Karakterin
Ölümü veya Karakterin Silinmesi
Modernizm
öncesi insanın büyük idealleri, büyük davaları gerçekleştirme hayali vardı. Bu
yüzden destan kahramanları hep olağanüstü özellikleri olan insanlardır. Bununla
birlikte modernizmin hemen öncesi dönemin büyük paylaşım savaşlarına sahne
olduğu bir dönem olması nedeniyle bu dönemin insanı da büyük idealleri,
davaları olan insan modelleri çıkardı ortaya. Modernizmin hemen öncesi
Avrupa’sında neredeyse birbirleriyle savaş halinde olmayan millet, ülke yok
gibiydi. Bu dönemin Avrupa’sında hakim sanat akımı ise Romantizm ve Realizm’di.
Romantik ve Realist aydınlar, sanatçılar, romancılar bu savaş ortamının
çıkardığı kahramanların üzerine yazdı ve düşündü. Nitekim İdris Küçükömer Cuntacılıktan Sivil Topluma adlı
eserinde bu durum için şöyle bir tespit yapar:
Yanılmıyorsam
1960 senesi başlarında idi, Londra’da Tate Galerisinde, Romantik döneme ait
resim sergisi açılmıştı. Galeriye girince karşıda, galerinin merkezinde oda
duvarı büyüklüğünde bir resim duruyordu şahlanmış bir atın üstünde uçuşan
peleriniyle romantik dönem idealizmini sembolize eden herkesin tanıdığı bir
Fransız generalini gösteriyordu. General Napolyon’ndu: Bu ideal öyle zorlu,
sarsıcı coşkun duyguları temsil ediyordu ki, Germen Goethe, milletinin orduları
Jena’da onun tarafından yenilince müteessir olmayacak: Lord Byron Elbe dönüşü
Napolyon’un muvaffak olmasını arzu ettiğini ilan edecek ve Waterloo’da kendi
milletinin ordularına mağlup olduğunu işitince de “bunun için kahroldum” diyebilecektir.
Crlyle de bir ingiliz olarak “Bizim son Büyük Adamımız” yargısına varacaktır.
Nietzsche ona hayran olacak ve “İyi Avrupalı” olarak onda, kendi idealinin en
modern sembolünü görecekti. Hegel, onu “Dünyanın at üstündeki ruhu” diye kabul
edecekti. (Küçükömer, 1994: 35)
İdris
Küçükömer’in de işaret ettiği gibi bu dönemin (modernizmin hemen öncesi)
aydınlarının, sanatçılarının hayran oldukları kahraman Napoleon Bonaparte’idi.
Doğaüstü güçleri olmayan; sıradan bir askerken başarı merdivenlerini bir bir
tırmanarak tüm dünyayı etkileyen bir komutan olan Napoleon’un bu karizmatik
kişiliği Avrupa edebiyatının roman kahramanlarına da sirayet etti. Ahmet Hamdi
Tanpınar, Bizde Roman adlı
makalesinde bu durum için çok önemli bir tespit yapar:
Napoleon’dan
sonra Avrupa’da kendisinde insanlığın üstüne çıkmak hakkını bulan bir tip moda
olmuştur. Bu örnek bütün Avrupa’yı dolaştı ve her yerde XIX uncu asrın sonuna
kadar fikir ve sanat aleminin biricik meselesi oldu ve bütün edebiyatçıları besledi
(vurgu bana ait) ve bütün bu adamlar birbirlerini okuyorlar,
tekrarlıyorlar, tamamlıyorlardı. (Tanpınar, 2005: 49)
Nitekim,
başarı merdivenlerini hırsla tırmanmak isteyen Balzac’ın Felix’ini, tutkulu bir
aşkın esiri olmaktansa intihar etmeyi tercih eden Turgenyev’in nihilist
Bazarov’unu ve Goethe’nin Genç Werther’ini, Hugo’nun çelik gibi iradeli, sağlam
karakterli Jean Valjean’ını, Nietzsche’nin Zerdüşt’ünü, Dostoyevski’nin kendini
bütün insanlığın üzerinde gören ve bu yüzden kendinde her şeyi yapma hakkı
olduğunu iddia eden Raskolnikov’unu: Napoleon Bonaparte’nin tezahürü şeklinde
okumak son derece anlamlıdır.
Yukarıda
bahsedilen dönem aynı zamanda burjuvazinin devrimci çağıdır. Burjuvazinin
devrimci çağı aynı zamanda devrimci roman kahramanlarını doğurdu. 20. Yüzyılla
beraber artık devrimci özelliğini kaybederek insanlığa vaat ettiği özgürlüğün
sadece sınırlı bir kesim için olduğu ortaya çıkan kapitalizmin sindirdiği,
yabancılaştırdığı, gettolara hapsettiği insanlar için özgürlük güzel bir hayal
olarak kaldı. Bu insanın değil büyük idealleri hayata geçirmek, yaşamını idame
ettirebilmekten başka bir amacı kalmamıştı. Yönetici klikler için, değeri
sadece planlama teşkilatlarının tuttuğu istatistiki verilerin içindeki bir
rakamdan ibaret olan bireyin romanı nasıl olacaktı peki? İşte bu
sıradanlaştırılmış, yok sayılmış insanın özne olduğu romanlardaki kavramlar
artık ruhuna Napoleon Bonaparte’nin ruhundan üflenmiş güçlü, asil, tutkulu
kahramanlar gibi değil içinde bulunduğu sistemin tam da kendini sildiği, yok
ettiği gibi silik olacaktı.
Sistemin
ötekileştirdiği, aidiyet sorunu çeken modern bireyin romanının kahramanını
öteki tip roman kahramanlarından ayırmak için protagonist kavramı imal
edilmiştir. Adına özgenliğinden ötürü protagonist denilen bu başkarakterlerin
genele olan marjinalliği romanlarda birçok şekilde dile getirilebilir fakat
modernist yazarlar başkarakterlerin silikleşmesini en çok karakterlerini
adlandırırken ortaya koyarlar. Modrernist edebiyatın en önemli temsilcilerinden
Franz Kafka’nın kahramanlarına ad seçmesi bu duruma son derece orijinal bir
örnektir:
Kafka’nın
kahramanlarının adları olduğunda, bu tür adlar gülünç ve anlamsız olur;
belirsiz ve tartışmalı bir kökenden oldukları için tanımlayıcı olmak yerine
kafa karıştırırlar. Öyle görünüyor ki, bu adların işlevi çoğunlukla
adlandırmadaki anlamsızlığı ifşa etmek ve adlandırmanın imkansızlığını
göstermektir. Fakat zaten Kafka’nın başlıca romanlarının kahramanlarının adı
bile yoktur. (Bauman, 2003: 236)
Kafka ve genel anlamda diğer
modernist yazarlar, ne kendi hayatının ne de tarihin bir öznesi olmayarak
silikleşen bireye ad vermeyerek ya da gülünç adlar vererek bireyin bu durumuna
işaret etmişlerdir. Elinor Fuchs, modern edebiyatçıların bu çabasını şu şekilde
özetler: “Bir zamanlar aksiyonun yerini almış olan Karakter’in bu kez kendisi
gölgede kalmıştır.” (Fuchs, 2003: 225) Modern yazarlar, gölgede kalan,
silikleşen karakterin bu durumunu ya onlara isim vermeyerek ya da gülünç, saçma
isimler vererek göstermişlerdir. Tarihi değiştiren, dönüştüren güçlü bireyden
yaşamını devam ettirecek temel ihtiyaçları için bütün bir ömrünü heba eden
bireydeki bu silinme/eksilme modern romanda birçok şekilde tezahür eder fakat
hiç biri yazarların kahramanlarına ad verme konusundaki bu tavrı kadar açık
değildir.
Bizde kahramanın
silikleşmesini/ölmesini kahramanına ad vermede dıştalayan en önemli isimlerden
biridir Yusuf Atılgan. Atılgan, Aylak Adam romanının baş kişilerine bir isim vermek yerine bunları ancak
istatistiki bir veride anlamlı olabilecek bir türden bir harflendirmeyle
kodlamıştır: C. ve B.. Roman boyunca
kendisine bir tutamak arayan C. bu tutamağı bulamamış bu yüzden kendini
gerçekleştirememiş yani eksik kalmıştır tıpkı adı gibi. Aynı durum B. için de
söz konusudur. C. B.olmadan; B. de C.
olmadan eksiktir. Roman boyunca C. kendisini tamamlanmış hissettirecek
tutamaklardan hiçbirini bulamamış ve bu yüzden kendisini tesadüflerin akışına
bırakmıştır. Tesadüflerin akışına bırakmış olmanın sonucu olarak da kendi hayatının öznesi olamamıştır tıpkı
emeğine yabancılaşmış kalabalıkları oluşturan diğerleri gibi:
─ İçiyorum da kurtulabiliyor muyum? Belki yalnız baş
ağrısından…
─ Ya içmediğin zamanlar?
─ O zaman ararım.
─ Hep arayacaksın sen. Ya resim ya kitap…
─ Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı.
─ Anlamadım.
─
Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür
gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki
tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi
müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi
tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez.
Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım.
Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, “ – Veli ağanın öküzleri gibi
öküz, yoktur,” demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki
değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç
olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimizi, benimle birlik düşünen,
duyan, seven bir kadın! (Atılgan, 2009: 152)
Bu
satırlardan da anlaşılacağı üzere C. kendisini hayata bağlayacak tutamaktan
yoksundur. C.’yi sadece gerçek sevginin bir tutamak olabileceğine inandıran şey
ise C.’nin insanlara yabancılaşmasıdır. Bu yüzden C. toplumsallaşamamakta yani
kendisini tamamlayacak öteki(ler)den mahrum durumdadır. Bu yüzden anlatıcı,
C.’nin hayata tutunmak için verdiği bu çabada henüz bir sonuca ulaşamadığı için
onun ismini eksik bırakmış, tamamlamamıştır. Aynı durum B. İçin de geçerlidir;
Çünkü B.’yi tamamlayacak kişi de C.’dir. Şu halde C., B. Olmadan; B. de C.
olmadan eksik, kendini tamamlayamamış bu yüzden de silik karakterlerdir.
C.
ve B.’nin bu tamamlanmamışlığının, eksikliğinin adlarına yansımışlığının aksine
romandaki hemen tüm kişilerin adı bellidir.
C’nin teyzesi Zehra Hanım, ressam arkadaşları Sadık, Kemal, Necmi;
hizmetçisi Eleni; birlikte olduğu ama yanlış kadın olduklarına hükmedip
ayrıldığı Ayşe ve Güler… Bu durum B. cephesinde de paralellik arz eder: B.’nin
bir süre flört edip yanlış kişi olduğuna karar verip terk ettiği Erhan, en
yakın arkadaşı Güler vs.’nin de adı verilmiştir romanda hep. Çünkü bu insanlar
bir anlamda hayata tutunabilmiş insanlardır. Ya da C.’nin onları tanımladığı
şekliyle “Eli Paketliler Sokağında” oturan kişilerdir bunlar. Peki ama modern
hayat bu insanları da silikleştirmemiş miydi? Şüphesiz öyle fakat yine C.’nin
tabiriyle bu insanlar kendilerini sisteme angaje etmenin bir yolunu bulmuş
insanlardır. Sistemin kendilerine sunduğu şeyler bu insanlar için yeterli
görülmüş ve bir anlamda bu insanlar sistemle zımni bir anlaşma yaparak hem
sistemi onaylamışlar hem de sistem tarafından onaylanmışlardır. Diğer bir
deyişle bir ev ya da bir araba satın alabilmek için bütün bir ömrünü çalışarak
geçirmeyi göze almış ve böylece bir anlamda “kendilerini tamamlamıştır” romanın
kişileri; fakat iki eksikle: C. ve B.
Devamlayın,
yazar tarafından C.’ye isim verilmemesine neden olan bu ayrıksılığını ya da
diğer bir deyişle C.’nin genele marjinallik arz eden durumunu –Oğuz Atay’ın
“Tutunamayanlar” romanındaki yerinde tabiriyle- C.’nin “küçük burjuva
ayinleri”ne katılmayı reddetmesinde hatta bu “ayinleri” küçümsemesinde de
görürüz. Örnekleyin, C.’nin parasal işlerini idare eden avukatının onu bir
yılbaşı davetine çağırması; C.’nin o davetteki olası diyalogları, eğlenceleri
tasavvur ederken neredeyse midesi bulanacak kadar tiksinmesi yahut Ayşe ile bir
yazlık pansiyonda kalırken orada birlikte zaman geçirmek zorunda kaldığı ailenin
olağan yaşantısını küçümsemesi ve kendinin oraya ait hissedememesi C.’nin
genele marjinalliğine işaret eder. Bununla birlikte, yılbaşı davetine
katılanların ya da pansiyondaki yazlıkçıların C.’nin küçümsediği tüm bu şeyleri
adeta bir ibadet gibi telakki etmeleri de savımı desteklemesi adına dikkate
değerdir.
Genelde modernist yazarların özelde
Yusuf Atılgan’nın kendi hayatının öznesi olamayan insanın bu yönüne vurguyu
kahramana ad verirken dıştalamasını Atılgan’ın bir diğer romanı Anayurt
Oteli’nde de görüyoruz: Yazar, burada da
yalnız ve anlamdan yoksun bir hayat yaşayan Zebercet’in bu anlamdan yoksun
hayatına uygun bir isim seçerek modern edebiyatın karakterin silinmesini
anlatmak için seçtiği kahramanlara ad vermeme ya da saçma bir ad verme tercihine
uygun bir seçim yapmıştır. Anlatıcı, tıpkı Zygmunt Baumann’ın Kafka’nın
anlamdan yoksun yaşayan kahramanları için kahramanlarına anlamsız ya da gülünç
isim seçme tespitine uygun bir şekilde adlandırmıştır kahramanını. Zebercet’in
kelime olarak bir anlamı vardır fakat Zebercet sözcüğü bir isim olarak
alışılagelmiş bir isim değildir. İşte bu isim seçimi bize, hem adlandırmanın
anlamsızlığına; hem de farklı, silikleşmiş bir bireyin bu yönüne uygun bir
seçim yapıldığını göstermiştir.
Anayurt
Oteli’nde de yine tıpkı yukarıda Aylak Adam için söylediğimiz romanın baş
kişilerine ad vermeyip diğer kişilerin adlarının verilmesine benzer bir durum
söz konusudur. Fakat tek farkla: Burada baş kişilerden birine alışılmışın
dışında bir ad diğer baş kişiye ise hiç ad verilmemiştir. Fakat diğer geri
kalan roman kişilerindeki adlandırma durumu Aylak Adam’la paralellik arz eder:
Ortalıkçı kadın Zeynep, Konağı otele çevirten Keçecizade Rüstem Bey,
Zebercet’in babası Ahmet, annesi Saide (otelde kalmaya gelen ve Zebercet’in sevişmelerini
izlediği öğretmen kadının adı da Saide’dir bu arada.), emekli subay olduğunu
söyleyen Mahmut Görgün… Burada ismini bilmediğimiz -ismi söylenmeyen- ve
romandan anlaşıldığı üzere Zebercet’in kendisini tamamlayacağını düşündüğü kişi
olan kadına da Tıpkı Aylak Adam’ın B.’si gibi bir ad verilmemiş ve “Gecikmeli
Ankara treniyle gelen kadın” gibi belirsiz bir ad verilmiştir. Gecikmeli Ankara
treniyle gelen kadın otele gelene kadar sıradan bir hayat yaşayan Zebercet,
kadının otele gelmesi, otelden ayrılması ve Zebercet’in onun otele geri
döneceğine dair beklentisi içindeki dönemde önemli değişiklikler yaşar. Bu
değişiklik Zebercet için bir anlamda alışkanlıkların kırılmasıdır. Zebercet
bıyığını keser, hiç gitmediği yerlere gidip tanımadığı insanlarla konuşur,
sinemaya gider… Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın, Zebercet’in kendini
tamamlamasının ve bu yönüyle de hayatının anlamı gibi olmuştur adeta. Kadını
beklerken geçen zaman, Zebercet’in hayatının en anlamlı günleri gibidir. Bu
bekleyiş günleri ve bir türlü gelmeyen kadın bize Samuel Beckett’in “Godot’yu
Beklerken” oyununu çağrıştırır. Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın bir
anlamda Zebercet’in Godot’udur. (Burada bir ad olarak Godot’un da alışılagelmiş
bir isim değil yazarın uydurduğu bir ad olduğunu anmakta fayda var.) Nasıl ki
oyunda Beckett tarafından, Godot gelirse oyundakilerin hayatına bir anlam
katacağı gibi bir izlenim verilmişse; yazar da bize Gecikmeli Ankara treniyle
gelen kadın gelirse Zebercet’in hayatının anlamlanacağını, tamamlanacağını
hissettirmiştir. Fakat Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın gelmez (tıpkı
Godot gibi) ve Zebercet kendini
tamamlama fırsatını yitirdiğine karar vererek intihar eder. Zebercet’in intihar
etmesi de savım için bir argümandır: Burada dikkat edilirse gerek C. gerekse de
Zebercet kendilerini tamamlayacak, hayatlarını anlamlı kılacak kişilerden
yoksunlardır; fakat bu kişilerden sadece birisi intiharı seçmiştir: Zebercet.
C. ise intihara meyilli biri olmasına rağmen intihar etmiyordur çünkü B.’nin
bir yerlerde yaşadığına emindir. Hatta romanın sonlarına doğru B.’yi de görür
fakat aksilik yetişemez ona. Bu da C.’nin hayatta kalmasının bir dinamiği olur
ve C. yaşamayı tercih eder. Oysa aynı durum zebercet için geçerli değildir.
Çünkü Zebercet, Gecikmeli Ankara
treniyle gelen kadın’ın gelmeyeceğine emindir: “Kadın gelmezdi artık. Yürüdü,
odadan çıkarken bir haftadır yanan ışığı söndürdü.” (2000: 38)