10 Haziran 2017 Cumartesi

çetin geçecek bir kış öncesi sonbahar yahut salonunda vitrin bulunan evler

bu kış çetin geçti desem yeridir. aslında her kış çetin geçer ama bu kış işte neyse.. bu sonbahar'ı düşünüyorum. 2017 sonbaharı farklı bir sonbahar mı? kısmen? 2017 kış'ı, farklı bir kış mı? yazıya başlayamadım lafı dolandırıyorum. yenilmeyi kabullenmiş fakat bari fark yemeyeyim diyen ve bu yüzden orta yuvarlağın kendi sahasına bakan yarı diliminde top çeviren 2. lig takımı gibiyim. gol atamayacağım bari yemeyeyim. bu da bir şeydir. dünyaya bir daha gelirsem ilk iş evimin salonuna bir vitrin alacam. hani şu bardak, tabak, gerzek düğün fotoğrafları konan vitrinler var ya ondan. vitrin şuymuş TDK sözlüğüne göre
:vitrin    Fr. vitrine
a. 1. Bir dükkân veya mağazanın sokaktan camla ayrılan ve mal sergilemek için kullanılan yeri, sergen: “Sarışın bir kız, pastacının vitrinine dikkatle bakıyordu.” -P. Safa. 2. İçine konan şeylerin görünmesi için yapılmış camlı dolap: “Vitrinin yan aynasında eşyayı seyreder gibi görünerek kendime de bakıyorum.” -R. H. Karay.

"İçine konan şeylerin görünmesi için..." ne çok seviyoruz görünmeyi, göstermeyi.. (tanrısal bir hastalık bu aslında. tasavvufa göre tanrı "görünmek ve bilinmek" istediği için bu dünyayı yaratmış. tanrıya bak ya evinin salonuna vitrin koyan küçük burjuva gibi sdjfklsdjglksdjgflkjsad) neyse ciddi olmakta faide var. "sayın tanrıya kalırsa seninle sevişmek günah, daha neler"



                                              resim 1: ben ve eşim gerizekalıyız itemi.

eşyalarını göstermek isteyen insanlar hasta falan değil yanlış anlaşılmasın. eğer bir şehirde herkes vebalıysa vebalı olmayan hastadır vebalı olmayanlar değil ama yine de geç pazar kahvaltılarınızı, basmakalıp hazır duyarlılıklarınızı, store perdelerinizi, salonlarınızın ortasında bulunan vitrinlerinizi ayrı ayrı sikeyim.

(bu seriyi devam ettirecem.to be continued.)


26 Mayıs 2017 Cuma

yalan üzerine yahut 400 darbe yahut çavdar tarlasında çocuklar

evet yine afilli bir başlık ve bu afilli başlığın hakkını veremeyecek bir yazı daha. (havalı bir başlık ve ardından o başlığın hakkını vermekten son derece uzak bir yazı; nasıl da bana özgü bir şey bu! ki ben de hep başlangıçlarda iyiyimdir ve asla benden beklenileni veremem. armut dibine düşermiş. bak işte başlığın havasına hiç de uygun olmayan bir atasözü kullandım. gördüğün gibi kâri beklentiyi bu defa çok erken boşa çıkardım. "armut dibine düşermiş" aman ne orijinal bir benzetme) aslında bir önceki yazıyı editleyecektim bugün ama niyeyse içimden gelmedi. evet o yazıyı editlememi bekleyen varsa bu beklentiyi de boşa çıkardım çok şükür.

yalan'ın psikolojik altyapısıyla ilgili söyleyecek bir şeyim yok. aslında var da burada anmak yersiz. yaptığımız başka her şey gibi yalan da başkası olma isteğimizin bir dışavurumudur. (aslında yazı burada bitti, yani yazının özünü bu tespit oluşturuyor. o yüzden zamanı olmayan yahut sıkılan varsa okumayı bırakabilir çünkü şu andan itibaren bu tespitten özge değişik bir şey söylemeyeceğim.) yalan'ı bir fenomen olarak ele aldığımızda (şu an tam bu son satırı okurken aslında bir felsefe olarak varoluşçuluğa yeni bir alan açıldığını bilmelisin ey kâri. felsefe ve edebiyat tarihi açısından son derece özgün bir tespitti parantezden önce okuduğun bu son satır) neyse ne diyordum, ha yalanı bir fenomen olarak ele almaktan bahsediyordum (duy bu sesi heidegger, husserl duy bitirecem sizi bu alemde olm kimse siklemeyecek artık sizi!) yalanı bir fenomen olarak ele aldığımızda; işlev olarak yalanı söyleyen kişinin kendine bu yalan aracılığıyla özel bir alan açmaya çalıştığını görürüz. kişi kendisine yalan söyleme ihtiyacını hasıl ettiren durumdan kurtulmak için yalana başvurduğu anda aslında şunu yapıyordur: kişi kendisini rahatsız eden bir gerçekten "rahatlatan" bir gerçeğe geçebilmek için yeni ve olmayan bir gerçek yaratıyordur. yani kişi yalan söyleyerek, kendi gibi olacağı / olduğu bir gerçeğe olmayan sanal bir gerçek üzerinden geçmeye çalışıyordur. şu halde kişinin söylediği yalan başarılı oldu ve kişi istenmeyen gerçekten istenen gerçeğe geçti. bu ne sayesinde olmuştur? olmayan, uydurulmuş bir gerçek sayesinde. somutlayarak devam edeyim, hasta olmadığı halde; annesine hasta olduğu için okula gitmek istemediğini söyleyen ya da hasta olduğu için (!) idareden izin alıp okuldan gitmek isteyen bir öğrenciyi düşünelim. (dikkatli kâri başlıkta adı geçen eserlerin adının oraya tesadüfen yazılmadığını anladı bile)  bu öğrenci ne yapmak istiyordur? kendisi gibi olamadığı bir andan / mekandan kendisi gibi olabileceği bir ana / mekana geçebilmek için bir "gerçek" uyduruyordur yani yalana başvuruyordur. anne veya okul idarecesinin bu yalana yuttuğunu ve öğrenciye izin verdiğini düşünelim şimdi. öğrenci kendisi gibi olduğu an ve mekandadır artık. peki ama bu öğrenci gerçekten bu anda kendisi midir? evet kendisidir. peki kendisi gibi olabilmeyi neye borçludur bu öğrenci? yalana yani olmayan bir gerçeğe. kendisi olabilmek için olmayan bir şey yaratmaya çalışmak aslında insanın kendisi gibi olmak istediği anlarda bile bir başkası olma çabasının bir tezahürü oluyor. şu halde insan kendisi olmak için olmayan bir şey yaratmak / var etmek zorunda kalabiliyor bazen. bu da olmak istenilene olmayan üzerinden ulaşma çabası. neyse her neyse devamını tezde yazacam merak eden okur. ben aslında şu şiirden bahsedecektim biraz: (ama vazgeçtim)

"Sahi senden mi doğdum anne
Yollar nehirler kuşluk vakitleri dururken
Bir insandan mı doğar bir çocuk

Anne senin yüreğin taş olsa dayanır mı
Kuş olsa çiçek olsa gündüz olsa
Kırılmaz mı acıdan bir sap menekşenin boynu

Bu kez dağlar doğursun beni anne
Sen de ılık bir yağmur ol
Durmadan yağ kanayan yerlerime"






20 Mayıs 2017 Cumartesi

eşyadan öksüz yahut yolculuk fikri

başlığı necip fazıl'ın necip fazıl olduğu dönemlerinden bir şiirinden ödünç aldım. çile şiirinde geçiyordu yanılmıyorsam:

"Söyleyin, söyleyin, ben miyim yoksa,
Arzı boynuzunda taşıyan öküz?
Belâ mîmârının seçtiği arsa;
Hayattan muhâcir; eşyâdan öksüz?" eşyadan öksüz olmak hayattan muhacir olmakkığın doğal bir sonucu mu acaba? hayat bazen acaip bir şekilde "dolaylarımda" kalıyor. (bu yazıyı ne yazacağımı unutmamak için buraya yazıyorum aslında. bir kaç güne editleyeceğim. şimdi tamamlamaya gücüm yok pek) bir de lisans 1.sınıftan beri zihnimde hep aynı yeriyle dönen su şiir var:


"Mekan tutmak ve her akşam aynı ufukta
Güneşin batışını seyretmek ölümdür biraz
Ölümdür biraz hep aynı yatakta
Aynı kadınla sevişerek sabaha varmak
Kitapları hep aynı raflara sıralamak
Aynı eşyayı kullanmak eskimektir biraz
Soluk soluğa yaşamalı insan 
Her sabah yeni bir şeyler görebilmeli
Ve cehenneme dönse de bir ömür
Mutlaka bir şeyler değişmeli her/gün"

bu iki şiiri birleşitren bir edit ve ardından "ev, araba kredisi" ödeyen birinin gerçekten sevmesi gereken şeylere zaman ayıramayacak olması gerçekliği üzerine bir sonuç bölümü olacak. yapma karî, sen de biliyorsun ki banka kredisi ödeyen birisi asla birine tutkuyla sarılamaz. neyse editleyecem bu yazıyı sonra; fragman olsun  bu



14 Mayıs 2017 Pazar

eksik

yazacak çok şeyim olduğunda yazmıyor; konuşacak çok şeyim olduğunda konuşmuyorum genelde. müthiş bir tam olmamışlık haline dalalet eder bu. "olmuş olan" yani tamamlanmış olan hadi varoluşçu filozofların tabiriyle söyleyeyim kendinde'dir "kendisi için" değildir yani. kendinde'nin, mutlak olanın artık yani yahut tamamlanmış olanın ne öyküsü ne şiiri ne romanı vardır. (belki makalesi olabilir) oğuz'cum atay'ın en çok yakındığı şeydir yarım aydınlık; ki kendisi de kahramanları da öyledir. selim, hikmet... dahi turgut'um özben... hal böyleyken neden sevmez oğuz'cum atay yarı aydın'ı? selim veya hikmet yahut turgut'um özben tamamlanmış olsaydı kişilik olarak okur muyduk onları biz? eli yükselteyim: hamlet! hamlet kendisi için değil de kendinde olsaydı kim siklerdi onu?aslında tabii burada bir şeyi nüanse etmem gerekiyor sanırım. benim kasttetiğim bu yarım aydınlar aydın olmak isteyip de olamayanlar; yoksa aydın olmak lüksü elinde olduğu halde aydın olamayanlar değil. selim de hikmet de aydın olmak ister dahi hamlet de babasının katilini bulmak ister ama olamaz / bulamaz...sevdiğiniz insanları düşünün ey kari! hepsi tamamlanmamış insanlardır emin ol. hiç kimse tamamlanmış insanı se ve mez! tip'tir tamamlanmış insan, sürprizi olmayandır dahi. şaşırtamaz seni tamamlanmış artık kendinde olan ve bu yüzden sevemeyiz onları biz. insan ancak "kendisi için" olanı yani tamamlanmamış olan insanı sevebilir ta ki onun artık kendini tamamlamış olduğunu anlayana kadar. (kendini tamamlamamış olduğu için sevdiğimiz insanların kendini tamamladığını sezersek terk ederiz onları. bu yüzden herkes terkedilmeye mahkumdur.) neyse ya ben hiç bunlardan bahsetmek istemiyorum aslında. edip cansever'in bir şiiri vardı bugün tüm gün döndü beynimin içinde bu şiir:

Beni uykudan uyandırır uyandırmaz
Dünyanın bütün huyları yüzünde
Ben bunlardan birini seviyorum en çok
Sana bir nar kesip uzatıyor ya doğa
Tutsam tanelerini
Sevincin gözyaşları derdim buna.

Bir süre bakışıyoruz karşılıklı
Ben uykudan uyanır uyanmaz
Benimle şiir gibidir bu
Tam karşımda ama yazılmamış
Durmadan bileniyor aklımda.

Seni unutarak baktığımda bile
Dünyanın her yerlerinden geçiyorsun
Yayılıyorsun kalabalıklara
Yalnız yayılmak mı
Aşkın en büyüğü, en dayanılmazı demeli buna.

Özlenirsin, alabildiğine varsın da
Daha da var oluyorsun gün günden
Olgun bir meyva gibi güleceksin zamanla
Bir kadın da değilsin, bir kişi de değilsin
Bir kuş olsa mavilik derdi buna.

"Benimle şiir gibidir bu / Tam karşımda ama yazılmamış" bak vurguya bak ey kari! yazılmamış daha diyor adam yazılmış değil. yazılmış bitmiş olan makaledir ancak şiir değil. şiir olamaz şiir tamamlanmış olamaz. heidegger'in noksanlık dediği şey ne ola ki anlatayım mı? anlatmayacam. cahil kal amına koyim bana ne. bak bu yazıyı da tamamlamayacağım, eksik kalsın bu da.

bir şeyler tamamlanmış olsaydı eski fotoğraflara bakma ihtiyacı hissetmezdik.

1 Mayıs 2017 Pazartesi

çok ilginç

çok ilginç olan şeyler genelde ilgimi çekmiyor. (bir yalanla başladım yazıya hadi bakalım sonu nereye varacak bunun) 1.5 sene olmuş yazmayalı. bu 1.5 senede hayatım sikildi desem yeridir. (yalanla başladığım yazıya gerçekle devam ediyorum, hadi bakalım...) ama tabii ki neden sikildiğini anlatmayacam. aslında ben bugün hiçbir şey anlatmayacam. niye yazıyorum o halde, öyle ya anlatacak bir şey yoksa susmalıdır. televizyonu hiç kapatmıyorum neredeyse. hep 91. kanal açık. sürekli bir gürültü. şu anda da açık. nehri geçmeye çalışan zebraları kollayan timsahları anlatan bi belgesel olmalı. nehri geçemeyen zebraları düşünüyorum bazen ben de. (bu da doğru bir bilgi) nehri geçen zebraların öyküsü olur ama geçemeyenlerin de şiiri. bir de acaba nehrin karşısına gelince geçmeye çalışmak yerine "acaba ben bu nehri geçebilir miyim toksa geçemez miyim?" diye düşünmekten nehirden ne geçebilen ne de geçemeyen zebralar olmalı. şüphesiz timsahların sevmediği zebra türüdür bunlar. tabii ki doğada böyle zebralar yok. zebralar durumları üzerine düşünmezler. buraya kadar alegori yaptığımı birazdan bu zebra mes'elesini derun ve bilgece bir finale bağlayacağımı düşünenlere: salak mısınız olm ben şeyhi değilim bu okudukların da harname mesnevisinden bölümler değil. zebranın gözündeki korkuyu görüp onu yemekten vazgeçen timsah olmadığına göre doğa liberaldir diyebilir miyiz? doğa liberaldir diyemesek de en azından timsahlar liberaldir diyebiliriz. vice versa! o zaman tüm liberaller de timsahtır diyebiliriz belki.ooo alegoriye gel... neyse nehri geçerken cüssece benden küçük olduğu için bana saldırıp saldırmama konusunda mütereddit genç bir timsahla göz göze gelmişim gibiyim aylardır. nehri geçmeye geçeceğim bunu biliyorum ve fakat timsah bir türlü gözlerini ayırmıyor benden.

5 Şubat 2016 Cuma

ah kuzum aleksey niliç kirilov

epey ara vermişim yazmaya. bir şey yok, kelimenin tam manasıyla bir şey yok ondan belki. aslında okunmaya değer şeyler yazacak bir şey yok  demek daha doğru. dün bir twit gördüm, nuri bilge ceylan'a ait bir söz. (gerçekte ona mı ait bilmiyorum ama kaynak falan görmedim sağda solda) şöye bir cümle: "Biri ölür üzülmezsiniz, sonra sandalyeye asılı hırkasını görürsünüz, o hırkanın duruşu kalbinize oturur." lisanstayken bir tane hırka almıştım eşek yükü paraya. turuncu daha doğrusu tam da Van Gogh sarısı bi hırka. Chevignon'du markası. neyse efendime söyleyim bi 10 yıl falan giydim ben bunu. rengi falan ilk günkü gibi hiç bi bozulma olmadı. sonra ben sıkıldım bundan. istanbul'a götürmedim giderken. sonra bi 15 tatilde adana'ya geldiğimde babamın üzerinde gördüm. sonraki her kış eve geldiğinde hep o hırkayı gördüm üzerinde. neyse işte. (bu saatler olunca akşam yaptırdığım ağrı kesicinin etkisi geçiyor. dehşet bir boğaz ağrısından muzdaribim birkaç gündür) yazmaya devam edemiyecem galiba. teknik direktöre "beni al oyundan" işareti yapıyorum; ama hoca ısrarla "oyna" diyor bana sanki. belki de hocanın çıkarmasını beklemeden kendim çıkmalıyım. yerime takım ruhunu kavramış, sağlam bir oyuncu girebilir oyuna böylece belki.

29 Ağustos 2015 Cumartesi

OTUZ YEDİ GÜN KAÇ GÜNDÜR yahut her neyse işte

"– ama siz ne kadar sayarsanız o kadar"


ömrümün geri kalanını turgut uyar okuyarak geçirebilirim sanırım. başka hiçbir şey okumadan, turgut uyar yeter gibi gelir bana hep. ama bu, şimdilik pek mümkün görünmüyor.


"sigaranı mı sordun sönmüş şurda duruyor

sönmüş orda duruyor işte

– ama ne kadar ahşap ev varsa yakar yine de"


bazen sönmüş bir sigara bir ahşap evi yakabilir. gerçekten. ki bazen bir kül bile yanar yanarak kül olduğu halde yanar yani demek istiyorum.


4 Temmuz 2015 Cumartesi

okuyup napacan vali mi olacan yahut sait faik

evet ne diyordum. bi şey demediğimin farkındayım. diyecek bir şeyim mi yok demeye mecalim mi yok demek mi istemiyorum, neyse, her neyse işte.

insan niye kitap okur, film izler vs. üzerine söylemek istediğim bir şeyler var aslında aklımda ne zamandır ama söyliyim bari. okuyup napacanız lan manyak mısınız? hayır ne olacak ne anlayacan da okuyon? hiç. zaman kaybı. "abi proust ya" "abi haneke ya" ne var ne gördün de bu denli hayran oldun haneke'ye proust'a? hiç. zaman kaybı. ya aslında bi yere bağlamak istemiyorum. bir şeyi yapmış olmak için yapmayı insanlara yakıştıramıyorum sadece hepsi bu aslında. "abi haneke ya" diyen birinin aslında haneke'nin derdine dair hiçbir şeye vukuf olmadığını biliyorum ve bunu bilmek de o kişi adına bir utanç duymama sebep oluyor çoğunlayın. bildiklerini, okuduklarını, izlediklerini birbirleriyle ve hayatla yüzleştirmek gerektiğine inandım hep. kendi hayatına dair soruların yoksa okuma, izleme boşver napacan, hiç. zaman kaybı.

faust okuyanlar bilir (bliyorum faust okumadın ama goethe'nin ne kadar önemli bir yazar olduğuna dair bi fikrin var :) ) faust intihar etmeye karar verdiğinde dışarıdan paskalya bayramına dair gürültüler gelir ve intihardan vazgeçer. yani dışarı onu yaşama bağlar bi anlamda.

anayurt oteli'ni okuyanlar bilir ( "yusuf atılgan abi ya" di mi :) ) zebercet intihar etmek için ipi boynuna geçirip kendini boşluğa bıraktığında dışarıdan korna ve siren sesleri gelir. tarih 10 kasım saaat 9'u 5 geçiyordur çünkü. zebercet bu sesleri duyduğunda bir an irkilir gibi olur ve ipi boynundan kurtarmak ister gibi devinir vücudu ipin ucunda. bak işte yine dışarıdan bir ses ve intihardan vazgeçme temayülü..

bu intihardan, ölümden vazgeçme isteği sanat eserleri için başat konulardan biri. aslında hiçbir sanat eseri intiharı sorunsallamaz; intihar yahut ölme fikrinin yarattığı ikircikli ruh halini sorunsallar.
yabancı romanın okuyanlar bilir meursault idamını kanıksamıştır. idamına dahi "farketmez" diyebilecek bi ruh halindedir ve fakat bir gün dışarıyı izlerken ölmek istemediğini farkeder, yaşama bağlanmıştır meursault. ("camus abi ya, müthiş" di mi)

hadi o kadar haneke dedik ondan da bi örnek vereyim. 7. kıta'yı izleyenler bilir: evli çift bir anda dış dünyaya dair ne varsa kendilerini soyutlayıp eve kapanırlar ve ardından evdeki eşyaları (eşya bizi dışarı bağlar) kırmaya başlarlar. kendilerini de kızlarını da öldüreceklerdir en sonunda ama bir anda korkunç bir ikircik yaşarlar. hayatta kalmak mı istemişlerdir bir an? kimbilir, dışarı onları da mı çağırmıştı...

tutunamayanlar okuyanlar bilir (sfjslşjfşlsad) selim ışık intihara karar verdiğinde kendi kendine şöyle bir cümle kurar sık sık: "adam çekmeceyi açtı, silahı çıkardı ve..." ve'den sonrası yoktur. çünkü selim hala ikirciklidir intihar konusunda. ve'den sonraki kısım: "... ve silahı kafasına dayayıp tetiği çekti" yahut "... ve silahı geri yerine koydu" gibi iki sonuca gebe...

işte ben mesela yıllardır bunu yani intihara kesin karar veren birinin dahi yaşadığı bu ikircikin sebebini anlamak için okuyom, izliyom aslında. ne bileyim merak ediyom işte. anlasam ne olacak onu da bilmiyom bi sikim olmayacak kuvvetle muhtemel ama merak işte. şimdi ey kari sen niye oluyon, izliyon? abi haneke ya demek için mi? yoksa kendi derdine haneke'de, oğuz atay'da bi karşılık bulmak için mi?

sait faik okuyanlar bilir (e sıktım ama di mi) hişt hişt diye bir öyküsü vardır onun. sait faik o öyküde benim yukarıda örneklendirmeye çalıştığım sorunsala cevap verir o öyküde hem de nefis sıcacık bir cevap:
......
"Sen değimlisin * hişt hişt * diyen?
_ Ben de duyarım bir ses, amma bulamam nereden gelir?
Nereden gelirse gelsin; dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin!... Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları….
_ Hişt hişt !
_ Hişt hişt !
_ Hişt hişt ! "

neyse öyle işte. ben aslında neyse ya.









12 Mayıs 2015 Salı

ZAVALLI NECDET yahut BİR "HATA"YA AĞIT

kötü bir gün, çok kötü bir gün. ama ben bundan bahsetmeyecem. üniversiteden eve dönüyordum. otobüsteydim. neyse.

İmmanuel Kant’ın ahlak felsefesini bir kerte öteye taşımanın romanıdır Zavallı Necdet. Savımı güçlendirmek adına öncelikle Kant’ın ahlak felsefesine değinelim biraz. Kabaca, başkalarına öyle davran ki bu davranışın tüm insanlık için genel geçer ahlak yasası olsun, şeklinde özetlenilebilecek Kant’ın ahlak felsefesini Türkçenin güzel bir atasözüyle daha da vulgarize edebiliriz: Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma.

Necdet, evli bir kadınla ilişki yaşayarak toplum için sakıncalı addolunabilecek bir davranışta bulunmuştur. Benzer bir durum Meliha için de geçerlidir çünkü o da evli bir kadın olarak eşini aldatmıştır. Toplumun “genel yargıları”na ters düşen bu davranışlarının bedelini kendi bedenlerini ortadan kaldırarak (Necdet intihar eder Meliha ise acılar için de kahrından ölür) ödemiştir her ikisi de.

Bedel ödemek. Bir suçun karşılığında yasalarca ya da toplumca belirlenen ceza ya da cezaları çekmek yani. Nedir bir aldatmanın bedeli yahut “yasak” bir aşkın bedeli ne olmalıdır? Bu bedeller kim tarafından hangi hakla belirlenmiştir? Bütün bu soruların tabii ki bir cevabı vardır hukukta da toplumsal normlarda da ama gerek Meliha gerek Necdet topluma beklediği bu cevabı vermiş midir? Sanırım asıl sorun burada düğümlenmekte. Roman boyunca Meliha da Necdet de toplumun davranışları için biçtiği bedeli ödemişlerdir aslında. Her ikisi de korkunç ve sonu gelmeyen buhranlar yaşamışlardır. Roman boyunca bir an olsun rahat ve mutlu bir anları bile olmamıştır her ikisinin de. Sürekli sonu gelmeyen vicdan muhasebeleri ve muhasebelerin yarattığı derin ıstıraplar her ikisini de ortak kaderi gibidir adeta. Kaldı ki Tutkuyla birbirini arzulayan iki bedeni bundan mahrum bırakmak tutkulu bir aşk için yeter de artar bir bedel değil midir? Toplum, dayattığı normlarla birbirini tutkuyla isteyen bu iki bedeni birbirinden uzak tutarak onlarda yaşattığı gerilimle bu iki insandan gereken öcü almamış mıdır? Şüphesiz almıştır. Sonu gelmeyen uykusuz geceler, sonu gelmeyen sinir buhranları yaşayan bu iki genç tutkulu beden toplumun ilencine yeterince maruz kalmamış mıdır? Tutkulu iki ruha pranga vurmak onları yaşarken öldürmek değil midir? Necdet de Meliha da yaşarken ölmüşlerdir fakat bu yoplumun onlardan beklediği ve yine toplumun onlarda içselleştirdiği ahlak için yeterli olmamıştır. Doğanın ve toplumun yasaları hükmünü somut olarak icra eder. Sinir krizleri içinde inleyen ruhların ahı toplum için bir anlam ifade etmez. O, yani toplum, kan görmek ister. Somut akıp giden kan. Ruh kanamasının onun (toplumun) dünyasında yeri yoktur. Safvet Nezihi de bunun farkındandır ki kahramanlarına yaşattığı onca acıyı, ruh kanamasını kahramanlarının yasak aşklarının bedeli olarak yeterli görmez. Birini (Meliha’yı) acılar içinde kahrından öldürür ötekini de (Necdet’i) intihar ettirir. İşte tam da burası Kant’ın ahlak felsefesinin bir kerte öteye taşındığı yerdir. Çünkü her iki kahraman da yaptıklarının bedelini yaşarken ödemişlerdir. Bu ahlaklı bir şeydir. Oysa onlar bununla da yetinmeyerek bedenlerini ortadan kaldırarak atoplumun ahlakını onların anlayamayacağı bir kerteye taşımışlardır. Bu romanın bence temel tezidir.

Şimdi de romanı tarihselliği içinde değerlendirmede sıra.


romanın tarihselliğini sikeyim.

2 Mayıs 2015 Cumartesi

göz seyirmesi üzerine yahut her neyse işte

hala geçmedi göz seyirmesi. okulların açıldığının ikinci haftasıydı sanırım başladı hala biteviye devam ediyor. gitmediğim doktor kalmadı desem yaptırmadığım test kalmadı desem yeridir ama geçmedi amına koduğumun seyirmesi. 1 haftadan fazla oldu çay ve kahve içmiyorum, doktor tavsiyesi. gerçi sigarayı ve içkiyi de bırak demişti doktor ama bırakmadım onları. (şu an tuborg gold ve camel eşiliğinde yazıyorum bunları) prozac diye bi ilaç verdi doktor. (of de bunlar olsun muydu) içiyorum ilacı, bi sikime derman olacağı yok ama içiyorum işte. gerçi gülümsetiyor soktuğumun ilacı. gülümserim ben de. neyse ne diyordum ey kari, ben bu zıkkmı içmiş olmak için içerim mi diyordum? ben sadece ömrümün sonuna kadar turgut uyar okumak istiyorum aslında

21 Mart 2015 Cumartesi

hayatıma fon müziği

yazmayacam demiştim bi süre. pek bi şey yazmıyacam zaten. biraz önce barajyolu'nda iç sesime (seslerime?) bi fon müziğinin eşlik ettiğini fark ettim. her sabah uyandığım andan uyuduğum ana kadar her ne yapıyorsam arka planda bu fon müziği çalmaya başlıyor. niye bu müzik, bilmiyorum. sanırım filmdeki elemanların hiçbir işinin rast gitmemesinden mülhem oldu.


şu an bunları yazarken bile çalıyor bu müzik.

amına koyim ya amına koyim

10 Mart 2015 Salı

hata yahut meksika sınırı üzerine


çok fazla yazmayacam. pek gücüm yok artık kafamı toparlayıp bir şeyleri derli toplu anlatmaya. ihtimal ki bu da buradaki en azından uzun bir süre son yazı olacak. son yazı olacağına göre güzel vurucu bir yazı bekleyen varsa şimdiden siktir olup gidebilir buradan; çünkü güzel bir yazı olmayacak bu. (istesem bunu yapabilirim ama tanıyanlar bilir) ruhsal bir hezeyan yahut bir duygu patlaması yahut ancak çok sevilenle paylaşılabilecek türden de bir yazı olmayacak. hala okumaya devam mı? oku o zaman amına koyim.


Toplumsal ilişkilerin belirlediği doğruları yaşayarak birey olunamaz; insanı yalnızca toplumun hata dediklerini yaşamak bireyselleştirir. Salt doğrunun yada salt hatanın tarafında olmak değil kastım ama; eşikte olmak bireyselleştirir demek istiyorum. nedir hata? toplumun onaylamadığı türden "ahlaki" şeyler işte. bunlara hata denir. hepimiz hatalar yaparız gibi salakça bir yere bağlamayacam. hepiniz hata yapmıyorsunuz çünkü. burada kendimi sizden ayırabilirim çünkü sizin "hata" dediğiniz şeylerden yapıyorum ben sürekli. (dikkat etmiyor musunuz çoğu zaman bir ayrık otu gibiyim aranızda) tabii ben bunlara hata demiyorum siz "hata" dediğiniz için ben de bu tabiri kullanıyorum yoksa hata falan yaptığım yok benim. hiç kimse farkına varmadan hata yapmaz. hayat bir şekilde seni "hata" kabul edilen eşiğe getirir ve orada bırakır. bundan sonrası sana kalmıştır. o "hata"yı yapadabilirsin yapmaya da bilirsin. şayet senin için bir meksika varsa o "hata"yı yaparsın yoksa yapmazsın. (bu meksika sınırı kavramı tv.de bi program adından alıntı bu arada) hani amerikan filmi klişesi vardır: amerika'nın tüm hata yapanları çölde arabayı hızla sürerler; arkalarında o yapılan hataları affetmeyen hata avcısı şerif ve adamları vardır. onların görevi hata yapanları meksika sınırını geçmeden önce yakalayıp, yargılamaktır. amerika saf, katı toplum düzeni temsil eder burada. bu düzende hataya yer yoktur ve hata yapanlar cezalandırılır. meksika ise hata yapanların cennetidir. bilmiyorum anlatabildim mi? bu hayatta bizim de meksika sınırlarımız vardır. (sizin yok tabii amına koyim nereden olacak. benim var ama. siz amerikasınız.) toplumun, devletin bütün baskı aygıtlarından kaçabileceğim bir meksika. orada hata yapmaya yer vardır. hata yaptığın için kimse seni yargılamaz. bir "hata" seni meksika'ya sürükler ve sen sonra hata yapmaya devam edersin. (burada ikinci hata sözcüğü tırnak içine alınmadı dikkat ettiysen. birincide tırnak içinde. çünkü birincide amerika'dasındır orada yaptığın şey (ya da şeyler) "hata" kabul edilir. daha sonra meksika sınırını geçip meksika'ya varırsın ve artık orada yaptıklarına hata denmez.





(şarkı da dolaylı yoldan ne demek istediğimi anlatır. güzel şarkıdır)


yanında hata yapabilmekten korkmadığın insana (ya da insanlara) seni götüren yine bir "hata"dır. ve yalnızca hata yaptığında birey olursun. hata yapmadığın sürece amerika'da kalırsın hep. oysa hata yaptığında artık meksika'ya iltica eden bir mülteci olmalısın.


ben, en içten mülteci duygularımla meksika sınırından geçtim..


7 Mart 2015 Cumartesi

odaklanma ve kanalize olma üzerine yahut her ne sikimse işte

başlıktan da anlaşılacağı üzere bir şey anlatmayacağım. cumartesi, öğlene doğru. sıkılıyorum biraz . dışarı çıkıp bir şeyler yapacaktım ama biraz önce uzanıp o hissin geçmesini bekledim. geçti şükür. bir şey yapmayacağım. birazdan uzanıp yuhanna incili okurum biraz. aslınca odaklanma üzerine yazacaktım. yazdım da hatta bir şeyler ama yatarak yazdığım için pek okunmuyor o yazdıklarım. zaten normalde de yazım çirkindir. o yüzden başka bi zaman yazarım. (erteleme hastalığından ötürü değil bu defa; kafamı toparlayamıyorum bu yüzden) taslak halinde bi kaç yazı var makale aslında yani hakemli bi dergide yayınlanabilecek türden yazı taslakları. ama elim gitmiyor uğraşmaya:

1- orhan pamuk'un kara kitap romanında aşırı yorum

2- jean luc godard ve robert bresson sinemasında ve bilge karasu'nun Gece romanındaki ortak yitimler üzerine (zaman, dil, oyunculuk vs. gibi yitimler)

3- sezai karakoç'un baudelaire dair etkilenme endişesi

4- kara kitap'ta etkilenme endişesi.

bu konular üzerine taslaklar var elimde. ama dedim ya gitmiyor elim yazmaya. 3 haftadı sol gözüm seyiriyor. geçmedi bir türlü. magnezyum eksikliğinden olurmuş. ulan bundan önce niye seyirmiyordu hayatım boyunca bilinçli bir şekilde magnezyum almadım hiç ama ne hikmetse eksikmiş vücudumda. kaç para ulan bi magnezyum ha kaç para???

bu eksikmiş vücudumda. olm daha önce var mıydı ki lan bu. çocukken balkon demiri yalardım. acaba yine yalasam iyi gelir mi? neyse işte.. odaklanma diyecektim.

şah damarım kadar yakınıma girebilenlerin benle ilgili yaptığı ortak tespitlerden biri bende odaklanma sorunu olduğu yani benim bir şeye yahut birine çok fazla odaklandığım şeklinde.
oysa bende bir odaklanma sorunu değil odaklanamama sorunu var sayın hakim bu yüzden itiraz ediyorum.
hakim: kabul edildi, buyrun söz sizde.
teşekkür ederim sayın hakim. bendeki odaklanamama sorununu benim "odaklanma sabiti" adını verdiğim bir kavram üzerinden açıklayacağım sayın hakim. tabii bunun için önce "odaklanma sabiti" kavramını açıklamam gerekiyor sanırım. yetişkin bir kişinin hayatın olağan akışı sırasında ilgisini vermek ZORUNDA kaldığı şeylere ben odaklanma sabitleri diyorum. söz gelimi yeni bir araba almak istemek, ev almak için kredi borcuna girmek, yeni eve yeni eşyalar almak, evde tadilat yaptırmak, çocuğun okul masrafları yahut hastalanması, yaz tatili için para biriktirme... iphone 5, 6, 7 vs. almak ne bileyim buna benzer daha bir sürü şey işte. ben tüm bu ve benzeri şeylere odaklanma sabitleri diyorum. kişinin hayatındaki bu odaklanma sabitlerinin sayısı ne kadar çoksa odak mekanizmasındaki hareketlilik de o kadar artıyor.

savcı: itiraz ediyorum sayın hakim, somut bir  suç, soyut akıl yürütmelerle mazur gösterilemez.
hakim: kabul edildi. sadede gelin lütfen.

peki anladım sayın hakim. bunu şöyle somutlayabilirim. sabah uyandığı andan itibaren gün içerisinde çocuğunun o gün gireceği sınava, evde yapılacak tadilat için ustaları aramaya, iş yerinde bu yılbaşı ikramiye verilip verilmeyeceğine, ev kredisinin bitmesine daha kaç ay kaldığına, akşam çocuğu okuldan kimin alacağına vs. kafa yormak zorunda kalan birinin odaklanma sabitlerinin çokluğunu ve bu yüzden de odaklanma mekanizmasının hareketliliğini görebiliyoruz burada sanırım. bu hareketliliğin kişi için birçok faydası vardır. sözgelimi kişi, gün içerisinde zamanın nasıl geçtiğinin farkına bile varmaz. hatta haftaların, ayların, yılların bile göz açıp kapayıncaya geçtiğini hisseder bu kişi.
odaklanma mekanizması hareketli olan kişi için gün içerisinde yahut günler içerisinde yaşanabilecek olası olumsuzlukların telafisi de son derece kolay olabilir. iş yerinde terfi alamamanın verdiği sıkıntıyı çocuğunun iyi bir okul kazanmasının verdiği sevinçle ikame edebilir.

savcı: itiraz ediyorum sayın hakim. sanık ısrarla kendisi gibi olmayan kişilerin güzel anları için "mutluluk" kelimesi yerine "sevinç" kelimesini kullanmakta. sanığın kendisi gibi olmayanlara -hiç de haddi olmamasına rağmen- tepeden baktığını, onları küçümsediğini gösteriyor bu. sanık adeta kendi gibi olmayanlara sizin mutluluklarınız olamaz sizlerin olsa olsa küçük sevinçleriniz olabilir demek istiyor gibidir ki bu da kabul edilebilir değil.

hakim: reddedildi. devam edin lütfen.

evet, teşekkürler sayın hakim. diyordum ki işte bu odaklanma sabitlerinin azlığı ya da hiçbirinin olmaması; odaklanma sabitleri çok olanlarla ilişkiler geliştirmeyi zorlaştırır. ve ayrılıklar, hiç başlamamalar, dışlanmalar da bunun doğal sonuçlarıdır. iş bu sebepten ötürü iddia makamının bu suçlamalarının yargılamanın bundan sonraki kısımları için lehime olarak düşürülmesini talep ediyorum.


4 Mart 2015 Çarşamba

iç monolog

çarşamba akşam üstü. eve girer girmez bilgisayarı açtım; çok önemli bir işim varmış gibi üstümü bile değiştirmeden oturdum birazdan okuyacaklarınızı yazıyorum.

son birkaç haftadır iç monolog yapmaktan iflahım sikildi desem yerirdir. aslında bu monolog hep yaptığım bir şeydir ve normal zamanlarda bunun farkına varıp keserim monoloğu ve başka şeyler düşünürüm. ama bu son birkaç haftada artık monolog yaptığımı fark etmiyorum ve bu biteviye devam ediyor. bazen sanki sesli konuşuyormuşum gibi dilimi kesmek istiyorum artık o raddeye varıyor ve yoruyor beni. bu durum tahammül eşiğimi de düşürüyor sanırım. bunun bir adı falan vardır mutlaka ama sikimde bile değil adının ne olduğu.

üzerinde "tuz, karabiber, nane, kimyon vs."yazan baharatlıklar bulunan bir mutfağın varsa sadece mutfağında bu tip baharatlıklar olanlarla sosyalleşebilirsin. saçma gelebilir sana bu çünkü saçma (absürd) zaten.

bu  benim evin baharatlığı:


gördüğünüz gibi ortada bir baharatlık falan yok.
                                      (ayrıca yine gördüğünüz gibi karabiber bitmek üzere.)

bu da bahsettiğim türden baharatlık (temsili) 

                                           
evet bunu demek istiyorum işte. mutfağında yukarıdaki gibi bir baharatlık varsa ancak yukarıdaki baharatlıklar gibi baharatlık bulunan diğerleriyle ilişki kurabilirsin ancak. baharatlarını benimkiler gibi saklayanlarla işin olmaz, belki biraz kesişebilir hayatın sadece, hepsi bu. absürd geliyor bunlar sana değil mi? dedim ya absürd çünkü; gerçekten öyle ama kelimenin tam anlamıyla absürd.

neyse üşüdüm biraz. terlik giymeyi unutmuşum. martin heidegger olsam şöyle bitirirdim bu yazıyı:
"bu yaşam ters ve dehşet verici; dahası dayanılacak gibi değil" ama heidegger değilim ben. bu yüzden amına koyim böyle hayatın şeklinde bitiriyorum.



27 Şubat 2015 Cuma

ölmüş eşek kurttan korkmaz yahut özgürlük üzerine

özgürlük öyle çok da metaforlarla anlatılacak bir şey değildir aslında. ama bu atasözü kafamı kurcalıyor son birkaç gündür. (hayır ölmüş bir eşek değilim en fazla ölmek üzere olan bir eşek olabilirim ben şu an) basit bir atasözü değil bu bence. dostoyevski "suç ve ceza"da korku eşiğini aşmaktan bahseder. ancak korku eşiğini aşanlar gerçekten özgür olabilir dosto'ya göre. (dostoyevski'ye laubali bir şekilde dosto dememi yadırgamayın a dostlar.çünkü şu hayatta belki de en çok teşrik-i mesaide bulunduğum kişiyle bırakın da biraz laubali olayım) ölmümü göze almış biri için korku yoktur artık ve bu kişi istediğini yapabilmeye de hak kazanmıştır. neitzsche böyle birini biliyordu: napolyon! dosto da böyle bir karakter yarattı: reaskolnikov. "kendinde her şeyi yapma gücünü bulan kimse" (neitzsche buna "übermensch" diyecekti) dosto aslında bu tip insanlardan korkuyordu. toplumun genel işleyişi adına bu tip her şeyi göze almış insanlar tehlikeliydi ona göre. bu yüzden raskolnikov'a nedamet getirtti; krilov'u da intihar ettirdi dosto. bir benzerini de turgenyev yaptı bazarov'a. (canım bazarov nasıl da kıydı sana anna sergeyevna)

(ey bu satırları okuyan, biraz karışık yazıyorum peşin söyleyim. öncelikle mnceden hazırlamadan yazıyorum bir de günlerdir kesik kesik uyumanın (uyuyamamanın da denebilir) verdiği korkunç bir yorgunluk ve baş ağrısı var ona göre yani)

neyse ne diyordum allahsız anna sergeyevna allahsız karı yapılır mıydı lan bazarov gibi bir adama ha yapılır mıydı lan mı diyordum?

özgür insan tehlikeliydi rus aydınlanmacılarına göre. karamazov kardeşler'in "The Grand Inquisitor" bölümünde dosto bu tehlikeye nefis bir şekilde işaret eder. özgürlük cehennemdir! ya da ölümdür diğer bir deyişle. sözü burada jean paul sartre'ye verelim. şöyle diyor la nausse'de sartre:

"Özgürüm: Hiçbir yaşama nedeni kalmadı artık bana; denediğim bütün nedenler beni bıraktı; başkalarını da tasarlamıyorum. Daha genç sayılırım, yeniden başlamaya yetecek gücüm var. Ama nereden başlamalı? En şiddetli korkulara, bulantılara düştüğümde beni kurtarır diye Anny’e ne kadar güvenmiş olduğumu ancak şimdi anlıyorum. Geçmişim öldü, Bay de Rollebon öldü, Anny sadece bütün umutlarımı kırmak için geri geldi. Bahçeler boyunca uzanan şu beyaz sokakta yalnızım. Yalnız ve özgür. Ama bu özgürlük ölüme benziyor biraz."

(ne diyordum allahsız anny ulan allahsız karı yapılır mıydı lan bu antoine roquentin'e yapılır mıydı lan)

burada vurgu özgürlük ve onun ölüme benzemesi. tıpkı ata sözündeki gibi değil mi? eşek özgürdür ama ölüdür. tıpkı bazarov gibi tıpkı krilov gibi tıpkı roquentin gibi... korkuların yoksa özgürsün; özgürsen de her şeyi yapabilirsin, iş bu sebepten ötürü albert camus "Should I kill myself, or have a cup of coffee?" diyecektir. dostlar, romalılar, yurttaşlar işte bu sebepten ötürü insan özgür olmamak için çabalar ve fakat tarihi özgür insanlar yazar. sıradan insanlar da özgür insanlara içten içe gıpta ederek kendi konformist dünyalarında yaşayıp giderler. özgürlüğün tek gerçek kriteri vardır: ölüm. başkalarını yahut kendini öldürebilmeyi göze alabilmek diyorum yani? bunu kimileri napolyon gibi milyonları ölüme dürüklemeyi göze alarak yapar kimi bazarov gibi kendini öldürmeyi göze alarak yapar. krilov  gibiler özgür olmak için mücadele ederler. özgürlüğü kazanmayı isterler yani demek istiyorum. ama bir de özgür olmak zorunda kalanlar vardır. hiç istemeseler de hayat onları özgür kılar. burada trajedi vardır, ağıt vardır.
"ağlayın sessiz sedasız can verenlere
otel odalarında otel odalarında"

arrivederci, romalılar, yurttaşlar. başım ziyadesiyle ağrıyor. biraz uyumam lazım

24 Şubat 2015 Salı

kenar- ı Seine

pek öyle bir şey yazacak havada değilim. ama bugüne tarih düşürmek istedim. 24.02.2015 salı bugün. yağmurlu bir öğleden sonra. hiçbir şey yapmak ya da yazmak gelmiyor içimden. okumak da gelmiyor. niye bugünün önemli olduğunu tabii ki yazmayacam buraya. neyse başlıkla ilgili bi iki şey yazayım ama. Kenar- ı Seine aslında abdülhak hamit tarhan'ın bir şiiri. paris'teki seine nehri'nin kıyısında gördüklerini yaşadıklarını falan anlatır şiirde tarhan; ama ben bundan bahsetmek istemiyorum.

kenar söcüğünün bir anlamı da kucak, sine. Seine nehrinin adı türkçede okunurken "sen" diye okunur. böyle bakınca sen'in koynunda gibi bir anlama da gelebilir şiirin adı. ama ben bundan da bahsetmeyeceğim.

üniversitedeydim bugün. derslere girmedim yine. toki'den bi arkadaş geldi öğleden sonra. onla oturduk biraz. eve geldim sonra.

Seine sözcüğünü okunuşu diyordum türkçede "sen" şeklinde.

bir yerlerim kopuyor seine nehrine akıyor
ihtimal ve muhtemel ölüyorum gencecik.

21 Şubat 2015 Cumartesi

diyalog gibi ama aslında monolog yani

  "yalnızca bedel ödemeyi göze alabilenler gerçekten özgür olabilirler" der dostoyevski cinler romanında. tam olarak böyle demez tabii uzun bir tiraddan çıkan sonuç budur. yok bir yere bağlamayacam ya öyle söyledim.

  sen genelde aklına estiği gibi konuşmazsın vardır altında bir şeyler.

─  yok ya valla öyle aklıma geldi söyledim.
─  o zaman başka bir şey söylemek istiyorsun ama lafa giremedin.
birini bu kadar iyi tanımak seni rahatsız etmiyor mu?
─ kim olduğuna bağlı.
─ ben işte.

─ etmiyor.
─ ileride edecektir. hiç kimse çırılçıplak görebildiği birine uzun süre katlanamaz.
─ sen beni tanımıyorsun diyebiliriz demek ki o zaman
─ kim bilir... neyse ya saçma bir yere gidiyor konu. ben aslında başka bir şey diyecektim. hani ben hep gerçekçi biri olduğumu söylerim ya bununla ilgili, sıkılmadıysan tabii
─ yo neden sıkılmışım gibi mi duruyorum
─ bilmem nezaketen soruyorum sanırım birini sıkmak, ona ağırlık vermek fikri beni rahatsız eder hep bilirisin. hele bu sensen.
─  etmiyorsun.
─ kabullenemediğim bazı gerçekler var; yo hayır bunların neler olduğunu değil bu durumun bizzatihi kendisini konuşmak istiyorum. sanıldığının aksine, gerçeği kabullenememe gerçekçi insanlarda gerçekçi olmayanlara göre daha sık görülen bir şey.
─ tam tersi oması gerekmiyor mu?
─ evet ilk bakışta öyle olması gerektiği akla daha yatkınmış gibi duruyor. neden güldüğünü anlayabiliyorum.
─ gülmüyorum, gülümsüyorum. aklıma bir şey geldi. 
─ ne?
─  boşver, alakasız. ne diyordun? neden gerçekçi insanlar gerçeği daha zor kabulleniyor?
─ bunu demiyorum aslında. gerçekçi insanlar, kendileri için kabullenilmesi zor gerçeği daha zor kabullenir diyordum.
─ çünkü?
─ çünkü gerçekçi dediğin insan kabullenemediği gerçeği durum kabul edilemez hale gelmeden önce farkeder ve bu olmasın diye çeşitli önlemler alır, aldığı bu önlemler de gerçekçidir üstelik ve fakat öngürülemeyen bir şey, bir olay - ya da beklenmedik diyelim- durumu altüst eder. bu yeni durum yani yeniden adapte olunması gereken bu durum, gerçekçi kişi için artık tahammül edilmesi gereken bir durum olur. çünkü bu beklenmedik olay gerçekçi olduğunu söylediğimiz kişinin silahlarını elinden almıştır. dünyanın en hzlı koşan yırtıcısıdır çita ama pençeleri olmayan bir çita içib avından hızlı koşmanın bir anlamı yoktur. uzun mu konuştum ya?
─ yo, devam et.
─ gerçekçi insan için gerçeği kabullenilemez hale getiren olay; çita'nın pençelerinin sökülüp doğaya salınmasına denk geliyor. pençeleri olmayan çitanın avını avını farkettikten sonra, onu yakalamak için kovalamasının bir anlamı yok aslında. çünkü onu yakaladığında -ki en hızlı koşucudur yakalayacaktır mutlaka- devirebileceği pençeleri yoktur. gerçekçi insanın durumu da böyle işte, gerçeği biliyor, farkediyor ama bir türlü gereğini yapamıyor. örnek daha da karışıklaştırdı mı ya sanki ne dersin?
─ yo hayır da sözü "aslanın avı ayağına gelir"e bağlayacak gibisin. gülme!
─ ne gülmesi ya
─ gülüyorsun ama.
─ boş ver. şöyle bir şey vardı:
 senin istediğin gibi olmak istedim. ŞİMDİ HER ANIM BAŞKA BİRİ OLAYIM DİYE DUA ETMEKLE GEÇİYOR. olmadığım biri gibi. kim olursa. ... yokum ben. burada bile değilim. bunların hiç önemi yok. yokum ben, yokum. 
arrivederci...






17 Şubat 2015 Salı

bir günün sonunda arzu yahut albert camus ve intihar üzerine

bugün 17 şubat 2015 salı. net bir tarihle başlamamın sebebi bugün önemli bir şey olduğu için değil sadece yarrak gibi bir gün, kayıtlara geçsin istedim. derse girmedim bugün. yani doktora derslerine gitmedim. sabah okulda hemen her fakülte kantininin önünde çay sigara içtim. sonra eve geldim öğlen önemli bir işim varmış gibi dışarı çıktım sonra tekrar önemli bir işim yoktu oysa. (bilen bilir önemli bir işim varsa o işi yapmam ertelerim ben) neyse bunlardan bana ne diyebilirsin ey bu satırları okuyan. doğru. hakkın var.

sabahları uyanır uyanmaz yani gözlerini açar açmaz düşündüğün ilk şey hayatını siken şeydir. şayet hiçbir şey gelmiyorsa bu anlarda zihnine yani gözünü açaraçmaz ne olduğunu anlamaya çalışıyorsan bir şey düşünmeden şu halde hayatın zaten sikilmiştir aslında. (her halükarda hayatın sikilecek bundan kaçış yok. bunu bazen hissedeceksin bazen hissetmeyeceksin ya da hayatın sikilmiyormuş gibi yapacaksın; hepsi bu.) yaşamak fena halde sağlığa zararlıdır aslında.

                                        resim 1: yaşamak fena halde sağlığa zararlıdır. (temsili)

neyse yaşamak diyordum fena halde sağlığa zararlı. ama yaşıyoruz işte; hep bir gün iyileşiriz umuduyla. iyileşmeyeceğimizi biliyoruz de biliyoruz ve fakat. hastalığı katlanılabilir kılacak küçük oyunlar (bazen tehlikeli oyunlar) icad ediyoruz, sanat üretiyoruz (ya da tüketiyoruz). bir hastalıktan mütevellit acı çekerken ağrı kesici almak gibi yani bir anlamda. bu bahsettiğim hayatı katlanılabilir kılan şeylerden sanatı burada bahis dışı bırakmam gerekiyor çünkü sanatçı değilim ben. ama diğerinden biraz bahsetmek istiyorum yani tehlikeli oyunlar'dan.

"- neden öldü?
- kalpten öldü elbette.
- kalbi mi vardı?
- evet, kalbi olduğu için, oyunları çok ciddiye aldığı için öldü."

oğuz atay'ın tehlikeli oyunlar romanından yaptığım bu alıntıyla; sonda söyleyeceğimi başta söylemiş oldum aslında. dedim ya hepimiz hayatın o biteviye devam eden tekdüzeliğinden kurtulmak için birbirlerimizle oynadığımız oyunlar icad ederiz veya oynarız. bu oyunların hiçbiri tehlikeli değildir aslında. tabii ki birileri bu oyunları ciddiye almıyorsa. oyunlar oynadığınız kişi ya da kişilere dikkat etmelisiniz bu yüzden çünkü her daim bir salak çıkıp sonunda "ne yani bunlar oyun muydu?" diyebilir. bu saatten sonra oyun desen olmaz değil desen olmaz o yüzden kimle oynadığınıza fevkalade dikkat etmelisiniz. sonra bir salağa bile üzülebilir ve onun için ağlayabilirsiniz:

"bize çamaşıra gelen bir fatma hanım vardı, radyoda okunan mevlüde ağlardı. sonra annem de katılırdı ağlamaya. ben onları paylardım, sen anlamazsın derlerdi. gerçekten anlamıyordum nasıl ağlıyorlardı hiçbir şey anlamadıkları halde? şimdi ben de söylediklerimi anlamasalar bile bana ağlamalarını istiyorum. insanları ağlatmanın bu kadar güç olduğunu bilmezdim. aslında kendimi de ağlatamıyordum." (işte böyle aslında. burayı okuyanlardan kaç kişi gerçekten ne demek istediğimi anlayacak bilmiyorum ama öyle işte. anlamasanız da ne yapacağınızı biliyorsunuz artık. anlayan da varsa o zaten ne yapacağını bilmiyordur. bilseydi böyle olmazdı.) yazmaya ara verdim bi sigara yaktım. yotube'dan şarkı dinliyorum bi tane. sen de dinlemek istersen ey kâri aha da bu şarkı:


havalar da ısınamadı bir türlü amına koyim. ayaklarım dondu. sobaya tuttum şimdi ayaklarımı biraz. "...sokağa nasıl çıkılacağını bilmem mesela. bende hayat bilgisi zayıf albayım. bilge bunları bilir, bu bakımdan akıllıdır, birlikte olabilseydik insanlık çok yararlanacaktı bundan. yazık oldu. şimdi yanımda olsaydı böyle üşümezdim albayım; beni bir arabaya bindirirdi hemen. BEN BUNLARA ÇABUK KARAR VEREMEM ALBAYIM. KARARSIZLIĞIMLA YANIMDAKİLERİN CANINI SIKARIM. hava da çok soğudu albayım, eve dönmek istiyorum. biliyor musunuz, bilge beni evde bekliyormuş gibi geliyor bana. yoksa eve dönmek istemiyorum. beni bekleyen yalnızlığı ve karanlığı istemiyorum. bilgeden akıllı olduğum halde neden bu duruma düştüm acaba? neden herkes benden kaçıyor albayım? yaşamasını bilmiyorum da ondan mı? bir dakika albayım karşıdan birileri geçiyor. kadını bilgeye benzettim; peki erkek kim? değilmiş...." bakmayın, bu alıntıdaki asıl vurgu büyük harflerle yazığım yerler değil; asıl vurgu tam da şurası ey kâri: "bilgeden akıllı olduğum halde neden bu duruma düştüm acaba?" sorunun cevabı romandan yaptığım ilk alıntıda var aslında. bilge oyunları ciddiye almamıştı hikmet ise aldı. hepsi bu. ama bu kadar alıntı da biraz fazla diyeceksin biliyorum ama: "siz gerçekten doğru söylüyorsunuz albayım: ben adam olmam. ben, tek başıma yaşamalıyım; başkalarını zehirlememeliyim. dama çıkıp ulumalıyım kurtlar gibi." ben de başkalarını zehirlediğimi düşündüm hep. kendi mutsuzluğuma ortak etmek istediğim insanlar oldu. neyse ki hepsi akıllıydı da yol yakınken (tabii onlara göre yakınken bana göre öyle değildi) oyundan çıkmak istediler. ha sen hala "bir günün sonunda arzu yahut albert camus ve intihar üzerine" bir şeyler dememi mi bekliyorsun ey kâri? ben akşamüstlerinden nefret ediyorum. kışın yine biraz iyi de yaz geliyor akşamüstleri uzadıkça uzayacak ve ben iyice nefret edeceğim. (aramızda kalsın bir de perşembe günlerinden nefret ederim. amına koduğumun gününde hayrıma hiçbir şey olmadı son birkaç aydır) "bir günün sonunda arzu." ahmet haşim'in bir şiiri. bir günün sonunda yani akşamüstü iyi şeyler olsun istedim hep ama olmadı pek. gün boyu oynadığım tehlikeli oyunlardan sonra akşam oldu hep. tıpkı şiirdeki gibi ama "akşam yine akşam yine akşam.." öyle bitip tükenmek bilmeyen öyle biteviye akşam... akşam gerçekti hep. tek gerçekti hatta. yaşamak zorunda olduğum tek gerçek oldu. hayır akşamın karanlığa olan mecazına gönderme yapmıyorum burada. günboyu tehlikeli oyunlar oynayıp sonra akşam geçekle yüzleşmek. tam da bunu kastediyorum. peki ama buradaki gerçek neydi: "oyunlar … gerçeğin en güzel yorumlarıdır. bizim gerçek dediğimiz şey de, bazı güçlükler yüzünden iyi oynanamayan oyunlardır." evet "bazı güçlükler yüzünden" iyi oynayamadığımız o oyunlardı gerçek. fakat başkaları yani ötekiler yani oyuna dahil olmayan ama oyundakilere dışarıdan bakanlar can çekişmekte olan yaralı bir hayvana bakan akbabalar gibi hep bir açıklama, izahat beklerler oyundakilerden. oysa açıklama yapmaya gerek yoktur başkalarına. çünkü sen bir süre sonra onun bir oyun olduğunu unutmuşsundur. iman etmişsindir oyuna da oyundaki kişiye de. oğlunu kurban etmek üzere olan ibrahim'i neden sorgulamayız neden onun bu yaptığını bir akıl hastalığı veya suç gibi değerlendirmeyiz. çünkü hz. ibrahim'e bu çılgınca şeyi yaptıran imanıdır. ve imanı sorgulamak yargılamak kimsenin haddine değildir. sen de oynadığın oyuna iman edersin ama inanmazlar buna ve yargılamak isterler işte yine de. 

meraklı ve dikkatli kâri  "albert camus ve intihar üzerine" kısmı ne oldu bahsetmedin ondan diyecektir ama o kısmı daha sonra anlatacam sanırım. çünkü "kelimeler albayım bazı anlamlara gelmiyor"




30 Ocak 2015 Cuma

tipik haneke değil işte amına koyim

"hiç kimse tarihi değiştirmeden anlatamaz" der ernest renan. bunu kişilere özgülersek -çünkü renan bunu toplumların tarihini yazanlar için söylüyor- hiç kimse kendi kişisel tarihini değiştirmeden anlatamaz diyebiliriz. hatta kendine bile.. kendine bile yalan söyleyebilir insan kendi kişisel tarihinden bahsederken kendine yahut başkalarına. hayatıma bir çeki düzen verme isteği gelir böyle zamanlarda -bugün doğduğum gün ya o bakımdan şey ettim- geçmişi düşünürken aleni hatalı olduğum şeyleri ya yok sayıyorum ya da onları mantığa bürüyecek sebepler buluyorum, hadi uyduruyorum diyelim. neitzsche olsa "insanca pek insanca" derdi buna biliyorum. ama ben neitzsche değilim dahası hayatımda böyle biri de yok; yani neitzsche gibi biri yok. ama -evet ama dedim birazdan kuracağım cümleler bundan önceki kısmı silip atmalı ama atmayacak nasıl mı? aha da böyle- geçmişi düşünürken ben de herkes gibi kendimi temize çıkarıyorum ve fakat bir farkla asıl gerçeği tahrip ettiğim gerçeği bir türlü tahrip edilmiş yeni gerçeği asıl gerçeğin yerine  mutlak bir şekilde ikame edemiyorum. tahrip edilmiş gerçekle asıl gerçek bir arada mutlu mesut (demek isterdim ama değil) duruyor zihnimde öylece. bu da eyleme geçememe gibi bir sonuçla vaz ediyor kendini. bir türlü eyleme geçememe yani. kendimi biraz yüceltip buna aydın hastalığı diyebilirim; ki gerçekten öyledir aydın hastalığıdır eyleme geçememe. kış uykusu filmini izleyenler bilir oradaki aydın karakteri de muzdariptir bundan hamlet de muzdariptir ve daha birçok aydın. ama ben aydın değilim. sadece herkes gibi kendimi mutlak kandırmayı başaramıyorum. ya da çoğu insan gibi diyeyim. kabahati sürekli muhasebecisine atan müflis bir tüccarın iflas etmesinde kendi payı da olduğunu içten içe k-abul etmesi gibi işte. bunu sözgelimi içki masasında arkadaşlarına "alçak muhasebeci yüzünden iflas ettim" diye anlatırken aslında kabahatin kendisinde olduğunu bilmektedir. insanlar ondan madem muhasebecin suçlu tekrar dene iyi bir muhasebeci bulursun dediğinde buna inanır ilk başta ama bir türlü yeniden ticarete atılamaz çünkü ticarette çuvallamasının müsebbibinin kendisi olduğunu biliyordur. olm bak bunları okurken aha ya valla ben de böyleyim diye düşünüyorsan:
1- yarrağımı böylesin amına koyim değilsin.
2- velev ki sen de böylesin burada derman yok yani bi çözüm falan söyleyemeyecem sana bu durumla ilgili siktir git kendi derdine yan
3-beşiktaş adamın amına kor
4- 30 ocak'a girdik an itibariyle. resmi olarak doğum günüm bitti.
5-
6- 5. madde niye boş diyeceksin, belki de. anlatayım..

evin evime karşı evim evine karşı mehmet efendi. bu hikayeyi bilen bilir bilmeyen de işine baksın. bedavaya yok öyle her şeyi anlatmak. onun yerine "yedinci kıta" filminden bahsedeyim biraz. "tipik haneke ya" filmi denir ama lakin ki öyle değildir. film evli bir çiftin bütün eşyalarını parçalamaları üzerine bina edilmiş. bunu salak olmayan herkes anlıyor zaten ama sorun neden eşyalarını parçalıyorlar. (bu arada izlemeyenler için filmin can alıcı sahnesi aha da burda:

https://www.youtube.com/watch?v=sKhIB6R_ZGc

eşya ya da nesne canlı olmayan şahitleridir anılarımızın. bulantı (la nausse) okuyanlar j.p. sartre'nin buna "nesnelerin şahitliği" dediğini anımsar. biz ne kadar değiştirmeye çalışsak da geçmişimizi nesneler sabitlilikleriyle buna müsade etmezler. yani sözgelimi çok mutlu(ymuş) gibi olduğunuz bir yıl dönümünde alınmış bir hediye varlığıyla, değişmez olan varlığıyla bize gerçeği anımsatır. nesneler gerçek şahitlerdir ve asla yalan söylemezler. nesneler varlıklarıyla bize kendimizi mutlu sandığımız anlarda aslında neler hissetiğimizi anlatırlar. biz sormask da.. kendimizi rahat rahat kandırmamıza izin vermezler, gerçeği dayatırlar. ve bir süre sonra tahammül edilemez bir hale gelebilirler. bu yüzden yok edilmeleri lazımdır. hayır burada nesneleri yok ederek onların dayattığı gerçeklikten kurtulmaya çalışmaktan bahsetmiyorum. aksine o nesneleri kırarak gerçekle yüzleşmekten bahsediyorum.

neyse fena halde şarap etkisindeyim. daha fazla yazamayacam...

bunu yazan tosun okuyana kosun...




28 Ocak 2015 Çarşamba

bay golyadkin, çağrılmayan yakup yahut yeryarılsadaiçinegirseminsanları

kaybetme güzellemesi yapılabilecek bir şey olmamasına rağmen sanat kazananı değil kaybedeni güzelledi hep. bunu iyi yapanlar oldu ben biraz onlardan bahsetmek istiyorum.

"Her neyse, hep, büyük bir çavdar tarlasında oyun oynayan çocuklar getiriyorum gözümün önüne. Binlerce çocuk, başka kimse yok ortalıkta- yetişkin hiç kimse, yani- benden başka. Ve çılgın bir uçurumun kenarında durmuşum. Ne yapıyorum, uçuruma yaklaşan herkesi yakalıyorum; nereye gittiklerine hiç bakmadan koşarlarken, ben bir yerlerden çıkıyor, onları yakalıyorum. Bütün gün yalnızca bu işi yapıyorum. Ben, çavdar tarlasında çocukları yakalayan biri olmak isterdim. Çılgın bir şey bu, biliyorum, ama ben yalnızca böyle biri olmak isterdim. Biliyorum, bu çılgın bir şey."

Salinger'in çavdar tarlasında çocuklar'ıyla başladığımı tabii ki az biraz mürekkep yalayan herkesler anlamıştır. basit bir romandır bu; basit bir insanın hayatını anlatmasından mütevellit bir basitlik ama. holden nam genç arkadaşımız okuldan atılır. her şeyin farkındadır, amansızca dikkatlidir ve masumiyete inanır genç holden. sürekli arabalarından konuşan erkeklerden nefret eder holden; çünkü kadınlar (güzel kadınlar) hep böyle erkeklerle evleniyordur. sonra tüberküloz olur genç arkadaşımız (zavallı necdet, zavallı necdet...)ve sonra "sakın kimseye bir şey anlatmayın. herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra.” diye bitirir genç arkadaşım anlatacaklarını. o kadar sadedir ki roman sadelik bir süs olur ve estetik bir hal almaya başlar. sadelik sadece masumiyete inanalar için bir süs olabilir ki onların başka bir süsü var mıdır ki?

biraz müzik arası verelim mi tam burada.


aslında müzik değil bu tabii ama ne bileyim işte. özellikle 2:14 - 2:40 arası kaybetmişliğin en güzel anlatıldığı sahnelerden biridir belki de. (beni tanıyanlardan biri hatırlatabilir mi ya bi ara zavallı necdet'ten bahsetmek istiyorum "elim bir aşkın pençe- i ızdırabında inleyen" necdet'ten)

gelelim tüm zamanların en kaybedenine: dvoynik yani "öteki" romanının kahramanı bay golatkin'e yani. tabii bir kitabın önüne "tüm zamanların" gibi bir sıfat getireceksek bu kitabın yazarının adının dostoyevski olduğunu söylemeye bile gerek yok sanırım. bu konuda da yalnız değilim freud, nobakov ve hatta dostoyevski'nin kendisine göre de en iyi yazılmış en iyi romandır öteki; yani yakov petroviç golatkin.

"ben salon yaşamının gürültüsünü değil sessizliği severim. salonlarda, çizmelerle parke cilalamayı bilmek gerekir. oradakilerin istediği bunlar, bir de kelime oyunları.. zarif komplimanlar yapmayı da bilmek gerekiyor. oralarda bunları istiyorlar. bu inceliklerin hiçbirini öğrenmedim; vaktim olmadı. ben basit, sade bir adamım, görünüşümde bir parıltı yoktur. bu konularda silahsız bir asker gibiyim"

(dikkatli kari Golyadkin'le Holden Caulfield'in sadelik -düzlük belki de, yahut basitlik mi demeli- ne kadar da benzer olduğunu fark etmiştir. golyadkin'in tanısa çok seveceği sağlam arkadaş olacağı kişi sadece holden değil tabii ki. golyadkin, yakup'la da çok iyi arkadaş olurdu. hani şu "çağrılmayan yakup: Kurbağalara bakmaktan geliyorum, diyip Bunu kendine üç kere söyleyen ve :

Onlar ki kalabalıktılar, kurbağalar
O kadar çoktular ki, doğrusu ben şaşırdım
Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli
Daha hiç çağrılmadım
Biri olsun "Yakup!" diye seslenmedi hiç
Yakup!
Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım
Ve içimden durgun ve çürük bir suyu düşüreyim
Ceplerimdeki eskimiş kağıt parçalarını atayım
Sonra bir güzel yıkanayım da.
Ben size demedim mi." diyen yakup. buradaki kurbağalar "o kadar çok olan kurbağalar yani kim oluyor sence ey kari? yakup'u fark etmeyen bir kez olsun onu çağırmayanlar kim? sen yakup'u farketmedin diye edip cansever de mi fark etmeyecek sandın? golyadkin'i sen görmüyorsan dostoyevski de mi görmeyecekti? )

burada bi müzik arası verelim mi (kibarlıktan soruyom amına koyim verecem yoksa sana mı soracam) vazgeçtim golatkin'in dün adlı şarkısının linkini verecektim ama vazgeçtim. bul dinle amına koyim bana ne.

neyse efendime söyleyim ne diyorduk. bay golyadkin (golatkin ya da) hemen tüm insanlığın en temel hastalığı olan başkası olma hastalığına (şizofreni diyor buna bazıları ben buna sanat diyorum) yakalanmış bi abimizdir. golyadkin tipik bir yeryarılsadaiçinegirseminsanıdır. (bu tamlamayı niye böyle yazdığımı tutunamayanlar'ı okuyanlar bilir. eski bir ekşici piç olarak tutunamayanlar'a selam çaktım burada yani) çok karışık yazıyorum farkındayım ama napalım gece geç saat biraz da şarap içiyom, kırmızı hem de fena kırmızı)
golyadkin her yeryarılsadaiçinegirseminsanı'nda olduğu gibi had sorgular. yani kendi haddini sorgular: "duralarsa bir çuval inciri berbat edeceğinin farkındaydı. öyle de oldu. duraladı ve şaşırdı... şaşırınca kulaklarına kadar kızardı, kızarınca dağıldı, dağılınca bakışlarını yerden kaldırdı, bakışlarını yerden kaldırınca çevresine bakındı, çevresine bakınınca dondu kaldı." golyadkin çağrılmadığı bir davete gittiğinde -ki bu davet zengin ve üst düzeyden bir memurun davetidir- yaşanıyor bunlar. gidip gitmemeye haddi olup olmadığını düşünür epey bir süre golyadkin. gider ama sudan çıkmış bir balık gibi olur "seçkin" davetlilerin önünde. herkes ona bakıyordur ve o :" o anda yer yarılsa hiç tereddüt etmeden, gözünü kırpmadan, son derece büyük bir istekle içine girerdi." işte bu haldedir yani yeryarılsadaiçinegirsem diye düşünmektedir. eyleme geçip geçmeme tereddütü onun kimliğidir adeta. bu yüzden de çok hayal kurar ve olası eylemleri sonucundaki olası sorunları da hep hayalinde çözer golyadkin. bu yüzden o hem bir yeryarılsadaiçinegirseminsanı'dır hem de sorunlarıhayallerindeçözeninsan'dır: "bay golyadkin'in içinde bulunduğu durumu bir dereceye kadar benimsediği belliydi. şöyle düşünüyordu: şu avize, şimdi şu avize yerinden kopsa ve insanların üzerine düşecek olsa hemen atılırım, klara olsufyevna'yı kurtarırırım..." golyadkin, davetsiz olarak gittiği -bin bir tereddütle- yerde kendini oradaki "seçkin" konuklar önünde "rezil" ettiğinde içinden işte bunları geçirmektedir. olağanüstü bir şey olacak; yani avize düşecek, o da davetin en gözde genç hanımının üzerine düşüyordur neredeyse tabii ve golyadkin genç hanımı kurtaracak böylece herkes ona minnettar olacak. tabii hiçbiri olmaz bunların ama golyadkin sorunu yani "rezil" olmasını hayalinde absorbe etmiştir. ve fakat.. heyhat... golyadkin gibilerin aslında olmak istediği insan tam da burada devreye girer. golyadkin ne ise o olamayan bir ikizi (yani öteki ben'i) burada girer devreye. şımarık, züppe, iş bitirici, yalaka, kurnaz bir golyadkin peyda olur romanda birdenbire. golyadkin ne yapamıyorsa golyadkin'in ikizi onu yapabilmektedir. amirlerine yalakalık yaparak kendini sevdirebilmektedir mesela. bu ikiz golyadkin aslında gerçekte yoktur tabii. gerçek golyadkin onu zihninde yaratmıştır ve var gibidir gerçekte aslında. çünkü golyadkin kendisi olarak çevresinde kabul görmemiştir ve o da zihninde "onların" istediği golyadkin'i yaratmıştır. ey onlar! her kimseniz siz tebrikler bir kişiyi daha delirttiniz:
"kahramanımız, kendisine pek  inanmamakla birlikte, düşünüyordu: ah iyi sonuçlansa bu iş! ben.. hayır, iyisi mi öteki taraftan... ya da öyle mi yapsam?... kahramanımız böylece kuşkular içinde, kuşkularının anahtarını arayarak semyonovski köprüsü'ne kadar koştu. oraya varınca sakinleşti, geri dönmeye karar verdi. 'böylesi daha iyi diye' geçirdi içinden. öteki taraftan gidersem daha iyi olacak, yani öyle yaparsam.. şöyle yapacağım: bir yabancı gibi bakacağım duruma. orada her şey bitecek. ben şöyle bir bakıyorum, bir yabancıyım. ORADA NE OLURSA OLSUN SUÇ BENDE OLMAYACAK. evet öyle yapacağım. şimdi öyle yapacağım."  kendi değer yargılarınızla, beğenilerinizle, doğrularınızla yargılayıp sırf sizler gibi değil diye golyadkin gibilerde yarattığınız bu suçluluk hissi yüzünden akıl hastanelerinize "deli" diye aslında sizin gibi olmayanları kapattınız. (ya da canım selim ışık gibi canım van gogh gibi canım mustafa ırgat gibi intihar ettirdiniz.) havalı da bir ad verdiniz onlara "şizofren". sensin şizofren amına koyim. ya bu nasıl bir istektir tanrım: "ORADA NE OLURSA OLSUN SUÇ BENDE OLMAYACAK" bu orası neresidir? cennet mi? golyadkin gibilerin (çağrılmayan yakupların, muhsin kanadıkırıkların, Holden Caulfieldlerin, selim ışıkların, zavallı necdetlerin, makar devuşkinlerin, akaki akakiyeviçlerin... yani) olduğu sizlerin olmadığı yer yani işte orası. orada golyadkinler suçtan vareste olacak.

"selam versem mi vermesem mi? seslensem mi seslenmesem mi? kimliğimi gizlesem mi gizlemesem mi? yoksa ben başka biriymişim gibi bana çok benzeyen biriymişim, ortada bir şey yokmuş gibi mi yapsam? evet, bu ben değilim, ben değilim, o kadar!" bir insanın kendi gibi olmasını onun cehennemi haline getirip ve sonra da ona şizofren, ahlaksız vs. gibi damgalayarak tanrı'nın sevgisini kazanabileceğinizi mi sanıyorsunuz?
yanılıyorsunuz.

"en önemli sözü en sonda yazacağımı sanıyorsan aldanıyorsun hiçbir zaman benden bekleneni vermeyi becerememişimdir bekleyenleri utandırmışımdır daha fazla yazamayacağımı hissediyorum"









3 Ocak 2015 Cumartesi

13 Ağustos 2014 Çarşamba

dibe vurmak yahut bakhtin yahut turgut özben yahut da nezih ünen

başlığa bi "yahut da nietzsche" eklenebilirdi aslında ama iyice uzamasın diye bi nevi anjambament yaptım ve nietzsche ile ilgili olan kısmı aşağı aldım. (dikkatli kariler bu nietzsche nam alaman feylesofunun adının nasıl yazıldığına dair bir malumatım olmadığını hatırlayacaktır) neyse gelelim asıl mes'elemize:

dibe vurmak tabirini ben uydurdum. aslında uydurmadım da telif tabir konumuna getirdim diyelim.  tabir esasen nietzsche'de (böyle buyurdu zerdüşt'te) ve tutunamayanlar romanında geçiyor. ben bu tabiri bakhtin'in "karnavallaştırma" tabiri yerine kullanacam bundan sonra. (bu ruslar ellerine aldığı her şeyi ruslaştırır, ben de şimdi misilleme olarak onlara ait bir tabiri türkleştirerek ulusumuzun ruslara karşı bir nevi misilleme yapmasını husûle erdiririyorum lan kari) dikkatli kari mevzuya bir tülü giremeyip lafı dolandırdığımı farketmiştir evet öyle biraz. az şey mi lan ama yukarıda saydığım bir sürü şeyi bir araya getirip ortaya bütünlüklü bir şey çıkartmak, olsun o kadar da sabret biraz. (4 kez şey demişim)

şimdi efendim evvela bu "karnavallaştırma"nın ne olduğuna dair malumat vermek icap eder zannımca. bakhtin bu karnavallaştırma mevzuu hakkında  "rabelais ve dünyası" adlı eserinde şöyle der:

"Resmî festivallerin aksine, karnavallar yerleşik düzenden, egemen olan doğrudan geçici olarak kurtulmayı kutlar. Bütün hiyerarşik rütbeler, imtiyazlar, normlar ve yasaklamaların askıya alınışını gösterir. Karnaval gerçek festival zamanıydı; oluşun, değişimin ve yenilenmenin festivaliydi. Ölümsüzleştirilmiş ve tamamlanmış her şeye düşmandı."
buradan hareketle,
nietzsche. böyle buyurdu zerdüşt'te  yukarı çıkabilmek için en dibe vurmaktan bahseder. dibe vurmak: bir nevi hayatın olağan akışındaki şeylerin tamamen olağan dışına çıkmasını imler burada. devamlayın, son derece normal bir hayatı olan tutunamayanlar romanı kahramanı turgut özben hayatı reddeden müntehir selim ışık'ın peşinden giderken bir kerhaneye gider. orada hayatın olağan akışının kabul etmediği her şeyi yapmak üzere bulunmaktadır özben. bir kerhane olması münasebetiyle zina vardır orada sonra kumar oynatır özben, sonra içikiler su gibi akar. normal hayatın tamamen dışına savrulur yani özben'im turgut'um. bu bir nevi bakhtin abimizin karnavallaştırma dediği şeydir aslında bu. burada bir parantez açıp şunu da hatırlatmakta faide var:  rus biçimcileri "alışkanlığı kırma"nın sanatsallığı ortaya çıkardığını söyler. gerçekten de her sanat metni -özellikle de roman- günlük hayatın alışkanlığının kırılmasının bir doğal sonucudur aslında. burada bakhtin "karnavallaştırma" savıyla rus biçimcilerinin "alışkanlığı kırma" tezi aslında örtüşüyor, tezini ileri sürüyorum. aha da sürdüm. (lan kari bu kıyağımı da unutma neler neler öğreniyon ha farkında mısın?) şöyle ki karnaval bir çeşit hayatın olağan akışını kırmadır aslında. değil mi ki karnaval zamanlarında insanlar hiç yapmadıkları şeyleri hiç olmadıkları insanlarmış gibi yaparlar. işte tam da bu yüzden  karnavallar, insanlar için hayatın normal akışını bozmanın adıdır.
neyse bu mühim tespitten sonra biraz toparlayayım söylediklerimi. aslında gerek yok ama olsun. sana salak muamelesi yaptığımı düşünmeni istemem lan kari. sen kaçın kurrasısın... (entel okurlarım burada italio calvino'ya selam çaktığımı farketmiştir) turgut özben'in genelevdeki macerası bir nevi onun dibe vurmasaydı. bu dibe vuruşun gerçekleştiği mekan ve oradaki olaylar bize bir karnavalı çağrıştırmıştı. değil mi ki turgut özben "3 oda 1 salon"da evli-mutlu-çocuklu yaşamaktaydı (dikkatli kari burada demet akalın'a selam çaktığımı fark etmiştir) onun genelevdeki bu atraksiyonu işte karnavallaştırmaydı ve burada dibe vurup yukarı çıkmak istiyordu... ama olmadı... niye olmadı peki burada kilit soru budur. cevabı ben vermeyeceğim. nezih ünen verecek:


şarkıyı dinleme imkanı olmayan kariler için sözlerini de yazayım tam olsun:

alevler dansediyor, meşaleler...
erdemler kapılmışlar rüzgara.
uğuldarken bir toz bir duman,
dağlar taşlar yıkılmakta.

sevgi elden ele bir rus ruleti.
çirkinler takarlarken maskeleri
tutuşuyor güzellikler, dökülüyor.
tüm pespayeler çılgın gibi.

nereden çıktı bu karnaval,
kimler var maskelerin ardında
zamanın son halkası bu kör hayal
büyük küçük dost düşman bir arada

alevler dansediyor, meşaleler...
erdemler kapılmışlar rüzgara.
uğuldarken bir toz bir duman,
dağlar taşlar yıkılmakta.

devler olmuş birer çürük ihtiyar.
cüceler kapmış çelik hançeri.
korkaklarda zafer nidaları...
tufan gibi bir alkış, tezhürat...

nereden çıktı bu karnaval,
kimler var maskelerin ardında
zamanın son halkası bu kör hayal
büyük küçük dost düşman bir arada

doğrayın yürekleri, doldurun kadehleri.
bu bir zafer sarhoşluğu, haykırın türküleri.
gerin artık kanatları
atlayın karanlıklara,haydi gülün bakalım.
sonsuza dek...

düşmenin sınırı yok.
düşmenin sınırı yok.
düşmenin sınırı yok.

evet. buradaöncelikle şarkının adına sonra şarkının klibindeki atmosfere ve sonra da şarkının sözlerinin yukarıda anlatmaya çalıştıklarımla olan bağına dikkat kesil ey kari! özellikle de şarkının sonundaki tekrar eden sözlere dikkat kesil:
"düşmenin sınırı yok.
düşmenin sınırı yok.
düşmenin sınırı yok..."

işte turgut özben bir karnaval ortamında dibe vurup en yukarı sıçramayı umuyorken ne yazık ki nezih ünen'in şarkısının sonunda fısıldar gibi söylediği gerçekle yüzleşecekti: düşmenin sınırı yok. heyhat...
ki bu karnavallar klişe bir benzetmeyle çöl gibi hayatlarımızın küçük vahalarıdır. nereden çıktı bu karnaval dediğimiz anlarımız vardır karnavaldan sonra tekrar çöllerimize döndüğümüzde fark ettiğimiz.














23 Temmuz 2014 Çarşamba

derdini sikeyim yahut 789 üzerine

başlık seni yadırgatmasın lan kari; çünkü birazdan -yani burada yazılanları okuduktan sonra- kuracağın cümleyi başlık yaptım.
"karşıdakinin seni anladığı kadar varsın" diye meşhur bir deyiş var. tam olarak böyle olmayabilirdi söz ama  buna benzer bir şeydi işte) ben tam aksini düşünüyorum kari. yani karşıdakinin seni anlamadığı kadarsın aslında. (yadırgadın di mi? bu kadar erken mi?) belki de anlamadın ne demek istediğimi, salağa anlatır gibi anlatayım bak: diyelim ki içeriği 123456789 olan bir şey anlattım ben sana. sen bunun 123456'ya kadar olan kısımını anladın. yaygın kanıya göre ben bu ifadenin 123456'ya kadar olan kısmıyım. oysa benim demek istediğime göre ise ben aslında tam olarak 789'um. saçma mı geldi sana bu? saçma di mi? peki ama absürt edebiyat dedikleri nedir sanıyorsun? işte tam da bu aslında. beckett, ionesco yahut ne bileyim belki de jean genet bunu dedi ve onu yüceltti insanlar ben diyince mi yadırgadın, aşk olsun hiç adil değilsin ey kari. ben enis batur severim bil isterim ey kari. şöyle der bir şiirinde enis batur:

"Anlaşılmaz oysa insan: Nasıl birdenbire
başlayan yağmur uzaklaşıp gitmişse biz daha
şemsiyeyi açmadan"
buna ne dersin kari? insan anlaşılmazdır. insan senin anladığın kadar değil anlamadığın kadardır. (enis batur'un bu şiirinin adı "gri tavırlar". yani siyah değil beyaz değil gri. insan gridir. siyahı anlarsın beyazı anlarsın ama gri'yi hissedebilirsin anacak.

"...
keskin
duranla eğilip bükülen iç içe geçmiştir sanacak
aramızdan onu anlamaya çalışacak olan." 789'unu anlamaya çalıştığımız insanlar vardır hayatımızda ve onlara aşığızdır aslında ya da hayranız ne bileyim.. benim de 789'unu anlamaya çalıştığım insanlar oldu.

"suyu dinle ateşi yak özledim demek bu"

bu yüzden dikkat kesilmeyi öğrendim. bazı insanların söylediklerinden anlayamadığım kısımları anlamaya çalışmak için dikkat kesilmeyi öğrendim.

"beni vur saatin altında seni seviyorumdur bu"

sonra genele yayıldı her şeye dikkat etmeye başladım. mavi giyen bir kadının sevgiye ihtiyacı olduğunu fark ettim. gülerken kafasını geriye atan kadınların iyi seviştiğini. (vallaha lan var böyle bir şey)

"kov beni kabilenden ama bekliyorum demek bu"

  laf lafı açıyor işte.  çehov (çekov diye okunur) bunu fark ettiğinde yani insanın gerçek söylemek istediklerinin söylediklerinin karşı tarafta anlaşılan kısmında değil de anlaşılmayan kısmında olduğunu fark ettiğinde yani açık uçlu öyküler yazmaya başladı. çünkü insan açık uçludur biz zihnimizde tamamlamaya çalışırız onu. (farkında mısın ey kari şu ana kadar hiç bir eleştirmenin söylemediği bir şeyi söyledim. açık uçlu sanat eserlerinin neden açık uçlu olduğunu biliyorsun artık. e o kadar farkın da olsun.)

kimbilir belki de ben sana kendimden bahsettiğimde kendimi saklamaya çalışıyorumdur. ama sen beni gördün, hem de çırılçıplak.


22 Temmuz 2014 Salı

ne çok aynı şey

ışığı kapatayım ben. ışık açıkken yazamıyorum. önemli bir şey yazacağımdan değil ama yine de bir sıkıntı var içimde. geçtikten sonra "hep aynı şey oluyor" dediğim şeyler var. hayatınıza girmek isteyen insanların hayatınızdan çıkmak istemesi sürecinin bir mantık silsilesi izlemesi gerekmiyor. yani niye girdin niye çıkmak istiyorsun dediğinde o kişinin buna mantıklı bir açıklama yapması gerekmiyor. (genelde girmek isterken mantıklı sebepleri vardır insanların ama çıkarken yoktur pek) bunları salt birliktelikler için değil arkadaşlıklar için de söylüyorum ve hatta daha fazla arkadaşlıklar için. kendisiyle ilgili  kişisel kaygıları baskın insanlarla arkadaşlık yapılmaz, yani zordur da o yüzden; yoksa kötü olur bu insanlar o yüzden  bu insanlarla arkadaşlık yapılmaz demek istemiyorum. hele de bu kaygılar arkadaşlık paydasıyla ilintili konulara dairse iyice zorlu olur bu insanların arkadaşlığı. sende olup olmadığını tam olarak bilmediğin şeyleri paylaşmak neresinden bakılırsa bakılsın saçmadır. (ne diyon la sadede gel dediğini duyar gibiyim ey karî) yani benden arkadaş olmaz. dixi et salvavi animam meam! bilmiyorum işte her neyse sanırım o yok bende. bende olmayan bir şey değer verdiğim bazı insanların hayatımdan çıkmasına neden oluyor. o her neyse bende olsun isterdim. ama yok sanırım. iyi insanlar neye değer verir gerçekten? iyiliğe mi? dürüstlüğe? samimiyete? ve fakat.. neyse.. "nerde bir deniz görsem soyundum" diyordu bir şair (hangi şair olduğunu söylemeyeceğim ara bul amına koyim. gördüğün gibi kötü biriyim ben ey karî )
acımasızca dalga geçiyorum senle ve işte böyle kahkaha atıyorum sana karşı!!

bunu ciddiye almadın di mi ey kari? bu kadar salak olamazsın. birisi gerçek yüzünü göstermiyorsa sana bu onun iki yüzlülüğünden değil de belki senin bir "deniz" olmamandandır, ha olmaz mı? buraya bir yere de yazmıştım daha önce, kimsenin hayatına etki etmeden sessiz sedasız bu dünyadan göçüp gitmek dışında geleceğe dair kendime biçtiğim bir amaç yok bende. 

haytanın biriyim ben, bunu bilsin insanlar
ruhumun peşindedir zaptiyeler ve maliye
kara ruhlu der bana görevini aksatmayan kim varsa
laboratuvarda çalışanlara sorarsanız
ruhum sahte
evi nepal'de kalmış
slovakyalı salyangozdur ruhum
sınıfları doğrudan geçip
gerçekleri gören gençlerin gözünde.
acaba kim bilen doğrusunu? hatta ben
kıyı bucak kaçıran ben ruhumu
sanki ne anlıyorum?
ola ki
şeytana satacak kadar bile bende ondan yok. evet ey kari, üzgünüm istediğin, beklediğin her neyse ihtimal ki şeytana satacak kadar bile bende ondan yok. bundan dolayı beni yargılayamazsın. peki tamam sendeki bu yargılama hastalığının şifası yok biliyorum ama bir iyilik yap bu defalık kendini de yargıla beni yargılarken. çünkü biliyorum "Ne yapsam döl saçan her rüzgarın vebası bende kalacak" ama olsun:

"işte koydum işlemeyi düşündüğüm suçları
sizin geçmiş hatalarınız karşısına.
Ne yapsam
döl saçan her rüzgarın
vebası bende kalacak
varsın bende biriksin
durgun suyun sayhası
yumuşatmayı bilen ateş
öğüt sahibi toprak
nasıl olsa geri verecek
benim kılıcımı."

ben bunları yazarken şunu dinliyorum: sen de dinle ey kari




3 Mayıs 2014 Cumartesi

ilk taşı en mantıklı düşününeniz atsın

"söz vardı başlangıçta" diye başlıyor yuhanna incili. eylem'i yüceltti buna rağmen protestanlar. "ne saçma! Ne budalaca! Dört İncil'den Yuhanna'yı tercih edişim niye?" ismet Özel'i anmamak olmazdı tabii yuhanna'dan söz ederken.  "söyledim ve ruhumu kurtardım." ecinniler (doğrusu "ecinni" olmalıydı aslında) romanında dostoyevski, stavrogin'e söyletir bu cümleyi. vera tulyakova, nazım'a yazdığı bir mektubunu bu cümleyle bitirir. incil'den bir ayet, vera'yla nazım arasında bir köprü kuruyor. yuhanna bir balıkçıydı. onu isa'yla buluşturan ruhunu kurtarma arzusuydu. raskolnikov'u (kimilerine göre raskolnikov, dostoyevski'nin ta kendisidir) sorgu hakimiyle buluşturan hisse benzer bir histi yuhanna'nınki. umdukları gibi olmadı sonuç her ikisi için de. meramlarını anlatamadılar istedikleri gibi ruhlarını teslim etmedikleri kişilere... söyleyip ruhu kurtarmak,  çarlık rusyasından sovyetlere geçiş dönemi romanının başat teması oldu. ehrenburg ve ondan sonra gelenler ruhu kurtarmak yerine dünyayı kurtarmayı tercih etmenin romanını yazdılar. lermantov gibi şairler buna dirense de edebiyat komiserleri ehrenburg ve ardıllarını destekliyordu ne yazık ki... müthiş bir baskı (hatta istibdat bile diyebiliriz buna) uygulandı lermantov gibilere ve ne yazık ki teslim oldu lermantovlar. aslında bu durum başlangıçta "söz" değil action (eylem) olduğunu gösteriyordu bize; çünkü ruhu kurtarmak isteyenler maddi dünyayı kurtarmak isteyenlere yenilmişti, tıpkı rusya ana'nın sovyetlere yenilmesi gibi.


"ve aslında aradıkları şeyi tek bir gülde ya da bir avuç suda bulabilirlerdi. ama gözler göremez. insanın kalbiyle bakması gerekir."

2 Mayıs 2014 Cuma

muhsin bey yahut "sen kazandın ama ben haklıydım"

"muhsin kanadıkırık yahut estetik bir kaybediş" olacaktı başlık ama ezginin günlüğü'nün oyun  şarkısı dolandı dilime. orada geçiyordu bu söz: "sen kazandın ama ben haklıydım" muhsin bey tipi kaybedenler hep haklıdırlar ama kaybederler bundan belki de. sevda hanım şöyle der muhsin bey'e: " "mesela bana iş bulmak için koynunuza sokabilirdiniz, e allah biliyor ya ben de girerdim koynunuza. ama siz dürüst bir adamsınız muhsin bey. ne yaptıysanız yaptınız, siz haklısınız." haklıydı muhsin bey.. neyse her neyse. oğuz atay'ın tutunamayanlar ansiklopedisine kafadan giriş yapacak bir güzel abimizdir muhsin kanadıkırık:

"muhsin bey: iyi okur ağbi, gerçekten... üstelik söz verdik!
abuzer: vazgeeeeç... avans vermedik ya, söz verdik. sen bana şöyle hesaplı bi arabeskçi bulman mı?
osman cavcı: ayıb ettin abuzer ağbi, buluruz!
muhsin bey: hayır bulamaz! bizde arabeskçi yok. sen bir şakir'le görüş..."

muhsin bey'in niye kaybettiğini bu satırlarda bulabilirsin ey kari. vurguya lütfen dikkat kesil ey kari. muhsin bey için şarkı söylemenin önkoşulu "iyi okumaktır" mekan sahibi içinse konsamasyonu (sen bunu orospuluk diye oku) iyi yapması. muhsin bey için söz vermek önemliyken mekan sahibi için para vermek önemlidir. abuzer kazandı. ülke artık onların. yok amacım siyasi mesaj vermek değil. kültürsüzlük, kabalık geçer akçe oldu. abuzer kazandı muhsin bey kaybetti. her şey herkes yerli yerinde kalsaydı sorun olmayacaktı ama o bile olmadı. her taraf abuzer'lerle doldu. son muhsin bey'ler yaralı bir şekilde sürekli saklanıyor ve kaçıyor abuzerlerden (ya ne sandın filmi yazan kişi boşuna mı "kanadıkırık" yaptı. kanadıkırık bir muhsin bey ne kadar kaçabilir ki bir abuzer'den ey kâri?)

çiçeklere su verirken onlarla konuşup onlara gerçek sanat müziği dinleten muhsin bey, mayakovski'nin intihar etmeden önce yazdığı son şiirinde dediği gibi:

"aşkın küçük sandalı
hayat ırmağının akıntısına kafa
tutabilir mi!
dayanamayıp parçalandı işte sonunda"

daha ne kadar dayanabilirdi ki? bu arada o çiçeklere su verme sahnesi de ne güzel bir sahnedir tanrım:

" -nasılsınız bakalım
-suyu görünce kendinize geldiniz değil mi?
-efendim... ne dediniz?
-peki başüstüne ... bir daha müziğinize zamanında başlarım ...
-ya siz ?
-siz nasılsınız sevda hanım ?
-bunlar duymasın ama safiye ayla'yı sizin için çaldığımı bilin.
-size özel bir ilgi duyduğumu bilmenizi isterim ..." çiçeğine sevdiği kadının adını verip ona müzik dinleten bir güzel abi işte muhsin abi. muhsin abi, çağrılmayan yakup, selim ışık ve diğerleri için söylenebilecek en güzel söz tabii ki nazım'ın dediği gibi "henüz söylenmemiş olan sözdür" sadece ya kaçıp saklanarak ya da intihar ederek  ancak  "buradayım ulan ben" diyebilenlerin dilemmasını düşün ey kâri! sadece yok olarak ben buradayım diyebiliyorlar. değil mi ki intihar yahut kaçıp gitmek biraz da "ben buradayım" demektir. ben buradayım demek için kendini yok etmek ne yaman çelişkidir tanrım.

neyse geç oldu yarın okul var
. "bir geceyarısı yazıyorum bu mektubu
yalvarırım onu okuma çarşamba günleri"

ha tabii vedayı muhsin bey'in finalindeki nefis şarkıyla yapalım:





1 Mayıs 2014 Perşembe

talking about a revolution

bir güzel ablamızdır tracy chapman abla. onu ilk kez solculuk oynadığım toy zamanlarda tanımıştım. anlamıyordum pek ne dediğini şarkıda ama devrim diyordu. "fısıltı gibi" devrim diyordu. dünyanın en güzel sözcüğünü denge profiline ulaşmış bir ırmağın akışı gibi söylüyordu: öyle sessiz öyle biteviye. ben devirimi çok sevmiştim ey kari. kimsenin kimseyi aşağılamadığı, hor görmediği bir ülkenin hayali, bana ilk içilen sigaranın verdiği o tarifi namümkün hazzı veriyordu. bu yolda bir ömrü çürütemedim ben; çürütene bin selam olsun. hiç olmayacak bir kadını sevmek gibi hep sevdim ama devrimi. stalin yoldaş meşhur Stalingrad direnişi için moskova radyosundan halka seslendiği son konuşmasını "bayram bir gün bizim sokağımıza da gelecektir" diye bitirir. bayram bizim sokağa da gelecektir bunu biliyor ve istiyorum. ince memed'e kan kusturan abdi ağaların olmadığı bir ülke olacak burası bir gün. joan baez ablanın da dediği gibi "bir gün mutlaka" olacak. bayrağının rengini "abdi ağaların" kanından alacak bir ülke olacak. buna "ütopya" diyor abdi ağa gibiler ve onların kapatmaları. değil mi ki oscar wilde "ütopya ülkesini göstermeyen bir dünya haritasına göz atmaya bile deymez" diyecek.
 "...dikenlidüzü bu düzlüklerden biridir. dikenlidüzü'ne beş kadar köy yerleşmiştir. bu beş köyün beşinin de insanları topraksızdır. cümle toprak abdi ağanındır." abdi ağa'nın toprakları varsa, onu her daim kollayıp koruyan kaymakamları varsa ince memed'in de çelik gibi parlayan gözleri vardır. o gözler abdi ağaların kabusu olacaktır hep, olmuştur da. sıkıldıysan okumaktan biraz müzik arası verelim mi ey kari:


işte böyle ey kari. abdi ağalar varsa ince memed'ler de vardır. abdi ağa uzun çöpse ince memed kısa çöptür. ve eskiden beri "kısa çöp uzun çöpten hakkını alır elbette"