11 Nisan 2012 Çarşamba

eli eli lema şevaktani

"şu yeryüzünde herhangi bir şeyi affetmeye hakkı olan, affedebilecek olan bir kişi olsun var mıdır? ben uyum istemiyorum. insanlığı sevdiğimden dolayı istemiyorum. intikamı alınmamış acıyla bir başıma kalmayı yeğlerim. intikamı alınmamış acıyla ve dindirilmemiş gazapla... yanılıyor olsam bile... ayrıca, uyum için istenen bedel çok fazla, o kapıdan girebilmek için elimizde olanların çok ötesinde. işte ben de o kapıdan giriş biletimi bir an önce geri vermek istiyorum, eğer dürüst bir insansam onu mümkün olduğunca çabuk bir şekilde geri vermem gerekir. benim yaptığım da bu. kabul etmediğim şey tanrı'nın kendisi değil, alyoşa, ben sadece son derece saygılı bir şekilde o bileti ona geri veriyorum." (karamazof kardeşler'den)

insanın en temel duygusu olan adalet duygusu üzerine yazılmış belki en etkileyici bölümdür yukarıdaki pasaj. insan adaleti bu dünyada görmek istiyor; oysa ilahi adalet hep öte dünyada tecelli edeceğini vaat ediyor bize. dünyada bu kadar çok acı -öcü alınmamış acı-, adaletsizlik varken, affetmek zalimliktir. ceza ise suçlunun da masumun da erdemidir.  adalet olmayacaksa ne gerek vardı bütün bunlara?

kerbela neresi nereden çıktı bu yangın
yoksa ben mi dokundum neden hala sürüyor
ilk kim kimi öldürdü hangimiz habil hangimiz kabil
eşkalimiz karıştı adımızı unuttuk
bunun için mi yarıldı deniz bunun için mi dirildi lazarus
daha kaç emir gerekli
dur bakalım nereden çıktı bu çarmıh
baksanıza ellerim ağustos ağustos kanıyor

9 Nisan 2012 Pazartesi

yargılama hastalığı üzerine,

üç gündür ders çalışmayı bıraktım. içimden gelmiyor ders çalışmak. başkalarının sorumsuzluklarının bedelini ödemek zorunda kalmak diye bir şey var bu dünyada. sorumsuzluklarını başkalarının sırtına yüklemeyi seven bu insanlar siz onlara bunun bedelini hatırlatmadıkça; onların sorumsuzlukları ve bununla doğru orantılı olarak da sizin ödeyeciğiniz bedelin kesafiyeti artıyor. bu bir hastalık olmalı. tedavisi imkansız bir hastalık. sorumsuzluk hastalığından muzdariplerin hemen hepsinde gördüğüm bir başka hastalık daha var, yargılama hastalığı:

bütün çağların ve hemen hemen bütün insanların ortak hastalığı olan bir hastalık yargılama hastalığı. elias canetti "kitle ve iktidar" kitabında uzun uzadıya anlatır bu hastalığı. insanların kendi işlerine bakmayıp başkalarının işlerine, yaptıklarına karışmaları şeklinde özetleyebilirim bunu. kendi kendine yetemeyelerin, kendi çöplüğünü temizlemeyenlerin hastalığıdır yargılama hastalığı. ayrıca isa'nın da hiç sevmediği ve yakalananların bir an önce kurtulması gerektiğini söylediği bir hastalıktır bu hastalık.peki nasıl kurtulunur bundan? susarak.

(İsa'nın en eski hastalık dediği bu yargılama hastalığınn yanında bir hastalığın adını daha zikreder: "verem". hep aklımda bu, hep yazsam diyorum ama bunun çağrışımları bile beni boğuyor)

7 Nisan 2012 Cumartesi

ben bazan istasyonu bulamayan bir adamım

şimdi cemal süreya'nın bu dizesini siyakını - sibakını da katarak bir rüya atmosferi içine yerleştirip oradan birtakım freudyen çıkarımlar yaparak yorumlayabilirim:

"ellerini alıyorum sabah kadar seviyorum
ellerin beyaz tekrar beyaz tekrar beyaz
ellerinin bu kadar beyaz olmasından korkuyorum
istasyonda tiren oluyor biraz
ben bazan istasyonu bulamayan bir adamım"

cemal süreya da okurun bunu yapmasını istiyor  ama ben şimdi bunu yapmayacağım. çünkü ben halihazırda istasyonu bulamayan bir adamım. öyle bazan falan değil çoğunlayın bulamıyorum istasyonu. bir rüya halinde yapılmak istenilen hareketi bir türlü gerçekleştirememe durumu vardır. köpek kovalar mesela rüyanda, kaçmak istersin. ayakların da bacakların da hareket ediyordur fakat bir türlü mesafe katedemezsin. böyle bir şey işte. gitmek istersin bir sürü gerekçen vardır, seni götürecek şeyi de bilirsin ama ona ulaşamzsın bir türlü. istasyon oradadır her zamanki yerinde ve fakat sen de her zamanki yerindesindir:

"gitmek geçse aklımdan
hemen yorum
nereye, nasıl, ne zaman?
oysa ben vazgeçtim.
uyu yorum
..."
şimdi öyle "gitme" meraklısı, gitmeye güzellemeler  yapan servet-i fünun şairinin konumuna düşmek istemem ama bir gidememe sancısı var. ve bu sancıyı ancak gitme'nin kendisi çözebilir. onu mecazlarla anlatmak ise sadece sancıyı kesifleştirir. istasyon ise -tam da burada- nerede olduğu bir türlü bulunamayan kaf dağı olur sana. mantık'ut tayr'da sancı yoktur bu yüzden. çünkü kuşlar kaf dağına yolculuğa çıkmışlardır. turgut özben'in canım selim ışık'ı aramaya çıkmadan önceki sancısı ve aramaya çıktıktan sonra yoldaki huzurunu hatırlıyorum şimdi. turgut özben istasyonu buldu ve çıktı yola. istasyonu bulabilenin romanı; bulamayanının ise şiiri yazılabiliyor demek ki. oysa ben romandan yanaydım hep; şiirde kaldım fakat. ihtilaci bir sancıya mecaz gerekiyor; bunu hep anlıyorum, bir şey değişmiyor. luther'in "harekete geçirmeyen düşünce gerekzidir" sözünü hayatına yüklem yapan protestan keşişleri kıskanıyorum.

günlük hayatı mecazlarla, rüya atmosferiyle açıklamamalı. hayatın mecazı yok.

1 Nisan 2012 Pazar

some of these days

hayır başlıktaki şarkıdan bahsetmeyecğim. bu şarkı -"some of these days" yani- jean paul sartre'nin bulantı (la nausse) romanında; notaların birbiri ardına varoluşması - yokoluşması diyalektiğinin ortaya anlamlı bir bütün çıkması için gerekli olduğunu anlattığı satırlarda çalan şarkıdır:

"madeleine, bir plak çalar mısın lütfen? hani şu benim sevdiğimi some of these day'i

birkaç saniye kaldı, zenci kadın şarkıya başlayacak. kaçınılmaz bir şey bu. müziğin zorunluluğu öylesine güçlü ki, kimse durduramaz onu. dünyanın içene atılmış olduğu şu zamandan gelen hiçbir şey bu işi yapamaz. düzeni gereğince kendi kendine sona erecek. bu güzel sesi sevişimin asıl nedeni bu. yoksa tok ve içli oluşu değil. bir yığın notanın önceden ölerek onun ortaya çıkışını hazırlaması hoşuma gidiyor. ama yine de tedirginim. gramofonun durması için önemsiz bir olay bile yetişir. bu sağlamlığın, bunca dayanaksız olması heyecanlandırıyor insanı.

sessizlik.

some of these days
 you'll miss me honey!"

 müzikte bu varoluş-yokoluş diyalektiği bir zorunluluk. herbir nota yokolmak için varoluyor. ve bu onun görevi oluyor. fakat burada bir nüans var bu notalar şarkının sona ermesi için değil var olması için bu işlevdeler. hemen burada aklıma Friedrich Nietzsche'nin sanırım "tan kızıllığı"eserindeki bir tespiti geliyor: "her son bir erek değildir; ezginin sonu ereği değildir onun; oysa ezgi sonuna da ulaşamadı ereğine de. bir benzetiş..." notaların varoluş-yokoluş diyalektiğini şarkının bitmesine dönük bir amaç olmadığını nietzsche de kavramış. tabii bu iki fiozof da bu tespitleri salt müziğe dair yapmıyorlar. onların tartışmak istedikleri şey başka. belki daha sonra bunu da yazabilirim ama benim asıl varmak istediğim şey her şarkının değil bazı şarkıların notalarının sanki sadece sonsuza dek varoluş-yokoluş diyalektiğini sürdürebileceğidir:


işte bu şarkı. notaları onu sonuna değil sadece varoluşuna hazırlıyor.

"müzikte teselli aramak ahmakça! tıklım, tıklım konser salonlarındaki küçük düşmüş, incinmiş insanlar; gözlerini kapatmış mozart, chopin dinliyorlar, genç werther gibi müziğin içlerine akmasını ve acılarının müziğe dönüşmesini diliyorlar. bu müziği duymalarını isterdi; bu müzikte şefkat yok, gündüz gece peşini bırakmayan dilsiz utançlar, sorular, Anny, daha derinde o bulantı... hepsini ortaya çıkarıyor bu şarkı. bütün kırılganlığıyla coşkulu"