24 Haziran 2012 Pazar

bulantı

bir şeye inanmış bir insandan daha korkunç bir şey yoktur. inandığı şeyin ne olduğunun bir önemi yok aslında burada. inandığı şeyi gerçeğin hep bir kerte önüne alan insanı kast ediyorum. (yazmak istediğim şeyin nereye ve kime gideceğini kestirebilmenin huzursuzluğu kapladı birden içimi ve kesmek istedim.) kendime geçeyim o halde. inanadığım hiçbir şeye kendimi tam olarak kaptıramadım. hiçbir şey tutkuya dönüşmedi bende. (aşık olduğum kadınlar hariç) bilmek. bilmeyi çok istedim. tutku oldu mu bende bu? emin değilim hakçası. birçok nedenden ötürü bilme'yi sevdim. en başta bilmek eğlendiriyor beni. iyi bildiğim bir konuda karşımdakinin yarım yamalak bilgilerle konuşurken bilmiyormuş gibi, anlamaya çalışıyormuş gibi ona sorular sorup saçmalamasını, çırpınmasını izlemek eğlendirici olabiliyor. tabii bunu sevdiğim insanlara yapmadım hiç, yapmam da. (sevdiğim insanlara da aslımda buna benzer bir şey yapıyorum. beni kandırmalarına yahut saf sanmalarına fırsat tanıyorum. fakat tabii burada bir nüans var. bunu eğlenmek için yapmıyorum. zaten zar zor seven biri olduğum için belki de sevgimi hak edip etmediklerini anlamaya çalışıyorum. peki ne oluyor beni kandırmaya çalıştıklarını yahut saf olduğumu düşündüklerini anladığımda? sadece bulantı hissi geliyor. yani öyle "midemi bulandırıyorlar" türü bir bulantı değil. sartre'nin "La Naussee"sindeki türden bir bulantı. özellikle sevdiğim kadınlarda bu oluyor. bu bulantı'nın tepkisini de yansıtmıyorum muhatabına hiç. sadece sözgelimi yazdığı bir şeyi okurken yahut anlattığı bir şeyi dinlerken müstehzi bir gülümseme takılıyor yüzüme. anlıyabiliyorlar mıdır bilmem? bunları yazarken bir yandan da "the end" şarkısı kulağımda çınlıyor. ne alakası var bilmem ama öyle:
"this is the end, beautiful friend
this is the end, my only friend, the end
of our elaborate plans, the end
of everything that stands, the end
no safety or surprise, the end
i'll never look into your eyes...again
can you picture what will be, so limitless and free
desperately in need...of some...stranger's hand
in a...desperate land
lost in a roman...wilderness of pain
and all the children are insane, all the children are insane
waiting for the summer rain, yeah
there's danger on the edge of town
ride the king's highway, baby
weird scenes inside the gold mine
ride the highway west, baby
ride the snake, ride the snake
to the lake, the ancient lake, baby
the snake is long, seven miles
ride the snake...he's old, and his skin is cold
the west is the best, the west is the best
get here, and we'll do the rest
the blue bus is callin' us, the blue bus is callin' us
driver, where you taken' us
the killer awoke before dawn, he put his boots on
he took a face from the ancient gallery
and he walked on down the hall
he went into the room where his sister lived, and...then he
paid a visit to his brother, and then he
he walked on down the hall, and
and he came to a door...and he looked inside
father, yes son, i want to kill you
mother...i want to...
c'mon baby, take a chance with us
and meet me at the back of the blue bus
doin' a blue rock, on a blue bus
doin' a blue rock, c'mon, yeah
kill, kill, kill, kill, kill, kill
this is the end, beautiful friend
this is the end, my only friend, the end
it hurts to set you free
but you'll never follow me
the end of laughter and soft lies
the end of nights we tried to die
this is the end"

bir de tabii sergey yesenin'in elveda'sı var bu şarkıyı çağrıştıran hep:

 "elveda dostum benim, elveda
can dostum, seninle dolu gögsüm,
çok onceden belirlenen bu ayrilik
bulusmayi vaadediyor ileride bir gun.

elveda dostum el sikismadan, konusmadan,
uzulme ve kaslarini egme mutsuz.
olmek yeni birsey degil dunyada,
ama yasamak da daha yeni degil kuskusuz."

18 Haziran 2012 Pazartesi

sigara

öyle sigaraya anlam yükleyenlerden değilim. tütüne "dar vakıt yanar da verir kendini" diye bakmadım hiç. ama bazen öyle oluyor. bazen içmezsem ölecekmişim gibi hissediyorum. şu anda da yaktım bir tane. polonya'dan gelirken aldığım kartondan kalan son paketi açtım. üniversitedeyken marlboro, kısa camel, kısa winston içmiştim. tabii en çok kısa camel'i sevdim. ona anlam yüklediğim gerçek. daha küçüktüm. sigara içmeye karar vermiştim. babam içiyordu ve sürekli "zararlı" diyordu sigara için. zararlıysa içmeliydim. babam içmemi istemiyorsa içmeliydim o zaman sigarayı. sigaraya en çok iatanbul'da çalışırken özellikle bayrampaşa'dan metro'ya binip bakırköy ya da bahçelievler durağında inip paltomun yakasını kaldırıp yürürken yaktığımda ihtiyaç hissetiğimi duyumsadım sanırım. askere gitmek için gün sayıyordum. artık ne denili bunalmışsam askerlik bile benim için bir kurtuluş gibiydi. metro'dan inip bakırköy meydana doğru yürümeye başlarken paltomun yakasını kaldırp bir sigara yakardım. durup etrafa bakıp yürümeye başlardım sonra. canım çok acıyordu o zamanlar. eve gitmemek için oyalanırdım. metro tarafından meydana gelirken meydanı geçer geçmez "martı birahanesi" vardı. oraya girer bira içerdim. polonya'ya giderken istanbul molasında bakırköy'e gitmiştik. martı birahanesinin tam karşısında bir yerde kahvaltı yaptık. kafamı çevirip bakamadım oraya. ne çok acı gömmüştüm o cadddeye tanrım. sonra oradan çıkıp eve giderdim. gider gitmez uyurdum bir an önce sabah olsun diye. hep düşünürdüm. gelecek ne getirecek diye. martı birahanesinini önünden geçerken farkettim ki gelecek sadece belirsizik getirmişti bana. muazaam bir belirsizlik. küçükköy sağlık ocağı'ndaki kısa küt saçlı doktor: "neyiniz var?" demişti. ruhum acıyor demiştim.

16 Haziran 2012 Cumartesi

dikey ve yatay mutsuzluk

mutsuzluktan söz etmek istiyorum. insanlığınkinden değil AMA "kendi yatay ve dikey mutsuzluğumdan". kendime yetemediğim zamanlar oluyor. ve en kötüsü bu zamanlarda başkalarına da yetmek zorunda kalmak oluyor. (şu an gece saat 2. birazdan dışarı çıkıp yürüyeceğim. yukarı doğru barajyolu'ndan. kulağımda korkunç bir ağrı var. ama göğsüm de daralıyor. nefes almakta zorlandığımı hissediyorum) sürekli koşturulup kızıştırılınca nefes alabilmek icin iç güdüyle bir damarını dişleyen atlar gibi duyumsar kendini genç werther; benim durumumda öyle. durmadan yeni uğraşlar bulmaya çabalamakla geçen bir ömür;yanlış bir ömürdür bunun farkındayım. lermantov "ve etrafa dikkatli bakınca zaten hayat/sanki bir şaka/boş ve aptalca" derken bunu mu kastediyordu? ciddiye aldığım insan sayısı bir elin parmaklarını geçmez. sıradan insanlarla dolu hayatım. onların sorunlarına, konuştuklarına, ilgilerine sanki benim için de önemliymiş gibi yaklaşıyorum. oysa böyle değil hakikat. onlarla dalga geçiyorum. (bundandır orhan veli'yi sevişim de)
"her nasılsa buluyorum heder olmanın bir yolunu" böyle mi gerçekten? "sana zorsa bırak yanayım/kolaysa esirgeme"
lisedeydim. dostoyevskş okumuştum bir yaz. bahçelievler'de ablamların evindeydim. haftalarca kendime gelememiştim. raskolnikov çarpmıştı beni. durmadan onu düşünüyordum. "aslında insanın ta kendisidir raskolnikov" cümlesi beynimde dönüp duruyordu. adana'ya dönmüştüm. tek başıma. 15 yaşımdan beri yazları hep tek geçirdim. marx'ın elseenin sefaleti'ni terim kitaba damlaya damlaya okumuştum. sonra her yaz böyle oldu bu. terim kitapların üzerine damlaya damlaya geçirdim yazlarımı. kuşadası'na tatile gitmiştim 99 yazında. "anarşizm ve anarko sendikalizm"i okumuştum ve denize ayağımı bile sokmadan doğru dürüst gerisin geri adana'ya dönmüştüm. o yaz behçet necatigil okumuştum bir de hep.  bu şiiri ezberlemiştim yolda. her şeyi anlatan bu şiiri, benim her şeyimi anlatan bu şiiri:

şizofren, paranoyak
çatarlar hiç yoktan
seksomanyak.

çektiğim - - bırakın
saplanır meçler
hep aynı yerdeyim.

kaçarım bulurlar --
bağrımda yaralar
sürüp gider eskrim.

"çekirge sürüsü içinde koynuma soktuğum ekin"lerin elinde hep meçler oldu. kaçtım buldular; eskrim hep sürüp gitti.sürüp gidecek de... yazlardan nefret ettim hep.mutlu olduğum bir yaz hatırlamıyorum. anlık mutlulukları: taze bir rüzgar gibi zihnimden gelip geçen  anlık güzelliklerin verdiği mutlulukları saymazsak.

15 Haziran 2012 Cuma

bir fotoğrafın yası

"bir fotoğrafın arabı" deyip ece ayhan'a selam çakabilridm ama yapmadım. çok az fotoğraf çektirdim. inanmadım fotoğrafın verdiği sahte tanıklık hissine. belleğime güvendim hep. belleğğim hiç ihanet etmedi bana; hep en gerekli olanı muhafaza etti belleğim. sözcükleri taşıyamaz fotoğraf. oysa bellek saklar tüm sözcükleri ve anları. nevra'yı ilk gördüğüm anın fotoğrafı: sırtı bana hafif dönük siyah montlu bir kız fotoğrafından başka bir şey değil. oysa belleğimde o an bir kaç sözcükle daha mukim...bir fotoğrafın asla taşıyamayacağı birkaç sözcük var o anda; anlamı yıllar sonra tamamlanabilecek birkaç sözcük...kimseye anlatamazsın. kim dinlemek ister ki zaten? olsun, belleğim başıma bela hep. beni tamamlayan o (belleğim) oldu hep. oysa böyle olsun istemezdim ben. çünkü ne vakıt (nazım vakit demez vakıt der) gitmek istesem belleğim devreye girdi. rahat bırakmadı beni hiç. "yolculuk, hep düşündüm onu" hep yolculuğu düşündüm. geride "kederli bir omuz" bırakacağım yolculuklar düşündüm. olmadı. çıktığım yolculuklar..bilmiyorum, bildiğim tek şey yavaş yavaş eridiğim.  "ben bu kadar değilim" oysa gerçekten ben bu kadar değilim

14 Haziran 2012 Perşembe

gelecek; gelecek ne getirecek?

birkaç gündür soren kierkegaard'ın bir pasajı gelip dolanıyor dilime. sürekli tekrar ediyorum içimden bu pasajı: "gelecek, gelecek ne getirecek hiçbir şey bilmiyorum. nasıl bir örümcek yuvasından aşağı inerken ayağını basamayacağı boş bir uzam  görürse benim durumum da öyle. bu çok kötü; dahası dayanılacak gibi değil." cümleler tam da bu şekilde olmayabilir ama ne önemi var ki..

bir ara alakasız zamanlarda hatrıma gelen görüntüleri yazıyordum sonra vazgeçtim. çoğu çocukluğuma aitti bu görüntülerin. çocuktum mavi kaplı bir haritaya bakıyordum sık sık. çalayabinsk diye bir yer işaretlenmişti haritada. abim mi ablam mı işaretlemişti hiç öğrenemedim bunu. niye işaretlenmişti çalyabinsk onu da öğrenemedim. o haritadır ki bendeki gitme isteğini kamçılamıştır hep. ama gidemedim hiç, kaldım hep. nükhet abla vardı ablamın arkadaşı. çocuktum ilk o göstermişti bana o haritayı. halının üstüne uzanıp açardım o haritayı. bakardım, bakardım, bakardım... gideceğim yerleri, aşacağım nehirleri, denizleri incelerdim uzun uzun. ama olmadı aşamadım hiçbir nehir ya da denizi. zorunululuklardann ötürü gittim bir yerlere ama hiç istediğim için gidemedim. süleyman'la trene binip konya'ya gitmiştik. kar vardı orta anadolu'da. bozkırda biteviye kar...trenin camından dışarı bakıp, sigara içiyorduk. çocukluğumda düşlediğim yolculuklar gibi değildi ama gidiyorduk.. düzlük ve kar biteviye uzanıyordu. süleyman biyoloji'de okuyan bir kıza aşıktı. yol boyu hiç konuşmamıştık ta konya'ya kadar susmuştuk. ramazan'ın ilk günüydü konya'ya vardığımızda. istasyonda kahvaltı yapmıştık. süleyman tanrı'dan uzaklatığından bahsetmişti. ben?
b
ü
y
k aşklar yolculuklarla başlar. demişti bir şair. (ahmet telli diyordu.) bu dizeyi söylemiştim süleyman'a. beyazevler'de bir evdeydik. çay içiyorduk ve sigara. süleyman kalktı montunu giydi ve dışarı çıktık. doğruca istasayona gitmiştik. peronda bekleyen tren konya'ya gidiyordu. bizde oraya gidecektik...

yol boyu sadece ferfecir'in bu şarkısını dinlemiştik. dışarıda kar ve bozkır biteviye uzanıyordu. biz sigara içiyorduk. bozkır hiç bitmeyecek gibiydi. konya'dan ankara'ya geçmiştik. karanfil'e gittik. cemal süreya karanfil'e her gidişinde sigara içermiş demiştim süleyman'a. bizde karanfilde kaldırıma oturup sigara içmiştik. . armağan terk etmişti beni. kaçıncı terk edişiydi o zaman hatırlamıyorum. alışık olmadığım bir koku vardı ankara'da. birkaç kitapçıya gidip kitap çalmıştık. bazarov'u tanımıştım orada. nhilist bazarov'u. anna sergeyevna'ya yenilen nihilist bazarov'u... sonra istasyona gidip adana'ya dönüş için bilet almıştık. istasyonda oturduğumuz banka adımı kazımıştım. tren yanaşınca gara; süleyman'a "habersizce gara girdi ekspres" dediğimi hatırlıyorum. karlı ukrayna ovalarını değil ama içanadolu ovalarını izlemiştim trenini camından. çalyabinsk'i hatırlamıştım. sonra tulyakova'yı. işte böyle sayın bayan vera tulyakova. her erkeğin hayatında bir vera tulyakova vardır demiştim süleyman'a; saçları saman sarısı kirpikleri mavi bir tulyakova...

23 Mayıs 2012 Çarşamba

tanganika röportajı

tanganika röportajı Nazım'ın en sevdiğim şiiri. hatta benim en sevdiğim şiirdir. bu şiirle ilk tanışmam Nevra'nın bana  hediye ettiği nazım'ın "son şiirler" kitabından bu şiiri göstermesiyle oldu. özellikle şiirin birnci bölümünü okutmuştu bana. soğuk bir kış günüydü adana'ya gelmiştim. toros caddesinde bir yerde oturuyorduk. 2003 yılıydı.
 birinci mektup

uçuyorum karlı ukrayna ovalarını.
yıllardır bu ilk hava yolculuğum sensiz.
elini aradım yerden kesilirken,
alışkanlık,
yere inerken de arayacağım.

dün gece bavulumu hazırlıyordun,
omuzların kederliydi,
belki değildiler de, bana öyle geldi, kederli olmalarını istediğimden.

bu sabah kar aydınlığıyla uyandım.
moskova uykudaydı, sen uykudaydın.
saçların saman sarısı kirpiklerin mavi*,
ak boynun uzundu, yuvarlaktı
ve kırmızı, kalın dudaklarında keder,
belki değildi de bana öyle geldi, kederli olmalarını istediğimden.

ayaklarımın ucuna basıp yan odaya geçtim.
fotoğrafın masamda bir yaz güneşine bakıyor, başını kaldırmış, profilden.
umurunda değil gidişim.
soktum cebime.
iyiden iyiye ağardı ortalık.
duvarda dino'nun yağlı boyası:
bir bulut parçacığı sonsuz bir gökyüzünde,
belki ne gökyüzü, ne bulut,
uçsuz bucaksız mavilikte ak bir kımıldanış,
iyimserliğin resmi, umudun.

kapıcı kadınlar avluda kar kürümeğe başladı gıcırtılarla.
odaya girdin.
yüzüme bakıyorsun şaşkın, kederli;
belki keder değil de uyku mahmurluğu bu.
"beni geçirmeğe gelme," dedim,
oysaki beni geçirmeni istiyordum bilmediğin kadar.
kilitledin bavulumu kendi elinle.
ben açtım kapıyı merdiven sahanlığına çıktım.
sen içerde kapıyla çerçeveli bir bahar manzarasıydın, bir bahar manzarası öğle aydınlığında, yapraklarla sular som parıltı, gölgesiz.
kapadım kapıyı üstüne.

senden konuştuk ekber'le vunukova'ya kadar,
daha doğrusu ben söyledim, o dinledi.

karadeniz'i geçiyorum sekiz bin metre yukarda.
bilmem farkında mısın,
günü gününe bir yıl oluyor,
varşova - roma - paris üstünden kahire'ye uçtuktu seninle.
kahire yine o kahire mi sensiz?

sekiz bin metre yukarda, anadolu'mun üstündeyim,
sekiz bin metre derinde, bulutların altında, toprağımda karakış.
köylerin çoktan kesiktir yolu.
her biri karlı çöllerde bir başınadır.
bulgur aşı yağsız.
tezek dumanında göz gözü görmez.
bebeler ölür bitlenmeğe bile vakit bulmadan
ve ben uçarım sekiz bin metre yukarda, bulutların üstünde.
işte böyle tulyakova...

durgundu. yüzünde hiç bir ifade yoktu Nevra'nın. altını çizdiği bir bölümü gösterdi bana: "sen içerde kapıyla çerçeveli bir bahar manzarasıydın, bir bahar manzarası öğle aydınlığında." Nevra, "işte en güzel kısmı burası" demişti. gerçekten de şiirin en güzel kısmı burasydı.

11 Nisan 2012 Çarşamba

eli eli lema şevaktani

"şu yeryüzünde herhangi bir şeyi affetmeye hakkı olan, affedebilecek olan bir kişi olsun var mıdır? ben uyum istemiyorum. insanlığı sevdiğimden dolayı istemiyorum. intikamı alınmamış acıyla bir başıma kalmayı yeğlerim. intikamı alınmamış acıyla ve dindirilmemiş gazapla... yanılıyor olsam bile... ayrıca, uyum için istenen bedel çok fazla, o kapıdan girebilmek için elimizde olanların çok ötesinde. işte ben de o kapıdan giriş biletimi bir an önce geri vermek istiyorum, eğer dürüst bir insansam onu mümkün olduğunca çabuk bir şekilde geri vermem gerekir. benim yaptığım da bu. kabul etmediğim şey tanrı'nın kendisi değil, alyoşa, ben sadece son derece saygılı bir şekilde o bileti ona geri veriyorum." (karamazof kardeşler'den)

insanın en temel duygusu olan adalet duygusu üzerine yazılmış belki en etkileyici bölümdür yukarıdaki pasaj. insan adaleti bu dünyada görmek istiyor; oysa ilahi adalet hep öte dünyada tecelli edeceğini vaat ediyor bize. dünyada bu kadar çok acı -öcü alınmamış acı-, adaletsizlik varken, affetmek zalimliktir. ceza ise suçlunun da masumun da erdemidir.  adalet olmayacaksa ne gerek vardı bütün bunlara?

kerbela neresi nereden çıktı bu yangın
yoksa ben mi dokundum neden hala sürüyor
ilk kim kimi öldürdü hangimiz habil hangimiz kabil
eşkalimiz karıştı adımızı unuttuk
bunun için mi yarıldı deniz bunun için mi dirildi lazarus
daha kaç emir gerekli
dur bakalım nereden çıktı bu çarmıh
baksanıza ellerim ağustos ağustos kanıyor

9 Nisan 2012 Pazartesi

yargılama hastalığı üzerine,

üç gündür ders çalışmayı bıraktım. içimden gelmiyor ders çalışmak. başkalarının sorumsuzluklarının bedelini ödemek zorunda kalmak diye bir şey var bu dünyada. sorumsuzluklarını başkalarının sırtına yüklemeyi seven bu insanlar siz onlara bunun bedelini hatırlatmadıkça; onların sorumsuzlukları ve bununla doğru orantılı olarak da sizin ödeyeciğiniz bedelin kesafiyeti artıyor. bu bir hastalık olmalı. tedavisi imkansız bir hastalık. sorumsuzluk hastalığından muzdariplerin hemen hepsinde gördüğüm bir başka hastalık daha var, yargılama hastalığı:

bütün çağların ve hemen hemen bütün insanların ortak hastalığı olan bir hastalık yargılama hastalığı. elias canetti "kitle ve iktidar" kitabında uzun uzadıya anlatır bu hastalığı. insanların kendi işlerine bakmayıp başkalarının işlerine, yaptıklarına karışmaları şeklinde özetleyebilirim bunu. kendi kendine yetemeyelerin, kendi çöplüğünü temizlemeyenlerin hastalığıdır yargılama hastalığı. ayrıca isa'nın da hiç sevmediği ve yakalananların bir an önce kurtulması gerektiğini söylediği bir hastalıktır bu hastalık.peki nasıl kurtulunur bundan? susarak.

(İsa'nın en eski hastalık dediği bu yargılama hastalığınn yanında bir hastalığın adını daha zikreder: "verem". hep aklımda bu, hep yazsam diyorum ama bunun çağrışımları bile beni boğuyor)

7 Nisan 2012 Cumartesi

ben bazan istasyonu bulamayan bir adamım

şimdi cemal süreya'nın bu dizesini siyakını - sibakını da katarak bir rüya atmosferi içine yerleştirip oradan birtakım freudyen çıkarımlar yaparak yorumlayabilirim:

"ellerini alıyorum sabah kadar seviyorum
ellerin beyaz tekrar beyaz tekrar beyaz
ellerinin bu kadar beyaz olmasından korkuyorum
istasyonda tiren oluyor biraz
ben bazan istasyonu bulamayan bir adamım"

cemal süreya da okurun bunu yapmasını istiyor  ama ben şimdi bunu yapmayacağım. çünkü ben halihazırda istasyonu bulamayan bir adamım. öyle bazan falan değil çoğunlayın bulamıyorum istasyonu. bir rüya halinde yapılmak istenilen hareketi bir türlü gerçekleştirememe durumu vardır. köpek kovalar mesela rüyanda, kaçmak istersin. ayakların da bacakların da hareket ediyordur fakat bir türlü mesafe katedemezsin. böyle bir şey işte. gitmek istersin bir sürü gerekçen vardır, seni götürecek şeyi de bilirsin ama ona ulaşamzsın bir türlü. istasyon oradadır her zamanki yerinde ve fakat sen de her zamanki yerindesindir:

"gitmek geçse aklımdan
hemen yorum
nereye, nasıl, ne zaman?
oysa ben vazgeçtim.
uyu yorum
..."
şimdi öyle "gitme" meraklısı, gitmeye güzellemeler  yapan servet-i fünun şairinin konumuna düşmek istemem ama bir gidememe sancısı var. ve bu sancıyı ancak gitme'nin kendisi çözebilir. onu mecazlarla anlatmak ise sadece sancıyı kesifleştirir. istasyon ise -tam da burada- nerede olduğu bir türlü bulunamayan kaf dağı olur sana. mantık'ut tayr'da sancı yoktur bu yüzden. çünkü kuşlar kaf dağına yolculuğa çıkmışlardır. turgut özben'in canım selim ışık'ı aramaya çıkmadan önceki sancısı ve aramaya çıktıktan sonra yoldaki huzurunu hatırlıyorum şimdi. turgut özben istasyonu buldu ve çıktı yola. istasyonu bulabilenin romanı; bulamayanının ise şiiri yazılabiliyor demek ki. oysa ben romandan yanaydım hep; şiirde kaldım fakat. ihtilaci bir sancıya mecaz gerekiyor; bunu hep anlıyorum, bir şey değişmiyor. luther'in "harekete geçirmeyen düşünce gerekzidir" sözünü hayatına yüklem yapan protestan keşişleri kıskanıyorum.

günlük hayatı mecazlarla, rüya atmosferiyle açıklamamalı. hayatın mecazı yok.

1 Nisan 2012 Pazar

some of these days

hayır başlıktaki şarkıdan bahsetmeyecğim. bu şarkı -"some of these days" yani- jean paul sartre'nin bulantı (la nausse) romanında; notaların birbiri ardına varoluşması - yokoluşması diyalektiğinin ortaya anlamlı bir bütün çıkması için gerekli olduğunu anlattığı satırlarda çalan şarkıdır:

"madeleine, bir plak çalar mısın lütfen? hani şu benim sevdiğimi some of these day'i

birkaç saniye kaldı, zenci kadın şarkıya başlayacak. kaçınılmaz bir şey bu. müziğin zorunluluğu öylesine güçlü ki, kimse durduramaz onu. dünyanın içene atılmış olduğu şu zamandan gelen hiçbir şey bu işi yapamaz. düzeni gereğince kendi kendine sona erecek. bu güzel sesi sevişimin asıl nedeni bu. yoksa tok ve içli oluşu değil. bir yığın notanın önceden ölerek onun ortaya çıkışını hazırlaması hoşuma gidiyor. ama yine de tedirginim. gramofonun durması için önemsiz bir olay bile yetişir. bu sağlamlığın, bunca dayanaksız olması heyecanlandırıyor insanı.

sessizlik.

some of these days
 you'll miss me honey!"

 müzikte bu varoluş-yokoluş diyalektiği bir zorunluluk. herbir nota yokolmak için varoluyor. ve bu onun görevi oluyor. fakat burada bir nüans var bu notalar şarkının sona ermesi için değil var olması için bu işlevdeler. hemen burada aklıma Friedrich Nietzsche'nin sanırım "tan kızıllığı"eserindeki bir tespiti geliyor: "her son bir erek değildir; ezginin sonu ereği değildir onun; oysa ezgi sonuna da ulaşamadı ereğine de. bir benzetiş..." notaların varoluş-yokoluş diyalektiğini şarkının bitmesine dönük bir amaç olmadığını nietzsche de kavramış. tabii bu iki fiozof da bu tespitleri salt müziğe dair yapmıyorlar. onların tartışmak istedikleri şey başka. belki daha sonra bunu da yazabilirim ama benim asıl varmak istediğim şey her şarkının değil bazı şarkıların notalarının sanki sadece sonsuza dek varoluş-yokoluş diyalektiğini sürdürebileceğidir:


işte bu şarkı. notaları onu sonuna değil sadece varoluşuna hazırlıyor.

"müzikte teselli aramak ahmakça! tıklım, tıklım konser salonlarındaki küçük düşmüş, incinmiş insanlar; gözlerini kapatmış mozart, chopin dinliyorlar, genç werther gibi müziğin içlerine akmasını ve acılarının müziğe dönüşmesini diliyorlar. bu müziği duymalarını isterdi; bu müzikte şefkat yok, gündüz gece peşini bırakmayan dilsiz utançlar, sorular, Anny, daha derinde o bulantı... hepsini ortaya çıkarıyor bu şarkı. bütün kırılganlığıyla coşkulu"

31 Mart 2012 Cumartesi

"musiki ruhun gıdasıdır musikiye bayılıyorum"

başka hiçbir sanat müzik kadar "kendinde şey" değildir sanırım. ondan haz almak için duyu organınızın asgari çalışması yeterli. anlamak gerekmiyor müzikten haz almak için ama anlamadan dinleyip sevdiğin bir şarkının sözlerini anlayınca daha bir sevebiliyorsunuz onu:

şimdi şu şarkıyı dinle bir şey anlamaya çalışmadan dinle sonra bir  de sözlerini anlamaya çalışarak dinle:

there’s a place in the sun, for anyone who has the will to chase one
and i think i've found mine, yes, i do believe i have found mine, so

close your eyes, and think of someone, you physically admire
and let me kiss you, let me kiss you

i've zig-zagged all over america, and i cannot find a safety haven
say, would you let me cry, on your shoulder
i've heard that you’ll will try anything twice

close your eyes, and think of someone, you physically admire,
and let me kiss you, let me kiss you

but then you open your eyes, and you see someone, that you physically despise
but my heart is open
my heart is open to you

"musiki ruhun gıdasıdır" will carry on...

17 Mart 2012 Cumartesi

Genç Werther yahut Tarihe Not Düşmek

yarın üds var. birazdan son tekrarımı yapacağım. hiçbir şey bilmiyormuşum gibi bir his var içimde. bazı sınavlar öncesinde çoğunlayın olur bana böyle. bilmek; güç veriyor insana. bu yüzden midir bilmem hep bilmeyi istedim; bildikçe daha fazlasını istedim, sonra daha fazlasını. beşir fuat, (enis batur'un tabiriyle:"
— beşir fuat, yanlış kardeşim benim.") bir mektubunda, "okudukça yalnızlaştım, yalnızlaştıkça okudum" diyordu. bilme isteğinin tutkuya dönüştüğü ender insanlardan biriydi beşir fuad. o kadar ölüm hakkında gerçek fikirler edinebilmek için bileğini kestikten sonra hissettiklerini yazacak ve çok kısa sürede bunu tahlil etmek isteyecek kadar bilmeye tutkuluydu o. aynı zamanda bir doktor da olan beşir fuad: "ameliyatımı icra ettim. hiçbir ağrı duymadım. kan aktıkça biraz sızlıyor. kanım akarken baldızım asağıya indi. yazi yaziyorum, kapıyı kapadım diyerek geri savdım. bereket versin içeri girmedi. bundan daha tatlı bir ölüm tasavvur edemiyorum. kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. baygınlık gelmeye başladı". diye başlamıştı intihar mektubunun girişine. tek vasiyeti de naaşının tıp fakültesine kadavra olarak bağışlanması oldu. bir pozitivistti beşir fuad. her pozitivist gibi bilmeyi çok istedi. ama bir yerde buna son vermek gerektiğini düşündü sanırım. kimsenin intiharı üzerine ahkam kesebilecek kadar bencil biri değilim. sadece bunun sebebini bilmek istiyorum. küstahça bir istek bu ama istiyorum yine de. 
Genç Werther, 6 mayıs tarihli mektubundaydı yannlış hatırlamıyorsam, "bilebildiklerimi herkes bilebilir; yüreğimdir asıl bana iat olan" diye yazmıştı arkadaşına. oysa yanılıyordu. sanıyordu ki werther "sevmek" bilmenin dışında bir çabanın üründür. oysa Werther'in sevgisini yaratan ve besleyen süreç , Lotte'yi öğrenmesinin, tanımasının bir süreciydi aynı zamanda. insan bilebildiğini, anlayabildiğini seviyordu. bunu göremedi werther. Goethe, kitabına "genç Werther'in Istıraplar" adını koyarken Werher'in intiharına vurgu yapmak istemiyordu; reddetiği bilginin, yücelttiği sevgiyi doğurduğunu anlamasıydı genç werther'in asıl ıstırabı.

neyse bu kadar yeter kişisel tarihime  not düşeyim istedim:yarın üds var ve ben birazdan son tekrarımı yapacağım.

""yaşamanın bir rüyadan, bir hayalden başka bir şey olmadığını düşünen ilk kişi ben değilim. fakat bu düşünce bir gölge gibi peşimi bırakmıyor. insanların kuvvetleri ve yetenekleri öylesine sınırlı, öylesine küçük bir alan kaplıyor ki ellerinden çok az şey geliyor. dikkat edelim; bütün uğraşmalarımız, bütün çabalarımız yalnız geçimimizi sağlamak ve yaşamak için. yani şu zavallı varlığımızı devam ettirmekten başka bir amacı olmayan ihtiyaçlarımızı karşılamak için didinip duruyoruz. huzurlu olduğumuz zamanlarda bile bu huzur kadere rıza gösterişimizden ileri geliyor.

bizler aynen zindanların duvarlarına gönül ferahlatan, güzel resimler çizen mahkumlara benziyoruz. bunları düşündükçe aklım duruyor. kendime, kendi içime dönüyorum ve orada bir dünya buluyorum. fakat bu dünyada hayat ve hareketten daha çok anlamlı sezişler ve karanlık istekler var. böyle zamanlarda her şey karşımda hiçleşiyor ve ben gülümsüyorum. ne zaman böyle dalsam ve derin derin düşünmeye başlasam daha da derinlere iniyorum. "

24 Şubat 2012 Cuma

sen üzre

şiirin adı aslında ben üzre. benim için yazıldığını düşünürüm bu şiirin çoğunlayın. Ama bugün benden ziyade bu şiirin başkası için yazıldığını anladım:

1. içimde kaybolmuş bir çocuk korkusu,
bakıyorum pencereden dışarı;
uzakta kuru dağlar ve meşe korusu.

2. baktım bavulumda filizlenmiş bir soğan;
nasıl girmişse girmiş,
boy vermiş çamaşırlarımın arasından.

3. acıyı oralarda çok esikden tanıdım,
varıp da neyleyim sılayı gayrı;
hem çoktan unuulmuştur adım.

4. gördüm yaşarken vadesiz ölümümü,
ördüm de ilmek ilmek,
sırtıma giyemedim ömrümü.

5. kimi zaman büründüm derisine yılanın,
tüylendim kimi zaman üveyiklerle;
yine de kimseye yaranamadım.
 6. baktım annem yoktu yanımda;
sırtımda bahriyeli giysimle,
ben bir kez kayboldum çocukluğumda.

7. şu benim kervan geçer,
kuş uçmaz yanlızlığımdan
söyleyin kendine kim esvap biçer.

8. ben bugünü kırdım iki taş arasında.
istedim ki kalmasın
acının çekirdeği yarına.

9. gün olur bütün sözcükler pörsür;
gölgem ayaklanıp serer gövdemi,
yüreğim ufalanıp dökülür.

10. köpekler döneniyor çevremde
ve sığınağım benim
dört yanı açık kameriye.
 11. nereye baksam gördüğüm sığlık.
bungunum ve suskun,
boğazımda yıllanmış bir çığlık.

12. bir ağaç kovuğudur yüreğim benim;
ekmek parçaları koydukları
önümden gelip geçenlerin.

13. ben artık mümkünü yok ölürüm;
tabutum bile olmaz taşınacak,
bir çil horozun sesine gömülürüm.

14. sağır kulağa sözüm yok, köre ne göstereyim
duymazlıktan, görmezlikten gelenler;
bir de size sormalı, ya ben nereye gideyim?

15. kendimi bildiğim günden beri
bir gizli canavarım var benim,
kimsenin bilmediği.
 16. yani benim gözlerimin bunca yıl gördükleri,
bir gün benimle birlikte
yok olup gidecekler öyle mi?

17. ben ki zamanın akışında
bahar oldum, güz oldum.
gittim geldim kışla yaz arasında

18. buğusu tüten şu park kanepesi;
sanki babamın yıkanmış,
upuzun yatan ıslak ölü gövdesi.

19. yarasalar ayaklarımın altına serildi,
omuzuna tünedi baykuşlar;
bana yalnızlığın müthiş saltanatı verildi.

20. biliyorum bu iğdiş edilmiş zamandan
bir buruk gülümseme kalacak;
uykuda bile dudağımı çarpıtan.
21. siz beni hep umursamaz yüzümle gördünüz;
ama benim geldiğimi gelseniz,
şuracıkta düşüp ölürdünüz.

22. ay dokundu omzuma irkildim.
göğün puslu balkonunda
birdenbire insanları özledim.

23. bağırsam neye yarar, nasılsa duymazlar.
ben bir kömür ocağının onulmaz göçüğüyüm;
içimde cesetler ve daha ölmemişler var.

24. peki soruyorum, şimdi ne olacak?
benim bu elim eninde sonunda
bir ölümü imzalayacak.

25. kullanılmış eski bir ölüm için,
dolaştım mezat salonlarını;
mutlulukla doldu içim.
26. akarsulara özenen bir adamım ben,
taştan taşa vuran kendini;
durmayı bir türlü beceremeyen.

27. benim adım yıllardır çok tarazlanmıştır.
incelik ve güzellik adına,
ben kendime hep haksızlık yapmışımdır.

28. susuyorum, sustukça yüreğim küfleniyor.
konuşsam faydası yok;
sözlerim dağılıp harfleniyor.

29. ben hep sözcüklerle baktım dünyaya,
yaralandım sözcüklerle.
alıştım sözcüklerin devriyesi olmaya.

23 Ocak 2012 Pazartesi

Sırr

bir şeyi yapıp yapmamaya hakkın olup olmadığını düşünüyorsan; onu yapmamalısın diyordu dostoyevski bir romanında. sanırım cinler'di bu roman. ne fark eder bir romanıydı işte. taşıyamadığım, söylemek istediğim bir şey var. kendimi muhammed'in sırrını taşıyamayıp da kimselere söyleyemediği için sırrı kör kuyulara bağıran ali gibi hissediyorum bazen. bir kuyu yok bana söyleyebileceğim, bağırabileceğim; AMA bu sır içimde büyüyor ve büyüdükçe de kendini dayatıyor, yoruyor, kırıyor. heyhat vicdan azabı. muazzam bir vicdan azabı...

7 Ocak 2012 Cumartesi

yalnız bir opera

Sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun, 

Biraz daha fazla sevdiğim, biraz daha önem verdiğim. 

15 Aralık 2011 Perşembe

Yeni Bir yalnızlık Tanımı

Ameliyata girerken, cüzdanını ve telefonunu hasta bakıcıya emanet etmek.

8 Aralık 2011 Perşembe

her şeye geç kalmak


"Radyoda sevdiğin şarkıyı son anında yakalamak gibi seninle tanışmamız." Bunun üzerine bir şeyler yazmak istiyorum ama çok fena uykum var ve hastayım. Yine de bu cümleyi not düşmek istedim işte:
"radyoda sevdiğin şarkıyı son anında yakalamak gibi seninle tanışmamız."

28 Kasım 2011 Pazartesi

tarantula

ezberimde kalmış bir şiir var. nerede nasıl ezberlemişim hiç hatırlamıyorum. işin kötüsü şiirin kime ait olduğunu da bilmiyorum. ufak bir google araştırmasıyla bulanabilir muhtemelen kime ait olduğu ama ne bileyim içimden gelmiyor hiç.

gece oldu mu
sev beni. sev beni tarantula
hüznünle zehirle beni.
beni intihar et tarantula.
acıma itaat et
hep bana gül!
hayatı unutturma

niye ezberimde kalmış bu şiir? sadece güzel olduğu için mi yoksa bir anısı olduğu için mi ezberlemişim. şiiri ilk duyduğum günü hatırlıyorum ama. yanımda albert camus'un yabancı romanı vardı. onun son sayfasına yazmıştım. sonra da ezberlemiştim hemen. sürekli yabancı'yı okuyup aylak aylak gezdiğim günlerim vardı üniversitedeyken. iyi bir şiir değilmiş bendeki bir şeye dokunmuş olmalı ki ezberlemişim. neye dokunmuştu acaba?

26 Kasım 2011 Cumartesi

bir uyumsuz rastlaşma

bir uyumsuz rastlaşma:
---yangın---------------------------------------------deprem---
----------lardan-----------------------------------lerden--------
--------------geliyorum-------------------geliyorum------------
---------------------dedi----------------dedi---------------------
------------------------adam--------kadin-----------------------
----------------------------------ve--------------------------------
----------------------------dep------yan--------------------------
----------------------rem-----------------gın----------------------
-----------------lere---------------------------lara----------------
-----------gitti------------------------------------gitti-------------
----yıkık-------------------------------------------------yanık----

metin altıok

Ben de Orhan Veli gibi düşünüyorum. Şiirde anlatılmak istenileni sözcüklerle resmetme kaygısı söze bir darbedir. Ama bu şiir, bu minval üzere tüm düşünceleri nüanse edebilecek denli güçlü bir şiir olması nedeniyle Orhan Veli'nin kaligramla ilgili düşüncelerinden vareste tutulabilir.

Şiirle ilgili asıl sormak, söylemek istediğim bunlar değil yine de ama. Bir kadınla erkeğin rastlaşmasını uyumsuz kılan saikler nelerdir?

19 Kasım 2011 Cumartesi

Kevir yahut Bir Tarih Olarak Beliren Coğrafya

Ali Şeriati'nin "anlatacaklarım seslenilensizdir" diyerek kaleme aldığı bir kitap. Her şeyin kötüye gittiği günlerin kitabıdır. Bu ktabı kaç defa okudum bilmiyorum . Ama şu sıralar raftan tekrar indirdim bu kitabı. Fakat kitabı tekrardan okumaya başlayacak olmama neden,  her şeyin kötüye gitmesi değil bu defa. Sadece ,sanırım, her şey kötüye gidecek. Okuyalım bakalım ne demiş Şeriati:"
Ne yazsam gönlüm doyuma ulaşmıyor! Bu günlerde yazdıklarımın tümü, yazılmasının yazılmamasından daha iyi olacağına inanmadığım yazılardır. Arkadaş, doğrular, dosdoğrular... hep söylenmez.
....
"Gerçekten de sevginin dokunulmazlığına andlsun; bu yazdıklarımla "mutluluk" dolu bir yol mu, yoksa "acılar" dolu bir yol mu yürüyorum bilmiyorum.
Gerçketen de, bu yazdıklarımın "boyun eğmek mi yoksa "baş kaldırmak" mı olduğunu bilmiyorum. "

Propp'un yerinde bir tespitiyle, hemen tüm masallarda, halk hikayelerinde sorunlar içinden çıkılmaz bir hal alınca hikaye kahramanı bir yolculuğa çıkar ve bu yolculuğun sonunda o içinden çıkılmaz sorunlar hallolur mutlaka. Peki ama Çölde  yolculuğa çıkan birisi nereye varacaktır, yolda nelerle karşılacaktır ve döndüğünde sorunlar bir çözüme kavuşacak mıdır? Çöle doğru çıkılan bir yolculuk tüm bunlara ne yanıt verecek?


Çıkalım bakalım yola, dönersem ıslık çalarım.

13 Kasım 2011 Pazar

muzaffer tayyip uslu; garip ve kan üzerine


bu ilaç biraz daha erken bulunsaydı muzaffer tayyip belki de çok daha uzun yaşayabilirdi
muzaffer tayyip; cumhuriyet dönemi şairleriniden. 1922 yılında istanbul'da doğdu. 1946 yılında henüz 24 yaşındayken zonguldak'ta veremden öldü. onun şiirini yaşadığı dönemin "moda" şiiri garip''le açıklamak adettendir. doğrudur da bu tespit. sözgelimi evadoksiya'yı okuyalım:

"inkâr etmiyorum ki
öpmesine öptüm evadoksiya'yı
hem de zeyrek yokuşunda öptüm
sinemaya da götürdüm
fakat ben o zaman
deli gibi seviyordum onu
sanırsam, o da beni seviyordu
sevmese ıslık çalar mıydı
saat ondan sonra
cabuk gel diye."

garip şiirine aşina olan birinin bu şiiri garipçilerden birinin şiiri sanması işten bile değildir.
ama yeterli midir muzaffer tayyip'i sadece garip'le açıklamak? hayır. onun şiiri ancak garip ve verem'le birlikte okunduğunda gerçek anlamını ve estetik değerini bulur. yine sözgelsin onun en tipik şiiri "kan" a:

"önce öksürüverdim
öksürüverdim hafiften,
derken ağzımdan kan geldi
bir ikindi üstü durup dururken

meseleyi o saat anladım
anladım ama, iş işten geçmiş ola
şöyle bir etrafıma baktım,
baktım ki yaşamak güzeldi hâlâ

mesela gökyüzü
maviydi alabildiğine
insanlar dalıp gitmişti
kendi âlemine"

ve bu yazdıklarımı destekleyecek bir mektubu aşağıda. mektup garip şairi oktay rifat'a. konu verem. okuyalım:

"sevgili oktay ağabey,
seni yine rahatsız edeceğim, benim sanatoryum işi arap saçına döndü. ben işleri yoluna koydum diye sevinirken, az evvel, dairede şöyle bir tebligatta bulundular: "sen iki seneyi doldurmadığın için, biz sana ancak "200" lira kadar bir yardımda bulunabiliriz. halbuki sanatoryumda üç ay yatacağıma göre "900" lira kadar bir para lazım. "700" lira verirsen, seni sanatoryuma yatırırız." bu acayip, bu antika, tebligat karşısında şaşırıp kaldım. ne yapacağımı bilmiyorum. oktay ağabey, işittiğime göre "yardım sevenler" cemiyeti ve "kızılay" benim vaziyetimde bulunanlara yardım ediyormuş, acaba oradan bir şey yapılamaz mı? yahut buraya tepeden inme bir şey yapmanın imkanı yok mu? çok iyi biliyorum ki kuvvetli bir piston olsa böyle bir hadiseyle karşılalaşmayacaktım.
oktay ağabey, biliyorum sana çok yük oldum. fakat ne yapayım? senden başka derdimi kimse dinlemiyor. senden kısa bir zaman içinde müspet veya menfi cevabını bildiren mektubunu bekliyorum. selamlar. her ne kadar tanımıyorsam da yengemiz sabiha hanıma da ayrıca selam eder ve samih'in gözlerinden öperim."

michiganlı ölmüş şair theodore roethke'yi okurken katlanan sadelik

bir düşe uyanıyorum ve ağırdan alıyorum şiddetimi
öfkemi bağırıyorum baskın getirilmiş işbu sevinçte
fakirlik içre öğreniyorum o gidilmesi gereken yeri

hissederek yaşarız. burada bilinmesi gereken ne ki?
oluşumu dinliyorum yakalarken sağırdan sağıra teni
bir düşe uyanıyorum ve ağırdan alıyorum şiddetimi

sizler güya birliktiniz yitik oğula, şimdi neredesiniz?
cumhuriyet sahtesi gömük bilinç sizi! iliği kustum
usunçla ve giderken öğrendim o gidilmesi gereken yeri.

tek şiir hayatı da yener ama nitedir tabiatın sesçili
bir rüzgar ağsın gözlerden rengarenk yıldızlı merdiveni
o uyansın bir düşe yeniden ve ağırdan alsın şiddetini

işlek maddenin ayrıksı mizahı yansır keskin imgelemde
kokulu ayna ve sevdançin, öylece açık yeryüzünü al
sonra safran kan kesmiş giderken öğren o gidilen yeri

söz söz değildir yetke küllenmedikçe. bunu bilmeliydin.
uzak düşen her sır düşmektedir. ve nicel bize yakındır.
bir düşe uyanıyorum ve ağırdan alıyorum şiddetimi
giderken öğreniyorum gidilmesi pek gereken o yeri

mustafa ırgat


bu şiir bana hep Dostoyevski'nin İnsancıklar romanını hatırlatır. Bir de Hamlet'i... Şiddet harekettir burada.  Harekete geçmenin doruk noktasıdır şiddet. Oysa ne Makar Devushkin ne de Hamlet bir türlü şiddeti -hareketi- göstermez bize. Onlar hep şiddetlerini ağırdan alırlar, ertelerler yani.

12 Kasım 2011 Cumartesi

şiir yazmak

şairin dediği gibi, "iyi şiiri karanlıkta gelse ayak sesinden tanrım." ama bir şiir yazmak için gereken her neyse o yok bende. denemedim değil şiir yazmayı. ama beceremedim her seferinde de. bir tane yazdım ama: adı "geniş acılı üçgen" açılı değil yanlış anlaşılmasın, acılı. şiirde bariz bir Guillaume Apollinaire etkisi var. Apollinaire'yi bilenler farkedecektir bunu hemen. şiir şöyle:


                geniş acılı üçgen
geniş acılı bir üçgen çiziyorum içime
                        ben




       sen                             o

"sıradan" bir memurun şiir serüveni.

bir devlet memurudur behçet necatigil. çok sevdiği divan şairi necati beğ'in adını kendine soyad yapacak kadar seven memur necatigil her şeyin şiirini yazdı. en çok da kendi şiirinin şiirini yazdı. çoklayın bir aşk şiiri olarak bilinir ama değildir "solgun bir gül oluyor dokununca"  şiir behçet necatigil'in kendi şiir serüvenini anlattığı bir şiirdir. şiirlerini rastgele ufak kağıt parçalarına, sigara paketlerine yazan ve arasıra cebinden çıkarıp onlar üzerinde düzeltmeler yaparak oluşturan necatigil; kendine özgü bu yöntemi, bu yazma tekniğini anlatmıştır şiirde. şiirin ikinci bölümündeki

"nereye gitse bu akşam vakti
ellerini ceplerine sokuyor
sigaralar, kâğıtlar
arasından kayıyor usulca
eğilip alıyorum, kimse olmuyor"

bu dizeler tam da bu minval üzredir. ayrıca yine tam da burada cemal süreya'nın behçet necatigil şiirlerini nereye yazardı şiirini de hatırlamak yerinde olur:

"- nereye mi yazardı dizelerini
bir şey çıkmamış biletlerin kenarına yazardı."
...
- nereye mi yazardı dizelerini
ilaç kutularının üstüne yazardı.
...
- nereye mi yazardı dizelerini
kağıt peçetelere yazardı."
...

solgun bir gül ise onun kendi şiirine atfettiği bir imajdır. bir anlamda her şeyi karamsar algılayan her şeyin dışlanmışını gören, yaşayan şairin şiiri de gül değil solgun bir gül'dür.

30 Temmuz 2011 Cumartesi

yorum korkusu

"Normal" biridir Behçet Necatigil. Edebiyat öğretmenidir o. Birçok şairin hayatındaki iniş - çıkışlar onun hayatına uğramamıştır hiç. Fırtınalı bir hayatı yoktur yani şairin. "İşten eve, evden işe" bir hayatı vardır. Ama o da gitmek, uzaklaşmak ister. Fakat gidemez. Aile babasıdır, kocadır, memurdur... Ama yine de gitmek ister, gidecektir de içindeki mantıklı ses izin verse:

gitmek geçse aklımdan
hemen yorum
nereye, nasıl, ne zaman?
oysa ben vazgeçtim.
uyu yorum

demek geçse aklımdan git
git mi yorum
kime, nerde, ne zaman?
oysa ben haddim mi?
uyu yorum

ne gitmek gelir aklımdan
ne de git demek
eli kolu bağlı ben, ağzı dili bağlı
yaşa yorum
sevin emi yorum