26 Mayıs 2017 Cuma

yalan üzerine yahut 400 darbe yahut çavdar tarlasında çocuklar

evet yine afilli bir başlık ve bu afilli başlığın hakkını veremeyecek bir yazı daha. (havalı bir başlık ve ardından o başlığın hakkını vermekten son derece uzak bir yazı; nasıl da bana özgü bir şey bu! ki ben de hep başlangıçlarda iyiyimdir ve asla benden beklenileni veremem. armut dibine düşermiş. bak işte başlığın havasına hiç de uygun olmayan bir atasözü kullandım. gördüğün gibi kâri beklentiyi bu defa çok erken boşa çıkardım. "armut dibine düşermiş" aman ne orijinal bir benzetme) aslında bir önceki yazıyı editleyecektim bugün ama niyeyse içimden gelmedi. evet o yazıyı editlememi bekleyen varsa bu beklentiyi de boşa çıkardım çok şükür.

yalan'ın psikolojik altyapısıyla ilgili söyleyecek bir şeyim yok. aslında var da burada anmak yersiz. yaptığımız başka her şey gibi yalan da başkası olma isteğimizin bir dışavurumudur. (aslında yazı burada bitti, yani yazının özünü bu tespit oluşturuyor. o yüzden zamanı olmayan yahut sıkılan varsa okumayı bırakabilir çünkü şu andan itibaren bu tespitten özge değişik bir şey söylemeyeceğim.) yalan'ı bir fenomen olarak ele aldığımızda (şu an tam bu son satırı okurken aslında bir felsefe olarak varoluşçuluğa yeni bir alan açıldığını bilmelisin ey kâri. felsefe ve edebiyat tarihi açısından son derece özgün bir tespitti parantezden önce okuduğun bu son satır) neyse ne diyordum, ha yalanı bir fenomen olarak ele almaktan bahsediyordum (duy bu sesi heidegger, husserl duy bitirecem sizi bu alemde olm kimse siklemeyecek artık sizi!) yalanı bir fenomen olarak ele aldığımızda; işlev olarak yalanı söyleyen kişinin kendine bu yalan aracılığıyla özel bir alan açmaya çalıştığını görürüz. kişi kendisine yalan söyleme ihtiyacını hasıl ettiren durumdan kurtulmak için yalana başvurduğu anda aslında şunu yapıyordur: kişi kendisini rahatsız eden bir gerçekten "rahatlatan" bir gerçeğe geçebilmek için yeni ve olmayan bir gerçek yaratıyordur. yani kişi yalan söyleyerek, kendi gibi olacağı / olduğu bir gerçeğe olmayan sanal bir gerçek üzerinden geçmeye çalışıyordur. şu halde kişinin söylediği yalan başarılı oldu ve kişi istenmeyen gerçekten istenen gerçeğe geçti. bu ne sayesinde olmuştur? olmayan, uydurulmuş bir gerçek sayesinde. somutlayarak devam edeyim, hasta olmadığı halde; annesine hasta olduğu için okula gitmek istemediğini söyleyen ya da hasta olduğu için (!) idareden izin alıp okuldan gitmek isteyen bir öğrenciyi düşünelim. (dikkatli kâri başlıkta adı geçen eserlerin adının oraya tesadüfen yazılmadığını anladı bile)  bu öğrenci ne yapmak istiyordur? kendisi gibi olamadığı bir andan / mekandan kendisi gibi olabileceği bir ana / mekana geçebilmek için bir "gerçek" uyduruyordur yani yalana başvuruyordur. anne veya okul idarecesinin bu yalana yuttuğunu ve öğrenciye izin verdiğini düşünelim şimdi. öğrenci kendisi gibi olduğu an ve mekandadır artık. peki ama bu öğrenci gerçekten bu anda kendisi midir? evet kendisidir. peki kendisi gibi olabilmeyi neye borçludur bu öğrenci? yalana yani olmayan bir gerçeğe. kendisi olabilmek için olmayan bir şey yaratmaya çalışmak aslında insanın kendisi gibi olmak istediği anlarda bile bir başkası olma çabasının bir tezahürü oluyor. şu halde insan kendisi olmak için olmayan bir şey yaratmak / var etmek zorunda kalabiliyor bazen. bu da olmak istenilene olmayan üzerinden ulaşma çabası. neyse her neyse devamını tezde yazacam merak eden okur. ben aslında şu şiirden bahsedecektim biraz: (ama vazgeçtim)

"Sahi senden mi doğdum anne
Yollar nehirler kuşluk vakitleri dururken
Bir insandan mı doğar bir çocuk

Anne senin yüreğin taş olsa dayanır mı
Kuş olsa çiçek olsa gündüz olsa
Kırılmaz mı acıdan bir sap menekşenin boynu

Bu kez dağlar doğursun beni anne
Sen de ılık bir yağmur ol
Durmadan yağ kanayan yerlerime"






20 Mayıs 2017 Cumartesi

eşyadan öksüz yahut yolculuk fikri

başlığı necip fazıl'ın necip fazıl olduğu dönemlerinden bir şiirinden ödünç aldım. çile şiirinde geçiyordu yanılmıyorsam:

"Söyleyin, söyleyin, ben miyim yoksa,
Arzı boynuzunda taşıyan öküz?
Belâ mîmârının seçtiği arsa;
Hayattan muhâcir; eşyâdan öksüz?" eşyadan öksüz olmak hayattan muhacir olmakkığın doğal bir sonucu mu acaba? hayat bazen acaip bir şekilde "dolaylarımda" kalıyor. (bu yazıyı ne yazacağımı unutmamak için buraya yazıyorum aslında. bir kaç güne editleyeceğim. şimdi tamamlamaya gücüm yok pek) bir de lisans 1.sınıftan beri zihnimde hep aynı yeriyle dönen su şiir var:


"Mekan tutmak ve her akşam aynı ufukta
Güneşin batışını seyretmek ölümdür biraz
Ölümdür biraz hep aynı yatakta
Aynı kadınla sevişerek sabaha varmak
Kitapları hep aynı raflara sıralamak
Aynı eşyayı kullanmak eskimektir biraz
Soluk soluğa yaşamalı insan 
Her sabah yeni bir şeyler görebilmeli
Ve cehenneme dönse de bir ömür
Mutlaka bir şeyler değişmeli her/gün"

bu iki şiiri birleşitren bir edit ve ardından "ev, araba kredisi" ödeyen birinin gerçekten sevmesi gereken şeylere zaman ayıramayacak olması gerçekliği üzerine bir sonuç bölümü olacak. yapma karî, sen de biliyorsun ki banka kredisi ödeyen birisi asla birine tutkuyla sarılamaz. neyse editleyecem bu yazıyı sonra; fragman olsun  bu



14 Mayıs 2017 Pazar

eksik

yazacak çok şeyim olduğunda yazmıyor; konuşacak çok şeyim olduğunda konuşmuyorum genelde. müthiş bir tam olmamışlık haline dalalet eder bu. "olmuş olan" yani tamamlanmış olan hadi varoluşçu filozofların tabiriyle söyleyeyim kendinde'dir "kendisi için" değildir yani. kendinde'nin, mutlak olanın artık yani yahut tamamlanmış olanın ne öyküsü ne şiiri ne romanı vardır. (belki makalesi olabilir) oğuz'cum atay'ın en çok yakındığı şeydir yarım aydınlık; ki kendisi de kahramanları da öyledir. selim, hikmet... dahi turgut'um özben... hal böyleyken neden sevmez oğuz'cum atay yarı aydın'ı? selim veya hikmet yahut turgut'um özben tamamlanmış olsaydı kişilik olarak okur muyduk onları biz? eli yükselteyim: hamlet! hamlet kendisi için değil de kendinde olsaydı kim siklerdi onu?aslında tabii burada bir şeyi nüanse etmem gerekiyor sanırım. benim kasttetiğim bu yarım aydınlar aydın olmak isteyip de olamayanlar; yoksa aydın olmak lüksü elinde olduğu halde aydın olamayanlar değil. selim de hikmet de aydın olmak ister dahi hamlet de babasının katilini bulmak ister ama olamaz / bulamaz...sevdiğiniz insanları düşünün ey kari! hepsi tamamlanmamış insanlardır emin ol. hiç kimse tamamlanmış insanı se ve mez! tip'tir tamamlanmış insan, sürprizi olmayandır dahi. şaşırtamaz seni tamamlanmış artık kendinde olan ve bu yüzden sevemeyiz onları biz. insan ancak "kendisi için" olanı yani tamamlanmamış olan insanı sevebilir ta ki onun artık kendini tamamlamış olduğunu anlayana kadar. (kendini tamamlamamış olduğu için sevdiğimiz insanların kendini tamamladığını sezersek terk ederiz onları. bu yüzden herkes terkedilmeye mahkumdur.) neyse ya ben hiç bunlardan bahsetmek istemiyorum aslında. edip cansever'in bir şiiri vardı bugün tüm gün döndü beynimin içinde bu şiir:

Beni uykudan uyandırır uyandırmaz
Dünyanın bütün huyları yüzünde
Ben bunlardan birini seviyorum en çok
Sana bir nar kesip uzatıyor ya doğa
Tutsam tanelerini
Sevincin gözyaşları derdim buna.

Bir süre bakışıyoruz karşılıklı
Ben uykudan uyanır uyanmaz
Benimle şiir gibidir bu
Tam karşımda ama yazılmamış
Durmadan bileniyor aklımda.

Seni unutarak baktığımda bile
Dünyanın her yerlerinden geçiyorsun
Yayılıyorsun kalabalıklara
Yalnız yayılmak mı
Aşkın en büyüğü, en dayanılmazı demeli buna.

Özlenirsin, alabildiğine varsın da
Daha da var oluyorsun gün günden
Olgun bir meyva gibi güleceksin zamanla
Bir kadın da değilsin, bir kişi de değilsin
Bir kuş olsa mavilik derdi buna.

"Benimle şiir gibidir bu / Tam karşımda ama yazılmamış" bak vurguya bak ey kari! yazılmamış daha diyor adam yazılmış değil. yazılmış bitmiş olan makaledir ancak şiir değil. şiir olamaz şiir tamamlanmış olamaz. heidegger'in noksanlık dediği şey ne ola ki anlatayım mı? anlatmayacam. cahil kal amına koyim bana ne. bak bu yazıyı da tamamlamayacağım, eksik kalsın bu da.

bir şeyler tamamlanmış olsaydı eski fotoğraflara bakma ihtiyacı hissetmezdik.

1 Mayıs 2017 Pazartesi

çok ilginç

çok ilginç olan şeyler genelde ilgimi çekmiyor. (bir yalanla başladım yazıya hadi bakalım sonu nereye varacak bunun) 1.5 sene olmuş yazmayalı. bu 1.5 senede hayatım sikildi desem yeridir. (yalanla başladığım yazıya gerçekle devam ediyorum, hadi bakalım...) ama tabii ki neden sikildiğini anlatmayacam. aslında ben bugün hiçbir şey anlatmayacam. niye yazıyorum o halde, öyle ya anlatacak bir şey yoksa susmalıdır. televizyonu hiç kapatmıyorum neredeyse. hep 91. kanal açık. sürekli bir gürültü. şu anda da açık. nehri geçmeye çalışan zebraları kollayan timsahları anlatan bi belgesel olmalı. nehri geçemeyen zebraları düşünüyorum bazen ben de. (bu da doğru bir bilgi) nehri geçen zebraların öyküsü olur ama geçemeyenlerin de şiiri. bir de acaba nehrin karşısına gelince geçmeye çalışmak yerine "acaba ben bu nehri geçebilir miyim toksa geçemez miyim?" diye düşünmekten nehirden ne geçebilen ne de geçemeyen zebralar olmalı. şüphesiz timsahların sevmediği zebra türüdür bunlar. tabii ki doğada böyle zebralar yok. zebralar durumları üzerine düşünmezler. buraya kadar alegori yaptığımı birazdan bu zebra mes'elesini derun ve bilgece bir finale bağlayacağımı düşünenlere: salak mısınız olm ben şeyhi değilim bu okudukların da harname mesnevisinden bölümler değil. zebranın gözündeki korkuyu görüp onu yemekten vazgeçen timsah olmadığına göre doğa liberaldir diyebilir miyiz? doğa liberaldir diyemesek de en azından timsahlar liberaldir diyebiliriz. vice versa! o zaman tüm liberaller de timsahtır diyebiliriz belki.ooo alegoriye gel... neyse nehri geçerken cüssece benden küçük olduğu için bana saldırıp saldırmama konusunda mütereddit genç bir timsahla göz göze gelmişim gibiyim aylardır. nehri geçmeye geçeceğim bunu biliyorum ve fakat timsah bir türlü gözlerini ayırmıyor benden.