20 Ağustos 2018 Pazartesi

En kötü belirsizlik netlikten daha iyidir yahut bir tereddüdün romanı

Ameliyata girmeden önce cüzdanı, telefonu, araba anahtarını falan hemşireye emanet etmek. bunu düşünüyorum kaç zamandır ve bunu idrak ettim geçenlerde.  Bu burada dursun.

 bir de  Kaptan ahab bir de bekir bir de belirsizlik bir de hamlet. bunlar da burada dursun.

ilk kez sözümde durup tamamlayacağım dediğim bir postu tamamlayacağım sanırım. son birkaç gündür aynı tip rüyalar görüyorum. ana temaları birbirine benzeyen bu rüyalar arasında net olarak tüm ayrıntılarına kadar hatırladığım bir tanesi şöyle.

birleşince mükemmel bir daire oluşturan böyle havuç dilimi denen baklavalar şeklinde dilimlenmiş bir nesne var. çobanların giydiğine benzer tuğla rengi  kepenek giymiş birisi bu mükemmel daireyi bel hizasında iki eliyle tutmuş bekliyor. sonra birisi -kim olduğunu bilmediğimi düşündüğüm biri- tam o anda bu daireden bir dilim çekiyor ve daire eksiliyor. epey bir süre 'yoksa çeken ben miyim?' diye düşünüyorum. elimde sanki biraz önce bir dilim vardı ve kimse görmeden onu bir yere attım gibi hissediyorum ama emin değilim. sorarlarsa daireyi ben bozmadım demeyi düşünüyorum.

aynı minval üzere hatırladığım diğer bir rüya da şöyleydi:

bir okulun bahçesinde çember olmuş şekilde bilmediğim bir oyun oynayan çocuklar var. çocuklar kara önlüklü. başlarında bir öğretmen yok ama son derece nizami bir şekilde -yine daire şeklinde- dizilmişler. çocuklar aksayan hiçbir sesin olmadığı mükemmel uyumla bilmediğim bir şarkı söylüyorlar aynı zamanda. sonra çocuklardan biri binaya doğru koşmaya başlıyor. 'bozuldu' diyorum içimden. çünkü çocuk koşmaya başlayınca daire şeklini almış olan çocuklar şarkıyı kesiyorlar. şarkı da daire de bitiyor o anda.

eksiklik yahut tamlığın bozulmuşluğu yahut ne bileyim yoksun olma hissi.. kaptan ahab'ın uçsuz bucaksız okyanuslarda beyaz bir balinayı bulmak için gece gündüz pupa yelken yol almasına sebep olur. burada eksik olan kaptan ahab'ın ayağıdır. bu ayağın eksik olmasının sebebi ise beyaz bir balinadır (moby dick). malum hikaye, moby dick kaptan ahab'ın ayağını koparmıştır ve ahab da intikam almak için moby dick'i bulup öldürmek istemektedir. oysa kaptan ahab da biz okuyucular da biliriz ki kaptan ahab balinayı öldürse de kaptanın bacağı yerine gelmeyecektir. fakat buna rağmen ne ahab'ın tayfası ne de okur olarak biz ahab'ın uçsuz bucaksız okyanuslarda tek bir balinayı arama isteğini yadırgamayız. samanlıkta iğne aramaktan bile daha saçma daha imkansız bu eylemi bize yadırgatmayan nedir tanrım? ne zaman kendimi bu soruyla (belki sorunsal demek daha doğru) karşı karşıya bulsam luis bunuel'in "That Obscure Object of Desire" (Arzunun Şu Belirsiz Nesnesi diye çevrilmişti türkçeye) filmini hatırlıyorum ve  cevabın bu filmde olduğunu düşünüyorum. filmi bi kaç kere izledim ama tekrardan salt bu soruya cevap olup olmayacağını anlamaya çalışacak şekilde izlemedim. böylece bunuel'in benim sorduğum bu soruya cevap verip vermediğini net bir şekilde bilmiyorum. sadece belli belirsiz cevap orada o filmde sanki ama bilmiyorum net değil bu. aynı minval üzere bir film daha var bekir'in uğur'un biteviye peşinden  gittiği film: kader.

Mathieu'nün Conchita'nın peşinden, bekir'in uğur'un peşinden kaptan ahab'ın moby dick'in peşinden gitmesi... bu üçünü eksik olma parantezine alabiliriz. varlığın en önemli yanı eksik olma halidir ve tek net olan da budur varlık için. başka hiçbir şey eksik olmaklık kadar net değildir.  bu yüzden en kötü belirsizlik bile netlikten iyidir daima. siz bakmayın insanların en kötü netlik belirsizlikten iyidir demelerine, boş laf bunlar.. ötesi berisi yoktur bu basmakalıp sözlerin. Asghar Ferhadi'nindi yanlış hatırlamıyorsam "elly hakkında" filminde geçiyordu ''kötü bir son, sonsuz bir umutsuzluktan daha iyidir.'' diye bi repliği vardı. hep nietzsche yüzünden oluyor bu. buna benzer sözleri vardır nietzsche'nin de. insanlar sınamadıkları gerçekliğe dair büyük büyük sözler etmeyi seviyorlar. ferhadi de böyle yapmış. büyük büyük laflar ama hayatta karşılığı yok bunların ne yazık ki.

malum peyami safa'nın romanıdır "bir tereddüdün romanı". kendisinden beklenmeyecek kadar da iyi bir romandır bu roman. anlattığı konu özgün olmasa da iyi anlatır konuyu. konu: tereddüt. kararsızlık ya da diğer bir deyişle. mevzunun en iyi işlendiği yer şüphesiz hamlet'tir. hatta hamlet'e "bir tereddüdün tiyatrosu" dense yeridir. (peyami safa da farkındadır bunun bu arada, yani romanda anlatmaya çalıştığı mevzuunun shakespeare tarafından kusursuz anlatıldığının) kaptan ahab hamlet'ten farklıdır tereddüt konusunda. ahab asla tereddüt etmez moby dick'i bulup intikam almak hususunda. hatta kaptan ahab kendini demir raylar üzerinde giden bir lokomotife benzetir moby dick'i ararken. yani bu kadar nettir ahab. ahab'ın netliğini besleyen onun eksikliğiyidi. hamlet'in tereddüdünü besleyen yine onun eksikliğidir bilen bilir. ee yani diyebilirsiniz... e'si falan yok öyle işte.

eksiğim
eksiksin
eksik
eksiğiz
eksiksiniz
eksikler

bu yani işte hepsi bu. bir sorunu çözmek istediğimizde öncelikle çözmek istediğimiz şeyin gerçekten bir sorun olup olmadığından emin olmalıyız. yani her düğümlenip önümüzde duran şey sorun olmayabilir. intikam konusunda ahab bunu bir sorun olarak kabul etti ve eyleme geçti. hamlet de aynı konudan yani intikam konusundan muzdaripti fakat o harekete geçemedi. yalçın küçük'ün yerinde tabiriyle aydın kararsızlığı içinde dönüp durdu ortalıklarda hamlet. Martin Luther, "harekete geçirmeyen düşünce gereksizdir" der. intikam, kaptan ahab'ı harekete geçirdi; hamlet'i ise tereddütler içinde hareketsiz kıldı. şu halde intikam hem gerekli hem de gereksiz bir duygudur gibi salakça bir çıkarım yapmayacam tabii. ama anlamaya çalıştığım şey, bizi harekete geçiren şey bizim eksikliğimizden beslenen bir şey midir? bizi tereddütte bırakan şey  eksikliğimizden beslenir daima. burada düğümleniyor gibi sanki mevzu. ama sorun olan eksikliğinin üzerine düşünüp onu bir sorun halinden bir sorunsallığa evrilten kişi için tereddüt kaçınılmazdır tespiti yapılabilir. diğer bir deyişle kaptan ahab, moby dick'i öldürmeyi düşünür; hamlet ise intikam kavramının bizatihi kendisini. bir balinayı öldürmek sorunsal haline gelemez fakat intikam duygusu üzerine düşünmek bir sorunsal halini alabilir. kişi zaman zaman intikam çok da gerekli mi acaba diye sorabilir kendine. sorunsal haline getirdiğimiz şeyler için de harekete geçmeyiz. çok acıktığında ne yesem diye düşünüp sonunda düşündüğü şeylerin hiçbirini yemeyen insanı düşünelim. ya aslında bana böyle oluyor bunu konuyla bağlamayacam ama iskender mi yesem kebap mı tavuk döner mi yoksa pizza falan mı derken evde çorba falan yaparken bulurum kendimi. konuyu toparlayamadığım için saçma bir örnekle mevzuyu sulandırmaya çalışıyorum, anladınız kaçmaz sizden biliyorum. ama şimdi şöyle bol soslu, tereyağlı iskender (1.5) olsa fena olmazdı. ya da yeşil kapı'da  karışık bi kebap...

imkanlar dahilinde ve zaman sıkıntısını aşmış olmayı umduğum -böyle bir zaman dilimi hiç olmayacak olmadı da- bir zamanda bu yazdıklarımı Lacan'ın "objet petit a" tezi üzerinden temellendirip açıklamayı umuyorum. "büyük öteki" bak bak adlandırmaya bak çakal lacan.. herkesin bildiği şeye böyle havalı adlar vererek ne yapmak nereye varmak istemektesin? sanırım türkiye'de kimse lacan hakkında tam bir fikre sahip değil. ben de dahilim tabii buna. ama temelde söylediği şeyler kaptan ahab'ın yahut bekir'in falan yaşadığı şeyden çok uzak değil. onun tek farkı sanırım her iyi avrupalı entelektüel gibi bunları sistematik bir şekilde anlatabilmesi ve süsleyebilmesi. benim asla ve asla iyi yapamadığım bir şeydir bu. ha türkiye'de bunu yapabilen aydın / entelektüel sayısı 10'u da geçmez ya neyse mevzuu bu değil. mevzunun ne olduğuna dair kafanda bir şey şekillenmedi mi hala? olsun sorun değil bu ama yine de tekrar etmekte faide görüyorum ki aslolan eksik olmak ve bizim bununla baş etme yöntemimizin adına hayat denmesi. (hadi bakalım verdim gittim hayatın sırrını bedevaya hem de) olm acaip laf ettim farkında değilsin. yaz bunu bi yere ya da  yazma sen bilirsin.

kolay karar alabilen insanları kıskandığımı takdir etiğimi defaetle dile getirdim burada. ama kolay karar alabilen ,gerçi kolay olmasa da genel anlamda karar alabilen insanlar diyeyim, insanlara dair en sevmediğim şey yani bu tip insanların en sevmediğim özelliği kolay karar alamadıklarını iddia etmeleridir. oysa bu büyük bir yalandır. karar alabilen insan karar alabilmiştir.

epey olmuş buraya dönmeyeli. tezi verdim. doktorum artık. ne sikime derman olacak bilmiyorum ama öyleyim. türkolog olmak gibi bir amacım yoktu fakülteye başlarken ama bir şekilde oldum işte 6 aralıkta. ne olduğunu da anlayamadım açıkçası yani tadına da varamadım sanki doktor olmanın. bi tadı var mı onu da bilmiyorum açıkçası.

tolstoy'a atfedilen bir söz var: (sözün ona ait olup oladığını teyit edemedim ne yazık ki, okuduğum hiçbir tolstoy eserinde böyle bir söze de rastlamadım) "tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar:
ya bir insan bir yolculuğa çıkar; ya da şehre bir yabancı gelir."
"Selim yaşamıyordu artık ve gene aynı evde oturuyorlardı. Bu olayın etkisini eşyada görmek imkansızdı." tutunamayanlar'da geçer bu cümle. Tezi yazarken fark etmiştim. Sartre'ın nesnelerin şahitliği tabiriyle okuyunca... Geçmişine şahitlik eden eşyayı koruma iç güdüsü..

iki şey var anlatmayı istediğim. belki bir kitap olarak da yazabilirim bunlardan birini doçentlik tezi için. eksiklik duygusunun edebiyat için oluşturduğu motivasyonu yazabilirim bu minval üzere. yukarıda ana hatlarını verdim bu olası yazının.  diğeri ise bilimsel bir yön taşımayacak bir kitabın konusu olabilir. deneme, anlatı tarzı gibi bir şey yani. konu trajedisizlik. bunu anlatmak zor ama bir o kadar da her günkü hayatın içinde bir gerçek. biraz önce balkondan aile içi bir kavgayı izledim baya. tezin düzeltmeleri üzerine çalışıyordum. bir kadının çığlığıyla irkildim desem yalan olmaz. 10. katta oturan birini irkiltecek kerte güçlü bir çığlık... karşı apartmanın altında bir oyun merkezi var onun önünde bir kadın başka bir kadınla -diğer kadının yaşı biraz büyük gibiydi- saç saça baş başa kavga ediyor bir tane erkek onları ayırmaya çalışıyor ve 4 yaşlarında bir çocuk ağlıyordu "anne  anne " diye. tam bu esnada polis geldi ve çığlık atan kadın, bunlar çocuğumu kaçırıyor diye şikayette bulunmaya başladı polise, adam ben babasıyım diyor, diğer yaşlıca kadın saçını başını yoluyor kenarda ve çocuk anne anne diye ağlıyor. hal bu hal üzre. adam çocuğu arabaya bindirip arabayı kitledi bir an. çocuğun annesi olan kadın arabayı tekmelemeye başladı, kendini arabanın önüne attı. diğer yaşlı kadın üstüne atıldı annenin. polis sadece mal gibi izliyor ayırmaya çalışıyordu bu anlarda. çocuğun babası arabaya binip kaçmaya çalıştı polis durdurdu. ama çocuğun çığlığı kulağımı yırtıyor, yırtıyor... kadın sürekli "vermem çocuğumu" diye bağırıyordu. diğer yaşlıca kadın -sanırım çocuğun halasıydı- tekrar atıldı annenin üstüne ve polis de zıvanadan çıktı o andan itibaren ve herkesi susturdu. adamı ve diğer yaşlı kadını arabaya bindirip karakola gönderdiler. sonra ekip arabasına anneyi bindirip gittiler. işte  burada ANNENİN, ÇOCUĞUN, BABANIN, YAŞADIĞI ŞEY TAM DA TRAJEDİDİR; ama bunu değil trajedisizliği anlatmak istiyorum ben. (1 yıldır yazmıyordum buraya. 2019'a girdik. nasıl espiri ama süper di mi? sense of humour'umu kaybetmedim hala görüleceği üzere.) trajedisizlik. bunu zihnimdeki bazı fotoğraflarla anlatmak çok kolay olurdu ama bir şartla: zihnimdeki fotoğrafların çıktısını alabilmem gerekirdi. yazarak anlatabilirim bu fotoğrafları ama sadece fotoğraftaki kişiler anlayabilir bunu; üçüncü kişilere çok bir şey ifade etmez o yüzden bu da beyhude bir çaba olur. acıyı saf acıyı yıllarca beslemeye yetebilecek potansiyele sahip birkaç fotoğraf zihnimde dönüp duruyor ve fakat bende bir trajediye tevdi olmuyor bir türlü bu fotoğraflardaki acı. sanırım bütün bir ilm- i psikiyatri ve ilm- i psikoloji ve dahi müsekkin sanayii bu trajedisizlik durumunu tesis için çaba sarf etmek üzere müteşekkil olmuştur.

 "hiçbir şey tutkuya dönmüyor bende" demiştim bir zaman. bunu da zeki olmamama ve korkak olmama yormuştum. bir de benliğime düşkün biri olmam tabi. hem zeki değilsin hem cesur değilsin bir de üstüne üstlük bencilsin. bir olayın trajediye dönmesi çoğu zaman kişilerin olayla ilgili tutumlarında... diye başlayıp bir yığın afili laflar edecektim ama insanın annesi hastaysa çok hastaysa içinden hiçbir şey yapmak gelmiyor. gün boyu çocukken yaşadığım, annemle olan anlar geliyor gözümün önüne. insan yabancılaşarak hayatta kalabiliyor diğer bir deyişle trajedisizleşebiliyor. trajedisizleşebilmek tabirini, bir çeşit "her şey yerli yerindeymiş gibi yaşayabilmek" anlamında kullanıyorum. sevdiklerimize verebileceğimiz en güzel hediye onlara karşı her şey yerli yerindeymiş gibi davranabilmemizdir sanırım.

çok eskiye dair anlar, bir şekilde zihnimde belirdiğinde -ki bu yerli yersiz zamanlarda olur genellikle- merak ettiğim bir şeyle karşı karşıya kalırım hep. beliren anın öncesi ve sonrasındaki herhangi bir an değil de neden o an kalmıştır belleğimde? mesela ara ara şöyle bir an belirir zihnimde. babamla başımdaki ameliyat dikişlerini aldırmak için üniversite hastenesine gidiyoruz. setin üzerindeyiz. an bu. ana dair bütün ayrıntılar var zihnimdeki fotoğrafta. babamın kıyafetinden benim kıyafetime, tam o an nereye baktığıma, teypte çalan müziğe kadar... ama mesela bu anın ne öncesi ne de sonrası var zihnimde. ne bileyim babamın eve gelmesi, hasteneye varmamız, dikişlerin alınması eve dönmemiz vs. vs. hiç birine dair bir görüntü yok belleğimde ama setin üstündeki o an mıh gibi duruyor zihnimde. niye diğer anlar değil de o an ille de zihnimde yer etmiş ve zaman zaman kendini dayatıyor bana?

niye parça parça yazıyorsun konu bütünlüğü yok yazdıklarında diye düşüneneler olabilir (olmadı). yaşadığım şu son bir iki ayı sanki binlerce kez zihnimde yaşamıştım. arkadaş zekai özger'in bir şiirinden arta kaldı bu his de.

Sonra bir gün anneler de ölür
Böcekler ve kertenkeleler ölür
Boşalır suyu havuzun kum seddi yıkılınca
Sivrisinekler ve kağıttan kayıklar ölür
Sonra o gün çocuklar da ölür

Biz hepimiz önce küçük bir çocuktuk

Sonra büyüdük hepimiz çocuk olduk
Balçıktan bir külçe olan dölleri
En iri elleriyle kepçeliyen
Ve biçimliyen
Ve hep önce kendidiyle biçimliyen
O dehşetli yontucuyu
Doğumu ve gebelik sanatının bütün hünerlerini
Sütten bir mermere eşsiz bir incelikle işliyen
Anneyi o usta nakkaşı
Unutmadık

Önce anne doğurdu çocuğu acıya
Sonra çocuk acıya anneyi ve ölümü kattı
Sonra herşey ve herkes çocuktan var oldu

Geçti sarp kayalardan aştı nice dağlar
İçti ağulu sütünü hayat denen annenin
Sıkıntının kutsal kabında yıkadı ellerini
Hüznü kuşlara dağıttı unutmasınlar diye onu
Acıyı gömdü toprağa gayrı açar mezarlık çiçekleri

Böyle vardı bir ırmak kıyısına
Anne bir tedirginliktir nerede olsa
Bağırgan bir karmaşadır onun sesi
takılır gibi eski bir gıramafona titrek bir iğne
- bu ayıp bu günah
bu çok ayıp günah
-el ne der sonra
ayak ne der
bırakmaz çoçuğu çocukça yaşamıya

ama bir gün anneyle de hesaplaşılır

çocuk yalnız annesine yaşar çocukken
anne yalnız çocuğuna yaşamaz anneyken
bölüşür anneliği babanın kasığında
çocuğun bakışında çelişkidir büyüyen
ağlamak bir soru olur sevginin yarım payında
-ah baba
niye baba

ve bir gün babalar ölür.

şimdi işin içine freud'u falan katıp hakemli dergide yayımlatmalık devasa bir makale çıkar bu şiirden ama gerek yok buna çünkü bu şiir aklıma annemle hastane koridorlarında beklerken geldi durdu. o yüzden girmeyecem bu şiirin teşrihine ve fakat annem çok hasta. ve benim bunun için yapabilecek hiçbir şeyim yok; doktorların ise var. nerden duydum bilmiyorum aklıma gelmiyor bir türlü: "uykuyla dinlenemeyecek kadar yorgunum artık" diye bir söz kalmış zihnimde. buradan dahi bir trajedi devşiremiyorum. yazıklar olsun bana. ama bir şey devşirebildim yine de bu son günlerde yaşadıklarımdan: neden trajedisizlik bazı insanların varoluş biçimi oluyor, bunu anladım. bilahare anlatacağım ama başım çok fena ağrıyor ve acaip yorgunum acaip.