26 Aralık 2021 Pazar

takıntı yahut bir korku eşiğinin aşılamaması

 yüksek lisans yapmaya karar vermem anayurt oteli'ni ilk okuduğum döneme rastlar. aslında rastlamaz, şöyle ki:  romanı ilk okuduğumda bunun üzerine bir şeyler söylemeliyim gibi bir istek hasıl olmuştu bende. lisans 4. sınıftaydım ve hayat gailesi fena halde baskındı o zamanlar ve öylece kalmıştı bu istek içimde. sonradan 2007 yılı 15 tatilinden istanbul'a dönerken yanıma anayurt oteli kitabını almıştım, öylesine bakmak için. sonra ne zaman aklıma gelse unutmak için ekstra çaba sarf ettiğim o melun cümleyi tekrar gördüm: 

"küçük ayrıntıların tekdüze şaşmazlığında nerdeyse takıntılarla sürüklenen bir yaşamın öfkesi de çaresizliği de büyük oluyor." 

o me'lun cümle bu. bana hep takıntılı biri olduğum gerçeğini hatırlattığı için ve takıntılı biri olmayı -nedense- kendime yediremediğim için sanırım fena halde rahatsız ediyordu bu cümle beni, hala da ediyor tabii de neyse. 

takıntı demişken, takıntı üzerine değeri pek de bilinmeyen bir şarkı var türkiye'mizde:



saat takıntım vardır. aslında zaman da denebilir ama bilmiyorum ikisi de sanırım. bunun ilk ne zaman başladığını yani niye böyle bir takıntım olduğunu bilmiyorum tabii ki ama buna dair bir çocukluk anısı hiç çıkmıyor aklımdan.

yazın sonlarına doğru babam adana'dan elazığ'a köyle gelir, 1 hafta kadar orada kalır sonra da beraber adana'ya dönerdik. henüz daha okuma yazma bilmediğim dönemlerdi. köydeki ev -daha doğrusu anneannemin evi, biz orada kalırdık annemle- en büyük dayımın eviyle bitişik büyükçe bir bahçe içinde, kerpiçten yapılmış bir evdi. verandasında sfşsgşasklş neyse tabii ki verandası yoktu balkonu vardı. elazığ'da bir köy orası; orta batı amerika'da bir kasaba değil sonuçta. neyse bu birbirine bitişik iki evin önünde 3-4 arabanın park edebileceği büyüklükte bir alan vardı. akşamları dayım, onun büyük çocukları falan yemekten sonra burada oturur çay falan içip öteden beriden konuşurlardı. ayrıca bir lamba yoktu orayı aydınlatmak için, iki evin balkon ışıkları açılarak aydınlatılırdı. aşağıda çay içilmediği zamanlarda yanmazdı o ışıklar. aşıda babam da olduğu için benim de aşağıda geç vakitlere kadar olmam dikkate gelmezdi hiç sanırım çünkü hiç çağırmazlardı beni yukarıya. bir ara babam dayılarım, onların büyük çocukları kürsülere oturmuş çay içerken ben avludan yola doğru uzaklaşmaya başladım. avluyu aydınlatan ışığın ve babamların seslerinin verdiği güvenle avludan zifiri karanlık içindeki köyün ana yoluna doğru yürümeye başladım. bizim evlerin yolunu köy yoluyla birleştiren ve ancak bir arabanın geçebileceği toprak yolun kenarındaki kavak ağaçlarının hışırtısı babamların olduğu yerden uzaklaştıkça daha da artıyordu ve tabii babamların sesleri de azalıyordu; ama karanlığa doğru yürümeye devam ettim ta ki evlerin ışığından yayılan aydınlığın aniden bittiği yere kadar. ışık bitmiş zifiri karanlık başlamıştı. aniden geri dönüp babamın olduğu yere doğru koşmaya başladım. korkudan aklım çıkmış gibiydi. çünkü dayımın kızları, köy yolunun diğer tarafında kalan meşelik alanın içinde geceleri cinlerin ateş yakıp oturduğunu anlatırlardı hep. hızla babamın olduğu yere gittim. babamlar daire oluşturmuş vaziyette oturuyorlardı. nefes nefese babamın yanına girip bacaklarının arasına kendimi sıkıştırmıştım. hararetli bir şekilde bir şey konuşuyorlardı. uzaktan köpek sesleri, kurt ulumaları ve kavak ağaçlarının hışırtısı duyuluyordu. babam kulağıma doğru eğilip "noldu" deyip cevabımı beklemeden öptü beni sağ yanağımdan. sesler kesilmişti. ne kavakların hışırtısı ne meşeliklerin orada ateş yakıp etrafında oturan cinler hiçbir şey yoktu. birden babamın sol kolundaki saate takıldı gözlerim. akıp gidiyordu sonradan adlarının akrep ve yelkovan olduğunu öğrendiğim miller. biteviye akıyordu akrep ve yelkovan; bense gözlerimi alamıyordum onlardan. (o gün babamın kolundaki saat şu an bende. hastahane morgundan babamı alırken imza karşılığı teslim etmişlerdi. neyse bilemiyorum her neyse. saat ve zaman takıntım nereden geldiğini neyden kaynaklandığını anlamaya, bulmaya çalıştığımda hep bu an geliyor aklıma. daha doğrusu acaba tam o anda yani babamın saatine gözüm takıldığında saat kaçtı bunu merak etmekten bazen aklımı kaçıracak gibi oluyorum. keşke sorsaydım babama o an saat kaç diye. akrebin yelkovanın konumunu hatırlamaya çalışıyorum ama o da beyhude. 

hani cahit sıtkı'ya çocukluğunu satan bir affan dede vardır, malum. 

ÇOCUKLUK

Affan Dede'ye para saydım,

Sattı bana çocukluğumu.

Artık ne yaşım var, ne adım;

Bilmiyorum kim olduğumu.

Hiçbir şey sorulmasın benden;

Haberim yok olan bitenden.

Bu bahar havası, bu bahçe;

Havuzda su şırıl şırıldır.

Uçurtmam bulutlardan yüce,

Zıpzıplarım pırıl pırıldır.

Ne güzel dönüyor çemberim;

Hiç bitmese horoz şekerim!

bana da çocukluğumu ya da  genel anlamda geçmişi hep saatler getirir. mesela gün içerisinde saate bakarım. saat 16: 39. diyelim. tarih 20.12.2021. 17 yıl önceki 20 aralıkta saat 16:39'da ne yapıyordum tam olarak neredeydim diye düşünürüm. tabii kabaca bir şeyler hatırlarım. o ana gitmek istemek değildir bu çoğu zaman, çok da anlatamam bunu niye yaptığımı. yani salt geçmişe bir özlem değil. gerçekten de acaba bunu neden yaptığımı anlamak için proust'un kayıp zamanın izinde'sini tekrar okumaya başladım. yukarıda anlattığım olayı aslında çocukluğun korku ve güven arasında gidip gelen bir gelişim sürecinden başka bir şey olmadığını anlatmaya çalışmak için yazmıştım ama affan dede'yi hatırlayınca daha yazarken saat mevzuu falan girdi. gerçi zaten çocukluk ve gelişim sürecini merak eden de siktirsin Jean Piaget falan okusun burada melankoli var melankoli! melankoli demişken şunu hatırlamakta faide var bence: neyse kayahan'ın "ve melankoli"sini ekleyecektim de vazgeçtim. kıral şarkıdır hatta kayahan'a rağmen iyi şarkdır. düzenlemesini de hafızam beni yanıltmıyorsa sevgili iskender paydaş yapmıştı jdjfljdfldklhfsdbhf neyse sanığı ciddiyete davet ediyorum. 

"sevdiğimiz insanlar, her zaman açıkça sezemesek de peşinde koştuğumuz bir hayali özlerinde barındırırlar." diyor proust. alın size ciddiyet. bundan daha hakiki bir cümle yoktur olamayacak da sanırım. diyelim ki akşam bir kafede pierre'le buluşup bir şeyler içip oradan buradan konuşacağız. (tam bir özenti gibi sartre'ın varlık ve hiçlik'teki verdiği örnekler gibi örnekler veriyorum) pierre'i bir arkadaş olarak çok seviyorum ve pierre potansiyel olarak içinde onunla yapılabilecek güzel bir sohbetin hayalini barındırdığı için akşam onunla buluşup kahve içmeye gitmek isterim. yahut sevgili olan bir kadınla bir erkeğin buluşacak olması... birlikte kurmak istedikleri bir geleceğin -bu bir gecelik ilişki de olabilir, evlilik de hiç fark etmez- a kişisinin b kişisiyle buluşacak olmasının motivasyonu onunla kurduğu bir gelecek hayalini içinde barındırıyor olmasıdır. bu potansiyel gerçeği anlamak çok da büyük bir zeka ve birikim istemiyor tabii ki. herkes bunu proust gibi ifade edemese de bilir. fakat burada bence asıl can alıcı olan, kişinin kayıp zamanın yani geçmişin peşine düşme merakının motivasyonu. bunun da altında sevdiğimiz şeylerin, insanların peşinde koştuğumuz hayali içinde barındırıp barındırmadığıyla yüzleşme ihtiyacının kendini dayatmasıdır. bir kişinin kendi kişisel tarihinin peşine düşmesinin altıda yatan en büyük motivasyon budur, bence. konuyla da uyumlu olabileceği ihtimalini de göz önünde bulundurarak bir chet baker arası verelim ya da onunla hitama ersin bu bahis



"Delial deniz mevsiminde, Delial kızgın güneşte, Delial bronzlaşmak için ideal, Delial her cins ciltlerin güneş kozmetiği, Delial bronzlaşmak için ideal.." çocukken böyle bir şarkısı olan bir güneş kremi reklamı dönerdi. sonra bir de elazığ'a giderken otobüs gölbaşı'nda mola vermişti, mutlu dinlenme tesislerinde. bir şeyler yemiştim. vakit geceye doğruydu. televizyona takılmıştı gözüm. calgonit reklamı vardı (şimdilerde adı finsh oldu). bulaşık makinası tableti diyordu. daha önce hiç bulaşık makinesi görmemiştim, adını duymuştum ama demek ki deterjanı var bunun da demiştim içimden. hayatımın tek başına çıktığım ilk uzun yol yolculuğuydu. bu yolculuk için otagara giderken evin önünden dolmuşa binmiştim. çocuk denecek yaştaydım. beyazevler dolmuşlarını bilirdim, arkasında "yellow trouble" yazan dolmuş gelmişti. bizim orası dolmuşların son durağı olduğu için genelde barajyolu'na çıkana kadar dolmuş boş olur. epey yüksek sesle şu şarkı çalıyordu:


böyleyken böyle. 





5 Aralık 2021 Pazar

Niçin Hoshi'nin Kuyruğu Büyüyor

 bizi mutlu edebilecek şeye / kişiye ulaşabilmek için ulaşabilmemize engel için her şeyi / herkesi yok etmemiz gerekebilir. 

ama öncesinde Alain Corneau"nün "dünyanın bütün sabahları" filminden bahsetmek istiyorum biraz. 


filme adını veren replik bu. filmde usta bir viyola sanatçısının kendi ustasıyla ilgili anıları, düşünceleri anlatılıyor. dünyanın bütün sabahları geri dönüşsüzdür, yaşadığımız hiçbir şeyi bir daha yaşayamayız fakat bunu yapmak da isteriz aynı zamanda. ve fakat tabii ki yapamayız bunu. ama yapmaya çalışırız yani dünyanın bazı sabahlarını geri dönüşlü yapmaya çalışırız ki sanat da burada başlar. çok sevdiği eşini kaybeden  "Monsieur de Sainte Colombe" eşinin oturduğu son masayı bir ressam dostuna çizdirerek sonsuzlamaya çalışır. sonra o anları anlatan bir beste yapar. hiçbir bestesini notaya dökmeyen Sainte Colombe bu bestesini notaya döker ve öğrencisine -bir zamanlar damat adayı da olan- verir parçanın notaya dökülmüş halini. 


eşine dair bir sabahı ölümsüzlemeye çalışan Sainte Colombe'un  bestesi de buydu bu arada. bir şeyi kalıcı kılma çabasının mutsuzluğu, beyhudeliği, tutkusu, saplantısı vs. her şey vardır bu filmde. 

başlığa konu hoshi aslında "koji wakamatsu"nun bir filmindeki tekerlemeden alıntı. tekerlemeyi buraya niye almak istediğimi unuttum. bir ara filmi tekrar izleyip editlerim buraya ama şimdi çok önemli işlerim var. anlamaya çalıştığım şeyler gittikçe azalıyor. bu ben değilim ama. şarkıda dediği gibi "bir çeşit mantarım var ve aklım yavaş işliyor" (tam böyle değildi de neyse) aklımın yavaş işlemesi de benlik bir şey değil. bir şey yapmamak için bir şeyler yapmaya çabalamaktan yoruldum. Hoshi'nin kuyruğunun neden büyüdüğünü hatırlamaya çalışıyorum bazen gün boyu. derste, araba kullanırken yahut ne bileyim markette kasa sırasında beklerken.. niçin hoshi'nin kuyruğu büyüyor? kayan yıldız... niçin kuyruğu birdenbire kayboldu? akan yıldız... 

- Hoshi neredesin?
- neredeyim tahmin et?
- sonunda göle vardın. seni gördüm. yüzüyorsun.
-hayır öyle değil Hanako. aslında bodrumdayım.
- hayır yalan söylüyorsun.
- evet oradayım. kan damlacıkları düşüyor. artık göremiyorum, artık rüzgarı duyamıyorum. kötü bir koku var. 

neyse ne diyordum? aslında ben, bir şey yapmamak için bir şeyler yapmaya çabalamaktan yoruldum.