13 Ağustos 2014 Çarşamba

dibe vurmak yahut bakhtin yahut turgut özben yahut da nezih ünen

başlığa bi "yahut da nietzsche" eklenebilirdi aslında ama iyice uzamasın diye bi nevi anjambament yaptım ve nietzsche ile ilgili olan kısmı aşağı aldım. (dikkatli kariler bu nietzsche nam alaman feylesofunun adının nasıl yazıldığına dair bir malumatım olmadığını hatırlayacaktır) neyse gelelim asıl mes'elemize:

dibe vurmak tabirini ben uydurdum. aslında uydurmadım da telif tabir konumuna getirdim diyelim.  tabir esasen nietzsche'de (böyle buyurdu zerdüşt'te) ve tutunamayanlar romanında geçiyor. ben bu tabiri bakhtin'in "karnavallaştırma" tabiri yerine kullanacam bundan sonra. (bu ruslar ellerine aldığı her şeyi ruslaştırır, ben de şimdi misilleme olarak onlara ait bir tabiri türkleştirerek ulusumuzun ruslara karşı bir nevi misilleme yapmasını husûle erdiririyorum lan kari) dikkatli kari mevzuya bir tülü giremeyip lafı dolandırdığımı farketmiştir evet öyle biraz. az şey mi lan ama yukarıda saydığım bir sürü şeyi bir araya getirip ortaya bütünlüklü bir şey çıkartmak, olsun o kadar da sabret biraz. (4 kez şey demişim)

şimdi efendim evvela bu "karnavallaştırma"nın ne olduğuna dair malumat vermek icap eder zannımca. bakhtin bu karnavallaştırma mevzuu hakkında  "rabelais ve dünyası" adlı eserinde şöyle der:

"Resmî festivallerin aksine, karnavallar yerleşik düzenden, egemen olan doğrudan geçici olarak kurtulmayı kutlar. Bütün hiyerarşik rütbeler, imtiyazlar, normlar ve yasaklamaların askıya alınışını gösterir. Karnaval gerçek festival zamanıydı; oluşun, değişimin ve yenilenmenin festivaliydi. Ölümsüzleştirilmiş ve tamamlanmış her şeye düşmandı."
buradan hareketle,
nietzsche. böyle buyurdu zerdüşt'te  yukarı çıkabilmek için en dibe vurmaktan bahseder. dibe vurmak: bir nevi hayatın olağan akışındaki şeylerin tamamen olağan dışına çıkmasını imler burada. devamlayın, son derece normal bir hayatı olan tutunamayanlar romanı kahramanı turgut özben hayatı reddeden müntehir selim ışık'ın peşinden giderken bir kerhaneye gider. orada hayatın olağan akışının kabul etmediği her şeyi yapmak üzere bulunmaktadır özben. bir kerhane olması münasebetiyle zina vardır orada sonra kumar oynatır özben, sonra içikiler su gibi akar. normal hayatın tamamen dışına savrulur yani özben'im turgut'um. bu bir nevi bakhtin abimizin karnavallaştırma dediği şeydir aslında bu. burada bir parantez açıp şunu da hatırlatmakta faide var:  rus biçimcileri "alışkanlığı kırma"nın sanatsallığı ortaya çıkardığını söyler. gerçekten de her sanat metni -özellikle de roman- günlük hayatın alışkanlığının kırılmasının bir doğal sonucudur aslında. burada bakhtin "karnavallaştırma" savıyla rus biçimcilerinin "alışkanlığı kırma" tezi aslında örtüşüyor, tezini ileri sürüyorum. aha da sürdüm. (lan kari bu kıyağımı da unutma neler neler öğreniyon ha farkında mısın?) şöyle ki karnaval bir çeşit hayatın olağan akışını kırmadır aslında. değil mi ki karnaval zamanlarında insanlar hiç yapmadıkları şeyleri hiç olmadıkları insanlarmış gibi yaparlar. işte tam da bu yüzden  karnavallar, insanlar için hayatın normal akışını bozmanın adıdır.
neyse bu mühim tespitten sonra biraz toparlayayım söylediklerimi. aslında gerek yok ama olsun. sana salak muamelesi yaptığımı düşünmeni istemem lan kari. sen kaçın kurrasısın... (entel okurlarım burada italio calvino'ya selam çaktığımı farketmiştir) turgut özben'in genelevdeki macerası bir nevi onun dibe vurmasaydı. bu dibe vuruşun gerçekleştiği mekan ve oradaki olaylar bize bir karnavalı çağrıştırmıştı. değil mi ki turgut özben "3 oda 1 salon"da evli-mutlu-çocuklu yaşamaktaydı (dikkatli kari burada demet akalın'a selam çaktığımı fark etmiştir) onun genelevdeki bu atraksiyonu işte karnavallaştırmaydı ve burada dibe vurup yukarı çıkmak istiyordu... ama olmadı... niye olmadı peki burada kilit soru budur. cevabı ben vermeyeceğim. nezih ünen verecek:


şarkıyı dinleme imkanı olmayan kariler için sözlerini de yazayım tam olsun:

alevler dansediyor, meşaleler...
erdemler kapılmışlar rüzgara.
uğuldarken bir toz bir duman,
dağlar taşlar yıkılmakta.

sevgi elden ele bir rus ruleti.
çirkinler takarlarken maskeleri
tutuşuyor güzellikler, dökülüyor.
tüm pespayeler çılgın gibi.

nereden çıktı bu karnaval,
kimler var maskelerin ardında
zamanın son halkası bu kör hayal
büyük küçük dost düşman bir arada

alevler dansediyor, meşaleler...
erdemler kapılmışlar rüzgara.
uğuldarken bir toz bir duman,
dağlar taşlar yıkılmakta.

devler olmuş birer çürük ihtiyar.
cüceler kapmış çelik hançeri.
korkaklarda zafer nidaları...
tufan gibi bir alkış, tezhürat...

nereden çıktı bu karnaval,
kimler var maskelerin ardında
zamanın son halkası bu kör hayal
büyük küçük dost düşman bir arada

doğrayın yürekleri, doldurun kadehleri.
bu bir zafer sarhoşluğu, haykırın türküleri.
gerin artık kanatları
atlayın karanlıklara,haydi gülün bakalım.
sonsuza dek...

düşmenin sınırı yok.
düşmenin sınırı yok.
düşmenin sınırı yok.

evet. buradaöncelikle şarkının adına sonra şarkının klibindeki atmosfere ve sonra da şarkının sözlerinin yukarıda anlatmaya çalıştıklarımla olan bağına dikkat kesil ey kari! özellikle de şarkının sonundaki tekrar eden sözlere dikkat kesil:
"düşmenin sınırı yok.
düşmenin sınırı yok.
düşmenin sınırı yok..."

işte turgut özben bir karnaval ortamında dibe vurup en yukarı sıçramayı umuyorken ne yazık ki nezih ünen'in şarkısının sonunda fısıldar gibi söylediği gerçekle yüzleşecekti: düşmenin sınırı yok. heyhat...
ki bu karnavallar klişe bir benzetmeyle çöl gibi hayatlarımızın küçük vahalarıdır. nereden çıktı bu karnaval dediğimiz anlarımız vardır karnavaldan sonra tekrar çöllerimize döndüğümüzde fark ettiğimiz.














23 Temmuz 2014 Çarşamba

derdini sikeyim yahut 789 üzerine

başlık seni yadırgatmasın lan kari; çünkü birazdan -yani burada yazılanları okuduktan sonra- kuracağın cümleyi başlık yaptım.
"karşıdakinin seni anladığı kadar varsın" diye meşhur bir deyiş var. tam olarak böyle olmayabilirdi söz ama  buna benzer bir şeydi işte) ben tam aksini düşünüyorum kari. yani karşıdakinin seni anlamadığı kadarsın aslında. (yadırgadın di mi? bu kadar erken mi?) belki de anlamadın ne demek istediğimi, salağa anlatır gibi anlatayım bak: diyelim ki içeriği 123456789 olan bir şey anlattım ben sana. sen bunun 123456'ya kadar olan kısımını anladın. yaygın kanıya göre ben bu ifadenin 123456'ya kadar olan kısmıyım. oysa benim demek istediğime göre ise ben aslında tam olarak 789'um. saçma mı geldi sana bu? saçma di mi? peki ama absürt edebiyat dedikleri nedir sanıyorsun? işte tam da bu aslında. beckett, ionesco yahut ne bileyim belki de jean genet bunu dedi ve onu yüceltti insanlar ben diyince mi yadırgadın, aşk olsun hiç adil değilsin ey kari. ben enis batur severim bil isterim ey kari. şöyle der bir şiirinde enis batur:

"Anlaşılmaz oysa insan: Nasıl birdenbire
başlayan yağmur uzaklaşıp gitmişse biz daha
şemsiyeyi açmadan"
buna ne dersin kari? insan anlaşılmazdır. insan senin anladığın kadar değil anlamadığın kadardır. (enis batur'un bu şiirinin adı "gri tavırlar". yani siyah değil beyaz değil gri. insan gridir. siyahı anlarsın beyazı anlarsın ama gri'yi hissedebilirsin anacak.

"...
keskin
duranla eğilip bükülen iç içe geçmiştir sanacak
aramızdan onu anlamaya çalışacak olan." 789'unu anlamaya çalıştığımız insanlar vardır hayatımızda ve onlara aşığızdır aslında ya da hayranız ne bileyim.. benim de 789'unu anlamaya çalıştığım insanlar oldu.

"suyu dinle ateşi yak özledim demek bu"

bu yüzden dikkat kesilmeyi öğrendim. bazı insanların söylediklerinden anlayamadığım kısımları anlamaya çalışmak için dikkat kesilmeyi öğrendim.

"beni vur saatin altında seni seviyorumdur bu"

sonra genele yayıldı her şeye dikkat etmeye başladım. mavi giyen bir kadının sevgiye ihtiyacı olduğunu fark ettim. gülerken kafasını geriye atan kadınların iyi seviştiğini. (vallaha lan var böyle bir şey)

"kov beni kabilenden ama bekliyorum demek bu"

  laf lafı açıyor işte.  çehov (çekov diye okunur) bunu fark ettiğinde yani insanın gerçek söylemek istediklerinin söylediklerinin karşı tarafta anlaşılan kısmında değil de anlaşılmayan kısmında olduğunu fark ettiğinde yani açık uçlu öyküler yazmaya başladı. çünkü insan açık uçludur biz zihnimizde tamamlamaya çalışırız onu. (farkında mısın ey kari şu ana kadar hiç bir eleştirmenin söylemediği bir şeyi söyledim. açık uçlu sanat eserlerinin neden açık uçlu olduğunu biliyorsun artık. e o kadar farkın da olsun.)

kimbilir belki de ben sana kendimden bahsettiğimde kendimi saklamaya çalışıyorumdur. ama sen beni gördün, hem de çırılçıplak.


22 Temmuz 2014 Salı

ne çok aynı şey

ışığı kapatayım ben. ışık açıkken yazamıyorum. önemli bir şey yazacağımdan değil ama yine de bir sıkıntı var içimde. geçtikten sonra "hep aynı şey oluyor" dediğim şeyler var. hayatınıza girmek isteyen insanların hayatınızdan çıkmak istemesi sürecinin bir mantık silsilesi izlemesi gerekmiyor. yani niye girdin niye çıkmak istiyorsun dediğinde o kişinin buna mantıklı bir açıklama yapması gerekmiyor. (genelde girmek isterken mantıklı sebepleri vardır insanların ama çıkarken yoktur pek) bunları salt birliktelikler için değil arkadaşlıklar için de söylüyorum ve hatta daha fazla arkadaşlıklar için. kendisiyle ilgili  kişisel kaygıları baskın insanlarla arkadaşlık yapılmaz, yani zordur da o yüzden; yoksa kötü olur bu insanlar o yüzden  bu insanlarla arkadaşlık yapılmaz demek istemiyorum. hele de bu kaygılar arkadaşlık paydasıyla ilintili konulara dairse iyice zorlu olur bu insanların arkadaşlığı. sende olup olmadığını tam olarak bilmediğin şeyleri paylaşmak neresinden bakılırsa bakılsın saçmadır. (ne diyon la sadede gel dediğini duyar gibiyim ey karî) yani benden arkadaş olmaz. dixi et salvavi animam meam! bilmiyorum işte her neyse sanırım o yok bende. bende olmayan bir şey değer verdiğim bazı insanların hayatımdan çıkmasına neden oluyor. o her neyse bende olsun isterdim. ama yok sanırım. iyi insanlar neye değer verir gerçekten? iyiliğe mi? dürüstlüğe? samimiyete? ve fakat.. neyse.. "nerde bir deniz görsem soyundum" diyordu bir şair (hangi şair olduğunu söylemeyeceğim ara bul amına koyim. gördüğün gibi kötü biriyim ben ey karî )
acımasızca dalga geçiyorum senle ve işte böyle kahkaha atıyorum sana karşı!!

bunu ciddiye almadın di mi ey kari? bu kadar salak olamazsın. birisi gerçek yüzünü göstermiyorsa sana bu onun iki yüzlülüğünden değil de belki senin bir "deniz" olmamandandır, ha olmaz mı? buraya bir yere de yazmıştım daha önce, kimsenin hayatına etki etmeden sessiz sedasız bu dünyadan göçüp gitmek dışında geleceğe dair kendime biçtiğim bir amaç yok bende. 

haytanın biriyim ben, bunu bilsin insanlar
ruhumun peşindedir zaptiyeler ve maliye
kara ruhlu der bana görevini aksatmayan kim varsa
laboratuvarda çalışanlara sorarsanız
ruhum sahte
evi nepal'de kalmış
slovakyalı salyangozdur ruhum
sınıfları doğrudan geçip
gerçekleri gören gençlerin gözünde.
acaba kim bilen doğrusunu? hatta ben
kıyı bucak kaçıran ben ruhumu
sanki ne anlıyorum?
ola ki
şeytana satacak kadar bile bende ondan yok. evet ey kari, üzgünüm istediğin, beklediğin her neyse ihtimal ki şeytana satacak kadar bile bende ondan yok. bundan dolayı beni yargılayamazsın. peki tamam sendeki bu yargılama hastalığının şifası yok biliyorum ama bir iyilik yap bu defalık kendini de yargıla beni yargılarken. çünkü biliyorum "Ne yapsam döl saçan her rüzgarın vebası bende kalacak" ama olsun:

"işte koydum işlemeyi düşündüğüm suçları
sizin geçmiş hatalarınız karşısına.
Ne yapsam
döl saçan her rüzgarın
vebası bende kalacak
varsın bende biriksin
durgun suyun sayhası
yumuşatmayı bilen ateş
öğüt sahibi toprak
nasıl olsa geri verecek
benim kılıcımı."

ben bunları yazarken şunu dinliyorum: sen de dinle ey kari




3 Mayıs 2014 Cumartesi

ilk taşı en mantıklı düşününeniz atsın

"söz vardı başlangıçta" diye başlıyor yuhanna incili. eylem'i yüceltti buna rağmen protestanlar. "ne saçma! Ne budalaca! Dört İncil'den Yuhanna'yı tercih edişim niye?" ismet Özel'i anmamak olmazdı tabii yuhanna'dan söz ederken.  "söyledim ve ruhumu kurtardım." ecinniler (doğrusu "ecinni" olmalıydı aslında) romanında dostoyevski, stavrogin'e söyletir bu cümleyi. vera tulyakova, nazım'a yazdığı bir mektubunu bu cümleyle bitirir. incil'den bir ayet, vera'yla nazım arasında bir köprü kuruyor. yuhanna bir balıkçıydı. onu isa'yla buluşturan ruhunu kurtarma arzusuydu. raskolnikov'u (kimilerine göre raskolnikov, dostoyevski'nin ta kendisidir) sorgu hakimiyle buluşturan hisse benzer bir histi yuhanna'nınki. umdukları gibi olmadı sonuç her ikisi için de. meramlarını anlatamadılar istedikleri gibi ruhlarını teslim etmedikleri kişilere... söyleyip ruhu kurtarmak,  çarlık rusyasından sovyetlere geçiş dönemi romanının başat teması oldu. ehrenburg ve ondan sonra gelenler ruhu kurtarmak yerine dünyayı kurtarmayı tercih etmenin romanını yazdılar. lermantov gibi şairler buna dirense de edebiyat komiserleri ehrenburg ve ardıllarını destekliyordu ne yazık ki... müthiş bir baskı (hatta istibdat bile diyebiliriz buna) uygulandı lermantov gibilere ve ne yazık ki teslim oldu lermantovlar. aslında bu durum başlangıçta "söz" değil action (eylem) olduğunu gösteriyordu bize; çünkü ruhu kurtarmak isteyenler maddi dünyayı kurtarmak isteyenlere yenilmişti, tıpkı rusya ana'nın sovyetlere yenilmesi gibi.


"ve aslında aradıkları şeyi tek bir gülde ya da bir avuç suda bulabilirlerdi. ama gözler göremez. insanın kalbiyle bakması gerekir."

2 Mayıs 2014 Cuma

muhsin bey yahut "sen kazandın ama ben haklıydım"

"muhsin kanadıkırık yahut estetik bir kaybediş" olacaktı başlık ama ezginin günlüğü'nün oyun  şarkısı dolandı dilime. orada geçiyordu bu söz: "sen kazandın ama ben haklıydım" muhsin bey tipi kaybedenler hep haklıdırlar ama kaybederler bundan belki de. sevda hanım şöyle der muhsin bey'e: " "mesela bana iş bulmak için koynunuza sokabilirdiniz, e allah biliyor ya ben de girerdim koynunuza. ama siz dürüst bir adamsınız muhsin bey. ne yaptıysanız yaptınız, siz haklısınız." haklıydı muhsin bey.. neyse her neyse. oğuz atay'ın tutunamayanlar ansiklopedisine kafadan giriş yapacak bir güzel abimizdir muhsin kanadıkırık:

"muhsin bey: iyi okur ağbi, gerçekten... üstelik söz verdik!
abuzer: vazgeeeeç... avans vermedik ya, söz verdik. sen bana şöyle hesaplı bi arabeskçi bulman mı?
osman cavcı: ayıb ettin abuzer ağbi, buluruz!
muhsin bey: hayır bulamaz! bizde arabeskçi yok. sen bir şakir'le görüş..."

muhsin bey'in niye kaybettiğini bu satırlarda bulabilirsin ey kari. vurguya lütfen dikkat kesil ey kari. muhsin bey için şarkı söylemenin önkoşulu "iyi okumaktır" mekan sahibi içinse konsamasyonu (sen bunu orospuluk diye oku) iyi yapması. muhsin bey için söz vermek önemliyken mekan sahibi için para vermek önemlidir. abuzer kazandı. ülke artık onların. yok amacım siyasi mesaj vermek değil. kültürsüzlük, kabalık geçer akçe oldu. abuzer kazandı muhsin bey kaybetti. her şey herkes yerli yerinde kalsaydı sorun olmayacaktı ama o bile olmadı. her taraf abuzer'lerle doldu. son muhsin bey'ler yaralı bir şekilde sürekli saklanıyor ve kaçıyor abuzerlerden (ya ne sandın filmi yazan kişi boşuna mı "kanadıkırık" yaptı. kanadıkırık bir muhsin bey ne kadar kaçabilir ki bir abuzer'den ey kâri?)

çiçeklere su verirken onlarla konuşup onlara gerçek sanat müziği dinleten muhsin bey, mayakovski'nin intihar etmeden önce yazdığı son şiirinde dediği gibi:

"aşkın küçük sandalı
hayat ırmağının akıntısına kafa
tutabilir mi!
dayanamayıp parçalandı işte sonunda"

daha ne kadar dayanabilirdi ki? bu arada o çiçeklere su verme sahnesi de ne güzel bir sahnedir tanrım:

" -nasılsınız bakalım
-suyu görünce kendinize geldiniz değil mi?
-efendim... ne dediniz?
-peki başüstüne ... bir daha müziğinize zamanında başlarım ...
-ya siz ?
-siz nasılsınız sevda hanım ?
-bunlar duymasın ama safiye ayla'yı sizin için çaldığımı bilin.
-size özel bir ilgi duyduğumu bilmenizi isterim ..." çiçeğine sevdiği kadının adını verip ona müzik dinleten bir güzel abi işte muhsin abi. muhsin abi, çağrılmayan yakup, selim ışık ve diğerleri için söylenebilecek en güzel söz tabii ki nazım'ın dediği gibi "henüz söylenmemiş olan sözdür" sadece ya kaçıp saklanarak ya da intihar ederek  ancak  "buradayım ulan ben" diyebilenlerin dilemmasını düşün ey kâri! sadece yok olarak ben buradayım diyebiliyorlar. değil mi ki intihar yahut kaçıp gitmek biraz da "ben buradayım" demektir. ben buradayım demek için kendini yok etmek ne yaman çelişkidir tanrım.

neyse geç oldu yarın okul var
. "bir geceyarısı yazıyorum bu mektubu
yalvarırım onu okuma çarşamba günleri"

ha tabii vedayı muhsin bey'in finalindeki nefis şarkıyla yapalım:





1 Mayıs 2014 Perşembe

talking about a revolution

bir güzel ablamızdır tracy chapman abla. onu ilk kez solculuk oynadığım toy zamanlarda tanımıştım. anlamıyordum pek ne dediğini şarkıda ama devrim diyordu. "fısıltı gibi" devrim diyordu. dünyanın en güzel sözcüğünü denge profiline ulaşmış bir ırmağın akışı gibi söylüyordu: öyle sessiz öyle biteviye. ben devirimi çok sevmiştim ey kari. kimsenin kimseyi aşağılamadığı, hor görmediği bir ülkenin hayali, bana ilk içilen sigaranın verdiği o tarifi namümkün hazzı veriyordu. bu yolda bir ömrü çürütemedim ben; çürütene bin selam olsun. hiç olmayacak bir kadını sevmek gibi hep sevdim ama devrimi. stalin yoldaş meşhur Stalingrad direnişi için moskova radyosundan halka seslendiği son konuşmasını "bayram bir gün bizim sokağımıza da gelecektir" diye bitirir. bayram bizim sokağa da gelecektir bunu biliyor ve istiyorum. ince memed'e kan kusturan abdi ağaların olmadığı bir ülke olacak burası bir gün. joan baez ablanın da dediği gibi "bir gün mutlaka" olacak. bayrağının rengini "abdi ağaların" kanından alacak bir ülke olacak. buna "ütopya" diyor abdi ağa gibiler ve onların kapatmaları. değil mi ki oscar wilde "ütopya ülkesini göstermeyen bir dünya haritasına göz atmaya bile deymez" diyecek.
 "...dikenlidüzü bu düzlüklerden biridir. dikenlidüzü'ne beş kadar köy yerleşmiştir. bu beş köyün beşinin de insanları topraksızdır. cümle toprak abdi ağanındır." abdi ağa'nın toprakları varsa, onu her daim kollayıp koruyan kaymakamları varsa ince memed'in de çelik gibi parlayan gözleri vardır. o gözler abdi ağaların kabusu olacaktır hep, olmuştur da. sıkıldıysan okumaktan biraz müzik arası verelim mi ey kari:


işte böyle ey kari. abdi ağalar varsa ince memed'ler de vardır. abdi ağa uzun çöpse ince memed kısa çöptür. ve eskiden beri "kısa çöp uzun çöpten hakkını alır elbette"

11 Mart 2014 Salı

son 53 dakika

"bana sorarsanız, dilediğimi yapacağım bir elli üç dakikam varsa, bir su kaynağına doğru gönlümce yürümeyi seçerim." epeydir ihmal ediyorum burayı. yaklaşık bir yıldır komada yatan berkin elvan bu sabah ölmüş. aklıma saint exupery'nin küçük prens'i geldi. devam edeceğim daha sonra

16 Şubat 2014 Pazar

friedrich hölderlin, genç werther yahut fransız romantizmi

şimdi efendim evvela mahsus selam ederim. bu mühim konuda zihinleri aydınlatmak, gençlere bir yol bir rehber olmak ümidi ve kavliyle alman eşrafından ve ediplerinden  friedrich hölderlin ve werther nam roman kahramanı..
böyle bir giriş tabii ki hoş değil. ne yazacağımı toparlayamadığım için lafı dolandırdığımı mı düşünüyorsun? çok kötü niyetlisin ey kâri...
hölderlin'in hayatının son dönemleri nietzsche'nin son dönemlerine benzer aslında. her ikisi de ağır bir depresyon içinde (hadi çıldırmış diyelim) ömürlerinin sonunu beklediler. ama nietzsche'yle hölderlin kıyaslanamaz, olmaz bu. nietzsche'nin salt ateist olmasından ötürü değil, olmaz işte. hölderlin ve genç werther birbirlerinin kurmacayla gerçekteki karşılıkları gibiler. uçsuz bucaksız "kutsal germen" topraklarının, yeşil, ormanlık vadilerinde herkeslerden (büyük şehirlerdeki herkeslerden) uzak; bir şeyi arayarak, bekleyerek hayatı tüketmekti bu ikisinin yazgısı. hölderlin tanrı'ya bağlıydı. göksel bir bağla bağlıydı ama öyle sıradan bir inanıştan farklı onun inanışı. bundandır azabına son verecek son hamleyi yapmadı; yani intihar etmedi werther gibi.

en tipik şiirlerinden biridir şu:

"çoğu kez bir tanrı kurtarırdı beni
bağırışlarından ve sopalarından insanların,
sonra oynardım güzelce ve güvenle,
korudaki çiçeklerle,
ve havası göklerin
oynardı benimle."

werther kardeşimiz malum "elim bir aşkın pençe-i ızdırabında inlerken" intihar etmeye kara verir ve öldürür kendini. lotte diye yazar, lotte..

"yüz defa, elime bir bıçak alıp sıkışan yüreğimi soluklandıracaktım. aşırı koşturulmaktan dayanılmaz biçimde hararetlenince güdüsel olarak damarlarını ısıran ve böylece soluklanan safkan atlardan sözedilir. çoğunlukla kendimi duyumsayışım böyledir. bir kan damarı açmak istiyorum, bana sonsuz özgürlüğü verecek." böyle yazıyordu bir mektubunda werther. (bende bazı rüyalardan uyandıktan sonra oluyor bu his. şimdi anladın mı "bir düşe uyanıyorum ve ağırdan alıyorum şiddetimi" dizesini neden çok sevdiğimi? bu şiiri yazan şairin de genç yaşta intihar ettiğini falan da anlaman lazım ama) werther'i hölderlin gibi "çoğu kez bir tanrı kurtarmıyordu bağırışlarından ve sopalarından insanların, belki bu yüzden o öldürdü kendini. (yani "küstü öldürdü kendini su. su çürüdü")

"bildiklerimi herkes bilebilir; yüreğimdir, asıl bana ait olan." diye yazar bir mektubunda werther. hölderlin'i kendini dahi tüm alman romantiklerini özetleyen bir cümledir bu ve önemlidir. çünkü bu akla karşı yüreğin galebe çalması alman romantizmini fransız romantizminden ayırdı.

oysa ben bunlardan değil werther'in lotte'nin fiyongunu saklamasından bahsetmek istiyordum: "Bu giysiler içinde, Lotte, gömülmek istiyorum, onlara senin elin değdi, kutsandı; babandan
da bunu istedim. Ruhum, tabutun üstünde süzülüyor. Ceplerim aranmasın. Seni ilk defa
çocukların arasında gördüğüm zaman göğsünde taşıdığın bu soluk kırmızı fiyong - ... - Bu
fiyong benimle birlikte gömülsün" bu fiyongu işte ben asıl bunu anlatmak isterdim şimdi.
 ama olmadı.
yüreğimdekileri değil;
bildiklerimi anlattım yine.

5 Şubat 2014 Çarşamba

tevfik fikret yahut sır içinde sır

"bize bol bol ziya kucakla, getir: 
düşmek, etrafı görmemektendir." 

fikret hakkında bir şey yazacağımdan değil başlığa aldanma. şairliği, şiir anlayışı hakkında bilgi bulmakta pek sıkıntı çekeceğin biri değildir fikret; bu yüzden bu minval üzere bir şeyleri tekrardan burada zikretmenin bir kıymet- i harbiyesi yok. etrafta olmayan bir  bilgi vereyim ama yine de onun hakkında: fikret cesur biriydi. hatta  onun hayatının yüklemi cesarettir desek yeridir. lafı eğip bükmeyen, nabza göre şerbet vermeyen, ikbal için tabasbus etmeyen biriydi o. kimsenin II. Abdulhamit'i eleştiremediği bir dönemde abdulhamit'e suikast girişiminde bulunan kişi için şöyle yazmıştı:

"dâmını beyhûde kurmadın ey şanlı avcı / attın fakat yazık ki yazıklar ki vurmadın"

 fakat her cesur insan gibi (çünkü fikren cesur insanların hayatta karşılığı yoktur) içine kapandı. ama kelimenin tam anlamıyla içe kapandı. kimseyle görüşmedi, konuşmadı. düştü bir anlamda fikret, çünkü etrafı göremiyordu. daha doğru bir tabirle etrafta olan bitene göre kendi konumunu ayarlamıyordu. o günün yükselen değerleri nelerdir, hangi paşaya intisap ikbal getirir vs. gibi etrafta olan bitene göz atmazsan yani "etrafı göremezsen" düşersin; fikret gibi. 

neyse gördüğün gibi fikret'le ilgili bir halt yok burada ya da işe yarayacak bir halt yok. bir anahtar var ama: etrafı kolla ki yükselesin (düşmeyesin) bu tip yükselenlerle ilgili vadideki zambak'ta balzac nefis bir tespit yapar. yazmayım buraya şimdi canın sıkılmasın belki sen de yükselmek için etrafı kollayan birisindir; öyle ya misafir sayılırsın bu blog'ta, asgari nezaketi hak ediyorsun. 
hadi söyleyim de niye bunları anlattığımı anla ey karî: hep bu yönü yüzünden fikret'i kendime yakın hissettim. ha ben de fikret gibi cesurum mu demek isityorum; belki evet. padişaha laf sokacak cesaretim olur muydu bilmiyorum ama kendi hayatımın padişahlarına (söz gelimi okul müdürü, ilçe milli eğitim müdürü, dekan vs. ) lafımı esirgemedim hiç. çoğu maldı zaten. önemsiz. 
kendime yakın hissettiğim biri daha var: orhan veli. orhan veli de fikret gibi hatta belki ondan daha cesur biridir. bu yönü ayrı. onu yakın hissetmem onun her şeyle dalga geçiyor hiçbir şeyi ciddiye almıyor olması. (izninle ben bir kadeh daha şarap alacağım) neyse ne diyordum, ben bu zıkkımı içmiş olmak için içerim. ben kim miyim? "bunu anana sorsana delikanlı" karşısındaki bir şey anlatırken anlattıklarını yiyormuş, onu ciddiye alıyormuş gibi yapan biriyim. bu da benim "persona"m. (sahtekar olduğumu mu düşünüyorsun? ilk taşı en persona'sız olanınız atsın o halde. hazır bu kadar persona demişken ingmar bergman'ın nefis filmini de anmak lazım gelir, şöyle bir diyalog vardır filmde:

var olmayı boş yere hayal etmek. öyleymiş gibi görünmemek, gerçekten olmak. uyanık olduğun her an. tetikte. başkalarına karşı sen ile yalnızken ki sen arasındaki uçurum. baş dönmesi ve sürekli açlık, açığa vurulmak için. içinin görülmesi için... hatta parçalara ayrılmak ve belki de tümüyle yok edilmek için. sesin her tonu bir yalan, her davranış bir aldatmaca, her gülümseme aslında yüz ekşitme.

intihar etmek mi? 
oh, hayır! bu çok çirkin. sen yapmazsın.

ama hareket etmeyi reddedebilirsin. konuşmayı reddedebilirsin. o zaman en azından yalan söylemezsin. böylece düşünceye dalıp, kendi içine kapanabilirsin. artık rol yapmaz, herhangi bir maske takmaz ve yalancı davranışlarda bulunmamış olursun. 

sen öyle sanırsın. ama gerçek inatçıdır. saklandığın yer su geçirmez değildir. yaşam dışarıdan sızar içeri. ve tepki vermek zorunda kalırsın. hiç kimse de bunun gerçek olup olmadığını, sen içten misin yoksa yapmacık mısın diye sormaz. bu soruların önemsendiği tek yer tiyatrodur. hatta orada bile fark etmez.

seni anlıyorum, elisabet. kendini bırakmanı, hareketsiz kalmanı, hayali bir sistem içinde apatiye girmeni anlıyorum. seni anlıyorum ve seni takdir ediyorum. hevesin gecene, tüm ilgin bitinceye kadar bu rolü oynaman gerektiğini düşünüyorum."

  şimdi anladın mı fikret niye kapandı içine ve hiç konuşmadı? yahut orhan veli niye hep dalga geçti her şeyle herkesle? 

filmdeki diyalog şöyle bitiyor: "o an geldiğinde diğer rollerini bıraktığın gibi,bunu da bırakırsın..." buradan bu isimlerden çok uzak bir isme gideyim mi?  comte de lautreamont'a gidelim mi? (alkış, kıyamet "git git" diye inliyor stadyum) peki ey karî seni mi kıracağım.. peki niye lautreamont'a geldik? çünkü onun şiiri, kişinin persona'larıdan vareste olduğu anların şiiridir. abimize göre "istek" (cinsel istek) ve "doyum" (çoğu zaman cinsel doyum) insanın yegane kendi olduğu alanlardır. yani personalarımız yoktur bu anlarda. bu yüzden aşık olduğumuz kişilerdir salt bizi tanıyabilenler. (ve ihtimal ki sonralayın bizden en çok iğrenenler de onlardır) 

'dehşetin aldatıcı serabı gösterdi sana kendi hayaletini' derken lautreamont aslında ne demek istiyordu? (bunu anana sorsana delikanlı) 



30 Ocak 2014 Perşembe

Maria Callas dinlerken katlanan sadelik

fevkalade memnunum dünyaya geldiğim için diyebildiğimiz anlar önemli. neitzsche gibi söylersek bu anlar "sonrasızca yeniden gelmeli" anlardır. bu anlarda yaşamı duyumsar ve iyi ki gelmişim dünyaya derim. buraya yazamam o anları, sen de merak etmiyorsundur zaten ey kari. ama var öyle anlar. başkaları için önemlş anlar, günler pek bir şey ifade etmez bana. gereksiz,saçmadır doğum günleri, evlilik yıldönümleri vs. aslolan bir iki an vardır o anlar önemlidir sadece. o anların yüzü suyu hürmetine yaşarız çoğunlayın. bir an vardı mesela o an aklıma geldikçe hep "sigara içmeseydim, başlardım o an" derim her hatırladığımda o anı. neyse bu başka bahis, anın sahibine bir gün anlatırım belki bunu kim bilir.

çocuktum. cuma akşamı trt 1'de şu dizi başlarken televizyon karşısında kendimi her şeyi unutup diziyi izlerdim:


hastaydım maddie'ye (cybill shepherd). belki de ilk aşık olduğum kadındı kendisi, çocuktum, onu düşünmeden uyuyamıyordum. ne bileyim işte..
sonra istanbul'da galip abiyle mavi köşk diye bi birahanede içerdik. gaziosmanpaşa'da bi birahane. bir de lodos vardı. sonra benim tek başıma gittiğim bakırköy'de martı diye bi birahane vardı. iğrenç bir yerdi ama gidiyordum. sonra çıkıp yürüyordum gri bir paltom vardı. kırmızı winston içiyordum.

o amına koduğumun uçağı orada düşecekti ya

29 Ocak 2014 Çarşamba

requiem for a birthday

epeydir bir gelenek oldu. evde yalnız başına içerek doğum günüme girmek. ben bu satırları yazarken şunu dinliyorum:



ortam şu halde: (ışığı açtım tabii): "masa da masaymış ha" gördüğün gibi ey kari..



saçma işte neresinden baksan sisyhpos gibi yaşayıp gidiyoruz. bilenbilir bütün şairler bir yana sergei yesenin bir yanadır benim için sırf şu dizeleri yazdığı için olsa gerek:

"Yeni bir şey değil ölüp gitmek bu yaşamdan,
Ama yaşamak da daha yeni değil kuşkusuz." (belki bilmezsin ey kari jim morrison abimiz de çok severdi sergei yesenin abimizi ve this the end şarkısı yesenin'in "hoşçakal" şiirinden mülhemdir. 

insan kendinin değerli olmasını istiyor ve hatta en çok bunu istiyor. kendinden sonra ne
kalacağını bilmek istiyor. alkolün ve yalnızlığın şairi edip cansever "sonrası kalır" da bunu 
sorunsallar: 
On Kalır benden geriye dokuzdan önceki on 
Dokuz değil on kalır 
On çiçek, on güneş, on haziran 
On eylül, on haziran 
On adam kalır benden, onu da 
Bal gibi parlayan, kekik gibi bunalan 
On adam kalır.
....
 Ne Kalır benden geriye, benden sonrası kalır ,Asıl bu kalır. "
benden de geriye kala kala benden sonrası kalacak sadece sanırım; yani: hiçbir şey. bu da bir şey
aslında hiçbir şey bırakmadan kimsenin hayatında önemli bir yer işgal etmeden öylece göçüp gitmek. 

doğum gününde bunları düşünmek çok anlamlı değil biliyorum. gereksiz bir melankoli yaratmak gibi bir gaye de hasıl olmadı bünyede ama genç değilim artık. dünyayı değiştiremeyeceğimi anladım. artık yolda gördüğüm güzel bir kadının peşine düşmüyorum işi gücü bırakıp. rastgele bir otobüse, trene binip yolculuklar yapmıyorum. kitapları hep aynı raflara diziyorum. yaşa/yorum; sevin emi yorum. 

27 Ocak 2014 Pazartesi

çölde çay yahut fotoğraf

"çocukluğunuzun bir öğleden sonrasını, öyle ki, hayatınızı onsuz düşünemediğiniz, sizi derinden etkilemiş bir öğleden sonrayı, daha kaç kez anımsayabilirsiniz ki? belki dört, beş kez daha. belki o kadar bile değil. dolunayın çıkışını daha kaç kez izleyebileceksiniz? belki yirmi. ama yine de, her şey sonsuzmuş gibi gelir." 


gün içerisinde çağrılmaksızın gelen anlık görüntüler var. bunları yazmayı düşünüyordum, yazdım da birkaç tanesini ama sonradan vazgeçtim niyeyse. fotoğrafları anların taşıyıcısı olduğundan mıdır nedir sevdim bu yüzden. neyse işte devam edecem sonra. 

(bir gün sonra gelen edit) devamlayın,

belki de hayatım boyunca ilk defa gördüğüm bir rüyadan sonra korkup uyuyamadım dün gece. rüyamda uyuyordum. battaniyeyi kafama kadar çekmiştim. üzerime bir türlü ne olduğunu tam kestiremediğim garip bir canlı geliyordu. biraz mekanik bir şey gibiydi. sonra elini uzatıp battaniyeyi çekti tam o sırada uyandım ve ben de elinmle battaniyeyi çekip yüzümü açmıştım. rüyayla gerçeğin birleşmesi, rüyadaki benle gerçekteki ben'in birleşmesi (hadi bir edebiyat terimiyle adlandırayım bu durumu) ikizleşme çok sık olmaz bana. olsa da bu denli ürkütücü olduğunu hatırlamıyorum hiç. birkaç gün önce bir film izlemiştim bir romancının romanını yazma sürecini  izleten bir film: 


kahraman bir süre sonra bir romanın ana karakteri olduğunu anlıyor ve duruma müdahale etmek istiyordu. filmi izlerken orhan pamuk'un "beyaz kale" romanındaki ikizleşme tekniği gibi diye not almıştım. bir ara epey kafa yormuştum bu ikizleştirme tekniği üzerine. belki ondandır bu rüya bilmiyorum. sanırım başka bir hayatı (hayatları) özlemenin bir şekilde sembolik dışavurumu bu tip rüyalar, romanlar vs. bilmiyorum ama bildiğim bir şey var ki bütün bir insan ömrü başka hayatları özleyip varolan hayatı yaşamak zorunda olmaklığımızla özdeş.

dünkü rüyada belli belirsiz yatakta uyuyan beni boğmaya gelen kişinin/şeyin yine ben olduğumu düşündüm uyanınca. şu halde, rüyadaki ben olmak istediğim bendim ve gerçek olan yani uyuyan beni boğarak olmak istediğim ben'e ulaşmak istiyordum. kim bilir. 

fark etmişsindir ey kari. kafka gibi rüyalar görüyorum. yani olsun o kadar da. bir çobanın rüyasıyla benim rüyam bir olabilir mi?


4 Ocak 2014 Cumartesi

Karakterin Ölümü veya Karakterin Silinmesi

Karakterin Ölümü veya Karakterin Silinmesi
Modernizm öncesi insanın büyük idealleri, büyük davaları gerçekleştirme hayali vardı. Bu yüzden destan kahramanları hep olağanüstü özellikleri olan insanlardır. Bununla birlikte modernizmin hemen öncesi dönemin büyük paylaşım savaşlarına sahne olduğu bir dönem olması nedeniyle bu dönemin insanı da büyük idealleri, davaları olan insan modelleri çıkardı ortaya. Modernizmin hemen öncesi Avrupa’sında neredeyse birbirleriyle savaş halinde olmayan millet, ülke yok gibiydi. Bu dönemin Avrupa’sında hakim sanat akımı ise Romantizm ve Realizm’di. Romantik ve Realist aydınlar, sanatçılar, romancılar bu savaş ortamının çıkardığı kahramanların üzerine yazdı ve düşündü. Nitekim İdris Küçükömer Cuntacılıktan Sivil Topluma adlı eserinde bu durum için şöyle bir tespit yapar:
Yanılmıyorsam 1960 senesi başlarında idi, Londra’da Tate Galerisinde, Romantik döneme ait resim sergisi açılmıştı. Galeriye girince karşıda, galerinin merkezinde oda duvarı büyüklüğünde bir resim duruyordu şahlanmış bir atın üstünde uçuşan peleriniyle romantik dönem idealizmini sembolize eden herkesin tanıdığı bir Fransız generalini gösteriyordu. General Napolyon’ndu: Bu ideal öyle zorlu, sarsıcı coşkun duyguları temsil ediyordu ki, Germen Goethe, milletinin orduları Jena’da onun tarafından yenilince müteessir olmayacak: Lord Byron Elbe dönüşü Napolyon’un muvaffak olmasını arzu ettiğini ilan edecek ve Waterloo’da kendi milletinin ordularına mağlup olduğunu işitince de “bunun için kahroldum” diyebilecektir. Crlyle de bir ingiliz olarak “Bizim son Büyük Adamımız” yargısına varacaktır. Nietzsche ona hayran olacak ve “İyi Avrupalı” olarak onda, kendi idealinin en modern sembolünü görecekti. Hegel, onu “Dünyanın at üstündeki ruhu” diye kabul edecekti. (Küçükömer, 1994: 35)
İdris Küçükömer’in de işaret ettiği gibi bu dönemin (modernizmin hemen öncesi) aydınlarının, sanatçılarının hayran oldukları kahraman Napoleon Bonaparte’idi. Doğaüstü güçleri olmayan; sıradan bir askerken başarı merdivenlerini bir bir tırmanarak tüm dünyayı etkileyen bir komutan olan Napoleon’un bu karizmatik kişiliği Avrupa edebiyatının roman kahramanlarına da sirayet etti. Ahmet Hamdi Tanpınar, Bizde Roman adlı makalesinde bu durum için çok önemli bir tespit yapar:
Napoleon’dan sonra Avrupa’da kendisinde insanlığın üstüne çıkmak hakkını bulan bir tip moda olmuştur. Bu örnek bütün Avrupa’yı dolaştı ve her yerde XIX uncu asrın sonuna kadar fikir ve sanat aleminin biricik meselesi oldu ve bütün edebiyatçıları besledi  (vurgu bana ait) ve bütün bu adamlar birbirlerini okuyorlar, tekrarlıyorlar, tamamlıyorlardı. (Tanpınar, 2005: 49)
Nitekim, başarı merdivenlerini hırsla tırmanmak isteyen Balzac’ın Felix’ini, tutkulu bir aşkın esiri olmaktansa intihar etmeyi tercih eden Turgenyev’in nihilist Bazarov’unu ve Goethe’nin Genç Werther’ini, Hugo’nun çelik gibi iradeli, sağlam karakterli Jean Valjean’ını, Nietzsche’nin Zerdüşt’ünü, Dostoyevski’nin kendini bütün insanlığın üzerinde gören ve bu yüzden kendinde her şeyi yapma hakkı olduğunu iddia eden Raskolnikov’unu: Napoleon Bonaparte’nin tezahürü şeklinde okumak son derece anlamlıdır.
Yukarıda bahsedilen dönem aynı zamanda burjuvazinin devrimci çağıdır. Burjuvazinin devrimci çağı aynı zamanda devrimci roman kahramanlarını doğurdu. 20. Yüzyılla beraber artık devrimci özelliğini kaybederek insanlığa vaat ettiği özgürlüğün sadece sınırlı bir kesim için olduğu ortaya çıkan kapitalizmin sindirdiği, yabancılaştırdığı, gettolara hapsettiği insanlar için özgürlük güzel bir hayal olarak kaldı. Bu insanın değil büyük idealleri hayata geçirmek, yaşamını idame ettirebilmekten başka bir amacı kalmamıştı. Yönetici klikler için, değeri sadece planlama teşkilatlarının tuttuğu istatistiki verilerin içindeki bir rakamdan ibaret olan bireyin romanı nasıl olacaktı peki? İşte bu sıradanlaştırılmış, yok sayılmış insanın özne olduğu romanlardaki kavramlar artık ruhuna Napoleon Bonaparte’nin ruhundan üflenmiş güçlü, asil, tutkulu kahramanlar gibi değil içinde bulunduğu sistemin tam da kendini sildiği, yok ettiği gibi silik olacaktı.
Sistemin ötekileştirdiği, aidiyet sorunu çeken modern bireyin romanının kahramanını öteki tip roman kahramanlarından ayırmak için protagonist kavramı imal edilmiştir. Adına özgenliğinden ötürü protagonist denilen bu başkarakterlerin genele olan marjinalliği romanlarda birçok şekilde dile getirilebilir fakat modernist yazarlar başkarakterlerin silikleşmesini en çok karakterlerini adlandırırken ortaya koyarlar. Modrernist edebiyatın en önemli temsilcilerinden Franz Kafka’nın kahramanlarına ad seçmesi bu duruma son derece orijinal bir örnektir:
Kafka’nın kahramanlarının adları olduğunda, bu tür adlar gülünç ve anlamsız olur; belirsiz ve tartışmalı bir kökenden oldukları için tanımlayıcı olmak yerine kafa karıştırırlar. Öyle görünüyor ki, bu adların işlevi çoğunlukla adlandırmadaki anlamsızlığı ifşa etmek ve adlandırmanın imkansızlığını göstermektir. Fakat zaten Kafka’nın başlıca romanlarının kahramanlarının adı bile yoktur. (Bauman, 2003: 236)
Kafka ve genel anlamda diğer modernist yazarlar, ne kendi hayatının ne de tarihin bir öznesi olmayarak silikleşen bireye ad vermeyerek ya da gülünç adlar vererek bireyin bu durumuna işaret etmişlerdir. Elinor Fuchs, modern edebiyatçıların bu çabasını şu şekilde özetler: “Bir zamanlar aksiyonun yerini almış olan Karakter’in bu kez kendisi gölgede kalmıştır.” (Fuchs, 2003: 225) Modern yazarlar, gölgede kalan, silikleşen karakterin bu durumunu ya onlara isim vermeyerek ya da gülünç, saçma isimler vererek göstermişlerdir. Tarihi değiştiren, dönüştüren güçlü bireyden yaşamını devam ettirecek temel ihtiyaçları için bütün bir ömrünü heba eden bireydeki bu silinme/eksilme modern romanda birçok şekilde tezahür eder fakat hiç biri yazarların kahramanlarına ad verme konusundaki bu tavrı kadar açık değildir.
Bizde kahramanın silikleşmesini/ölmesini kahramanına ad vermede dıştalayan en önemli isimlerden biridir Yusuf Atılgan. Atılgan, Aylak Adam romanının baş kişilerine  bir isim vermek yerine bunları ancak istatistiki bir veride anlamlı olabilecek bir türden bir harflendirmeyle kodlamıştır: C.  ve B.. Roman boyunca kendisine bir tutamak arayan C. bu tutamağı bulamamış bu yüzden kendini gerçekleştirememiş yani eksik kalmıştır tıpkı adı gibi. Aynı durum B. için de söz konusudur. C. B.olmadan; B. de  C. olmadan eksiktir. Roman boyunca C. kendisini tamamlanmış hissettirecek tutamaklardan hiçbirini bulamamış ve bu yüzden kendisini tesadüflerin akışına bırakmıştır. Tesadüflerin akışına bırakmış olmanın sonucu olarak da kendi hayatının öznesi olamamıştır tıpkı emeğine yabancılaşmış kalabalıkları oluşturan diğerleri gibi:
─ İçiyorum da kurtulabiliyor muyum? Belki yalnız baş ağrısından…
─ Ya içmediğin zamanlar?
─ O zaman ararım.
─ Hep arayacaksın sen. Ya resim ya kitap…
─ Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı.
─ Anlamadım.
─ Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, “ – Veli ağanın öküzleri gibi öküz, yoktur,” demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın.  Birbirimize yeteceğimizi, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın! (Atılgan, 2009: 152) 
Bu satırlardan da anlaşılacağı üzere C. kendisini hayata bağlayacak tutamaktan yoksundur. C.’yi sadece gerçek sevginin bir tutamak olabileceğine inandıran şey ise C.’nin insanlara yabancılaşmasıdır. Bu yüzden C. toplumsallaşamamakta yani kendisini tamamlayacak öteki(ler)den mahrum durumdadır. Bu yüzden anlatıcı, C.’nin hayata tutunmak için verdiği bu çabada henüz bir sonuca ulaşamadığı için onun ismini eksik bırakmış, tamamlamamıştır. Aynı durum B. İçin de geçerlidir; Çünkü B.’yi tamamlayacak kişi de C.’dir. Şu halde C., B. Olmadan; B. de C. olmadan eksik, kendini tamamlayamamış bu yüzden de silik karakterlerdir.
C. ve B.’nin bu tamamlanmamışlığının, eksikliğinin adlarına yansımışlığının aksine romandaki hemen tüm kişilerin adı bellidir.  C’nin teyzesi Zehra Hanım, ressam arkadaşları Sadık, Kemal, Necmi; hizmetçisi Eleni; birlikte olduğu ama yanlış kadın olduklarına hükmedip ayrıldığı Ayşe ve Güler… Bu durum B. cephesinde de paralellik arz eder: B.’nin bir süre flört edip yanlış kişi olduğuna karar verip terk ettiği Erhan, en yakın arkadaşı Güler vs.’nin de adı verilmiştir romanda hep. Çünkü bu insanlar bir anlamda hayata tutunabilmiş insanlardır. Ya da C.’nin onları tanımladığı şekliyle “Eli Paketliler Sokağında” oturan kişilerdir bunlar. Peki ama modern hayat bu insanları da silikleştirmemiş miydi? Şüphesiz öyle fakat yine C.’nin tabiriyle bu insanlar kendilerini sisteme angaje etmenin bir yolunu bulmuş insanlardır. Sistemin kendilerine sunduğu şeyler bu insanlar için yeterli görülmüş ve bir anlamda bu insanlar sistemle zımni bir anlaşma yaparak hem sistemi onaylamışlar hem de sistem tarafından onaylanmışlardır. Diğer bir deyişle bir ev ya da bir araba satın alabilmek için bütün bir ömrünü çalışarak geçirmeyi göze almış ve böylece bir anlamda “kendilerini tamamlamıştır” romanın kişileri; fakat iki eksikle: C. ve B.
Devamlayın, yazar tarafından C.’ye isim verilmemesine neden olan bu ayrıksılığını ya da diğer bir deyişle C.’nin genele marjinallik arz eden durumunu –Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanındaki yerinde tabiriyle- C.’nin “küçük burjuva ayinleri”ne katılmayı reddetmesinde hatta bu “ayinleri” küçümsemesinde de görürüz. Örnekleyin, C.’nin parasal işlerini idare eden avukatının onu bir yılbaşı davetine çağırması; C.’nin o davetteki olası diyalogları, eğlenceleri tasavvur ederken neredeyse midesi bulanacak kadar tiksinmesi yahut Ayşe ile bir yazlık pansiyonda kalırken orada birlikte zaman geçirmek zorunda kaldığı ailenin olağan yaşantısını küçümsemesi ve kendinin oraya ait hissedememesi C.’nin genele marjinalliğine işaret eder. Bununla birlikte, yılbaşı davetine katılanların ya da pansiyondaki yazlıkçıların C.’nin küçümsediği tüm bu şeyleri adeta bir ibadet gibi telakki etmeleri de savımı desteklemesi adına dikkate değerdir.

Genelde modernist yazarların özelde Yusuf Atılgan’nın kendi hayatının öznesi olamayan insanın bu yönüne vurguyu kahramana ad verirken dıştalamasını Atılgan’ın bir diğer romanı Anayurt Oteli’nde de görüyoruz:  Yazar, burada da yalnız ve anlamdan yoksun bir hayat yaşayan Zebercet’in bu anlamdan yoksun hayatına uygun bir isim seçerek modern edebiyatın karakterin silinmesini anlatmak için seçtiği kahramanlara ad vermeme ya da saçma bir ad verme tercihine uygun bir seçim yapmıştır. Anlatıcı, tıpkı Zygmunt Baumann’ın Kafka’nın anlamdan yoksun yaşayan kahramanları için kahramanlarına anlamsız ya da gülünç isim seçme tespitine uygun bir şekilde adlandırmıştır kahramanını. Zebercet’in kelime olarak bir anlamı vardır fakat Zebercet sözcüğü bir isim olarak alışılagelmiş bir isim değildir. İşte bu isim seçimi bize, hem adlandırmanın anlamsızlığına; hem de farklı, silikleşmiş bir bireyin bu yönüne uygun bir seçim yapıldığını göstermiştir.
Anayurt Oteli’nde de yine tıpkı yukarıda Aylak Adam için söylediğimiz romanın baş kişilerine ad vermeyip diğer kişilerin adlarının verilmesine benzer bir durum söz konusudur. Fakat tek farkla: Burada baş kişilerden birine alışılmışın dışında bir ad diğer baş kişiye ise hiç ad verilmemiştir. Fakat diğer geri kalan roman kişilerindeki adlandırma durumu Aylak Adam’la paralellik arz eder: Ortalıkçı kadın Zeynep, Konağı otele çevirten Keçecizade Rüstem Bey, Zebercet’in babası Ahmet, annesi Saide (otelde kalmaya gelen ve Zebercet’in sevişmelerini izlediği öğretmen kadının adı da Saide’dir bu arada.), emekli subay olduğunu söyleyen Mahmut Görgün… Burada ismini bilmediğimiz -ismi söylenmeyen- ve romandan anlaşıldığı üzere Zebercet’in kendisini tamamlayacağını düşündüğü kişi olan kadına da Tıpkı Aylak Adam’ın B.’si gibi bir ad verilmemiş ve “Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın” gibi belirsiz bir ad verilmiştir. Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın otele gelene kadar sıradan bir hayat yaşayan Zebercet, kadının otele gelmesi, otelden ayrılması ve Zebercet’in onun otele geri döneceğine dair beklentisi içindeki dönemde önemli değişiklikler yaşar. Bu değişiklik Zebercet için bir anlamda alışkanlıkların kırılmasıdır. Zebercet bıyığını keser, hiç gitmediği yerlere gidip tanımadığı insanlarla konuşur, sinemaya gider… Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın, Zebercet’in kendini tamamlamasının ve bu yönüyle de hayatının anlamı gibi olmuştur adeta. Kadını beklerken geçen zaman, Zebercet’in hayatının en anlamlı günleri gibidir. Bu bekleyiş günleri ve bir türlü gelmeyen kadın bize Samuel Beckett’in “Godot’yu Beklerken” oyununu çağrıştırır. Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın bir anlamda Zebercet’in Godot’udur. (Burada bir ad olarak Godot’un da alışılagelmiş bir isim değil yazarın uydurduğu bir ad olduğunu anmakta fayda var.) Nasıl ki oyunda Beckett tarafından, Godot gelirse oyundakilerin hayatına bir anlam katacağı gibi bir izlenim verilmişse; yazar da bize Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın gelirse Zebercet’in hayatının anlamlanacağını, tamamlanacağını hissettirmiştir. Fakat Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın gelmez (tıpkı Godot gibi)  ve Zebercet kendini tamamlama fırsatını yitirdiğine karar vererek intihar eder. Zebercet’in intihar etmesi de savım için bir argümandır: Burada dikkat edilirse gerek C. gerekse de Zebercet kendilerini tamamlayacak, hayatlarını anlamlı kılacak kişilerden yoksunlardır; fakat bu kişilerden sadece birisi intiharı seçmiştir: Zebercet. C. ise intihara meyilli biri olmasına rağmen intihar etmiyordur çünkü B.’nin bir yerlerde yaşadığına emindir. Hatta romanın sonlarına doğru B.’yi de görür fakat aksilik yetişemez ona. Bu da C.’nin hayatta kalmasının bir dinamiği olur ve C. yaşamayı tercih eder. Oysa aynı durum zebercet için geçerli değildir. Çünkü Zebercet,  Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın’ın gelmeyeceğine emindir: “Kadın gelmezdi artık. Yürüdü, odadan çıkarken bir haftadır yanan ışığı söndürdü.” (2000: 38)