25 Haziran 2022 Cumartesi

hesap lütfen

 çok uzun ve yer yer dramatik yükseliş ve düşüşlerle dolu bir yazıyı okumak üzeresiniz. 

  "başlangıçta söz vardı"

"söyledim ve ruhumu kurtardım." ecinniler (doğrusu "ecinni" olmalıydı aslında) romanında dostoyevski, stavrogin'e söyletir bu cümleyi. vera tulyakova, nazım'a yazdığı bir mektubunu bu cümleyle bitirir. incil'den bir ayet, vera'yla nazım arasında bir köprü kuruyor. yuhanna bir balıkçıydı. onu isa'yla buluşturan ruhunu kurtarma arzusuydu. raskolnikov'u (kimilerine göre raskolnikov, dostoyevski'nin ta kendisidir) sorgu hakimiyle buluşturan hisse benzer bir histi yuhanna'nınki. umdukları gibi olmadı sonuç her ikisi için de. meramlarını anlatamadılar istedikleri gibi ruhlarını teslim etmedikleri kişilere... söyleyip ruhu kurtarmak,  çarlık rusyasından sovyetlere geçiş dönemi romanının başat teması oldu. ehrenburg ve ondan sonra gelenler ruhu kurtarmak yerine dünyayı kurtarmayı tercih etmenin romanını yazdılar. lermantov gibi şairler buna dirense de edebiyat komiserleri ehrenburg ve ardıllarını destekliyordu ne yazık ki... müthiş bir baskı (hatta istibdat bile diyebiliriz buna) uygulandı lermantov gibilere ve ne yazık ki teslim oldu lermantovlar.

yukarıdaki paragrafı epey önce yazmışım ama tamamlamadan taslaklara kaydetmişim. biraz önce başka bir şeye bakarken gördüm. araya gitmesin diye koydum buraya. yoksa bağlamla falan bir alakası yok yani. ama yine de başlangıçta söz olması beni hep etkilemiştir. yüksek lisans tezimin de giriş cümlesi buydu. "in principio erat verbum et verbum erat apud deum et deus erat verbum = başlangıçta söz vardı ve söz tanrı ile beraberdi ve tanrı söz'dü." sözle anlatılan, anlatılabilen hiçbir şey yeterince özgün ve iyi olamıyor aslında. yukarıdaki ayeti ben yazsam tanrı notaydı derdim galiba.  bazı günler ezan okunurken artık okuyan her kimdir bilemiyorum ama başkaca her şeyi susturup ezanı dinlemek istiyorum. müthiş bir ezgi müthiş dahi müthiş bir ses. adana'da belli aralıklarla ezanı okuyan kişiler değişiyor sanırım. ama bir tanesi var ki istanbul'da dahi böyle güzel bir nağme ve edayla ezan okuyan yoktur sanırım.

 buraya kadarını 5 martta yazmışım. bugün 24 nisan. 26 nisan yedikule'ye yatış günüm. bu kadar ruhumu esir alan ne yaptığımı ne yapacağımı bilemediğim bir başka gün daha olmamıştır hiç galiba. neyse artık bahsetmek istemiyorum bundan. 

19 mayıs 2022. arzu, düzene boyun eğer. düzene boyun eğdirebildiğimiz ölçüde arzularımız suç olmaktan çıkar. düzene boyun eğmeyen arzu: işte bunun için sözlüklerde bir yığın adlandırma mevcuttur. (arzu, düzene boyun eğmeli mi demeliydim? bu daha doğru sanki.

15 haziran 2022 çarşamba. hafta sonu tyt'ye gireceğim. başlangıçtaki motivasyonum yok sınav sonrası için. ingilizce çeviri bilim okumayı düşünüyordum ama ilk zamanlardaki kadar güçlü değil bu istek. yine de girecem ama sınava tabii, bakalım. başkalarını şahit tutarak yapılan tespitler saçma geliyor bana artık. bir şey anlatmak isterken mesela "bergson da böyle diyor, marx'ta da şöyle denir bununla alakalı" gibi şahitli cümleler kurmak, söylemek istenen şeyden daha ziyade söyleyeni ön plana çıkarmayı hedefliyor gibi. bir şey anlatmak istemiyor bu tür şahitli cümleler kuran; kendini anlatmak istiyor. marx'ı dinlemek yerin neden seni dinleyeyim ki? 

senaryoda acaip boşluklar var. hem de ne acaip ama işte tam da bu yüzden izletiyor kendini. tıpkı hayatın bizatihi kendisi gibi, yığınla boşluklar var dizinin akışında. bu niye böyle oldu derken geçip gidiyor hayat; dizide de bu niye böyle oldu derken geçip gidiyor sahneler birbirinin peşi sıra. hiçbir devamlılık, tutarlılık yok dizide. başlarken yani bu doktora mevzularına, eleştiri kuramları okumalarına falan "ulysses'ler, marcel proust'lar, e.e. cummings'ler, rus biçimcileri, yeni dalga sineması falan hep böyle devam ederim sanıyordum; ama geldiğim yer çekirdek yerken youtube'dan fox tv'deki son yaz isimli dizinin tekrarlarını izlemekten keyif almak oldu.  ha bazen atlayarak izliyorum ama olsun bazı kitapları da atlayarak okurdum ben zaten.

19 haziran pazar. dün tyt'ye girdim. türkçe paragraf soruları ne kadar zordu ya... bugün de ydt'ye girdim. ingilizce paragraf soruları da epey zordu ya da ben okuduğumu anlamıyorum artık bilmiyorum. bugünkü ingilizce sınavında, soruyu çözüp cevap anahtarına her işaretlediğimde içimden best fm'in "haaa best fm"  cingılını söyleyerek kodladım. 10 numara aktiviteydi ya benim için. 


merak edenler için bu videonun 24. saniyesinde başlayan kısmı söylüyordum içimden her cevap kodlayışımda. sanırım  ösym sınavlarına da son iştirakimdi bugünkü iştirakim. ösym'nin "sonuçlarım" sekmesinde 3. sayfa açılıyor artık. yine merak eden olursa diye söylüyorum, dünkü tyt'te de her cevap kodlayışımda poetry'n motion diye bir grubun "romoeo & juliet" şarkısının introsundan hemen sonraki "today" deyişini içimden taklit ederek işaretliyordum seçenekleri. soruyu okuyorum, cevabı buluyorum, cevabı tam optiğe kodlarken "today" diyordum her seferinde. 


aha da bu şarkının 28. saniyesindeki gibi "today"  diyordum. şarkı da nefistir he bu arada. rap'in aslında ne kerre şiirsel olduğuna da ispattır bu şarkı ve dahi grubun adı. (yine örnek verdim. poetry'n motion bilecek kadar rafine müzik zevkim var doğal sonucu çıkıyor tabii bu satırlardan ama gerçekten amacım bu değil. böyle şeyler yazmaktan bir amacım olmadığını en azından artık bir amacım olmadığını ben biliyorum, sanırım o yüzden rahat rahat örnek veriyorum ama yine de demin yukarıda da dediğim gibi konuşurken örnek vermek tanık göstermek, kaynakça belirtmek yavşaklıktır. cidden bir entelektüellik değil bu. öyleyse bile entelektüelliğin en aşağısına tekabül ediyor böyle kaynakçalı, şahitli konuşmak.

 "pratiwandi" diye bir film izlemiştim epey oluyor. sinek (sinema klübü) vardı bizim çukurova'da sanırım orada izlemiştim. (ya farkındayım yine entelektüel yavşaklık yapıyor gibiyim ama değil yeminlen. sadece bir şeyi somutlamak istiyorum. entelektüel sinefiller çok sever bu filmi, bu filmi bilmek prestij de sağlar he izleyene ama bence tıraş bir film. herhangi bir ayırt edici özelliği yok filmin sinema tekniği açısından yahut hikaye anlatma başarısı bakımından. fakat filmin baş kahramanı elemanın kendi üzerine sürekli düşünmesinin kendine dair bir bilinç oluşturduğunu fark ettiğimde sanırım heidegger'i anladım ya demiştim. bilen bilir doktora tezim de bu minval üzere şekillenmiştir. fdfksdafljgifdsi gerçekten böyle de neyse.. kendi üzerine düşündükçe kişinin eylemden kopması falan filan... tabii tüm bunları anlatırken yine bir yandan türkiye'de bollywood dışında kalan hint sinemasını bilen 5 kişilik ekiptenim alt mesajını da verdim yine ama amacım gerçekten bu değil. bak amacım şu:

kendi üzerine düşünen ve bunun yarattığı sorunsallığı bir türlü aşamayan bireyin kişinin filmini çektiler, romanını, şiirini yazdılar; eyvallah fakat kendi üzerine düşünmekten vazgeçen birey hiç sorunsallanmadı. (sikecem bu sorunsal sözcüğünü de neyse) pratidvandi'nin kahramanı tam vazgeçecektir kendi üzerine düşünmekten, yönetmen verir bunu ipuçlarını izleyiciye ama film biter. eee? iyi hikaye anlatabilen toplumların sanat eserlerinde kendi üzerine düşünen kahramanlara pek rastlamıyoruz. söz gelimi amerikan sinemasında öyle bir tip yok; akla gelmez yani ilk etapta ama mesela fransız sinemasında, edebiyatında çok vardır böyle tip, çünkü fransızlar hiç beceremiyor hikaye anlatabilmeyi. neyse bunları merak edenler yallah psikeart, altyazı, varlık gibi dergiler okumaya; burası yarı aydın birinin bildiği birkaç şeyi vulagarize ederek anlattığı bir yer. vulgarize :) 

bir ara augustinus'un itiraflar'ını okurdum harıl harıl. dünya edebiyatında, felsefesinde neyse ne işte kendi içi üzerine yani kendisi üzerine düşünüp bunun üzerinden bir şeyler anlatmaya çabalayan ilk insan olabilir kendisi. doğal haliyle ilk varoluşçu diyebiliriz kendisine aslında. bunu biliyordum. fakat buna rağmen teze almamıştım bunu. çok iddialı olur diye sanırım. bizim türkoloji camiasında iddalı yeni şeyler söylenmesini pek sevmiyorlar. epey de açıklamıştım bunun üzerinden varoluşçuluğu ama sonra çıkarıp başka yazarların varoluşçulukla ilgili söylediği şeyleri kaynakça göstererek yazmıştım. böylesi daha iyiydi, jürinin gereksiz saçma salak eleştirilerinden de kurtaracaktı bu beni. ben de bu yolu seçtim. beklediğim gibi de oldu, savunmada hiç eleştiri gelmedi kuram kısmından. "beni ben yapan bütünü kavrayamıyorum" böyle diyordu bir yerlerde st. augustinus. işte tam da buradan kuracaktım tezin kuramını ama türkoloji camiasıyla uğraşmak işime gelmedi. bunları şunun için anlattığım düşünülmesin -ben düşünmüyorum çünkü- ben acaip önemli şeyler söyleyecektim de zalım türkooji bana engel oldu. alakası bile yok. kim siker türkoloji camiasını ya da beni; işim olmaz. 

ekşi sözlük hesabını açtım biraz önce. yazdığım entry'lerin yedeğini aldım. ve sonsuza kadar tekrardan kapadım hesabı. içim bir tuhaf oldu. bir insanı sever gibi seviyordum orayı. hesabımın onaylandığına dair mail geldiği anı hatırlıyorum da doktorayı bitirdiğimde falan bile bu kadar sevinmemiştim. (gerçi doktorayı bitirdiğimde hiç bir şey hissetmemiştim ya yanlış bir örnek oldu bu) üniversite sınavını kazandığımda dahi bu kadar sevinmemiştim desem daha doğru bir örnek olur sevincimin kesafetini anlatmak açısından. neyse oradaki bazı entryleri buraya yükleyeceğim kalanları da silerim artık. hiç tanımadığım adlarını bile bilmediğim insanlar tanımıştım ekşi sözlük'ten daha doğrusu tanışmamıştım. ve bu tanışmadığım insanlar tezlerim için bana yardımcı olup almancadan, franszıcadan makale çevirip yollamışlardı bana. hatta yüksek lisans tezimin teşekkür kısmında ekşi sözlük'e de teşekkür etmiştim. tez jürimden bazı hocalar silmemi söylemişlerdi o teşekkürü ama silmemiştim. benden geriye kalsın istemiştim ekşi sözlük'e bu teşekkür. ama kapattım işte hesabı. gofret beyin diye bi abi vardı.  ankara sbf yahut odtü falan mezunuydu. entelektüel anlamda ufkumu bu kadar açan biri daha olmamıştır desem yeridir. yazık adını bile öğrenemedim. oysa karanfil sokak'ta falan yürürken sohbet etmek isterdim onunla. yusuf akçura'nın "üç tarz- ı siyaset" makalesiyle ilgili bir entry girmiştim. ve hayatımda aldığım en sağlam ayarlardan birini almıştım. öyşe şeylerle çürütmüştü ki yazdığım şeyi diyecek bir şey bulamamıştım. hala duruyor entry'si gofret beyin'in ama ben entrylerimi sildiği için yazdığı şey havada kalmış gibi olmuş. "türkiye'de ismi çok bilinen, ama tabii ki pek az kişinin orjinalini okduğu metin. bu yüzden hakkında yapılan yorumların pek çoğu yanlıştır. önce en büyük yanlış: "akçura bu metinde üç tarz-ı siyaseti tartışır ve türkçülüğü seçer". yanlış. birazdan neden yanlış olduğunu da göstereceğim." diye başlıyordu. mesaj attı sonra bana. aslında makaleyi okuduğunu biliyorum, anladım fakat.. diye başlayıp birkaç isim, kitap verdi ve entelektüel anlamda hayatım değişti desem yeridir. "akçura bu metinde üç tarz-ı siyaseti tartışır ve türkçülüğü seçer" gofret beyin'in tırnak içine aldığı bu cümle bana ait bu arada :)) mesajına cevaben ekşi'nin o zamanki kalıplarından biriyle cevap vermiştim "abi yazdıklarından tiksindim mamafih verecek bir ayar bulamadım" şeklinde. neyse geçmiş zaman işte. tüm zamanların en iyi romanının geçmiş zamanın peşinde olması tesadüf değil sanırım ya ama neyse geçmiş zaman işte.

2006 yılıydı galiba. ekim ayının sonlarına doğru adana'ya gelmiştim. artık bayram tatili mi vardı ne vardı bilmiyorum. şu 9 günlük tatillerden biriydi sanırım. istanbul'a dönecektim, cumartesi günüydü. yağmurlu bir öğleden sonra. camdan dışarı bakıyordum. otogar'a gideceğim saati bekliyordum aslında. annem içeride bir şeylerle uğraşıyordu. -hep bir şeylerle uğraşırdı- elimde tv kumandası kanalları dolaşıyordum. kral tv.'ye geldiğimde teoman'ın bir şarkısı başlamak üzereydi. 


adana'da da sonbahar başlamıştı. gerçi şarkı bir istanbul sonbaharına güzellemeydi ama adana'da da güzeldi sonbahar. geçmiş sonbaharlardaki cumartesi öğleden sonralarımı düşündüğümü hatırlıyorum. üniversite 1. sınıftaydım. yağmur yağıyordu yine, biraz durulsun da çıkarım diyordum. gazipaşa bulvarında arkadaşlarla buluşacaktık. kimler olduğunu hatırlamıyorum. neyse bu da geçmiş zaman işte. bir de bence  teoman'ın en iyi şarkısı bu ya. niye bilmiyorum ama bu kadar melankoli olan başka bir şarkı yok gibi. tabii melankoli diyince kayahan'ın şu şarkısını anmamak da suçtur:



geç ergenlikten muzdarip bir yetişkinin facebook hesabı gibi olmaya başladı burası. 

"gerçi sessiz ve ünü olmayan bir yaratıktım, biliyorum

ve onlar güçlüydüler, biliyorum

ne zaman biraz öfkelenmeye kalksam, bu bile

onların istediği bir öfke oluyordu ki

sonra ben susuyordum

ama bir suçluluk da duyuyordum ki, bu da bir başkaca düşmanımdı benim

ben neydim."

 türk şiirinin doruğu bu şiir ya, bu şiirin de bu kısmı. ama yine de küçük iskender'in şu satırları da korkunç yarabbi:

 şimdi sessizce uzaklaşmalıyım. çünkü beni anlamadığını, anlamak için uğraşmadığını, hatta bunu önemsemediğini biliyorum. aynı otobandaydık ve birimiz birimizin yanından geçip gitti. hafızasızlığı, gurur saymanın adil yanı!  hangimiz süratliydik; önemi kalmadı. hangimiz daha özveriliydik; bunun da.. umarım mutlu olursun. bunu bir çöküntü anında da söylemiyorum. hiç kimse aldatmadı ötekini; yalnızca böyleydik işte!  yüzüme öyle bakma nefretle."