı ailenin diğer tanınmış simaları, sırasıyla, Topal Osman Paşa, Kapudan-ı Derya Ratip Ahmed Paşa; Üçüncü Sultan Selim’in baş mabeyincisi Şemseddin Bey; İkinci Sultan Hamid’in müneccim başılarından Mustafa Asım Bey gibi şahsiyetlerdir.
Namık Kemal’in babası, Mustafa Asım Bey’dir.
Namık Kemal, 21 Aralık 1849’da Tekirdağ’da doğmuştur. Annesi, Tekirdağ Muhassıllığında; Afyon Karahisarı; Kütahya, Kıbrıs kadılıklarında; Lazistan Mutasarrıflığı’nda, Kars ve Sofya Kaymakamlığı’nda bulunan, Koniçe eşrafından, Abdüllatif Paşanın kızı Fatma Zehra Hanım’dır.
Kemal’in şeceresi şereflidir. Fakat çok da haksızlığa uğramıştır: Büyük amcası Müderris Osman Paşa’nın Mora ve Bulgaristan tenkillerindeki yıldırım gibi hareket ve dirayeti  karşısında şöhreti bir destan halinde yayılmış, fakat padişah Birinci Hamid bu şöhretten ürkerek o kahraman veziri katlettirmiştir. Uzun müddet yaşayan ve beş padişaha hizmet eden Kemal’in dedesi Şemseddin Bey’in serveti ve emlaki ise beş defa musadere olunmuştur. Bu yüzden oğlu Mustafa Asım bey’e asaletten başka bir şey bırakamamıştır. Bütün bunları dinleyerek yetişen Kemal ileride zulme ve haksızlığa karşı en pervasız bir celadetle kafa tutmuştur, çünkü kendi ecdadının ruhları bile ona bu dersi vermektedir.
Kemal henüz sekiz yaşında iken annesi afyon Karahisarında ölmüştür. Abdüllatif Paşa kızının hatırası olan Kemal’i yanından ayıramadığı için, Namık Kemal çocukluğunda dedesiyle birlikte diyar diyar dolaşmış ve Abdüllatif Paşanın mazulen İstanbul’da bulunduğu yıllarda Bayezıd Rüştiyesinde ve Valde Mektebinde birkaç sene okumuştur. Fakat daha altı yaşından başlayarak, babasından ve diğer özel hocalardan ders gören Kemal’in asıl tahsili, böyle özel hocalar elinde olmuştur. Kemal’e tasavvuf kültürü  ve edebiyat zevki veren hocasının, Kars’da Vaizzade Mehmed Hamid Efendi olduğu bilinmektedir.
Kemal anne şefkatini anneannesi Mahdume Hamımdan görmüştür. Kars’da binicilik ve cirit gibi spor dallarıyla meşgul olmuştur. Çocukluğunun bütün bu görgü, bilgi ve duygu hareketleri arasında daha Kars’da iken şiir denemelerine başlayan Kemal’in bir deftere yazdığı divan tarzı manzumeleri ve bazı hicivleri İstanbul’a döndükten sonra yazdıklarıyla birlikte bir divan meydana getirmiştir.
Asıl adı Mehmet Kemal olan şaire Namık mahlasını Sofya’da iken tanıştığı şair Eşref Paşa vermiştir. Yine Sofya’da henüz on altı yaşındayken Niş kadısı Mustafa Ragıp Efendinin kızı Nesime Hanım ile evlendirilmiştir. Bu evlilikten 1864’de Feride adlı bir kızı,1867’de Ali Ekrem adlı bir oğlu olmuştur
İstanbul’da Hariciye Nezareti Tercüme Odası’nda katiplik vazifesi alan Kemal, burada on yıl kadar çalışmış, aynı on yıl içinde, iki sene kadar da İstanbul Emtia Gümrüğü tahrirat baş katibi, sonra müdürü olan, Divan Şairi Leskofçalı Galip Bey’in yanında muavin olarak vazife görmüştür. Yine bu on yıl içinde özel tahsile devam eden Namık Kemal, Arap ve Acem edebiyatı ile İslami ilimler sahasındaki bilgilerini genişletmiştir. Devrin Divan Şairleriyle tanışan ve bir divan şairi olarak ciddi şöhret kazanan Kemal, Encümen-i Şuara’ya katılarak bu encümendeki üstad şairlerin yanında haklı itibar  görmüştür.
Haftada bir toplanan encümen şairlerinin o hafta içinde hazırladıkları şiirleri ve nazireleri okuma vazifesi de Encümende, Namık Kemal’e verilmiştir. Namık Kemal’in divan üslubuyla söylediği bu devir şiirlerinde, bir çok meslektaşlarından ayrı hususiyet göstererek bu şiirleri yeni buluşlarla, yeni fikirler ve yeni hayallerle süslemesi burada ehemmiyetle kaydolunacak noktadır.
Namık Kemal’in memuriyet hayatına Tercüme Odası’nda başlaması, onun daha öncede Fransızca öğrenmiş olması ihtimalini düşündürür. Tercüme Odası’nda ise Fransızcasını ilerletmeye çalıştığı ve bütün hayatınca hürmetkarı olduğu bir hocadan burada Fransızca öğrendiği bilinir. Arapçası ve Acemcesi hayli kuvvetli olan Kemal’in  (iyi Arapça,acemce ve iyi Türkçe bilen bütün Tanzimatçılar gibi ) Fransızca’yı da iyi ve kolay öğrendiği tahmin edilebilir.
Namık Kemal’in sanat ve fikir hayatının asıl dönüm noktası, Şinasi ile tanıştığı ve Tasvir-i Efkar’da yazmaya başladığı zamandır. Daha Tercüme Odasında iken, devrin bazı yeni fikirli gençleriyle arkadaş olan Kemal, Şinasi’yi tanıdıktan sonra benliğinde Doğu tefekküründen Batı tefekkürüne doğru bir çekiliş duymuştur. 1865’te Şinasi’nin Paris’e gitmesi üzerine bu gazeteyi tek başına çıkartmaya devam etmiştir.Yazılarını ulusun gözünü açacak, istibdat idaresini yıkacak nitelikte yazmıştır. Halk dershanelerinin açılması, kızların okutulması, İstanbul’un yangınlardan kurtarılması ve Fransız diliyle öğrenim yapılan Tıp Fakültesinde artık Türkçe’ye dönülmesi gerektiği ve bilhassa Türk Dili Ve Edebiyatı hakkındaki makaleleri çok ses getirmiştir. Daha sonra hükümet, siyasetine aykırı düşen gazetelerin bu yolda yazmalarını yasakladı ve bazılarını da kapattı.
Bu arada Namık Kemal Erzurum vali muavinliğine atandı. Namık Kemal bu göreve gitmeyerek, arkadaşı Ziya Paşa ile birlikte 18 Mayıs 1867’de Paris’e kaçtı. İkisinin de bu firarının sebebi Mısır Hidivliği işi yüzünden Bab-ı Ali ile arası açık olan Mustafa Fazıl Paşanın çağrısıdır. Onları, Avrupalıların Jön Türkler dedikleri, Yeni Osmanlılar Cemiyeti adına neşriyat yapmaya davet etmiştir. Ancak, Sultan Abdülaziz’in III. Napolyon’un daveti üzerine Paris’e gelmesi dolayısıyla, Fransa Hükümeti bu siyasi Türk mültecilerine Fransa’dan uzaklaşma tebliğinde bulununca Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi ile birlikte Londra’ya geçmiştir. Kısa bir zaman sonra Ali Suavi’nin idaresinde “Muhbir” isminde bir gazete çıkarmaya başlamışlardır.(31 Ağustos 1867) Fakat Ali Suavi ile anlaşamayınca bir yılı aşar bir süre sonra Namık Kemal 28 Haziran 1868’de Avrupa’da çıkarılan Türk gazetelerinin en kalitelisi olan “Hürriyet” gazetesinin idaresini eline almıştır. Namık Kemal Avrupa’da kaldığı yıllarda, Avrupa devletlerinin idari şekli, hukuki ve siyasi kurumları, iktisadi durumları gibi konularla ilgilenmiş; Paris’te hukukçu Emile Accolas’tan, Londra’da Fanton adlı bir İngilizden hukuk dersleri almıştır.
Namık Kemal başta Ali Suavi olmak üzere bazı ihtilalci arkadaşlarının hükümete karşı işi şahsiyete döken aşırı hücum ve tutumlarından rahatsız olunca 6 Eylül 1869’da Hürriyet gazetesinden ayrılmıştır. Fransız-Alman  harbi başladığı sırada zaptiye nazırı Hüsnü Paşanın çağrısı üzerine 1870’de İstanbul’a dönmüştür.
Mahmud Nedim Paşa’nın sadrazamlığı sırasında Avrupa’dan dönen Nuri, Reşat ve Ebuzziya Tevfik beylerle birlikte “İbret”gazetesini kiralamışlardır. Bu gazete ilk sayısını 13 Haziran 1872’de çıkarmıştır. Namık Kemal burada gazetecilik hayatının en güzel ve en kuvvetli yazılarını yazmıştır.”Garaz marazdır”adlı yazısı gazetenin uzun bir müddet kapatılmasına kendisinin de Gelibolu mutasarrıflığına atanmasına sebep olmuştur.
Namık Kemal Avrupa’dan döndükten sonra batı hayranlığına saplanmayıp, Türk-Osmanlı tarihinin en büyüklerine şuurla sarılarak millete o büyükleri ve o büyüklükleri tanıtmaya çalışmıştır. Aynı yıllarda halka vatan sevgisini, millet sevgisini, milli ahlak ve kahramanlık duygularını, daha canlı şekilde tanıtacak yeni bir vasıta bulmuştur: Tiyatro. Kemal’in Gelibolu’da yazmaya başladığı Vatan Yahut Silistre isimli tiyatro eseri 1 Nisan 1873 akşamı İstanbul Gedikpaşa tiyatrosunda sahneye kondu. Bu piyes Türk sahnesi için büyük bir hadise olmuştur. Fakat bu eserin halkı aşırı derecede heyecanlandırması, coşturması sonucu meydana gelen olaylar Namık Kemal’in tutuklanarak Magosa’ya sürülmesine sebep olmuştur (6 Nisan 1873).
Kemal ilk önce topçular kışlasının bir zindan odasına konulmuş daha sonra Veys Paşa’nın gösterdiği anlayışla, bir sürgün için oldukça rahat bir yer sayılacak pencereli ve teraslı bir daireye nakledilmiştir. Namık Kemal, Magosa’da me’yus olmamış aksine Vatan piyesinin gördüğü manevi mükafattan aldığı hızla burada yeni tiyatro eserleri, tarihi eserler, bir roman, bir takım edebi eserler, tenkitler ve bol miktarda mektuplar yazmıştır. Bu eserler incelendiği zaman Kemal’in Magosa’da çok elverişli hatta rahat bir hayat sürdüğü neticesine varılmaktadır.
Namık Kemal 38 ay Magosa’da kaldıktan sonra Sultan Beşinci Murat’ın tahta geçmesiyle diğer sürgünlerle birlikte affedilerek 20 Haziran  1876’da İstanbul’a dönmüştür. Sultan İkinci Abdülhamit tarafından iltifat görmüş, Şura-yı Devlet üyeliğine getirilmiş ve Kanun-i Esasi’yi hazırlayan kurulda görevlendirilmiştir. Fakat İkinci Abdülhamit’in gerçek yüzünün ortaya çıkmasıyla hürriyetperverlerin hepsi bir tarafa atılmıştır. Namık Kemal de felaketle neticelenen Rus Harbinin ilanından sonra padişahın aleyhinde bulunduğu yolundaki bir ihbarla tevkif edilmiş ve umumi bir hapishaneye sevk edilmiştir. Beş ay sonra beraat etmesine rağmen İstanbul’da bırakılmayarak önce mecburi ikamete sonra da mutasarrıf olarak Midilli adasına gönderildi. Burada ve daha sonra naklen tayin edildiği Rodos ve Sakız Mutasarrıflıklarında iyi bir idare adamı olarak çalışmış, 2 Aralık 1888’de Sakız adasında yakalandığı Zatürre hastalığı neticesinde ölmüştür.
Kemal Osmanlı hanedanından Rumeli Fatihi Süleyman Paşa’nın hayranı idi. Öldükten sonra onun Bolayır’daki türbesi yanına gömülmek isterdi. Bu arzusunu unutmayan Ebuzziya Tevfik, naaşını hükümdardan izin alarak Sakız’dan Bolayır’a getirtti. Namık Kemal’in Bolayır’da, Süleyman Paşa Türbesi yanındaki kabrine, planı şair Tevfik Fikret tarafından çizilen küçük ama güzel bir türbe yine, Sultan Abdülhamit tarafından yaptırılmıştır.




2. ROMAN TÜRÜNÜN TARİHİ GELİŞİMİ VE TANZİMAT ROMANI

Sözcük anlamı Latince’den türemiş olan diller ve bilginlerin kullandığı dil dışında kalan ve herkesin konuştuğu halk dili anlamına gelir. Roman sözcüğü batı edebiyatında yine buradaki anlamına uygun olarak halk dilinde yazılmış nesir veya nazım, gerçek yada uydurma menkıbe anlamında kullanılmıştır. Buradan hareketle bizde roman türünün ilk örneklerini veren yazarlarımızın eserlerine tür adı olarak hikaye sözcüğünü seçmeleri de anlamlandırılabilir.
Batı edebiyatında klasik roman türünde kaynaklık eden eser Giovanni Boccocio’ nun Decameron Hikayeleridir. Roman türünün de ilk örnekleri arasında kabul edilen bu eser sonraki yüzyıllarda  gerek anlatış gerekse de hikaye kurgusunun sunuluşu bakımından taklit edilmiştir.
16.yüzyıl roman türü adına büyük gelişmelerin görüldüğü bir yüzyıldır. Bu yüzyılda özellikle François Robelois’ in Gargantua ve Pantagruel adlı eserleriyle, İtalya’da doğan sonra hızla Portekiz, İngiltere ve Fransa’ya yayılan çoban romanı türünde bir çok eser karşımıza çıkıyor. Özellikle Fransız Honore de Urfee’nin Asteree romanı çoban romanı türünün en özgün örneklerinden biri olarak adı anılmaya değerdir.
Bunların haricinde 16. yüzyılın ortalarına doğru bu çoban ve şövalye romanların yanında ilk örneğinin kahramanın adıyla anılan Picoresk roman türünde örnekler de veriliyor.
Ve nihayet bu yüzyılda çağdaş romancılığın ilk örneği kabul edilen Miguel de Cervantes Saavedra’nın Don Kişot romanı çıkar karşımıza.
17. yüzyıla gelindiğinde romanlarda kahramanların iç dünyasının anlatılmaya çabalandığını görüyoruz. Özellikle Contesse de La Fayette’nin Princesse de Cleves (1678) romanı ilk psikolojik roman olarak düşülüyor tarih kayıtlarına
18. yüzyıl -özellikle İngiliz Edebiyatında – roman türü adına artık yetkin örneklerin verildiği bir yüzyıl oluyor. Doniel Defoe’ nin Robenson’u Jonathon Swift’in Gulliver’i (1726) bu yüzyılın önemli romanlarındandır.
Aynı yüzyılda Fransa’da Voltaire’nin Candide ve Micromega’sı ile Rousseau’nun Sully-Nouvvelle Heloise (1761) romanları, Almanya’da Goethe’nin Werther (1774) romanları roman türü adına önemli eserlerden bazılarıdır.



18. Y.Y. ‘DA ROMAN TÜRÜNÜN GELİŞME NEDENLERİ

Bu yüzyılda teknolojik gelişmeler sonucunda baskı tekniklerinin ilerlemesi basım işini ucuzlatmış böylece yazarlar kitaplarını daha çok bastırabilmiştir. Bu gelişme yazarların yazı yazma işinden para kazanmasına sebep olmuş ve böylece yazarlar yazmaya daha çok zaman ayırmışlardır. Bu da roman türünün gelişmesini hızlandırmıştır.
Romanın her yüzyılda daha da yetkinleşmesinin bir diğer nedeni de Fransız İhtilali’ nin  yarattığı görece özgürlük ortamıdır. Bu özgürlük ortamı yazarlara fikrini açık yüreklilikle söyleme şansı sunmuş ve bu da yazarların eserlerine yansımıştır.
19. yüzyıl romancıların profesyonelleşme çağıdır. Bu yüzyılda sanatının sorunlarına eğilinmiş ve roman üzerine kuramsal olarak değerlendirmeler yapılmıştır.
Bu yüzyılın ilk yarısı biraz da Napoleon Bonapart’ın karizmatik kişiliğinden de kaynaklanan bir takım nedenlerden ötürü romantizmin yüzyılı olmuştur. Napoleon’un şahsında şekillenen Avrupa aydının üstinsan arayışı özellikle Rus ve Fransız romanına damgasını vurmuştur. Bu dönemin Rus ve Fransız romanlarında her şeye gücünün yetebileceğini zanneden Bazarov, Raskalnikov, Rastisnac, Stwrogin, Prens Andrey, Felix gibi kahramanlar Avrupa aydınının Napoleon’un kişiliğinde şekillendirdiği üst insan fenomeninin bir sonucudur.

ROMANIN TARİHİ GELİŞİMİ ÜZERİNE BAZI DÜŞÜNCELER

Burjuva yaşam tarzının bir ürünü olarak kabul edilen roman türü yukarıdaki örneklerden de anlaşılabileceği üzere Burjuvazinin tarih sahnesinde görülmesinden çok önce tarih sahnesine çıkmıştır. O halde romanı Burjuva kültürünün bir ürünü olarak değerlendirmek yanlış mıdır? Soru şeklinde koyduğum bu tespit romanın burjuva kültürünün bir ürünü olduğu tezini çürütüyormuş gibi görünse de aslında roman ve burjuvazinin tarihine bakıldığında bir koşutluk göze çarpar ve bu koşutluk da romanın burjuva kültürünün bir ürünü olduğunu doğrular.
Kapitalizmin Merkantilist dönemine rastlayan 16. ve 17. yüzyıllarda Avrupa dışındaki tabii zenginliklerin (altın, gümüş vs.) Avrupa’ya bir yığın macera dolu gemi seferleriyle getirilmesi o dönemin romanlarında işlenen macera temiyle aynı minval üzeredir. Şu halde kapitalizmin emekleme dönemi olan merkantilist dönemi romanıyla kapitalizmin sanayi devrimi sonrası döneminin romanları şekil ve içerik olarak birbirine paraleldir deyip romanın tarihiyle ilgili bu bahsi bağlayalım.

TANZİMAT ROMANININ KAYNAKLARI

Tanzimat romanının öne çıkarılan temaları, olay örgüsü, vakıa yaratma süreci ve kişileri incelediğinde iki tip kaynakla karşılaşırız. Bu kaynaklardan ilki çeviri romanlar ikincisi ise Tanzimat aydının hazır bulduğu Halk hikayeleridir..

ÇEVİRİ ROMANLARI

1-        Yusuf  Kâmil Paşa’nın Tercüme-i Telemak adıyla basılan (1862, 1865, 1867, 1869) ve 1859’dan beri elyazması olarak okunan Fenelon’un Telemaque’ı
2-        Ruzname-i Ceride-i Havadis’de Mağdurin başlığıyla adı bilinmeyen birinin çevirdiği, Victor Hugo’nun Les Miserables’ı
3-        Arapça’dan Ahmet Lütfi’nin çevirdiği, Hikaye-i Robenson adıyla basılan (1864, 1866, 1874), Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe’su
4-        Aynı tarihlerde, Recaizade Mahmut Ekrem’in çevirdiği Hakayik ül Vekayi’de tefrika edilen ve 1872’de kitap olarak yayımlanan Chateaubriand’ın Atala’sı.
5-        1870’de Mümeyyiz’de Sıddık tarafından çevrilen, Bernardin de St-Pierre’in Paul et Virginie’i. Bu tefrika Atala gibi durdurulmuş, 1873 de kitap olarak yayımlanmıştır.
6-        Hikaye-i Hikkemiyye-i Mikromega adıyla, 1871’de bilinmeyen bir çevirici tarafından Diyojen’de tefrika edilen, Voltaire’in Mikromegas’ı.
7-        Gene Diyojen’de, Teodor Kasap’ın çevirdiği, 1871’de tefrika edilen, Alexandre Dumas’nın Monte Cristo’su . Tefrika durdulmuş, romanın sonu fasikül yayınlanmıştır.
8-        Dafni ile Kloe’nın Hikaye-i Taaşukları adıyla, Kâmil tarafından 1873’de çevrilen Longus’un Daphnis et Chloe’si.
9-        Topal Şeytan adıyla Kadri tarafından 1872’ de çevrilen Le Sage’ın Le Diable Boiteux’su.
10-    Evlenmek İster Bir Adam adıyla 1873’de Âli Bey’in çevirdiği, Paul de Kock’un bir romanı.
11-    Esrar-ı Hindi adıyla 1875’de Süleyman Vehbi ve Gümüşciyan Manok’un çevirdikleri, Xavier de Montepin’in bir romanı.
12-    Esrarı Saray-i Krali adıyla 1876’da Suphi’nin çevirdiği, X. de Montepin’in bir romanı daha.
13-    Kırmızı Değirmen adıyla 1876’da S. Vehbi ve Gümüşciyan’ın çevirdikleri gene X. de Montepin’in bir romanı.
14-    Gece Yolcuları adıyla S. Vehbi ve Gümüşciyan’ın 1873’de çevirdikleri Ponson du Terrail’in bir romanı.
15-    Esrar-ı Paris adıyla Paşayan’ın 1875’de çevirdiği Eugene Sue’nün Les Mysteres de Paris’i.
16-    Sergüzeşt-i Adaline adıyla Abdullah Macit Paşa’nın 1873’de çevirdiği Anne Radcliff’in bir romanı.

Bunların haricinde bu minval üzere birkaç çeviri daha vardır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta çevrilen eserlerin- Telemak da dahil- egzotik, macera nevinden romanlar olmasıdır. Çevirilere düşülen notlardaki “ okunmasında lezzet olduğu” yönündeki imalar da Tanzimat dönemindeki çevirilerin yönü hakkında bilgi vericidir. Genel anlamda kapitalizmin merkantilist dönemine uygun diyebileceğimiz  bu romanlar bir nevi Avrupa Rönesansının hazırlayıcısı olan ekonomik gelişmelerin romanıydı. Dönemin aydınları bu romanları bilinçli olarak mı seçmişlerdi yoksa amaç tamamen okuyucu çekeceğine inanılan eserleri çevirip yayımlayarak maddi gelir elde etmek miydi? Çeviren kişilerin titrine bakınca ikinci seçenek kendiliğinden elenece gibi. Zira çevirmenlerin hemen hepsi ya paradır ya paşalık titrine yakın efendilerdir. Şu halde ilk çeviri romanlarında görülen bu “egzotizm” ve “hikmet” temlerine  yaklaşan Türk rönesansının habercisi gözüyle bakmak mümkündür. Merkantilist uygulamalarla rönesansını yapan Avrupa’nın romanı benzer bir rönesansı kendi memleketinde görmek isteyen Türk aydını tarafından Türkçe’ye çevrildi.
[Sorun: Şiir ve Tiyatroda işlenen hürriyet, hak, adelet kavramları neden romanda işlenmedi.]




TANİZAMAT ROMANIN KAYNAKLARI

Çeşitli yönleriyle Tanzimat romanına kaynaklık eden belli başlı halk hikayeleri şunlardır:

a-      Klasik Edebiyatımızın Manzum Hikayeleri
1-      Yusuf ve Züleyha
2-      Leyla ve Mecnun
3-      Hüsrev ile Şirin
4-      Vamık ile Azra
5-      Gül ile Bülbül
6-      Ethem ve Hüma
7-      Hayrabat
8-      Hüsn ü aşk
9-      Hurşit ve Ferruhşat
10-  Camesepname

b-      Halk Hikayeleri
1-      Binbir Gece
2-      Hançerli Hanım Hikayesi
3-      Tayyarzade
4-      Cevri Çelebi
5-      Kerem ile Aslı
6-      Asuman ile Zeycan
7-      Şah İsmail ve Gülizar Hanım
8-      Kolyapi’ nin Sergüzeşti
9-      Hazreti Ali Cenkleri



3. NAMIK KEMAL’İN ROMANCILIĞI

Avrupai Türk romanının ilk eserleri Namık Kemal tarafından yazılmış değildir. Roman, Namık Kemal’in en son başvurduğu edebiyat türüdür. Ondan önce Ahmet Mithat Efendi  ve Şemseddin Sami Bey de Batı usulünde ve halk için hikaye ve roman yazmışlardır. Namık Kemal, İntibah ve Cezmi adlarında iki roman yazmıştır.

3.1. İntibah

Namık Kemal, İntibah romanını 1873-1876 yılları arasında sürgünde bulunduğu Kıbrıs'taki Magosa Kalesi'nde kaleme almıştır. Yazar, romana "Son Pişmanlık" adını koymuştur. Dönemde yapılan yayınları denetleyen Maarif Vekâleti, romanın başlığını yazara danışmaksızın "İntibah: Sergüzeşt-i Ali Bey" olarak değiştirmiş, bazı kısımları sansürlemiştir.

3.2. Cezmi

İlk basımı 1880'de yapılan roman, Türk Edebiyatı'nın ilk tarihi romanı olma özelliği taşır. Kitapta II. Selim döneminde İranlılarla yapılan savaşta yer alan vatansever asker Cezmi'nin başından geçenler anlatılmaktadır.

3.3. Roman Anlayışı

Genel anlamda edebyatı spesifik olarak da romanı sosyal faydanın hizmetine sunmak gereketiği Namık Kemal romancılığı için ilk söylenebilecek tezdir hiç şüphesiz. Romanı diğer edebiyat türlerine oranla daha az tercih eden yazarın bu seçimine bakarak romanı önemsemediğini iddia etmek haksızlık olacaktır. Roman üzerine yazdıklarından onun roman tekniği üzerine kafa yorduğunu anlıyoruz zira. Fakat gerek devrinin şartları gerekse yazarın önceliklerinden olsa gerek roman türüne yine de diğer türlere nazaran fazla eğilmemeiştir Namık Kemal.
Roman üzerine düşüncelerini özellikle İntibah romanın önsözünde ve Celal mukaddimesinde buluruz.
Celal mukkadimesindeg enel anlmada hemen tüm edebi türler hakkında fikrini beyan eden Namık Kemal roman bahsi için şunları söyler:
Tarz- ı cedidin zuhurundan beri her fende yazılan kitaplar başka bir vüzuh, başka bir fikr-i hikmet peyda ettiği ve hatta ahbab arasında teatş olunan kağıtlar bile hulûs namına riyakarlıktan edep ve terbiye namına sahte yaltaklıktan kurtularak tercuman-ı fikr û lisan û vicdan addolunacak bir meziyethasıl etmeye başladığı gibi, edebiyatta üç yeni şube meydana geldi ki biriMakalat- siyassiye, biri roman, biri tiyatrodur. Vâkıa İstanbul’da neşriyyat Takvim ile başlamış ve sonra buna Ceride de inzimam etmişti. Fakat şunlarda bent denilecek bir şey var ise ilânat- ı resmiyyenin tarih- i zuhuru Şinasi merhumun âsârıyla âlem- i neşriyatı tezyin ettiği zamanlardır.
Roman kısmını da millete nev-zuhur addettiğimize taaccüp olunmasın! Asar- kadimede İbret-nüma gibi, Muhayyelat gibi, Aslı ile Kerem gibi, Ferhad ile Şirin gibi birtakım hikayeler var idi. Fakat kütüphane- i adabımızda mevcut olan birkaç tercümeden de anlaşılacağı vechiyle, romandan maksat güzeran etmemişse bile güzeranı imkan dahilinde olan bir vakayı ahlak ve âdât ve hissiyat ve ihtimalata müteallik her türlü tafsilatıyla beraber tasvir etmektir.
Romanlara nadiren mevcüdat- ı ruhaniye karıştırıldığı vardır. Lakin o türlü hayallere ne fikir ile müracaat olunduğu, meselenin suret- i tasvirinden bedahaten meydana çıkar.
Halbuki bizim hikayeler tılsım ile define bulmak, bir yerde denize batıp sonra müellifin hokkasından çıkmak, ah ile yanmak, külüng ile dağ yarmak gibi bütün bütün tabiat ve hakikatin haricinde birer mevzua müstenit ve suret- i tasvir- i ahlak ve tafsil- adat ve teşrih- i hissiyat gibi şerait- i adabın kaffesinden mahrum olduğu için roman değil, koca karı masalı nevindendir. Hüsn ü Aşk ve Leyla ile Necnun kabilinden olan manzumeler de gerek mevzularına, gerek suret- i tahrîrlerine nazaran adeta tasavvuf risalesidir.
Avruplaılar roman yolunu o derece ileri götürmüşler ki bugün bir mütemeddin millet lisanında ahlakça ve hatta bir dereceye kadar maarifçe istifade olunacak binlerce hikaye bulunabilir. Hele içlerinde Walter Skot gibi Çarles Dikens gibi Viktor Hugo gibi Aleksandr Düma gibi meşahirin bazı hikayeleri şu asr- medeniyette medar- ı mübahat olan muhallede addolunmaktadır.
Şayan- ibrettirViktor hügo’nun “Les Miserabels” ünvanlı hikayesi daha telif olurken dokuz dile çevrilmiş ve Fransızca birkaç defa, birkaç şekilde tab’ olunduktan sonra bir de büyücek boyda resimli basılarak yalnız bu nevinden yüz elli bin nüsha satılmıştır.
Bendeniz de “Son Pişmanlık” ünvanıyla bir hikaye yazmış marif tarafından namı “İntibah” olarak değiştirildikten sonra neşrine muvaffak olabilmiştim. Hikaye; mahiyet- lisanın o yola olan istidadını tecrübe yolunda tertip olunmuş ise de tasavvur ve tasvirde bir suûbete düşmemek için mevzuunu gayet sade tuttuğum halde, yine fıkdan- ı istida cihetiyle gönlümün istediği dereceye götüremedim. (Namık Kemal, 2005, 38-39)
Görüldüğü üzere Namık Kemal, romanla ilgili düşüncelerini bir itiraf ile bitiriyor. Bu itirafta vurgu, yazarın romanı teknik olarak yeterince kuvvetlendiremediğine yöneliktir. Fakat zaten onun özellikle İntibah’ı yazma amacı zaten kendince önemli bulduğu sosyal konulara değinmektir. Zira  İntibah romanı kölelik, yanlış batılılaşma, gençlerin yanlış yetiştirilmesi gibi toplumsal konular işlemek için yazılmış gibidir adeta. Nitekim İntibah romanın önsözünde şöyle der Namık Kemal:
“Bundan başka hikâye yazmakta bir vazife daha vardır. O da muhatabını islah etmek veya neşelendirmek için münasebetli münasebetsiz, akla ağza ne gelirse söylemek tarz-i kudemapesendanesini terk ile tabiat-i beşeriyenin tahliline çalışmaktır.” (Namık Kemal, 1998: 6)
Onun yapmış olduğu bu kısa tanımda, romana yüklenen işlev de görünür. Namık Kemal’e göre romanın iki işlevinden biri neşelendirerek öğretmek diğeri ise insanlığı tahlil etmektir. Bu bağlamda ona göre roman, hem eğitici olmalı hem de hayatla bağlar kurup toplumsal yaşamı yansıtmalıdır. Namık Kemal’in roman anlayışında görülen bu durum, onun edebiyata dair geliştirdiği ilkelerden ve genel edebiyat anlayışından bağımsız düşünülemez. Mehmet Kaplan’ın söylediği üzere, Namık Kemal’in edebiyatı “sosyal fikirler edebiyatı” olarak özetlenebilir. O, “bütün edebî eserlere yaygın olmak üzere, prensip mahiyetinde iki düşünce ileriye sürmüştür.” Bunlardan birincisi, “ahlakî edebiyat tarifinin yorum ve genişletilmesinden ibaret olan sosyal fayda” düşüncesidir. İkincisi ise, ilkiyle yakından ilgili olan “edebiyatın hakikî, dünyevî ve reel olması düşüncesidir.” (Kaplan, 2007: 18-19)

Bibliografya

1.         Tarih-i Edebiyat-ı Osmaniye, Abdülhalim Memduh, 1889.
2.         Tarih-i Edebiyat Dersleri, İbrahim Necmi Dİlmen, 1922.
3.         Tanzimat Edebiyatı Tarihi Notları, İbrahim Necmi Dİlmen,
4.         Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi, İsmail Habib Sevük, 1924.
5.         Türk Edebiyatı Tarihi, İsmail Hikmet Ertaylan, Bakü, 1925.
6.         Türk Edebiyatı Tarihi, M. Fuat Köprülü, 2 c. 1928.
7.         Edebî Yeniliğimiz, İsmail Habib Sevük, İst. 1940.
8.         Avrupa Edebiyatı ve Biz, İsmail Habib Sevük, 2 c.
9.         Son Asır Edebiyatı Tarihi, Mustafa Nihat Özön, Ank. 1941.
10.     Muasır Türk Edebiyatı Tarihi, Mustafa Nihat Özön,
11.     Tanzimat'tan Zamanımıza Kadar Türk Edebiyatı, Hıfzı Tevfik Gönensay, İst. 1945.
12.     XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Ahmet Hamdi Tanpınar, 1949.
13.     Türk Edebiyatında Akımlar, Suut Kemal Yetkin, İst. 1967.
14.     Büyük Türk Edebiyatı Tarihi, Vasfi Mahir Kocatürk, 1969.
15.     Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, Nihat Sami Banarlı, 2 c. M.E.B.yay. 1971.
16.     Türk Edebiyatı Tarihi, I, Giriş, Agah Sırrı Levend, 1973.
17.     Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, Kenan Akyüz, Mas Matb. 4. bs. 1982.
18.     50 Yılın Türk Edebiyatı, Rauf Mutluay, İş Bankası Kültür Yay. İst. 1973.
19.     Cumhuriyet Dönemi Türk Roman ve Öyküsü, Necla Pekolcay, İş Ban.
20.     Türk Temaşası, Selim Nüzhet Gerçek,
21.     Türk Tiyatrosu Tarihi, Refik Ahmet Sevengil,
22.     Yakınçağlarda Türk Tiyatrosu, Refik Ahmet Sevengil,
23.     Türk Tiyatrosunun Devirlere Taksimi, Cevdet Kudret,
24.     Karagöz, Cevdet Kudret,
25.     Ortaoyunu, Cevdet Kudret,
26.     Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman, Cevdet Kudret,
27.     Geleneksel Türk Tiyatrosu, Metin And,
28.     Osmanlı Edebiyatı, Menemenlizâde Mehmet Tahir,
29.     Edebiyat Tarihimizden, Hasan Ali Yücel,
30.     Türk Tiyatro Tarihi, Memet Fuat,
31.     Türk Tiyatro Tarihi(?), Niyazi Akı
32.     Cumhuriyet Devri Türk Romanı, Alemdar Yalçın,
33.     Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Ahmet Oktay,
34.     Arayışlar Devri Türk Edebiyatı, I. c. Tanzimat Edebiyatı, II. c. Servet-i Fünûn Edebiyatı, III. c. Meşrutiyet,Hüseyin Tuncer,
35.     Özön, Mustafa Nihat,   İst. 1940.
36.     Jön Türklerin Siyasî Fikirleri,Şerif Mardin,1895-1908, İş Bank.Kültür Yay. Ank. 1964.
37.     Ebuzziya Tevfik, Yeni Osmanlılar Tarihi, Tasvir-i Efkâr, 1909-1911.
38.     Tanzimat Edebiyatında Fransız Tesiri, Cevdet Perin,İst. 1946.
39.     Millî Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirleri, M. Fuad Köprülü, İst.1928.
40.     Tanzimat Devri Edebiyatı, Hıfzı Tevfik Gönesay, Remzi Kitb. İst.1945.
41.     Edebiyat Tarihi Dersleri, Tanzimat Edebiyatı, Agah Sırrı Levend,Marifet Matb. İst. 1934.

         II. MONOGRAFİ
          
         A) HAYATI VE ESERLERİNDEN BAHSEDEN KİTAPLAR
        
1.         Namık Kemal, İsmail Hikmet Ertaylan, 1932. 
2.         Namık Kemal'in Hayatı, Vasfi Mahir Kocatürk, Buluş Yay. Ank. 1955.
3.         Namık Kemal, İhsan Sungu, İst. 1941.
4.         Namık Kemal, Rıza Nur, İskenderiye, 1936.
5.         Edîb-i Azam Kemal İle Muhâberemiz, Faik Rişad, İst. 1326.
6.         Namık Kemal-Şahsı, Eseri, Tesiri, Necip Fazıl Kısakürek, T.D.K. Yay. Ank. 1940.
7.         Kemal Bey'in Terceme-i Hâli, Ebuzziya Tevfik, Ebuzziya Matb. İst.1908.
8.         Kemal, Ebuzziya Tevfik, İst. 1304; Merhum Namık Kemal Bey, 2. tab, İst. 1326.
9.         Namık Kemal, Hikmet Dizdaroğlu, İst. 1962.
10.     Namık Kemal, Kemalettin Şükrü,
11.     Namık Kemal, Saadettin Nüzhet Ergun, Yeni Şark Kütp. İst. 1933.
12.     Namık Kemal, Süleyman Nazif, İkdam Matb. İst. 1340.
13.     Namık Kemal, Devrinin İnsanları ve Olayları Arasında, Midhat Cemal Kuntay, Maarif Matb. 1. c. 1944, 2. c. (1)1949 (2)1956
14.     Kemal, Midhat Cemal Kuntay, Sırat-ı Müstakim matb.
15.     Namık Kemal, Mehmet Kaplan, İst. 1948.
16.     Rûh-ı Kemal, Kemalzâde Ali Ekrem (Bolayır), Mahmud Bey MAtb. İst. 1908.
17.     Namık Kemal, Ali Ekrem, İst. 1930.
18.     Namık Kemal, Behçet Kemal Çağlar, Üstünel Yay. 1954.

         B) TEMATİK ARAŞTIRMALAR
        
1.         Namık Kemal ve İbret Gazetesi, Mustafa Nihat Özön, İst. 1938. 
2.         Harabât Karşısında Namık Kemal, M. Kaya Bilgegil, İrfan Yay. İst. 1972.
3.         Namık Kemal'in Romanları, Baha Dürder, Çığır Kitb. İst. 1940.
4.         Tarihin Materyalist Telakkisine Göre Namık Kemal, Kerim Sadi, İst. 1932.
5.         Namık Kemal ve Türk-Osmanlı Milliyetçiliği, Nihad Sami Banarlı, İ.Ü. Türk Dili ve Edebiyatı Mezunları Cemiyeti yay. İst. 1947.
6.         Merhum Kemal Bey'in Tarih Meselesi, M. Selahaddin, İst. 1327.
7.         Namık Kemal ve İdealizmi, Namdar Rahmi Karatay, Ankara Ktbv. Bursa, 1941.
8.         Namık Kemal ve İdeolojisi, Ziyaeddin Fahri, İst. 1939.
9.         Celaleddin Harzemşah, Teceddüd-i İlmî ve Edebî, Baha Tevfik, İst.
10.     Namık Kemal, Karabela Münasebeti İle, Şehabeddin Süleyman, İst. 1329.
11.     Namık Kemal Afyon'da, Edib Ali Baksı, Halkevi yay. Millî Kültür Araştırmaları:II, Ank. 1949.
12.     Namık Kemal'in Londra Yılları, Yusuf Mardin, Milliyet Yay. İst. 1974.
13.     Namık Kemal Ruhu, Hasan Fethi Gözler, İst. 1953.

         III. METİN NEŞİRLERİ
        
A) ŞİİR

1.         Namık Kemal'in Şiirleri,Saadettin Nüzhet Ergun, İst. 1941. (tenkidi için bkz. Fevziye Abdullah Tansel, Belleten, 1942, VI, 319-325)
2.         Namık Kemal'in Hayatı ve Şiirleri,Saadettin Nüzhet Ergun, İst. 1933.
3.         Namık Kemal'in Şiirleri, Ali Ertem, İst. 1957.
4.         "Namık Kemal'in Neşredilmemiş Şiirleri", Fevziye Abdullah Tansel, Türk Yurdu, 1960, no:10, s. 39-40. 
5.         "Namık Kemal'in Bilinmeyen İki Eseri: Mecmua-yı Siyaset ve Midilli Risalesi", Fevziye Abdulluha Tansel, Türk Yurdu, C.1, nr.3, (273),Mayıs 1959,s. 58.                                    
6.         Namık Kemal'in Şiirleri, Vasfi Mahir Kocatürk, Rüzgarlı Matb. 1958, 168 s. (2.bs, 1971, 120 s.)                                  
         
B) ROMAN

1.         İntibah (Ali Bey'in Sergüzeşti), haz. Mehmet Kaplan, K.T.B. Yay. Ank. 1989.
2.         Zeyl-i İntibah, İshak (Hâfız), Mahmut Bey Matb. 1313, İ.Ü. Edb Fak. Yay. T.D.E.B. doktora tezi, no:1.
3.         İntibah - Sergüzeşt-i Ali Bey, haz. Mustafa Nihat Özön, Remzi Ktb. İst. 1971.                                                   
4.         Cezmi, haz. Seyit Kemal Karaalioğlu, sadeleştirilmiş baskı, 1984.
        
C) TİYATRO

1.         Åkif Bey, (yeniden sahneye tatbik eden) Reşat Nuri Güntekin, Maarif Basm. Ank. 1958.
2.         Åkif Bey, haz. Mustafa Nihat Özön, Remzi Ktb. 1961.               
3.         Celaleddin Harzemşah, haz. Hüseyin Ayan, Hareket Yay. İst. 1969.
4.         Gülnihal, haz. Kenan Akyüz, M.E.B. Yay. İst. 1969.
5.         Vatan Yahut Silistre, haz. Kenan Akyüz, M.E.B. Yay. İst. 1969.     
6.         Vatan Yahut Silistre, haz. Mustafa Nihat Özön, Remzi Ktb. İst. 1961.
7.         Kara Belâ, haz. A.Feriha Sever, K.B. Yay. Ank. 1989.
8.         Zavallı Çocuk, haz. Mustafa Nihat Özön, Remzi Ktb. İst. 1940.        
                        

Ç) MEKTUP

1.         Namık Kemal'in Hususî Mektupları, Fevziye Abdullah Tansel, Türk Tarih Kurumu Yay. Ank. c.1, 1967; c.2, 1969; c.6, 1953, c.7-8, 1986.
2.         Hususî Mektuplarına Göre Namık Kemal ve Abdülhak Hâmid, Fevziye Abdullah Tansel, Güven Matb. Ank. 1949, 168+4 s.
3.         "Süleyman Hüsnü Paşa ile Namık Kemal'in Münasebet ve Muhâberâtı", Fevziye Abdullah Tansel, Türkiyat Mecmuası, 1955, XI, s.131- 152.
4.         "Namık Kemal'in Midilli'de Yazdığı Manzum ve Mensur Eserler", Fevziye Abdullah Tansel, Türkiyat Mecmuası, 1955, XII, s.57-90.
5.         "Namık Kemal'in Abdülhamid'e Takdim Ettiği Arîzalar İle Ebuzziya Tevfik Bey'e Yolladığı Bazı Mektuplar" İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Belleten, 1947, XI, nr. 42, s. 237-297.
6.         "Namık Kemal'in Mektupları'na Ek", Zeynep Kerman, Ölümünün 100. Yılında Namık Kemal, M.Ü. F.E.F. Yay. İst. 1989, s. 75-101.
7.         Namık Kemal'in Mektupları I, Ömer Faruk Akün, İ.Ü. Edb. Fak. Matb. İst. 1972.                                                   
8.         "Namık Kemal İle Süleyman Paşa'nın Bağdat Sürgünlüğü Sırasında İlk Mektuplaşmaları", Ömer Faruk Akün, Türk Dİli ve Edebiyatı Dergisi, İ.Ü. Edb. Fak. Yay. c. 23, 1977-79, s.1-36.     
9.         "Namık Kemal'in Bilinmeyen Bir Mektubu", Ali Alparslan, Muhibbe Darga, T.T.K. Yay., 33, 129 (1969), s. 35-42.                
        
D) ANTOLOJİ
         Namık Kemal Antolojisi, İhsan Sungu, Muallim Ahmet Halit Ktb. İst.
1.         Namık Kemal Antolojisi, Ahmet Hamdi Tanpınar, İst. 1942.
2.         Namık Kemal ve İbret Gazetesi, Mustafa Nihat Özön, İst. 1938. 

E) TARİHî BİYOGRAFİ

1.         Namık Kemal'in Tarihî Biyografileri, Dr. İskender Pala, Türk TarihKurumu Yay. Ank 1989. (Devr-i İstilâ, Selahaddin, Fatih, Yavuz Sultan Selim, Emir Nevruz, Bârika-i Zafer)

F) TENKİT

2.         Namık Kemal'in Talim-i Edebiyat Üzerine Bir Risalesi, Necmettin
3.         Halil Onan, Ank. 1950.
                                                                           



G) TOPLU MAKALELER                                                

1.         Namık Kemal'in Türk Dili ve Edebiyatı Üzerine Görüşleri ve Yazıları,Kâzım Yetiş, İ.Ü. Edb. Fak. Yay. İst. 1989.                  
2.         Makalât-ı Siyasiye ve Edebiye, Metin ve İndeks,(1-148) Mâhide Tekin,   yayımlanmamış lisans tezi, İ.Ü. Edb. Fak. TDE Bl. 1973, 641 s.
3.         Makalât-ı Siyasiye ve Edebiye, Metin ve İndeks, (149-290), Enise Balay, yayımlanmamış lisans tezi, İ.Ü. Edb. Fak. TDE Bl. 1973, III+656 s.
4.         Makalât-ı Siyasiye ve Edebiye, Metin ve İndeks, (291-424), Münire Çılgın, yayımlanmamış lisans tezi, İ.Ü. Edb. Fak. TDE Bl. 1973, 674 s.

IV. BİBLİYOGRAFİK ESERLER
          
1.         Namık Kemal Bibliyografyası, Mustafa Can, K.T.B. Yay.
2.         "Namık Kemal'in Eserleri" Şerif Hulusî, Namık Kemal Hakkında, D.T.C.F. Yay. İst. 1942, s.305-421. 
3.         "Namık Kemal'in Eserlerinin Tenkitli Tab'ı Hakkında" Şerif Hulusî, Ülkü mec. 1940, XVI. nr. 94, s. 316-318.
4.         "Namık Kemal'in Kitap Halindeki Eserlerinin İlk Neşirleri" Ömer Faruk Akün, Türkiyat Mecmuası, nr.18, 1973-1975, s. 1-78. 
5.         "Rus Matbuatında Namık Kemal ve Eserleri", Abdülkadir İnan, Namık Kemal Hakkında, D.T.C.F. Yay. İst. 1942, s.297-302.
6.         "Namık Kemal'e Dair Rusça Yeni Bir Eser", Abdülkadir İnan, Ülkü, XVI, nr. 94, s. 309- 315.

V. NAMIK KEMAL HAKKINDA YAZILMIŞ MAKALELER
          
A) BİYOGRAFİK MAKALELER

1.         "Namık Kemal", Ömer Faruk Akün, İslâm Ansiklopedisi, M.E.B. Yay. 1970, 9.c., s.71.
2.         "Namık Kemal", İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Son Asır Türk Şâirleri, 5.cüz, M.E.B. Yay. İst. 1970, s. 827-841.
3.         "Namık Kemal'in Üzerine Bir Biyografi Denemesi", Abdullah Uçman,Ölümünün 100. Yılında Namık Kemal, M.Ü. F.E.F. Yay. İst. 1989, s. 219-228.
4.         "Namık Kemal", Mustafa Kutlu, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergah Yay. 6. c., İst. 1986, s. 510-520.
5.         "Namık Kemal'in Kronolojisi", Hakkı Tarık Us, Kanije Muhâsarası, İst. 1941, s.126-133.
6.         "Namık Kemal'in Hayatı ve Eserleri", Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergah Yay. 3. bs. İst. 1992, s.
7.         "Namık Kemal Mehmed", Fevziye Abdullah Tansel, Türk Ansiklopedisi, M.E.B. Yay. 25. c. Ank. 1977, s. 95-114.
8.         Sicill-i Osmanî Yahud Tezkire-i Meşâhir-i Osmaniyye, Mehmed Süreyya, Matbaa-i Åmire, 4.c. İst. 1257, s. 82.
9.         "Tanzimat", A. Cevad Eren, İslâm Ans. M.E.B. Yay. 11. c.
10.     "Namık Kemal", İbrahim Alaeddin Gövsa, Türk Meşhurları Ans. Yedigün Neşr. İst. 1945, s.416.
11.     "Namık Kemal (Mehmed)", Meydan Larousse Ans. Meydan Yay. 1972, 9. c. s. 214-215.
12.     Türk Tiyatro Ans. Mustafa Nihat Özön, Baha Dürder, Remzi Kitb. İst. 1982, s. 882-890.
13.     "Kalebend Namık Kemal", İbrahim Zeki Burdurlu, Türk Dili, 1954, c.III, nr. 28, s. 190-191.
14.     "Tanzimat Ve Yeni Osmanlılar", İhsan Sungu, Tanzimat, İst. 1939, s. 777-857.
15.     "Namık Kemal", Rıza Nur, Türk Bilik Revüsü, İskenderiye, 1936, nr.6.
16.     "Namık Kemal ve Ahmed Midhat Münakaşası" Hikmet Dizdaroğlu, Tanrıdağ mec. 1942, nr. 13-14.
17.     "Namık Kemal", İhsan Sungu, Aylık Ans. İst. 1944, I, s. 245-247.
18.     Son Hattatlar, İbnülemin Mahmut Kemal İnal, İst. 1955, s. 714-719.
19.     "Namık Kemal Magosa'da", Nevzat Yalçın, Hisar, 1951, s. 11-13.
20.     "Kırksekiz Yıllık Mücadele", Abdullah Uçman, Hürriyet Gösteri, Namık Kemal özel eki, Aralık 1988, nr. 97, s. 3-5.




B) TAHLİLî MAKALELER
         
 1-ŞİİR

1.         "Namık Kemal'in Şiirleri", Abdülbaki Gölpınarlı, Namık Kemal Hakkında, D.T.C.F. Yay. İst. 1942, s. 13-77.
2.         "Hürriyet Kahramanı Namık Kemal: Hürriyet Kasidesi", Mehmet Kaplan, Tip Tahlilleri, Dergah Yay. İst. 1992, s. 177-185.
3.         "Namık Kemal'in Lazımsa Redifli Gazelleri ve Nazireleri", İsmail Parlatır, Ölümünün 100. Yılında Namık Kemal, M.Ü. F.E.F. Yay. İst. 1989, s. 161-183.
4.         "Namık Kemal ve Hece Vezni", Fevziye Abdullah Tansel, Ülkü mec. XVI, nr.94, 1940, s. 319-325.
5.         "Namık Kemal'in Şiirlerinde Eski Edebiyat Zemini ve Yeni Muhteva", Tunca Kortantamer, Ölümünün 100. Yılında Namık Kemal, M.Ü. F.E.F. Yay. İst. 1989, s. 103-126.

2-ROMAN

1.         "Namık Kemal'in Romancılığı ve Romanları", İbrahim Necmi Dilmen, Namık Kemal Hakkında, D.T.C.F. Yay. İst. 1942, s. 81-125.
2.         "Namık Kemal ve Türk Romanının Doğuşu Üzerine", Hikmet Dizdaroğlu, Ulusal Kültür, I, 2 (Ekim 1978), s. 191-208.
3.         "İntibah Romanı Etrafında", M. Orhan Okay, Ölümünün 100. Yılında Namık Kemal, M.Ü. F.E.F. Yay. İst. 1989, s. 127-147.
4.         "Namık Kemal'in Doğuşunun 100. Yılı Münasebetiyle Cezmi'ye Dâir", Ahmet Hamdi TAnpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, 3. bs. İst.1992,
5.         "Tarihî Roman Geleneği veya Cezmi", Sadık Tural, Doğumunun 150. Yılında Namık Kemal, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ank. 1993, s. 67-92.
        
3-TİYATRO

1.         "Namık Kemal ve Tiyatro", İnci Enginün, Doğumunun 150. Yılında Namık Kemal, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ank. 1993, s. 13-24.   
2.         "Celaleddin Harzemşah'da Şiddet Unsurları", Bilge Seyidoğlu, Ölümünün 100. Yılında Namık Kemal, İst. 1989, s. 185-202.    
        
4-TARİH

1.         "Namık Kemal ve Tarihî Biyografileri Üzerine", İskender Pala, Ölümünün 100. Yılında Namık Kemal, M.Ü. F.E.F. Yay. İst. 1989, s. 149-160.                                                   
2.         "Atatürk ve Namık Kemal", Önder Göçgün, Doğumunun 150. Yılında Namık Kemal, Ank. 1993, s. 25-46.                                  
3.         "Namık Kemal'de Tarih Düşüncesi ve Sevgisi", Önder Göçgün, Türk Dünyası Tarih Dergisi, 2, 1987, s. 35-37.                    
4.         "Namık Kemal ve Fatih", Mehmet Kaplan, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1955, VI, s. 71-82. (T.E.Ü.A. I, Dergah, 1974)      
        
5-TENKİT                                                        

1.         "Edebiyat Nazariyesi Kitaplarında Namık Kemal'in Eserlerinin Örnek Olarak Değerlendirilişi", Kâzım Yetiş, Doğumunun 150. Yılında Namık Kemal, Atatürk Kültür Merkezi Yay. Ank. 1993, s. 117-136.  
2.         "Namık Kemal'in Edebiyat ve Edebî Tenkide Dair Genel Fikirleri", Ö. Faruk Huyugüzel, Ölümünün 100. Yılında Namık Kemal, M.Ü. F.E.F. Yay. İst. 1989, s.51-65.                                     
         
6-MUKAYESELİ EDEBİYAT                                          

1.         "Namık Kemal'in Bir Manzûmesi ve Alman İdealizmi", Burhanettin Batıman, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 30 Kasım 1948, III,
a.         nr.1-2, s. 153-161.                                          
2.         "Namık Kemal'in Batı Medeniyetine Bakış Tarzı", Rıza Filizok, Ölümünün 100. Yılında Namık Kemal, M.Ü. F.E.F. Yay. İst. 1989, s. 39-50.                                                     
3.         "Namık Kemal ve Fransız Edebiyatı", Cevdet Perin, Namık Kemal Hakkında, D.T.C.F. Yay. İst. 1942, s. 129-160.               
4.         "Namık Kemal ve Victor Hugo", Ziya Somar, Kalem, 1 Mayıs 1939, nr.12.                                                          

7-SOSYAL, KÜLTÜREL VE SİYASî FİKİRLER

1.         "Namık Kemal ve İnsan", Şerif Aktaş, Doğumunun 150. Yılında Namık Kemal, Atatürk Kültür Merkezi Yay. Ank. 1993, s. 1-12.       
2.         "Atatürk'e Namık Kemal'in Etkisi ve Abdülhamit Döneminde Yasak Kitaplara İlişkin 2 Belge", Yahya Akyüz, TTK Belleten, 1981, s. 501-511.
3.         "Yabancılarımızın İçişlerimize Müdahalesi ve Namık kemal", Hamdi Atamer, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, .....
4.         "Namık Kemal'de İdealizm ve Hümanizm", Burhaneddin Batıman, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1949, III, s. 3-4.
5.         "Namık Kemal'e Göre Avrupa Ve Biz", Bekir Sıtkı Baykal, Namık Kemal Hakkında , D.T.C.F. Yay. İst. 1942, s. 189-218.
6.         "Namık Kemal'in Fikrî Tekâmülü", Niyazi Berkes, Namık Kemal Hakkında, D.T.C.F. Yay. İst. 1942, s. 221-247.
7.         "Namık Kemal'in Sosyal Fikirleri", Behice Sadık Boran, Namık Kemal Hakkında, D.T.C.F. Yay. İst. 1942, s. 249-279.              
8.         "Namık Kemal'in Gazeteciliği", Pertev Nailî Boratav, Namık Kemal Hakkında, D.T.C.F. Yay. İst. 1942, s. 163-185.
9.         "Namık Kemal'e Göre Askerlik ve Ordu", Müjgan Cunbur, Doğumunun 150 Yılında Namık Kemal, Atatürk Kültür Merkezi Yay. Ank. 1993, s. 137-180.
10.     "Namık Kemal'in Eserlerinde ve Aksiyonunda Üç Temel Kavram: Hürriyet-Medeniyet-İrade", Birol Emil, Ölümünün 100. Yılında Namık Kemal, M.Ü. F.E.F. Yay. İst. 1989, s. 11-24.           
11.     "Namık Kemal'in Eğitim Konusundaki Görüşleri", İncİ Engİnün, Yenİ Türk Edebiyatı Araştırmaları, Dergah Yay. İst. 1992, s. 400-408 
12.     "Namık Kemal ve Nüfus Meselesi", Ziyaeddin Fahri (Fındıkoğlu), İşmec. 1941, nr. 25, s. 8-24.
13.     "Namık Kemal Hukukçu", Ziyaeddin Fahri, İş mec. nr. 25, s. 25-40.
14.     "Türk Hukuk Tarihinde Namık Kemal", Ziyaeddin Fahri, İş mec. nr. 25, s. 41-87.                                                     
15.     "Namık Kemal ve Yaşayan Tarafları", Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Ülkü, c.16, nr.94, 1940.
16.     "Namık Kemal'in Batı Medeniyetine Bakış Tarzı", Rıza Filizok, Ölümünün 100. Yılında Namık Kemal, M.Ü. F.E.F. Yay. İst. 1989, s. 39-50.                                                    
17.     "Namık Kemal İktisatta Liberalist Midir?", Mehmet Kaplan, Ülkü, 1942, nr. 22.
18.     "Namık Kemal'e Göre İnsan", Mehmet Kaplan, İstanbul mec. 1944, nr.4. (Çığır 1941)
19.     "Namık Kemal'in Bahriye Nâzırı İle Kavgası", Mehmet Kaplan, Ülkü, S. 7, s. 3-4.
20.     "Namık Kemal Cemiyetin Mahsulüdür", Mehmet Kaplan, Vatan, nr. 191, 2 Mart 1941.                                                    
21.     "Namık Kemal ve Mehmet Åkif'in Temsil Ettikleri Kıymetler", Mehmet Kaplan, Yeni Sabah, nr. 3529, 1 Ocak 1949.
22.     "Namık Kemal ve Şark Meselesi", Enver Ziya Karal, Namık Kemal Hakkında, D.T.C.F. Yay. İst. 1942, s. 281-293.
23.     "Namık Kemal'in Devlet Adamlığı", Zeynep Kerman, Ölümünün 100. Yılında Namık Kemal, M.Ü. F.E.F. Yay. İst. 1989, s. 67-73.
24.     "Namık Kemal'de Özgürlük Fikri", Nevin Önberk, Doğumunun 150 Yılında Namık Kemal, Atatürk Kültür Merkezi Yay. Ank. 1993, s. 93-116.
25.      "Namık Kemal'in Edebiyatımıza Getirdiği Yeni Değerler", İsmailParlatır, .....
26.     "Namık Kemal'in Ahlakî Hususiyetlerine Dair Notlar", Fevziye Abdullah Tansel, Ülkü, XVI, 94, 1940.                         
27.     "Akdeniz Adalarının Elimizden Çıkmaması İçİn Hususî MektuplarınaGöre Namık Kemal'in Mücadele ve İkazları", Fevziye Abdullah Tansel, T.T.K. Belleten, 23, 91(1959), s. 479-511.            
28.     "Memleketimizde 1908'den Önce Rusların Gizli Çalışmaları Namık Kemal'in Komünizm ve Sosyalizm Hakkındaki Düşünceleri", Fevziye Abdullah Tansel, Türk Kültürü, c.7, nr. 75, 1969, s. 193-199.
29.     "Namık Kemal'in Türk Nesilleri Üzerindeki Tesiri", Fethi Tevetoğlu ,Ölümünün 100. Yılında Namık Kemal, M.Ü. F.E.F. Yay. İst. 1989, s.203-218.
30.     "Türkiye'nin Siyasî Hayatında Batılılaşma Hareketleri ve Kaynakları", Tarık Zafer Tunaya, Yeni Türkiye, 153-167.