29 Aralık 2019 Pazar

requiem for a dream yahut yeşilpınar'da bir apartman dairesi

yeşil pınar, istanbul eyüp sınırlarında bir  muhit, semt yahut. bitişik yazılıyor da olabilir bilmiyorum. bu filmi ilk kez izlediğimde hayatımda her şeyin kötü gideceğini hissetmiştim. istanbul'da yeşilpınar'da bir evde, bir odadaydım filmi izlerken. elim bir hastalığın pençe- i ızdırabından yeni kurtulmuştum. bir daha hiç hasta olmamayı ve mutlu olmayı düşünüyordum. mamafih hasta oldum ve pek mutlu olduğum da söylenemez cereyan eden zamanda. handel'in sarabande'sini dinledim bilmem kaç defa. sonra -utanarak söylüyorum ama- bilmem kaç kez sezen aksu dinledim. bir de behçet necatigil'in, reşat nuri güntekin'in radyo oyunlarını dinledim. okulda bir kedi var. son bir sene falandır peyda oldu. sabahları beni kapıda karşılıyor çoğunlayın. ıslak mama veriyorum erken gittiğim zamanlarda. yedikten sonra görmezlikten geliyor. bir anlam yüklemedim kediye de yaptığım işe de. sadece burada dursun istedim bu teferruat. kediye bir ad da vermedim; versem "roket"olurdu adı. roket ya da füze. bir kedi için son derece manasız adlar ama olsun yine de güzel adlar.
resim 1: bahse konu mal kedi 


yarı aydın yönetmenlerin çektiği 80'li yılların yeşilçam filmlerinde mutlaka bir genelev sahnesi vardır. bu sahnelerde de aktüel sahnede genelde bergen çalar. genelev "sermaye"leri bergen dinler genelde. (genelevden bahsederken ne çok genel demişim) müslüm gürses, ibrahim tatlıses, ferdi tayfur, orhan gencebay falan değil de ille de bergen  çalar bu sahnelerde. yönetmen tercihi değildir (yönetmenlere kalsa mezkur erkek arabeskçilerden birinin şarkıları çalınırdı bu kerhane sahnelerinde. geneleve düşmüş bir kadının diğer arabeskçileri değil de bergen dinleyebileceğini ön görebilecek bir yönetmen = türkiye'de yok) 




bu şarkıyı geneleve "düşmüş" bir kadının tüm iliklerine, kalmışsa -heyhat kalmamıştır- tüm ruhuna kadar hissederek dinlemesinden daha doğal ne olabilir ki? aşık olduğu erkek tarafından yahut bizatihi anne babası tarafından geneleve "satılan" bir kadın, bergen dinlemeyecek de kimi dinleyecek. tanrının ve dünyanın hatası buydu. fahişelik gibi tüm insanlık tarihinin en büyük bug'u olan bir şey, varsa  şayet bunun suçlusu bizatihi tanrıdır. isa bunu fark etti ve babasının bu hatasını düzeltmek için kutsadı maria magdelana'yı. maria magdelana demişken bir maria magdelana dinler miyiz?




çocuktum hatta okuma yazmayı dahi yeni öğrendiğim zamanlardı, bu şarkıyı tv'de izlediğimde. ana brittanica ansiklopedisi vardı oradan maria magdelana'ya bakmıştım. isa'nın baba'sına rağmen büyük biri olduğunu daha o zaman anlamıştım tabii ki. çok sonra anladım isa'nın babasının hatalarını örtbas etmek için çabaladığını. tabi ki tanrısal hataları sadece bizatihi tanrının kendisi düzeltebilir. "tanrım kötü kullarını sen affetsen ben affetmem" derken bergen; bak ey kâri, burası tanrı fikrinin bittiği yer. benim de "bir tanrı varsa bu onun problemi" dediğim yer tam da burası. ey tanrım gel itiraf et: dünyayı ve onun sistemini yaratırken çuvalladın. telafi etmek için de cenneti vaat ettin. ama yemiyoruz biz artık bunu. bana günahlarımı soracağını söylüyorsun, peki ama inandığı, aşık olduğu genç bir delikanlı tarafından geneleve satılan bir kadının hesabını kimden soracağız biz? senden değil mi? neden müdahale etmedin o kadın o batakhaneye düşerken? o yüzden bergen'i senden daha çok seviyorum tanrım. çift kaset çalar loewe bi teyp vardı, radyoda bu çalmıştı bir kere. ortaokuldaydım sanırım bilmiyorum felaket yer etti zihnimde bu şarkı felaket.  bir de hüseyin altın vardı. dayımın çocukları falan dinlerdi bunu elazığ'da. sürekli bunu dinlerlerdi çift kaset çalar teyiplerinde. öldü hüseyin altın. ben sonra caz falan dinlemeye başladım. ne bergen kaldı ne hüseyin altın. blues, rock and roll dinleyip hegel, kant falan okuyordum. böyle tuhaf bir şey var anlatamadığım. hüseyin altın dinleyip hüseyin neyse gereksiz bir tespit yapacaktım vazgeçtim. instagramdan , facebooktan, twitterdan falan bir sürü kişiyi engelledim yine gece gece. tahammülsüz biri olmaya başlamadım genel anlamda ("genel" dedim yine) bir şeylere karşı ilgim azaldı. nedir bu bir şeyler? işte her şey sanırım. 




böyleyken böyle. "evin evime, evim evine karşı mehmet efendi" bakmayın bunları paylaştığıma ben punk falan dinlerdim, sex pistols dinleyen adamdım ben ne ara 657'ye tabi oldum, ne ara onu benimsedim ve ne ara onu yani 657'yi) kaybetmekten korktuğum için kendime ket vurdum?

Sartre, Varlık ve Hiçlik adlı eserinde mealen, güç'ü ona gösterilen mukavemmetten anlayabilirsiniz der. bu tespitin hayatın her alanına teşmil edilebileceğini fark ettiğimde iş işten geçmişti. bütün diktatörlerden tutun da hayatınızdaki alelade bir arkadaş dahi gücünü Sartre'ın kurduğu bu tespit üzerinden vazediyor. (türkçeye hakim kari "vazediyor" yapısının buraya uymadığını hemen anladı) 

"i don't think you trust,
in, my, self righteous suicide," bi de böyle bir şey var; fakat onu da sonra anlatırım. aralıksız yağmur yağıyor günlerdir. "yağmur yağıyordu adana kaldırımlarına.." diye başlayan bir cahit sıtkı şiiri vardı. tabii ki paris kaldırımlarına olacak o. sadece bir şiir yazma hakkım olsaydı, kemal burkay'ın "gülümse" şiirini yazmak isterdim. tabii ki bundan daha iyi yüzlerce şiir var ama vasat biri olmamdan mütevvelit bu şiiri yazmak isterdim işte. her şey yarım yamalak anlatılıyor şiirde. ortalama insanın varoluşudur yarım yamalak olmak, yarım aydın olmak, yarı dürüst olmak vs. yarım aydın olmaklığımı herkeslerden gizlemek için verdiğim mücadeleyi aydın olmak çabasına evirseydim fevkalade bir aydın olabilirdim. ama böylesi daha zevkli. tipik bir küçük burjuva yarı aydınıyım ben. yarım bıraktığım kitapların sayısı tamamını okuduklarımın iki katıdır belki de. keza yarım bıraktığım filmlerde de durum bununla paralel seyretmekte. almost blue. buradan devam etmek istiyorum. ama etmeyecğimi adım gibi biliyorum. amına koyim, genel. 



















19 Kasım 2019 Salı

amerikan edebiyatı demeyelim de işte


resim her aklıma geldiğinde mutlaka Faulkner romanları da geliyor aklıma. resimdekine benzer evlerde geçiyor gibi sanki onun romanları. bunu tabii ki ispatlayamam yani somutlayamam bunu ama Faukner'ın anlattığı kadar sıkıcıdır hayat aslında. bir şeyden sıkılmak değil de ama sıkılmak işte sıkıcı olduğu için her şey sıkıcıdır onun romanlarındaki atmosfer. bir şeyi yapmış olmak için yapan insanın hayatının sıkıcı bir kesitini anlatmak ancak zeki bir amerikalının aklına gelirdi zaten.resmin bize göre sağındaki küçük kulube gibi yerden çıkan orta yaşlı bir adam evin içine girer orada ayaküstü bir şeylerle oyalanır ve tekrar dışarı çıkıp gündelik işlerle uğraşmaya devam eder. etrafında dolaştığımız ama bir türlü kabullenmek istemediğimiz bir gerçeği usul usul, yedire yedire, inceden inceden anlatır faulkner. 12-13 yaşlarındayım. cumartesi öğlen. 90'lı yıllar yani. tv izliyorum. birkaç kanal var zaten. ilginç bir şeyler olur da sıkıntım dağılır diye düşünüyorum. bu oldu gerçekten. hatta şu şarkı çalıyordu ben tam bunları düşünürken 


heheh görüldüğü üzere hiçbir şeyi unutmam ben. bazen insanlar kendini iyi hissetsin diye unuturmuş gibi yaparım, fark etmemiş gibi yaparım. ama her şeyi görürüm, hiçbir şeyi unutmam.


epeydir dinlemediğim bir şarkıyı dinledim dün. Deus'un for the roses'ı.  bu pilav daha çok su kaldırır

8 Temmuz 2019 Pazartesi

Çaresiz kuşanıyorum başkalarını yahut blues

“Ama bir yerden yine sızıyorlar/Bir şehir bir elbise çarşısı bir öbek çiçek bir başkasının isteği/Yine sızıyorlar/Çaresiz kuşanıyorum başkalarını”
varoluşçluk anlayışını başkalarını olumlama üzerine kuran jaspers bunu pek beğenmezdi sanırım. "ille gerekli miydi başkaları?" diyen zebercet ise bunu beğenirdi galiba. zebercet'in "gecikmeli ankara treniyle gelen kadın"a olan alakası,  "Çaresiz kuşanıyorum başkalarını” dizesini çağrıştırıyor bana acaip şekilde. gatgk yani gecikmeli ankara treniyle gelen kadın'ın otele geri dönmemesi zebercet için kendini gerçekleştirmenin imkanı oluyor yani bir nevi zebercet'in kendi olmaklığına zebercet'i tevdi eden bir fenomen bu. fenomen: "bilincin dışında, ona bağımlı olmaksızın varolan her şey." peki ama gatgk, şu haliyle bir fenomen mi bu tanıma göre? zebercet'in zihninden bağımsız bir gatgk yok. of ya "kurmaca dünyanın fenomenolojisine giriş" diye bir makalenin çatısı olacak şeyleri karmakarışık yazıyorum ki bunun herhangi bir kıymet- i harbiyesi yok.

"And if you're offering me diamonds and rust
I've already paid" şimdi bir şair, bir insan bunu nasıl söyleyebilir ya aklım almıyor... öncelikle bu amerikalılar şiire uzak görünürler ama bunlar kadar şiirsel öz taşıyan bir millet daha yoktur. son tahlilde şiirini en sevdiğim millet de bunlardır. adamların hollywood dışındaki sinemaları falan da gayet şiir tadındadır.. aslında coğrafyaları çok şiirsel ondan hep bence. (edebiyat doktorası yapmış biri gibi yazmıyorum farkındayım.) missouri'ye trenle giderken camdan dışarıyı izleyen biri olarak söylüyorum bunları. (yalan; ama bunu yapmayı çok isterdim) joan baez bir şairdir ve bunları bir şair için (bob dylon) söylüyor.  "ve eğer bana elmaslar ve pas öneriyorsan / ben zaten ödedim" şeklinde türkçeye çevirebiliriz bu cümleyi ama bir şey eksik kalıyor burada. ben kötü çevirdiğim için eksik kalmıyor bir şey; orijinalinde var bu eksiklik ki bilen bilir bir şey eksikse şiirseldir. joan baez ablamız neyi ödemiştir belli değil burada tam olarak ama tahmin ediyoruz ne demek istediğini ablamızın.  bedel ödemek. bir şeye hayatın anlamı denilecekse illa ki bedel ödemek olabilir o; çünkü her şey bir tercih bedel meselesidir. bir şey tercih ederiz ve bedelini öderiz onun. burada baez abla neyi tercih etmiş neyin bedelini ödemiştir? pas'ın mı elmas'ın mı? yahut ikisinin mi?

"Çaresiz kuşanıyorum başkalarını” yahu bu nasıl bir gerçektir, aklım almıyor. bütün bir hayatın özeti gibi sanki. turgut uyar'ın bıraktığı yerden behçet necatigil alıyor: "kaçarım bulurlar / bağrımda yaralar / sürüp gider eskirim." diyerekten. yani bu mevzuu önemli. yüksek lisans tezini yazarken, zebercet'in aslında ille gerekli mi başkalarından gatgk'a giden bir süreci yaşamasının getirdiği aydınlanmanın onu intihara sürüklediğini savlayacaktım ama siktir et demiştim sonuçta sıradan bir tez yazıyoruz kimseye hayatın sırrını vermek gibi bir misyon edinmişçesine yazmaya gerek yok demiştim. (içimden). bütün bir kurmaca sanat bilmezlikten aydınlanmaya giden kahramanın hikayesidir. masallarda da böyledir bu. kabaca örnekleyecek olursak, sözgelimi katilin kim olduğunu  BİLMEYEN bir kahraman vardır ve eser boyunca o kahraman ve tabiatıyla da biz, katilin kim olduğunu ÖĞRENİRİZ. yani bilmezlikten bilir olmaya ilerleriz. bazen buna tahammül etmek çok zordur like a zebercet... dil de böyledir olumsuzdan olumluya gider hep deyimler falan da. ama neyse işte.. tekrar eden rüyalar görmeye başladım yine ve yine sol gözüm seyirmeye başladı. en son babam vefat ettiğinde (kontrol ederken yazıyı burada takılıp kaldım. vefat ettiğinde değil öldüğünde demeliyim. babam öldü çünkü. öldü.) seyirmişti ve sonra epey uzun meşakkatli bir doktor sürecinden sonra geçmişti. şimdi gitmedim doktora acaip sıkıldım hastaneden de doktorlardan da. "hastaneyi yol eyledik bu sene / gel hele de gülüm gel hele" diye bi dize vardı ilkay akkaya'nın söylediği bir türküde geçiyordu. ama ne zaman çok üzgün olsam içimde hep şu türkü döner



böyle aksaray'ı geçip ankara'ya doğru giderken sağda tüm heybetiyle yükselen hasan dağı'nın görüntüsü eşliğinde gelir bu türkü bir de niye bilmiyorum. iç anadolu bozkırına doğru nasıl gidersen git ne için gidersen git fon bu minval üzere oluyor hep bende.

freud hayatın sırrını çözüyor gibi ama tam idrak edememiş sanki. ama lacan çözüyor galiba ya sanırım. gerçekten lacan mevzuyu anlamış. insan eksiklik üzere halde tamam ama neden hep böyle? işte bu kısmı anlamaya çalışması bile onun mevzuyu anladığını gösteriyor. bu kısmı doğru anlamıştır, anlamamıştır eyvallah ama sır burada, bunu anlamış puşt.

elazığ murat turizm'e ait 0302 otomarsan mercedes (resimdeki alet oluyor bu) otobüsle elazığ'a gidiyorduk annemle. renk de aynı bu renkti. çocuktum okula gitmiyordum daha.


elazığ'a yaklaşmıştık, kömürhan köprüsünü yeni geçmiştik. güneş doğmamıştı ama ortalık aydınlanmaya başlamıştı. şoförün oradan belli belirsiz "yoğurt koydum dolaba" gibi sözleri olan bir türkü çalıyordu radyodan. anneme baktım, uyuyordu. uyandırmak istediğimi hatırlıyorum annemi çünkü mutfakta yemek yaparken falan bu türküyü mırıldanırdı annem. mutfağın balkona yakın olan değil de koridordan mutfağa açılan kapının olduğu tarafta oturur annemi beklerdim, o bu türküyü mırıldanırdı bana yemek hazırlarken. ben yemek seçerdim. annemse istediğim yemeği yapardı. sinirlenirdi, söylenirdi, kızardı ama istediğim yemeği (genelde patates kızartması olurdu bu) yapardı.

rus avangard şiiri veya amerikan şiiri. bunlardan daha güzel bir edebiyat yok ya. ben cummings'i falan acaip seviyorum. whiteman'ı falan da. "şiir orijinal dilinde güzelmiş, şiir çevrilemezmiş" falan boş laf bunlar. "ben şah ve matım kendime / hiçbir şeyim ve hiçbir yere koşuyorum" diyor Gennady Samoilovich Gor diye bir rus şair. kendine şah mat olmayı düşünüyorum.. sonra birinin rastgele bir sokak köpeğini sevmesini. keşke hiç ölmesem, annem hiç ölmese. artık sadece blues ve caz dinlemeye karar verdim. telefondaki, bilgisayardaki şarkıları sildim hep. chet baker çalıyor bir yandan şimdi. özel televizyonların yayına geçtiği ilk zamanlardı. star 1'de yabancı klipler dönüyordu, "blue spanish sky" diye bir şarkı... acaip sevmiştim o zaman. chet baker'ın almoust blue'sunu da acaip sevdim çok çok sonra. bi plak çalar alıp bu cazcı, bluescu tayfanın plaklarını almayı düşündüm, sonra vazgeçtim benim gibi yarı aydına, yarım yamalak müzik zevki daha da yakışır. hugh Lauire de blues yapıyor; doktor house da çalardı arada bir tevekkeli değilmiş.

"bizi gerçeklerden ayıran algının kapılarıdır." william blake yazmış bunu. böyle bir dizeyi ancak bir ingiliz yazabilirdi. beyaz adam kadar her şeyi anlayabilen yoktur, her şeyi anlamaktan rahatsız olup onu eğip büken de. kendimi kandırmayı ilk fark ettiğim dönemlere denk geliyordu huxley vasıtasıyla bu dizeye ulaşmam. sonra the doors işte. 'eğer algı kapıları temizlenseydi her şey olduğu gibi görünürdü: sonsuz.'' ne bunu yazabilecek ne de bunu anlayabilecek kapasite bende var. ama ne zaman blues dinlesem aklıma bu söz geliyor. sadece geliyor, o kadar.blues demişken, doktor house nasıl da iyi blues yapıyor ya


doktor house izlediğim neyse geç oldu bi kaç bi şey daha söyleyecem ama daha sanki. sonra belki.
 Chet Baker'dan "the thrill is gone" çalıyor. çıldırmamak: bunu başarmaktan başka da bir başarım yok sanırım bu hayatta. "başarım yok" başarı kadar başkaları üzerinden tanımlanan başka bir şey daha yok neredeyse bu ülkede. kimseler bana bir şey sormasın diye kimselerle görüşmemeye başladım. fazlasını anlatmaya dermanım yok.






4 Mart 2019 Pazartesi

aşamadığım şeyler yahut emine akçay

"Adana’da eşi bir yıla aşkın süre işsiz kalan ve ev kirasını 8 aydır ödeyemeyen 26 yaşındaki Emine Akçay, çocuklarının üşüdüğünü görünce cebindeki son parayla odun almaya gitti. O kadar az parası vardı ki oduncu ‘Bacım bu paraya odun mu olur’ dedi. Ama anne Emine Akçay ısrar etti, bir çuval odunu alıp eve geldi. Odunlar ıslandığı için yanmadı. Lastik parçalarını tutuşturmaya çalıştı; olmadı. Emine Akçay, çocuklarının ısınması için çalıştırdığı saç kurutma makinesini küçük oğluna verdi. Daha sonra diğer odaya gidip, tavandaki salıncak demirine ip bağlayarak, kendini astı." (http://www.hurriyet.com.tr/gundem/cocuklari-usumesin-diye-sac-kurutma-makinesini-calistirdi-yan-odaya-gecti-ve-20132171) 2012 yılından bu haber. ben bu habere özne olan (nesne mi demeliyim?) emine akçay'ı aşamıyorum. bunun sineması bunun filmi bunun hikayesi yazıldı.. okudum birçoğunu da ama heyhat ben bunu aşamıyorum, ben emine akçay'ı aşamıyorum.

emine akçay, çocuklarının eline fön makinesini verip ardından kendini asacağı odaya giderken o kısacık mesafede ve anda ne düşündü? daha önce de bahsetmiştim daha doğrusu bahsetmeye çalışmıştım, çok hayati şeylerle karşılaşıldığı anlarda yapılan hareketlerin nedenini anlamak için ömrümden ömür vermeye razıyım desem yeridir. söz gelimi doktor, hastaya çok az ömrü kaldığını söylediği tam o anda hastanın yaptığı hareketler, mimikler.. aklından geçenler... yahut ne bileyim cezası yüzüne okunan bir idam mahkumunun tam o anda yaptıkları, düşündükleri.. emine akçay intihar edeceği odaya girdiğinde yerde bir iğne görseydi mesela ne yapardı, alır mıydı o iğneyi yerden yoksa aldırış etmez miydi? bilmiyorum.

birkaç yazar benim bu derdime düçar olmuş olacak ki kahramanlarının intihar anı üzre halini tasvir ederken onlara anlatmaya çalıştığım şeyi yaşatırlar. mesela goethe'nin Faust'uyla yusuf atılgan'ın zebercet'i.
 Şimdi önce Zebercet’in intihar sahnesi:
"İpi boynuna geçirdi; düzeltti. Tam o sıra dışarıdan birkaç arabanın korna seslerini duydu; başka araçlar da katıldı buna; kornalar, tren düdükleri, fabrika düdükleri arasız, kesintisiz ötmeye başladılar. Neydi bu? Kulakları mı uğulduyordu? Yoksa dışarının, başkalarının bir çağrısı mıydı? Yüzünü buruşturdu. Sağdı daha, her şey elindeydi. İpi boynundan çıkarabilir, bir süre daha bekleyebilir, kaçabilir, karakola gidebilir, konağı yakabilirdi. Dayanılacak gibi değildi bu özgürlük. (Atılgan, 2000: 108)
Faust’un intihar sahnesi ise şöyle:
Kendimin hazırladığı ve seçtiği bu son yudumu bir bayram selamı olarak sabahın şerefine intihar etmek üzere içiyorum.
(Faust kadehi ağzına götürür. Tam bu sırada Paskalya yortusunun başladığını bildiren çan ve koro sesleri duyulur.)
Melekler korosu:
İsa dirildi!
Şimdi varlıklarını,
Irsi ve mahvedici
Günahlar sarmış olan
Ölümlüler, sevinsin!
Faust: bu derin uğultu, bu tatlı ses kadehi ağzımdan zorla çekiyor! (Goethe, 2005: 26-27)
Bu iki intihar sahnesinde ortak nokta şudur: Zebercet de Faust da tam intihar ederken dışarıdan gelen seslerle bir an ikircik yaşamışlardır. Faust’un intihar sahnesinde Faust’a ikircik yaşatan ilahi ve çan sesleriyken, Zebercet’e ikircik yaşatan sesler ise  Atatürk’ün ölüm anı olan 9: 05’te çalınan siren ve korna sesleridir. emine akçay tam intihar edecekken dışarıdan hiçbir ses duymadı mı? duyduysa da hiçbir şey ifade etmedi mi ona o an duyduğu bir ses yahut görüntü?

 intihardan vazgeçiren dış sese halit ziya'nın mai ve siyah'ında da rastlarız. (bu arada nasıl severim bu romanı da.. ah kuzum ahmet cemil...)

"Bunların siyah kucağına atılmak yarın doğacak olan güneşin hayatın sefaletleriyle istihza eden ziyasından kaçmak ilelebet bu siyahlıklar içinde sonsuz bir yoklukla mesut ve müsterih yuvarlanıp gitmek... O zaman kendisini bu dalgaların arasında süzülüp latif bir gayş ile mest olarak sinirleri uyuşarak denizin o dipsiz uçurumlarına doğru iniyor vahmetti.  bitmeyen bir su kut ile zulmetleri tabaka tabaka yararak su siyah dalgaları kütle kütle sırtına alarak yavaş yavas muntazam bir ahenkle ademe tam bir teslimiyetle iniyordu. Evet bir karar hamlesi yalnız bir küçük hareket nasipsiz geçen hayatiyle şu faydasız vücut arasında bu denizin bütün siyah tabakalarını bir sed silsilesi gibi bırakarak ta su ummanın bir türlü sonu bulunmayan derinliklerine kadar inecekti. Birdenbire silkindi Ta yanı başında bir ses Cemil niçin karanlıkta yalnız oturuyorsun diyordu. O vakit titreyerek ayağa kalktı..." mai bir gecede tecessüm eden hayalleri siyah bir gecede sükuta uğrayan ahmet cemil geminin güvertesinden kendini karanlık sulara tam atacakken biricik annesinin sesiyle irkilir ve annesinin yanına gider. intihardan vazgeçer yani kuzum ahmet cemil.

 intihardan vazgeçiren bu dış sesin müntehirdeki işlevi ilk bakışta hayatı duyumsattığı için onu intihardan vazgeçirdiği yönünde gibidir. yani hayat intihar edeni çağırır ve kişi intihardan vazgeçer gibi duruyor ilk bakışta fakat öyle değil. tam tersi. yani intihardan vazgeçiren dış ses kişiye hayatı değil ölümü hatırlattığı için kişi vazgeçer intihardan. hayatı duyumsayan ise intihar eder yani eylemini nihayete erdirir. sonsuz olasılık ve kaygıdan mülhem hayatı duyumsadığı için var olmamayı seçer kişi demek istiyorum, dedim. hayatı duyumsayan intihar edebilir ölümü duyan ise intihar edemez. ölüm hep hayata itendir; hayatsa ölüme iten. zebercet'in tam intihar anında hayatı duyumsayıp intiharından vazgeçmemesinde olduğu gibi yani.

bilmiyorum kaç zaman oldu emine akçay'ı aşamıyorum ben. bir de "hakkari'de bir mevsim"deki şu sahneyi:

“Alaaddin geliyor. Gece
Hoca, benim kardeş hasta, diyor.
Nesi var? diyorum.
Ateşi var çok, diyor. Ölecek.
İlaç vereyim mi? diyorum.
Hayır, portakal ver, diyor.
Portakal yememiştir hiç.

bir de rabia naz'ı aşamıyorum. selfie yaptığı bir fotoğrafı var nasıl da haylaz bir ifade var yüzünde. sanki annesinin ya da babasının telefonunu gizlice almış da kendi fotoğrafını çekmiş gibi. babası kızını öldürenlerin yargılanması için çırpınıyor. adalet sağır dilsiz duvar olmuş babaya. kızının intihar ettiğine inandırmaya çalışıyorlar babayı "nüfuzlu" katili ve yardakçılarını korumak için. sıkışıp kalıyorum böyle başkalarının adalet duygusunun incinmişliğiyle kendi gündemim arasında. başkalarının adalet duygusunun incinmesi beni de incitiyor ve esasen kendi gündemim oluyor o da bir şekilde. aşamıyorum hiçbirini, gün içinde bir yerde alakasız bir vakitte rabia naz'a araba çarptığında canı nasıl da yandı acaba diye düşünürken buluyorum kendimi. işte burada tanrı devreye girmeliydi ama girmiyor. bekleyin öbür dünyada devreye girip her şeyi halledecem diyor ama bu benim için yeterli değil. çarpmanın etkisyle rabia naz'ın bacağından damarlar dışarı çıkmış otopsi raporuna göre, kim bilir nasıl da yandı canı annesinin babasının bir tanesinin. sayın tanrı orada devreye girip o acıyı dindirmediyse artık söz söylemeye de hakkı yoktur.

 "Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım"

demiş ve  sanki örtbas edilen bu cinayet için yazmış şiirinin bu bölümünü ece ayhan. rabia naz'ın ölüm yıl dönümü içim okulunda bir anma programı düzenlenmiş, arkadaşlrı şiir falan okuyorlardı. ben olsam ece ayhan'ın aynı şiirinin şu bölümünü okurdum: 

 "Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek."

ortaokul 1. sınıftaydım, öğlenciydim, okula gitme saatinin gerginliğiyle tv karşısında bir şeyler yerdim o zamanlar hep. trt 1 vardı tabii sadece; trt 2 de vardı gerçi ama o akşamları yayın yapıyordu. kahvaltıyı hazırlarken annem radyo dinlerdi, sanyo marka tek kaset çalarlı bir radyoda trt radyodan türküler dinlerdi annem ve eşlik de ederdi bazen türkülere. (sonra Loewe marka çift kasetçalarlı bir teyip almıştık) sonra yavaş yavaş okul vakti gelirdi, gri pantolon, beyaz gömlek lacivert ceket ve lacivert kravattan oluşan son derece zevksiz üniformayı giyip okul yoluna düşerdim. sonra okul bitince akşam hızlı hızlı hatta kimi zaman koşarak eve giderdim. yemek hazır olurdu. annemle bir yandan yemek yiyip bir yandan hayat ağacı adlı diziyi izlerdik. izlerken de yorum yapardık birlikte. bazen bu anılara gömülüp kalıyorum aşamıyorum bu anları. ahmet dayımın köydeki evinin salonundaki duvarda geyikli bir kilim vardı. çok sonra, yıllar yıllar sonra balcalı otobüsünde okula giderken "geyikli gece" şiirini okumuştum, çocuktum elazığ'ın bir köyünde, bir evin duvarındaki geyikli bir kilim tasviri ve turgut uyar falan hepsi buluşup karmakarışık saatler içinde varoluşuyordu zihnimde. kim bilir hala bu yüzden midir nedir
"Üç ev görse(m) bir şehir sanıyordu(m)
Üç güvercin görse(m) Meksika geliyordu aklımı(z)a"

neyse işte böyleyken böyle.. bahar da geldi artık iyiden iyiye. aralıklarla yaza yaza 1 mayıs'a kadar gelmişim. 4 nisan'da başlamışım yazmaya. bugün artık 1 mayıs, işçinin emekçinin bayramı. yaşasaydı emine akçay'ın da bayramıydı bugün. aslında bugün zaten sadece eminelerin bayramı; emineler derken yani anneleri evlere temizliğe gidenlerin bayramı.