25 Haziran 2012 Pazartesi

Postmodernizm ve Orhan Pamuk'un Yeni Hayat Romanına Postmodernist Bir Bakış


         POSTMODERNİZM NEDİR?

         0. Postmodern Teorinin Tarihsel Gelişimi ve Ortaya Çıkması:

         “İnsan anlamdan, mantıktan, hedeflerden ve umutlardan bir an önce kurtulmalıdır!” Tam olarak bu mudur postmodernizm? Bunun cevabına hem evet em de hayır demek mümkün. Soruya verdiğimiz bu cevap aslında postodernizmi tarif etmeye daha yakın. Kendisini tarif etmeyen, nerede başladığını nerede bittiğini belirtmeyen bir “şey”e yönelik epistemolojik yaklaşımların bazı sakıncaları olduğu muhakkaktır. Bu sakıncaları en aza indirgemek için kavramı (postmodernizmi) tarihsel gelişimi içinde anlamaya çalışacağım. Fakat önce sözcüğün kendisinin sözlük anlamını vereceğim.
          İlk defa Arnold Toynbee tarafından 1939’da yayınlanan bir eserinde kullanıldığı sanılan Postmodernizm terimi, Latince kökenli- modo: tam şimdi  postmodo: tam şimdinin sonrası: 'after just now' gibi bir etimolojiye sahiptir. Sözcük post sözcüğünün öte anlamı vermesine binaen modern ötesi şeklinde çevrilir Türkçeye genellikle. Sözcüğün anlamına yönelik bir başka açıklama ise şöyle: Post sözcüğü "-den sonra" değil, "-den kaynaklanan, -den devam eden ama ondan ayrılan" anlamına gelir. Yani postmodernizm'den kasıt modernizmden kaynaklanan, modernizmden devam eden ama ondan ayrılan anlamlarına geliyor. Türk Dil Kurumu Güncel Sözlük’te ise sözcüğe:
 1 . Modernist arayışın canlılığını kaybetmesinden sonra XX. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan çeşitli üslup ve yönelişlerin adı.
2 . Mimarlık.  Günümüz mimarisinde işlevsel olmayı bir tarafa bırakıp değişik yapı biçimlerini serbestçe kullanma eğiliminde olan üslup.
Şeklinde bir açıklama getirilmiş.
         Sanal bir sözlük uygulaması olan Seslisözlük’te ise sözcük şu şekilde tanımlanmış:  “19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başlarındaki modernist arayışın canlılığını kaybetmesinden sonra ortaya çıkan çeşitli üslup ve yönelişlerin adı. Günümüz mimarisinde işlevsel olmayı bir tarafa bırakıp değişik yapı biçimlerini serbestçe kullanma eğiliminde olan üslup.”
        
         1. POSTMODERNİZMİN TARİHİ GELİŞİMİ:

         Postmodernizmin teorik anlamda ortaya çıkışını Dünya Savaşları’yla açıklamak adettendir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında yıkılan "düzen"in tekrar kurulabileceğine inanan insanlar, İkinci Dünya Savaşının çıkmasıyla ve savaşın getirdiği yıkımla bu umutlarını tamamen yitirmişlerdir. Artık din, devlet ve hatta aile gibi büyük kurumlara inanç kalmamıştır; çünkü bunlardan hiçbirinin savaşı ve sonuçlarını önlemeye gücü yetmemiştir. İnsanlar geleceğin neler getireceğini bilemediklerinden artık "şimdiyi" yaşamaktadırlar. Gerçeği, oturmuşluğu, güveni ve karşılıklı, bütün bir anlayışa dayanan insan ilişkilerini reddetmesiyle son derece radikal bir bakış açısına sahiptir postmodernizm. İnsanlar bir şekilde birbirleriyle iletişim kurmayı başarsalar da, bu sadece anlıktır, geçicidir.
         Postmodernizm de modernizm gibi ilk önce, dönemin kültürel merkezlerine değil onların çevrelerinde telaffuz edilmişlerdir. Bir estetik akımın adı olarak "modernizm, (modernismo)" sözcüğünü Guatemala'da çıkan bir dergide, Peru'daki bir edebi hareket için yazan Nikaragualı şair Ruben Dario kullanmıştır. Modernizm kavramı İngilizcede ancak 20. yüzyılın ortalarında kullanılmıştır. Postmodernizm (postmodernismo) kavramını da Miguel de Unamuno'nun dostu Federico Onis ortaya attı. De Onis bu terimi "modernizmin lirik meydan okuması" karşısında yine modernizmin kendi içindeki muhafazakâr bir gerileyişi tanımlamak üzere kullanmıştı. De Onis daha sonra "ultramodernismo" terimini ortaya attı. Hatta 1934 yılında Madrid'de iç savaşın eşiğinde ünlü "İspanyol Dili Şairleri" antolojisini bu düşüncesindeki şemaya göre düzenledi. Daha sonraları kavram İspanyolca "eleştiri"nin terimleri arasına girdi. Anglo-Sakson dünyasına estetik alanda değil başka bir "kategori"de, tarih kategorisinde kullanıldı Ülkemizdeki liberal/sağ teorisyenlerin bolca gönderme yaptıkları bir isim Arnold Toynbee'nin Study of History (Tarih Çalışması) adlı kitabında. Ciltler sürecek (9 cilt) bu çalışmada özetle Toynbee, sanayileşmecilik ve milliyetçiliğin oluşturduğu Batı tarihinin sanayinin ulusal sınırları zorlamasıyla bu iki yapısının birbirini parçalamaya başladığı, çelişkiye düştüğü fikrini işliyor. Ama milliyetçilik bu arada ulusal ölçekte değil ama çok daha küçük, etnik "cemaatlerin" içine sızarak gücünü kaybetmiyor. Artık yeni bir bakış açısı bulmak gerekiyordu, bu da ancak "uygarlıklar düzeyinde miadını doldurmuş ulus-devlet kategorisinin ötesinde bulunabilirdi." Perry Anderson'un aktardığı bu düşüncelerin 1934'te daha birinci ciltte dillendirilmiş olmasını düşününce bugünün "küreselleşme" adı altında sürdürülen, etnik ve dinsel kimlik fantazyalarını uyandıran, zorlayan, ulus tarafı dökülen bir özelleştirmeci liberalizmle birlikte ülkemizi istila etmesini sanırım daha iyi anlıyoruz. Şimdi ise Irak'a karşı savaşın gerekçelerindeki argümanların ürkütücülüğü, bunu oynayan öznelerin kullandığı etik olmayan dil'i düşününce bu daha da iyi açığa çıkıyor.

         Toynbee on beş yıl sonra (2. Dünya Savaşı'ndan sonra) milliyetçiliğe beslediği "derin düşmanlığın” ve sanayileşmeye duyduğu "kuşku"nun kehanet düzeyinde haklı çıktığını gördü. 1954'te basılan sekizci ciltte Fransa-Prusya savaşı ile açılan bu tarihsel kanalın adını "post-modern çağ" olarak adlandırdı. Batı cemaatleri ve orta sınıfları toplumda yönlendirici güç olarak bir burjuvazi yarattıkları andan sonra artık "modern" oldular diyerek modernin tanımını yapıyordu. Ancak Perry Anderson'a göre (2002),  postmodernizm için böyle kesin bir tanım getiremiyordu nedense Toynbee. Postmodern çağa damgasını vuran gelişmeleri şöyle gösteriyordu: Batı'da sanayi işçi sınıfının bir sınıf olarak doğması ve "Batı dışındaki entelijansiyaların modernliğin sırlarına vakıf olup bunları Batı'ya karşı kullanma yönündeki başarıları." Toynbee bu düşüncelerini doğrulayan örnek olarak "Bolşevik Rusya"sını, "Maocu Çin"i, "Kemalist Türkiye"yi ve "Meiji Japonyası"nı veriyordu. (8. Cilt, Aktaran Anderson.)
         Toynbee'nin kitabı ne var ki "komünizm karşıtı savaşımın" gemi azıya aldığı bir ortamda kolayca unutuldu. Ancak Kuzey Amerika'da başka bir biçimde terim ortaya çıktı. Roosevelt'in dördüncü başkanlık seçim kampanyasında etkin rol almış bir politikacı Charles Olson 1945 yılında seçim zaferinden sonra gittiği tatil beldesinde birden fikrini değiştirip politikadan uzaklaştı. Partideki görevini bıraktı. Gılgameş, Odysea okumaya başladı. Bütün Batı dünyasının tarihini kapsayan “West” adlı bir destan üzerine çalışmaya başladı. Nagazaki ve Hiroşima'nın izlerinin hesaplaşmasını yaşadığı anlaşılan Charles Olson belki de Perry Anderson'un (2002) dediği gibi "olumlu anlamda tek postmodernist"tir. Küçük bir manifesto yazdı Olson. Manifesto'da, "Getirdiğim yenilik, başlangıç olarak geçmişi değil, şimdiyi almaktır" diyordu. "Canlılığını sürdüren şimdi ise postmodern ve tarih sonrası"ydı. Charles Olson iyi bir antifaşist ve demokrattı. Çin devriminin yaydığı ışığın Batı'yı aydınlatacağını düşünüyordu. Perry Anderson'a göre "imgeleminin bir ucunda Anaksimandros, diğerinde Rimbaud bulunmaktaydı." FBI tarafından sorgulandı. Şiirleri gözden düştü ve postmodern kavramı da Olson'un kazandırdığı göndermelerden, yüklemelerden uzaklaştı.
         New York, Harward ve Chicago çevrelerinde ise 50'lerin sonunda postmodern terimi "olumsuz" anlamda kullanıldı. "Modernin ötesini değil modernden daha eksik bir şeyi" göstermekteydi. "Modern'in ülkülediği bütün hayallerin yıkıldığı, bilinçsiz bir sürükleniş içinde olduğumuz boş bir uzlaşmadan ibaret olan bugünkü toplumda, us ile özgürlüğün artık ayrıldığı" inancına dayalı pasifist, nihilist bir kimliğe sığınıyordu. Özellikle modernizmin yüksek entelektüel standartlarını bir yana bırakan, küçümseyen epigone (taklitçi) bir edebiyattan söz edip tanımlarken postmodernizme sert anlamlar yüklendi. "Ciddiyet"i aşağılıyordu postmodernizm. "Kültür ile ticaretin kesiştiği bir noktada sanatçı ile burjuva arasında yeni bir suç ortaklığı ortaya çıkmıştı." (Levin'den aktaran P. Anderson)
         Daha da ilginci CIA tarafından soğuk savaş sırasındaki entelektüel etkinliği konu alan 1960'ların ortasında düzenlenmiş Kültürel Bağımsızlık Kongresi'nde Amerikan gençliği içinde filizlenen "tarihten kaçan", "kayıtsızlığı" ve "kopukluk"u olumlayan kültürel "mutanlar"ı sıradan insanın özgürlüğü ve içgüdülerinin serbestliği olarak öven tezler sunuldu. Postmodernizm kavramsal olarak yerini yavaş yavaş buluyordu.
         1972 yılında Binghamton'da “Boundary 2” adlı edebiyat dergisinin altbaşlığı açıkça "Postmodern Edebiyat ve Kültür" dergisiydi. Derginin ilk sayısında Eliot, Pound, Tate, Auden ile Lowell'e ateş püskürtülüyor, yapıtlarını ise "kaçamak bir yerelliğe sahip, geriye götüren bir geleneğin parçaları" olarak değerlendiriyorlardı. Ama bu derginin önemli yanı onda yazan bir eleştirmendi İhab Hassan. İhab Hassan, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasında Mısır'da İngiliz hegemonyasına karşı yapılan sokak gösterilerini bastırmakla tanınmış bir aristokrat valinin oğlu olarak mühendislik eğitimi görmüştü. Önceleri ilgisi modernizme yönelikti. 1971'de postmodernizm kavramını kullandığında ortada bir yerde duruyordu. Modernist ve postmodernist sanatçıları bir program içinde topladı. (Yeni bir Gotha Programı!) İşaret ettiği ortak temel "belirsizlik ve içkinlik “oyunu"ydu. "Edebi bir değişim biçimi olarak postmodernizmi, gerek kendinden önceki avant-garde akımlardan, gerekse de modernizmden ayırt etmek olanaklıdır." Ne modernistler gibi "olimpiyen" bir tarafsızlığa sahiptir, ne de diğer akımlar gibi bohem ve isyankârdır. Sanat ile toplum arasında farklı türden bir uzlaşma önermektedir. İhab Hassan'a göre, "Sağ ile sol, altyapı ile üstyapı, üretim ile yeniden üretim, maddecilik ile idealizm, önyargıyı sürdürmek dışında pek bir işe yaramaz." (The Postmodern Turn, aktaran, P. Anderson)

         İhab Hassan, postmodern rüzgâr için öncü düşünceleri dile getiren isim oldu. Kavramı bütün bir sanat alanına yayan, bugün söz ettiğimiz temel ayırımlara dikkat çeken ilk kişiydi. Perry Anderson'a (2002) göre Hassan'ın düşünce yapısını sınırlayan en önemli eksikliği ve dolayısıyla aksaklığı siyaseti dışlamış olmasıydı. Ayrıca sanat görüşü de önceleri Duchamp, Beckett ya da Kafka'ya kadar uzanan klasik modernist yönelimler üzerineydi. Bu da modernizmin sulandırılmış bir haline tekabül ediyordu. "Biçimsel kaygının öne çıktığı, canlılığını yitirmiş bir modernizm." (Anderson, 2002) İşin daha başındaki bu çatlaktan olacak, sonuçta, İhab Hassan postmodernizme veda eden bir isim oldu. 1987'de postmodernizm üzerine yazdığı The Postmodern Turn'a (Postmodern Dönüş) yazdığı önsözde "Artık postmodernizmin kendisi de değişmiş, bence yanlış bir yöne girmiştir. İdeolojik saldırganlık ile gizemsizleştirici hafiflik arasına sıkışan, kendi yarattığı kitsch'in tuzağına düşen postmodernizm, eklektik bir alaycılığa, sahte hazlarımızı, basit inançsızlıklarımızı gizleyen bir şehvet kalıntısına dönüşmüştür." (Aktaran, P. Anderson).

         İhab'ın öne sürdüğü "vazgeçme" nedenleri, belki bir ironi olarak bu kavramın (postmodernizmin) yaygınlaşmasının da nedeni oldu. Venturi adlı bir mimar, arkadaşlarıyla Learning From Las Vegas (Las Vegas'tan Öğrenmek) adlı mimarlık kitabı yayımladı. Modernizmin reddediş ve kopukluk asabiyesini saldırılarının odağına koydular. Simgenin mekân üzerindeki egemenliği yeniden kurulmalıydı. Mimarlık artık bir işlevsel yüzey değil, derin bir yapı süslemesiydi, kumarhaneler gerçekte popüler bir imge zenginliğiydi. Perry Anderson'a göre bu kitapta İhab Hassan'ın  "sezip de bir türlü tanımlayamadığı" yeni ilişki büyük bir açık sözlülükle dile getirilmişti Modernist mimarlığın dev yapılarındaki planlı tekdüzelik, kentsel yayılmanın doğasında yer alan ve kendiliğinden gelişen "çok çeşitlilik" ve "canlılık" ile karşılaştırılıyor, sonuçta, modernist mimarinin "insan için inşa", postmodernist mimarinin "insanlar (piyasalar) için inşa"yı vaaz ettiğini söylüyordu. Yüksek sanatın popüler olanla karıştırılması! Bu "çoğulcu" bir "hoşgörü", ayrıca sanatçı için bir "seçenek bolluğu"ydu. "Sağ ile sol", "kapitalist sınıf ile işçi sınıfı" gibi kavramlaştırmalar "günü geçmiş kutuplaşmalar" olarak tanımlanıyordu.

         Görüldüğü gibi tarih ve edebiyat alanındaki kıpırdanmalar, mimarlık alanında kendini sağlamlaştırıyor, kavram da gittikçe "billurlaşıyor"du. Ne var ki felsefi alan bu rüzgâra fazla ilgisiz kalamazdı. Felsefenin merkezi Paris'te François Lyotard, La Condition Postmoderne (Ünlü Postmodern Durum) adlı bir kitap yazdı. Lyotard'a göre postmodernitenin doğuşu aslında derin bir paradigmanın ürünüydü; sanayi sonrası toplumun ortaya çıkmasıyla ilgiliydi. Toplumu, Marx'ın düşündüğü gibi "ikili bir çatışma alanı" değil, dilsel bir iletişim ağı olarak ele almak gerekiyordu. Böylece bilim de modernist dönemdeki iktidarını kaybedecek, diğer bilgi türleri arasında bir dil oyunu haline gelecekti. Bilim modernist dönemde "kesin doğruluk" taşıdığı iddiasıyla meşruiyetini sürdürüyordu. Oysa şimdi piyasanın hizmetine girdi.

         Lyotard'ın kitabı bugün de postmodernizm üzerine akla gelen ilk kitaptır. Ne var ki Lyotard'ın "doğa bilimlerinin bilimkurgusal akıbeti"nden söz eden bu kitabında bu konu hakkında aslında bir şey bilmediğini itiraf edecektir. Perry Anderson'un özetini verdiği bir söyleşisinde (Lotta Poetica, Ocak 1987) "Hikâyeler uydurdum, asla okumadığım birtakım kitaplara göndermede bulundum, belli ki insanlar çok etkilenmiş, oysa bu biraz parodiydi.. Postmodern Durum en kötü kitabımdır, gerçi hepsi kötü ama bu en kötüsü..." Perry Anderson'u hayrete düşüren, Lyotard'ın en çok önemsediği alanlar olmasına karşın, kitabında iki alanın, ne sanatın, ne de siyasetin yer almamasıydı. 1954-1964 yılları arasında aşırı solda bir örgütün (SoB) en önemli militanıydı çünkü. P. Anderson, Lyotard'ın fikir değişimlerinin (devrimci bir sosyalizmden nihilist bir hazcılığa yönelten nedenlerin) izini bir hafiye gibi sürüyor. Bu iz sürmeyi biz de takip ettikçe şu hayret verici sonuçlara varıyoruz. "Proletarya artık kapitalizme meydan okuyabilecek bir de devrimci özne değildir.." "Kapitalizmde, sosyalizmle üstesinden gelinip aşılmaya götürecek hiçbir şey, hiçbir diyalektik yoktur Sosyalizm artık kapitalizmle özdeştir. Kapitalizmi yıkacak tek güç dünya gençliği arasındaki arzu akışı'dır." Lyotard, “Ekonomie Libidinale” adlı yapıtında iyice gemi azıya alır. "Marx adlı arzu'nun gerçek yüzünü göstermek için, bütün bir ekonomi politiğin, ekonomi libidinale dönüşmesi gerekiyor. Sömürü aslında bir erotik haz biçiminde yaşanır... Madenlerde, fabrikalarda bedenin harap olmasından, anonim işçi mahallelerinde kişisel kimliğin yok olmasından duyulan mazoşistlik ya da histerik haz olarak. Yani sermaye hükmü altındakiler tarafından her zaman arzulanmaktadır." Anderson bu "sapkın" düşüncelerin temelini 5. Cumhuriyet'e bağlar. De Gaulle'un işçi sınıfının artık kapitalizme iyice entegre olduğu fikrine. 1974'te ise Lyotard'ın gardı iyice düşer. Amerika'daki dostlarına şaşırtacak bir itirafta bulunur Mitterand yerine Giscard'ın seçilmesini tercih ettiğini söyler.

         Gerçekten de 1976 yılında sosyalist partiler ve komünist parti olarak bir programda anlaşmışlar ve bir sonraki seçime hazırlanıyorlar. Bunu gören egemen çevreler geniş bir ideolojik saldırıya geçerler. 68 kuşağından bir grup reklamcının kurduğu medya ve Elysee'i arkasına almış anti-komünist bir topluluk Nouveaux Philosophes (Yeni Filozoflar!). Lyotard o büyük "tespit"i bu dönemde yapar Üst-anlatı fikrini burada formüle eder. Bu anlatı da aslında tektir Marksizm. İleride büyük anlatıların listesini genişletir ancak büyük düşman komünizm hep hedefte kalır "Hıristiyanlık'ın kurtuluş anlatısı, Aydınlanma'nın ilerleme anlatısı, Hegelci tin. Romantik birlik, Keynesçi denge" vs. Peki kapitalizm? Ona dokunmuyordu. Belki de o tek anlatıydı. Artık dünya o tek anlatının hükmündeydi "Tek ve evrensel bir özgürlük ve refah anlatısı-piyasanın küresel zaferi." Bugün Türkiye'de yaşayan çobanların bile ezberlediği tekerlemeye ne kadar benziyor değil mi? Oysa Lyotard bunu Carter döneminde yazmıştı!

         Perry Anderson, Lyotard'ın ipliğini pazara çıkardıktan sonra Almanya'ya, 1980 yılının sonbaharında Habermas'ın, kendisine Adorno ödülü verilmesi nedeniyle yaptığı konuşmaya geçiyor. Bu konuşmaya Anderson "postmoderne fazla değinmemiş olmasına karşın konuşma o günden sonra postmodern konusunda standart bir çizgi çizen konuşma olarak kaldı" değerlendirmesiyle giriyor. Habermas'ın bu ünlü konuşmasını mükemmel bir biçimde irdeleyen Anderson, aslında kıta Avrupa'sının bu en büyük filozofu görünen kişinin postmodernizmi bu kadar sert biçimde eleştirmesinin aslında postmodernizmin işine yaradığını imliyor. Çünkü "her yeni entelektüel alanın" kendisini geliştirebileceği bir gerilim alanına ihtiyaç vardır." Habermas konuşmasında, "Modernist kültür, sanatta yaratıcılığı besleyemeyecek hale geldikten sonra, bu kültürün çatışkıya dayalı mantığı kapitalist toplumun dokusuna işlemiş, ahlakını bozmuş, sınırsız bir öznelcilik yüzünden çalışma disiplinini aksatmış, hazcılık yüzünden düzen bozulmaya başlamıştır. Bu yozlaşmanın önüne de bir tek “dinsel inancın yeniden canlandırılması geçebilir" (vurgu bana ait) diyordu. Bu ürkütücü düşünceyi okuyunca, 80'li yıllardan sonra ülkemizde, aslında sol bir okul olan Frankfurt Okulu'nun bu yaşayan temsilcisine dinci entelektüel çevrelerin neden bu kadar ilgi gösterdiklerini anladım. Perry Anderson da aslında kapitalist modernleşmenin "ticari (piyasa) mantığı"ndan kaynaklandığı açık olan bir durumun sorumluluğunu "estetik modernizme" yüklemenin hiç de dürüst bir iş olmadığına dikkati çekiyor. Bu, Habermas'ın fikirler dizgesinin aslında paradigmasıdır Aydınlanmanın ülkülerini hep olumlamak ama ardından bunların asla gerçekleşme olanağının olmadığını söyleyip yazmak! (Belirtmek gerek, Alex Collinicos (2001) tam tersini savunuyor "Habermas, gündelik yaşamın akılcı düzenlemesi olarak Aydınlanma düşüncesini hâlâ şiddetle savunmaktadır." ( Postmodernizme Hayır, s. 146) Anderson hayretini gizlemiyor, "Habermas da, Lyotard da Marksist kökenli düşünürlerdi, ama postmoderniteye ilişkin değerlendirmelerinde Marksizmden neredeyse hiç yararlanmamış olmaları şaşırtıcıdır. Ne Lyotard, ne de Habermas postmodernin zaman ile mekândaki yerini belirleyecek gerçek bir tarihsel yoruma girişmiştir. Bunun yerine az çok havada uçuşanlara işaret edip durmuşlardır. Sonuçta tanımı gereği bile zamansal olan postmodern kavramı paradoksal bir biçimde dönemsel ağırlıktan yoksun kalmıştır." Yine de estetik alanda Habermas şu saptamayı yapmıştır "Postmodernizm gündemde evet ama hep entelektüel bütünlükten yoksun olarak." Bu saptamada Ahmet Oktay'ın 2000), postmodernizmin "niçin kapsamlı bir kuramsal tartışmaya girmeden de facto kabul edildiği" sorusunun yanıtını sanırım rahatça bulabiliriz.

         Perry Anderson burada bitirmiyor, postmodernizmin tutarlı olduğu bir alana işaret ediyor "Postmodern fikri yerleşeli beri hep sağın mülkiyetinde olmuştur!" (Lyotard'ın Postmodern Durum'unu 1990'lı yıllarda Türkçeye bir sağcı öğretim üyesinin, Ahmet Çiğdem'in çevirdiğinin tesadüf olmadığını burada belirtmek gerek.) Modernin ölümünü sevinçle karşılayanlar, ressamların da bankacılar kadar özgür ve küresel boyutta iş yapar hale gelmelerine çılgınca seviniyorlardı elbet. Evet, kapitalizmden başka seçenek yoktu. Postmoderinizm bütün alternatif "yanılsamaların" üstüne bir heyula gibi çöktü(rüldü!). (Bkz. Perry Anderson, Postmodernitenin Kökenleri, 2002)

         2. POSTMODERNİZMİN DİĞER SANAT DALLARIYLA İLİŞKİSİ:

         2.1. POSTMODERN MİMARİ:

         Kavramın ortaya çıkmasıyla ilgili düşünceler muhteliftir görüldüğü gibi fakat kavramın ilk kez mimaride ortaya çıktığı tartışma götürmez bir gerçektir. Postmodern mimari ilk örneklerinin 1950'lerde başladığı varsayılan ve günümüz mimarisinde de etkisini sürdüren uluslar arası bir üsluptur. Mimarlıkla postmodernitenin habercisi, genellikle modernizmin sahip olduğu uluslararası üslubun biçimciliğine bir yanıt olarak "nüktenin, süslemenin ve göndermenin" geri dönüşüdür. Pek çok kültürel hareket gibi, postmodernizmin en fazla dillendirilen ve görünür olan fikirleri mimaride gözlemlenebilir. Modernizmin işlevsel olan ve resmileştirilen şekilleri ve alanları tam aksi yöndeki bir estetikle yer değiştirmiştir: Üsluplar çarpışır, kendi için biçim anlayışı ortaya çıkar ve tanıdık üslup ve alanlara bakmanın yeni biçimleri fazlalaşır.

         Modern mimarinin klasik örnekleri arasında, ticari alanda Lever House ve Seagram Binası, özel yahut kamu alanları arasında da Frank Lloyd Wright eserleri veya Bauhaus gösterilebilir. Postmodern mimarinin geçiş örnekleri arasında Oregon, Portland'daki Portland Binası ve New York'taki Sony Binası gösterilebilir. Bu yapılar geçmişten bileşenler ve referanslar alır, rengi ve sembolizmi mimariye yeniden sokar. Postmodern mimariden etkilenim taşıyan birincil örnekler arasında “Las Vegas'tan Öğrenmek” adlı ve 1977 tarihli kitabında Robert Venturi tarafından üzerinde durulan “Las Vegas Strip” adlı bina vardır. Venturi kitabında binanın sıradan ve evrensel mimarisine alkış tutmaktadır.

         Postmodern mimari yeni-eklektik mimari olarak da tanımlanmıştır; binaların cephesi göndermeler ve süslemelerle doludur ve sert süslemesiz modern üslubu karşısına alır. Bu eklektizm, Stuttgart Devlet Galerisinde ve Charles Willard Moore tarafından yapılan Piazza d'Italia'da en belirgin halini alan, dik olmayan açıların ve alışıldık olmayan yüzeylerin kullanımı ile kendini gösterir. Edinburgh'taki İskoç Parlemento binası da postmodern modanın bir örneği olarak gösterilmektedir.

         Modernist mimarlar postmodern binaları kaba ve süslü binalar olarak görürler. Postmodern miamarlar da modern alanları ruhsuz ve kişiliksiz olarak nitelendirir. Bu fikir ayrılığı amaçlar söz konusu olduğunda da kendini gösterir: Modernizm süslemenin yoksunluğu kadar malzemenin minimalist ve yerinde kullanımıyla dikkati çekerken, postmodernizm erken modernistler tarafından konulan kesin kuralların bir reddidir ve inşa tekniklerinin, açılarının ve üslupsal göndermelerin bolluğunu tercih eder.
         Hemen tüm yeni gelişmelerde olduğu gibi postmodernizimde de ilk gelişmeler mimari alanında olduğunu söylemiştik. Önemli postmodern mimarlardan Charles Jenks, postmodernizmin doğuşunu tam olarak şu cümlelerle duyurmuştur: “Modern mimarlık ABD Missouri St. Lois'de 15 Temmuz 1972 günü saat 15.32'de ölmüştür. Ölüm cezası Pruitt - İgoe mahallesindeki birkaç binanın dinamit ile yıktırılması şeklinde infaz edilmiştir." Peki postmodernizmin doğmasına sebep olan  bu Pruitt – İgoe vakası nedir? Pruitt – İgoe,  ABD Missouri, St.Lois'de çoğunlukla zencilerin yaşadığı bir mahalle.
                                          Resim: 1 Pruitt - İgoe'den bir Görünüm.


1972'de bu mahalledeki vaktiyle mimari açıdan pek başarılı bulunmuş ödüllü toplu konutların, zamanla çevrede tehlikeli vandalizm olaylarının ortaya çıkmasına yol açması sebebiyle (uzun koridorlar, kimliksiz yarı mahrem mekanların denetimsizliği vs.) yıkılışı ile "modern mimarlık"ın öldüğü ileri sürülür"


                                          Resim: 2 Pruitt  - İgoe Koridorları...

        
 “Modern Yaşam Makinesi”nin ödül kazanmış bir versiyonu olan, Pruitt-İgoe toplu konut bloklarının, içinde yaşayan düşük gelirli insanlar için oturulmaz bir çevre olduğu gerekçesiyle dinamitle havaya uçurulması mimaride modernizm için bitiş postmodernizm içinse başlangıç olmuştur. 

                                         Resim: 3 Pruitt – İgoe’nin Yıkılışı…
        
         Yıkılan, beğenilmeyen, eleştirilen  bu “modern” mimari yerine ikame ettirilen postmodern mimarinin öncüleri ve uygulayıcıları arasında ise şu isimler ön plana çıkar:
John Burgee                 
Michael Graves
Jon Jerde
Philip Johnson
Ricardo Legorreta
Ricardo Bofill
Charles Willard Moore
William Pereira
         21.Yüzyıl düşünce iklimini şekillendiren post modern mimariye birkaç örnek:
                                          Şekil 1: Guggenheim Müzesi, ispanya.
                                                               


                                                       Şekil 2: Sony Center., Los Angeles.
        
         .
                       

         2.2. POSTMODERNİST RESİM:

         Sanat Tarihi içine 1970’li yılların sonunda girmiş olan Postmodernizm, o dönemlerde belli belirsiz, modern olan her şeye karşı çıkma anlamında kullanılıyordu. Fakat gene de özünde modernizme karşı basit tepki, geleneksel manzara, tarih resmine geri dönüşle ve deneysel yöntemlerin reddedilmesiyle gelir. Figür yine modadır. Postmodernist resmin öncü isimleri; James Valerio, Eric Fischl, Peter Blake, Carlo Maria Mariani gibi isimlerdir. Klasik antikiteyi, çıplaklığı, özellikle erotizmi, tarihselliği, fotogerçekçiliği ve en önemli özelliği olan Rönesans ve Barok dönemlerin resimlerini hatırlatıcı tekrarlamalara gitme en önemli özellikleridir.
         Ayrıca, Postmodern resim anlayışı 1970’li yıllarda, Kötü Resim (Bad Painting), Graffiti, İletişim Estetiği, Yeni Fovistler, Yeni İmaj Resmi dikkat çekerken, 1980’li yıllarda da Avangard Ötesi, Özgür Figürasyon, Yeni Figürasyon, Postmodern bir hareket olan Pittura Colta, Benzetimcilik (Simülasyonizm), Yeni Dışavurumculuk, Yeni Geometri, Yeni Kitsch gibi sanat hareketleri şeklinde kendini göstermiştir.
         Bazı ünlü postmodernist ressamların resimlerinden  örnekler:



                                         Resim: 4 James Valerio'nun "Chicago" Tablosu. (2002)




     Resim: 5 Sir Peter Blake'nin postmodernizmi en güzel ifade eden  Origins of Pop 3 Tablosu.



 
     Resim: 6 Carlo Maria Mariani; la Mano.



         2.3. POSTMODERN EDEBİYAT:

         Postmodern edebiyat denilince akla  nedense şiirden ziyade hep roman gelir. Buna sebep de sanırım şiirin zaten eskiden beri gösterileni fazla göstergelerle yapılan bir sanat olmasıdır. Bu anlamda şiir ta en başından beri postmoderndi, sadece tarih içinde bazen gerçekçi oldu o kadar. Bu yüzden Postmodernizm şiirde bir dönüşüm gerçekleştiremedi fakat  hemen her zaman gerçekçi olması ve anlatımında gösterileni az göstergelerin seçildiği bir tür olması nedeniyle asıl icra alanını  roman da uyguladı. Bu başlık altında önce Postmodern romanın tarihi seyrine daha sonra da kullandığı tekniklere değineceğim.
         Bu roman türünde yazar, dış dünyayı birebir yansıtmaktan özellikle kaçınır. Postmodern romanın kökleri incelenmek istediğinde bu köklerin sanıldığından çok daha eskilere uzandığı görülür. Bunların belli başlıcaları şöyle zikredilebilir.

         Postmodern romanın kökleri, öncelikle postmodern durumun ve postmodern düşüncenin ortaya çıkmasından çok daha eskilere gider. Daha klasik roman olarak adlandırılan roman geleneği içinde bile postmodern romana ait öğelerin görülmesi söz konusudur.Hatta roman türünün öncü metinlerinde postmodern romanın özellikleri olarak kabul edilen girişimler görülür.Jale Parla (2000), Don Kişot’un bir anlatı türü olarak romanın öncüsü olduğu kadar, üst-kurmaca, temsilin sorunsallaştırılması, parodi, ironi ögelerini de barındırdığını, bu bakımdan Miguel de Cervantes’in ve kitabının modernitenin öncü yazarlarından ve yaptlarından olduğu kadar postmodernizmin de habercisi olduğunu belirtir.

         Bir başka köken, geç dönem modernist romanlarda görülür. Postmodern romana ait olduğu kabul edilen ögelerin çoğunun bizzat modernist roman içinde ortaya çıkması söz konusudur. Meselâ, Thomas Mann, James Joyce, Wirginia Wolf, Samuel Beckett gibi yazarlar, hem işledikleri konular hem de işleyiş biçimlerindeki yenilikleriyle postmodern romanın köklerinde yer alırlar. Ancak modernist romancılar, belirli bir ölçüde sanatçı olan okurları hedeflemelerine rağmen, postmodern yazarlar bir anlamda metnin okumalarını çoğaltırlar. Modernist roman okurun belirli bir yoruma ulaşmasını zorlaştırmak için elinden geleni yaparken, postmodernist roman, belirli bir evrensel yoruma yol açabilecek anlam bütünlüklerine kuşkulu bakışı dolayısıyla anlamın sürekli kaybolduğu ya da ertelendiği metinler olarak üretilir.

         Postmodern romanın köklerinden birisi de Beat Kuşağı olarak adlandırılan yazarlara uzanır. Jack Kerouac ve Allen Ginsberg’in bu kuşağın ruhunu yansıtan avangard yapıtları ve William Burroughs'un kitapları , anlatı geleneğinde sürrealizme benzeyen bir eğilim olarak belirginleşir. Macera, coşku ve cinsel fantezilerdeki yoğunluk, sanat-dışılık ve toplumu ve onun taleplerini reddedişteki bireysel radikallik bu kuşağın özellikleri olarak bilinir; yazınsal alanda da tam bu şekilde bir içerik ve söylem yapısı kullanmışlardır. Postmodern romanlarda bu tür etkileri görmek mümkündür.

         Kendi yapıtlarını başka yapıtların bir parçası olarak tanımlayan Fransız yazar Georges Perec, postmodern romanın köklerinde bulunan yazarlardan biri olarak değerlendirilebilir. Perec'in neredeyse konularından daha çok kitaplarının teknik yönleri ilginçlikler barındırır. Postmodern romanlarda görülen zevk ya da okumanın amacı ve gerekçesi olarak zevk öğesini Perec'in metinlerinde görürüz. Onun lipogramlara dayanan metinleri bir ilginçlik örneğidir. Kayboluş adlı romanını Perec hiç "e" harfi kullanmaksızın yazmıştır.

         Jorge Luis Borges ise, postmodern romancılar arasında değilse bile köklerinde tartışmasız bir şekilde yer alır. Üst-anlatı, parodi, anlamın sorunsallaştırılması, çoğulluk ögeleri Borges’in hemen bütün metinlerinde görülen özelliklerdir. Bunun yanında, gerçek/gerçek-dışı onun metinlerinde sürekli birbirine geçiştirilir, gerçeklik sürekli olarak yeniden yorumlanabilir şekilde kurgulanır. Fantezi, Borges anlatılarının vazgeçilmez öğelerinden biridir.

         2.3.1. POSTMODERN ROMANIN GENEL ÖZELLİKLERİ:

         Postmodern roman denilince ilk akla gelen dil oyunları düşüncesidir.Postmodernler, Dilin gerçekliği temsil eden değil kuran bir yapı olduğu önermesinden hareket ederler.Postmodern romancılar, bu anlamda postmodern teorinin temsili sorunsallaştırma girişimini üstlenirler ve gerçekliği temsil etmekten ziyade anlam çoğulluğunu hedeflerler.Çünkü dil, postmodern anlayışa göre bir gerçekliği temsil etmez, belirli bir anlamda aksine gerçekliği kurar. Postmodern roman, tam da dile dair bu bilgi ile üretilen anlatıları işaret eder.

         Çoğu postmodern romancıda, hem anlatıcının (yazar'ın) hem anlatının sürekli devrede olması, metin içinde birçok anlatıcı sese imkân verilmesi, anlatı içinde anlatıların içiçe gecmesi ya da anlatı içinde başka bir anlatının/ya da anlatıların izinin sürülmesi türünde öğeler görülür. Bu romanlarda yazar’ın geleneksel statüsünü kaybettiği ya da en azından bu statüsünün sorunsallaştırıldığı görülür. Temsilin yani sıra yazarın konumu da sorunsallaştırılır. Bu noktada, "anlamı üreten okurdur" düşüncesi belirginlik kazanır. Bu önerme tamamen ona ait olmasa bile büyük ölçüde postmodern roman anlayışının düsturlarından biridir.

         Öte yandan, romanlar, kendilerinden önceki anlatıların seslerini yankılarlar. Bu anlamda, postmodern roman, edebi anlatıların ya da daha doğrusu tüm edebiyat geleneğinin bir parodisi olarak belirir. Kristeva’nın deyişiyle bu durum, edebi metnin, metinlerarası bir göndermeler mozayiği içinde oluştuğu anlamına gelir .Bu nedenledir ki, postmodern roman, tek doğrultulu, kapalı, kapanabilir tek bir anlam katmanına sahip anlatı türlerinden farklılaşmanın bir ürünüdür.

         Postmodern roman, klasik romandaki gibi olay örgüsü üzerine kurulu bir anlatı değildir. Olay örgüsünden daha çok olay'ın ya da olayların ön plana çıkması söz konusudur.Postmodern roman modernist romandaki gibi zor da olsa ulaşılabilir olan anlam bütünlüklerine sahip bir anlatı değildir. Postyapısalcı felsefenin dil dolayımında ulaştığı kuramsal sonuçlar, postmodern romanın perspektifini doğrudan belirlemektedir. Buna göre, metin, anlamın tamamlanıp bitirildiği ve tüketildiği bir yer değil, aksine hiçbir zaman tamama erişilemeyen, her okumada yeniden değerlendirilmeye açık bir uğraktır; çünkü ardında ya da daha doğrusu yapısında asla bir yere indirgenemeyecek olan uçsuz bucaksız bir işaretler sistemi olan dil vardır.

         Jale Parla (2000), postmodern romanda okur-yazar-metin ilişkisini şu şekilde belirtmektedir: "Hiç bir metin tamamlanmış bir bütün değildir. Bu da okur ve yazarı yeni bir konumda düşünmemizi gerektirir. Okur ve yazar dil denizinde sözcüklerin anlamlarının dalgalar gibi birbirini izlediği bir devinim içinde yüzerken, metinler, benlikler, kimlikler ve yorumlar da yeni göstergelere dönüşürler....Bu epistemolojiye göre, belirleyebileceğimiz yazar, okur, metin yoktur; yalnızca o metin aracılığıyla oluşan söylemler vardır" (Don Kişot'tan Günümüze Roman, s.180)
         Bu açıklamadan sonra postmodern romanların olmazsa olmaz yöntemlerini açıklama geçebiliriz artık.      
         Postmodernist romanlarda kullanılan balıca teknikler şunlardır:
·   Üstkurmaca
·   Metinlerarasılık
·   Söylem çoğulluğu
·   Okur merkezlilik
·   İroni
·   Pastiş
·   Kolaj
·   Metafor
·   Alegori

Şimdi de kısaca bu tekniklere bir göz atalım.

 Üstkurmaca:
Gerçek ile kurmaca arasındaki ilişkiyi sorgulamak/sorunsallaştırmak için bilinçli ve sistemli olarak dikkati,anlatının bir kurmaca olduğuna çeken kurmaca türüdür.Genellikle ironi ve yazarın anlatıya müdahalelerini içerir (yazarın da karakter olması). Tek bir çeşidi ve yöntemi olmayan üstkurmaca tekniğine yönelik bir diğer tanım da şu şekilde: Gerçek hayatla kurmaca olanı birbirinden ayırmak, bu ayrımı sorgulamak için bilinçli olarak, anlatının kurmaca olduğuna dikkati çeken kurmaca biçimidir. Bu yöntem biraz da Brecht’in “yabancılaştırma” tekniğine benzer. Fakat postmodern Romalarda bu tekniğin asıl kullanılma sebebi üstkurmaca tekniği ile, romanın kendisini anlatması sağlanır. Böylece yazılış süreci eserin içine yerleştirilerek onun ana konusu olur. Romanın sözcüklerden kurulu bir oyun, gerçek dünyanın aranamayacağı bir yer olduğunu her fırsatta okura belli eden postmodernistlerin bu tavrı, okuru gerçek bir dünyaya sokmak isteyen yazarlarınkinden oldukça farklıdır.

   b. Metinlerarasılık:

         Metinlerin anlamının başka metinler tarafından şekillendirilmesidir. İçinde yaşadığı gerçekliğe yabancılaşan çağdaş yazarın, bütünleşmekte zorlandığı bir gerçekliği yansıtmaktan vazgeçip, daha önce başka yazarlar tarafından yazılmış metinlerin dünyasına sığınması onlardan yola çıkarak ikinci elden yeni bir kurmaca gerçeklik yaratması demektir.
         Türk edebiyatında en başarılı örneği Tutunamayanlar’da görülebilecek olan metinlerarasılık, bir çok metin halkalarının romanın teknik akışı içinde birbiriyle olan ilişkisini olay örgüsü içinde başka metinlere doğrudan ya da dolaylı bir şekilde bağlayarak, romanın çok katmanlı bir şekil almasını sağlamıştır. Roman metnine turgut tarafından yerleştirildiği anlaşılan bu metinler kurgu bakımından romanı çok katmanlı yapmanın yanında romandaki parodinin ortaya çıkmasına da hizmet ederler. Bu anlatım tutumu, Tutunamayanlar’ın değişik metinlerle ve söylemlerle ilişkisini de sağlar. Tutunamayanlar’ın metinlerarasılığı daha çok bir hesaplaşma, mizah yoluyla geçersiz kılma düzleminde gerçekleşir. Postmoderniteye has bu teknik konvansiyonel eserlerde anlatıyla okur arasında birbirini anlamaya dönük duygusal bir bağ geliştirir. Okurdan anlatının anlaşılmasına dönük birikim ve ön çalışma bekler. bu yönüyle eski edebiyatın, mitolojinin, dini ve beşeri inançların, Antik Yunan klasiklerinin, Sümer, Babil, Mısır ve Grek epopelerinin iyi bilinmesi gerektiğini belirtmek gerekir.
         Özetle çıkarımı hiçbir şey nesnel değildir, her şey bir başkası tarafından farklı şekilde algılanıp, farklı şekilde sunulabilir olan edebi kullanım biçimidir. Doğruluğu irdelenemeyen kültürel, tarihsel bilgiye olan güvenin azalmasıyla ortaya çıktığını söylersek yanlış olmaz. Buna güzel bir örnek olarak İncilden alıntılarla, aliterasyonlarla dolu olan İngiliz edebiyatı verilebilir. Metinlerarasılık okuyucunun bir durumu, düşünceyi farklı bakış açısından yakalamasına büyük ölçüde yardımcı olmakla beraber bu, daha sonra yaratılmış eserin öncekini sadece çürütmek amacıyla ele aldığı anlamına gelmemelidir. Burada önemli nokta her şey sonsuz kere konu edilebilir, bir son söz yoktur.

         c. Söylem Çoğulluğu:

         Farklılığın ve çeşitliliğin vurgulanıp benimsenmesi; gerçeklik, hakikat, doğruluk anlayışlarının tartışılmasına yol açan dilsel dönüşümün yaşama geçirilmesi söz konusudur bu teknikte. Bu teknik romanda kendini yazarın herhangi bir söyleyiş tekniğine bağlı kalmadan yazması şeklinde gösterir. Romanın tek bir anlatım tekniği yoktur. Bakış açısı tek bir açıyla sınırlı değildir örneğin. Ya da, yazar araya girip bilgi verir, birden bilinç akışı tekniğine geçilir..Postmodern romanın en özgür tekniği olduğu kaydını da düşmek gerek sanırım.

   d. Okur merkezlilik:

         Bir metin okunduğu an varolmaktadır (okurmerkezli yaklaşım). Okur merkezli yaklaşım, metnin okuru olmadan varolmadığını öne sürer. Metin, sadece okunduğu sürece vardır ve okunduğu an varolmaya, yaşamaya, değişmeye başlar. Okurmerkezli eleştiri, bir metnin, okur sayısı kadar potansiyel okuması olduğunu savunur. Dolayısıyla metin, yazıldığı an yazarından bağımsızlaşır ve okurun okumasıyla, yorumuyla yeniden yaratılır. Artık metin, bağımısızlaşmıştır ve yazarından bağımsız varolur. Yazar'ın "demek istedikleri" önemli değil, okurun "anladığı" ve imgeleminde canlandırdığı metnin varoluşuna zemin oluşturur. O nedenle, tek bir gerçekliğin ortadan kalkıp kübist bir çözümlemeye maruz kaldığı postmodern harekette metin, okurlarınındır ve okurların sayısı kadar farklı okuması bulunur.

         e. İroni:
         Sözcük olarak kökeni Yunanca "kendini küçültmek" anlamındaki "eironeia" kelimesine dayanır. Bir başka düşünceye göre ise yunanca ayırmak anlamına gelen 'eiron' sözcüğünden gelir. Bu köken anlamını bilme çabası bize sözcükle ilgili net bir bilgi vermeyecek anlaşılan. O yüzden birkaç ironik örnekle durumu somutlamaya çalışacağım:
         “Işıklı bir levhaya "kahrolsun Edison" yazarak şehrin en görünür yerine asmak.”
         “Okul sırasının üzerine yarım c.m.’lik yarıklarla "okulun demirbaşlarını koruyunuz" yazmak.”
         “Kalbe en iyi gelen egzersizlerden biri olan jogging'in mucidi olan adamın jogging yaptığı bir sırada kalp krizinden ölmesidir.”
         “Yanlış kelimesinin "yalnış" şeklinde yanlış yazılması”
         “Radyoloji biliminin kurucusu olan Madam Curie’nin kanserden ölmesi.”
                             
                                                      Resim 7. İroni...

         Peki  postmodern bir romanda yazarlar neden ironiye başvurur. Hayatın bizatihi kendisinin absürtlüğünün bir göstergesi olan ironi; zaten kurmaca olan romanın vazgeçilmez bir öğesi olmak durumunadır. Aslında kurmacanın kendisi dahi zaten başlı başına bir ironidir.  Yazar romanında ironi yaparak mantıklı gibi görünen gerçek hayatın aslında çok da mantıklı olmadığını göstermek ister bir anlamda…

         f. Pastiş (Pastiche) :

         Daha önce var olan bir metnin söylem özellikleri dikkate alınarak yeni bir roman meydana getirilirken o romanın üslubunun taklit edilmesidir. İtalyancada çok çeşitli malzemelerden yapılmış bir pay anlamına gelen 'pasticcio' kelimesinden türemiş ve günümüzde çeşitli stillerden ve dönemlere ait eserlerden parçalar alarak onları tek bir sanat eseri ortaya koyacak şekilde bir araya getirmeyi açıklayan, postmodernizme ait terim. Alınan parçalar yeni oluşturulan eserde genelde çok derin manası düşünülmeden, yüzeysel biçimde kullanılır.
                           
                                                     Resim 8. Coca Cola'ya bir pastiş...


         Ayrıca, Quentin Tarantino'nun 80 farklı filmden çeşitli sahneleri andığı Kill Bill'i sinemada pastiche'e güzel bir örnektir.

         g. Kolaj:

         Fransızca 'yapıştırma' anlamına gelir. İlk kez kübist akım temsilcileri tarafından kullanılmıştır. Bu tekniğin kullanılma amacı; sanatçılar sıradan nesneleri kolajda bilinçli olarak tercih ederek sanatı paha biçilmez gören burjuva sanat kuramına meydan okurlar. Romanda ise Plastik sanatlara ait eserlerin bizzat nesnelerinde oluşan sanatsallığı, edebiyat eseri ancak içeriği ve bu içeriğin kapsamında kalan biçimi aracılığıyla sağlayabilir. Bu yapısal mahkûmiyet sonunda önem kazanan, içerikte estetize oluş (Ferit Edgü’nün O’su, Latife Tekin’in Buzdan Kılıçlar’ı gibi kimi öykülemeli kurmaca eserlerde denenen biçimci uç uygulamalar bir yana bırakılırsa) durumu, kolajın da bu sınırlılık içinde yer almasına, dolayısıyla edebiyatın özüne, ruhuna uygun bir dönüşüm geçirmesine zemin hazırlamıştır.
         Romanda kolaj, yaygın olarak malzeme bakımından [harfler, sözcükler, gramer] türdeş; bu malzemelerin yarattığı formlar [sözlük, ansiklopedi, makale, çalışma notları/müsvedde, dipnot], bu formların ait olduğu kurmaca ve kurmaca olmayan edebi türler [tiyatro, şiir, destan ve mektup, günce], buna bağlı olarak yaratılan söylem tarzları [estetik, iletişim, bilim] ve nihayetinde yönelinen izleyici kitle [öğrenci, gazete/makale okuyucusu, haber alıcısı] gibi temel ölçütler bakımındansa türdeş olmayan, çok farklı alanlara/hedeflere hitap eden, bu bağlamlar içerisinde işlevsellik kazanmış “metin”lerin bir ana metin fonu üzerine serpiştirilerek yapıştırılması tarzında uygulanmıştır. Nadiren, malzeme bakımından türdeş olmayan “parça”larla oluşturulan kolaj uygulamalarının da bulunduğunu bu arada belirtelim. Sözgelimi, Hilmi Yavuz’un Fehmi K.’nın Acayip Serüvenleri’ndeki (1990) solfej kâğıdı ile İhsan Oktay Anar’ın Kitabül-Hiyel’indeki (1999), kimi mekanik aygıtların düzeneğine ait şematik çizimler, malzemece türdeşlik dışı özellikleriyle dikkat çekici birer kolaj örneğidir. Bu eserler aynı zamanda, kökeni resim sanatı olan kolaj tekniğinin, söz konusu orijini doğrultusunda kullanılışının sınırlılığı içinde kalan örnekleridir.
             
                        Resim 9. Sanatı Paha Biçilmez Görenlere Postmodern Bir Meydan Okuma...

Sanat paha biçilmez olmamalıdır  Postmodernistlere göre; çünkü paha biçilmezin olduğu yerde paha biçilebilir olan ötekileştirilmiştir. Bir anlamda postmodernizmin şeyleri değersizleştirme sürecinin bir sonucudur sanatta kolaj kullanma!




h. Metafor (Eğretileme, İstiare, Deyim Aktarması) :

Köken olarak Yunancada taşıyıcı, aktarıcı anlamına gelen meta+phora sözcüğünden gelen; dilde, içeriğin (anlamın, düşüncenin, gösterilenin, vs) kendi varsayımsal göstereninden farklı bir gösterenle ifade edilmesi olarak tanımlanabilecek bir söz oyunu. Genellikle sanatsal bir terim olarak algılanmasına karşın, gündelik dilde kullanılan sayısız metafor örneği bulunmaktadır. Sık sık kullanıldığı için kanıksanan ve artık gösteren değişiminin farkına varılmadığı tür metaforlara 'ölü metafor' adı verilmektedir.
Postmodern bir romanda bu tekniğin kullanılma sebebi metaforik anlatımın çoklu söyleme ve çoklu okumaya müsait olmasıdır.
        
ı. Alegori:

         Edebi ve görsel bir yöntemdir alegori. Nesnelerin, kişilerin ve hareketlerin kurmaca yoluyla aktarılması ve bu kurmacanın hikayenin dışında farklı bir anlam barındırmasıdır. altında yatan anlamın ahlaki, toplumsal, dini veya politik göndermeler, imalar taşıması gerekir. Genellikle karakterler aktarılmak, betimlenmek istenen düşüncenin (kıskançlık , açgözlülük, üstinsanlık , siyasi veya ekonomik sistemler, baskı vs.) kişileştirilmiş halidir. Sembolik ve yazınsal bir anlam barındırır bu bakımdan.
          Bu tip anlatımı en iyi kullananlardan biri olan Kafka ise şu şekilde anlatır alegoriyi:
"Alegorilerin söylemek istedikleri tek şey, anlaşılmaz olanın anlaşılmaz olduğudur. Bunu da zaten biliriz. Oysa her gün baş etmeye uğraştığımız sorunlar bambaşka bir iştir. Bu konu hakkında adamın biri bir zamanlar, "bu inadın nedeni nedir?" diye sormuş. "Yalnızca alegorileri izlediyseniz, siz kendiniz de alegori olursunuz ve böylelikle tüm günlük sorunlarınızı çözersiniz."
bir diğeri, "iddiasına varım ki bu da bir alegori" demiş.
ilk adam, "kazandın" yanıtını vermiş.
ikincisi, "ama malesef alegorik olarak" demiş.
ilk adam, "hayır, gerçek hayatta" demiş. "alegorik olarak, kaybettin."  (Erzahlungen'den aktaran Alberto Manguel / Okumanın Tarihi)
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                          



3. YENİ HAYAT ROMANINDA POSTMODERNİST UNSURLAR


3.1. ORHAN PAMUK:

7 Haziran 1952 İstanbul doğumludur. Romanları pek çok dile çevrilmiş, ödüller almış Türk yazar. Postmodern romancılar arasında sayılmaktadır. Orhan Pamuk, 12 Ekim 2006 tarihinde Nobel Edebiyat Ödülünü kazanarak Nobel ödülü kazanan ilk Türk vatandaşı olmuştur.

Orhan Pamuk, Cevdet Bey ve Oğulları (1982) kitabındaki gibi bir ev ve ailede, İstanbul'un Nişantaşı semtinde büyüdü. Uzun yıllar ressam olma hayali kurarak Robert Kolej'de okudu. İstanbul Teknik Üniversitesi'nde okurken, mimar ya da ressam olamayacağına karar verip okulu bıraktı. Devam zorunluluğu olmadığı için yazıya daha çok vakit ayırabileceğini düşünerek İ.Ü. Gazetecilik Enstitüsü'ne girdi ve buradan mezun oldu. Ardından başladığı yüksek lisans eğitimini yarım bıraktı. Fakat Kar romanı dışında bu meslekte hiç çalışmadı.

Orhan Pamuk 1982 yılında Aylin Türegün'le evlendi. 1991'de Rüya isimli bir kız çocuğu sahibi olan çift 2001 yılında boşandı. Orhan Pamuk'un ağabeyi Şevket Pamuk İktisat tarihçisi olup Boğaziçi Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.

1985-1988 yılları arasında Iowa Üniversitesi tarafından verilen International Writing Program (IWP) kursuna katıldı. Amacı dünyanın değişik bölgelerinden gelen ve gelecek vaat eden yazarların Amerikan hayatını tanımaları ve kitaplarını yazabilecek güzel bir ortama kavuşmaları olan kurs sonrasında kendi deyimiyle 'hayatı değişti'. İlk kitabından itibaren yurtiçinde ve yurtdışında ödüller aldı. Kitapları hem çok sattı hem de edebi açıdan olumlu tepkiler aldı.

          ESERLERİ :

·         Cevdet Bey ve Oğulları, roman, İstanbul, Can Yayınları, 1982
·         Sessiz Ev, roman, İstanbul, Can Yayınları, 1983
·         Beyaz Kale, roman, roman, İstanbul, Can Yayınları, 1985
·         Kara Kitap, roman, İstanbul, Can Yayınları, 1990
·         Gizli Yüz, senaryo, İstanbul, Can Yayınları, 1992
·         Yeni Hayat, roman, İstanbul, İletişim Yayınları, 1995
·         Benim Adım Kırmızı, roman, İstanbul, İletişim Yayınları, 1998
·         Öteki Renkler, yazılarından ve söyleşilerinden seçmeler, 1999
·         Kar, roman, İstanbul, İletişim Yayınları, 2002
·         İstanbul: Hatıralar ve Şehir, anı, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları (YKY), 2003
·         Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 2008

         3.2. YENİ HAYAT:
         “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti” bu mottoyla başlar Yeni Hayat romanı. Daha girişte yazar bize bu romanın bu cümle etrafında döneceği gerçeğini hissettirir. Çünkü romanın girişinde de şöyle bir Novalis’e ait şöyle epigram var: "Aynı masalları dinlemelerine rağmen, ötekiler hiç böyle bir şey yaşamadılar"  Bu iki mottoyu romanın ana eksenine oturtma çabam şüphesiz romanın postmodern bir teknikle yazıldığını biliyor olmamdır. Yukarıda postmodern bir romanda olabilecek özellikleri sıraladım. Bu romanı tahlil etmek için bu özelliklerin romandaki serüvenini izlemek doğru bir yöntem midir romanı tahlil etmek için.? Belki de…
         Öncelikle yukarıda adını andığım tüm özelliklerin romanda olmadığını belirterek başlamalıyım. Benim tespit edebildiğim özellikler ve bu özelliklerin romandaki izi şöyle:

         3.2.1. Üstkurmaca:
         Postmodern Edebiyatın ana unsurudur. Genel anlamda yazma işinin kurmaca metnin içinde kurgulanması demektir. Ya da en basit anlatımıyla edebiyatın kendini anlatması, kurgulaması demektir. Yakarıda ayrıntılı olarak tartışmadığım bu yöntem neden postmodern edebiyatın ana unsurudur? Bunu yerli yerine koymak gerekir. Çünkü birçok yazarın “kutsal” olarak değerlendirdiği yazma eyleminin bu denli basit bir şey olarak ele alınıp okuyucuya “bakın öyle çok da abartıldığı gibi bir şey değil yazmak” izlenimi verilmek istenmesinin bir amacı ? Günümüz edebiyat dünyası roman, öykü, senaryo yazma atölyelerinin yazma işine “usta” yetiştirdiği bir iklimden beslenmektedir. Yazmak bir istidad değeldir. İstidad olmadığına göre de kutsal veya önemli de değildir. Marangozluk gibi kursa gidip öğrenilebilecek bir şeydir. Bu durum bence üstkurmaca tekniğinin bir sonucudur. Kendisi de yazarlığı Amerika’da  gittiği kurslarda öğrenen Orhan Pamuk için yazma eylemi bir oyundur ve bu oyun Yeni Hayat romanının da ana eksenindedir. Özellikle Rıfkı Hat’ın, Nahit’in yazma süreci bir anlamda postmodern bir romanın yazma sürecinin de özetidir. Şöyle ki: Bİlldiğimiz üzere romanda Rıfkı hat kitabını 33 muhtelif çocuk romanından  yararlanarak oluşturmuş (bknz. Metinler Arasılık, Kolaj); Nahit / Mehmet ise kitabı el yazısıyla yeniden yazmaktadır.Bu da bana Orhan Pamuk’un romanların yazarken çizgisiz bir kağıda pilot kalemle yazmasını hatırlattı. Yani Orhan Pamuk’un Eserini oluştururken Dante’den, Rilke’den, Kuran’dan…yararlanmasıyla Rıfkı Hat’ın 33 tane çocuk kitabından yaralanması ve Orhan Pamuk’un yazarken el yazısı ve pilot kalem kullanmasıyla Nahit’in el yazısıyla Rıfkı Hat’ın kitabını yeniden yazması üst kurmaca içinde üst kurmaca gibi. Çünkü Orhan Pamuk kendi yazma ediminin bir blümünü Rıfkı Hat’a bir bölümünü de Nahit’e vermiş: Bu bir üstkurmacadır; bir de bu iki kahramanın kendi yazma serüvenlerinin romanda anlatılması ayrı bir üstkurmacadır. Ve ayrıca yeri olamasa da bahsettiğim duruma uygun bir şöyle saptama da yapılabilir: Aslında bir anlamda Orhan Pamuk, Yeni hayat içerisinde: Rıfkı Hat + Nahit + Osman olarak üç kişiye bölünmüş olarak da çıkıyor.

         3.2.2. Çoğulculuk:
         Postmodern romanlardaki bu özellik birkaç şekilde karşımıza çıkıyor. Bunun tespitine geçmeden önce postmodern romanlarda bu tekniğin neden kullanılıyor olabileceğine dair bir fikir yürütmek istiyorum. Postmodern sanat küreselleşme döneminin sanatıdır. Küreselleşme dönemi her şeyi bir bir değersizleştirip önemsizleştirirken çoğulculuğu ulular. Bu anlamda postmodernizm ve küreselleşme : Çokluk, çokkültürlülük, melezleşme gibi ifadelerle kendini ortaya koymuştur. “Bu anlamda Post-modern roman küreselleşmenin bütün çoğulcu vurgularına rağmen tektipleştirdiği ve tüketim kalıplarına hapsettiği kültürel ortamla uyum içindedir.” (M. Murat. Özkul: Hece Dergisi; Haziran 2008)
         Gelelim çoğulculuğun postmodern romanda karşımıza nasıl çıktığına:
·      Söylem çokluğu olarak karşımıza çıkabilir. Yani birden çok tekniğin bir arada, birden çok bakış açısının aynı cümle içerisinde kullanılması.
·   Anlatımda çok fazla gösterileni olan göstergelerin tercih  edilmesi.

         Çoğulculuğun bazen de yazarların bulduğu her şeyi bir alakası olsun olmasın esere her şeyi doldurma şekli de çıkar karşımıza. Bir sayfa üzerinde bir yığın alakasız sözcük, durum, tasvir vs. rastgele serpiştirilir. Yapılan bu şey tabii kolaj tekniğine de ortam hazırlar. Ya da daha doğru bir deyişle çoğulculuğun bu yöntemi roman içerisinde kesit halinde yapılmış müstakil kolaj çalışmaları gibi durur. Ne demek istediğimi  Edip Cansever’in bir şiiriyle somutlayayım:
masa da asaymış ha:
adam yaşama sevinci içinde
masaya anahtarlarını koydu
bakır kaseye çiçekleri koydu
sütünü yumurtasını koydu
pencereden gelen ışığı koydu
bisiklet sesini çıkrık sesini
ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
adam masaya
aklında olup bitenleri koydu
ne yapmak istiyordu hayatta
işte onu koydu
üç ker üç dokuz ederdi
adam koydu masaya dokuzu
pencere yanındaydı gökyüzü yanında
uzandı masaya sonsuzu koydu
bir bira içmek istiyordu kaç gündür
masaya biranın dökülüşünü koydu
uykusunu koydu uyanıklığını koydu
tokluğunu açlığını koydu.

masa da masaymış ha
bana mısın demedi bu kadar yüke
bir iki sallandu durdu
adam ha babam koyuyordu.
                       Edip Cansever
         İşte postmodernizmin  çoğulculuk anlayışı bazen bu şiirdeki gibidir. Bu şiirdeki masayı eser olarak ele alalım, masanın üzerine durmadan bir şeyler koyan şiirin ben’ini de postmodern yazar olarak düşünelim. Nasıl şiirdeki ben durmadan masaya bir şeyler koyuyor ve masa bana mısın demiyorsa, postmodern yazar da durmadan eserine bir şeyler koya ve eser bana mısın demez…
         Yeni Hayat romanında ise bu andığım kullanımlar şu şekilde karşımıza çıkar: Romanda gerçekçi tasvirlerin, bilinçakışının, kolajın, serbest çağrışımın, postişin, leitmotifin aynı anda kullanılması.
         Yeni Hayat romanında; Kitap, Yolculuk, Yeni Hayat, Melek, Canan, Ölüm, Işık, Aşk, Demiryolu, Saat… gibi çok fazla gösterileni olan sözcüklerin seçilmesi, postmodern romanın çoğulculuk ilkesine uygundur.
 Bunun haricinde özellikle romanın baş kişisinin çoklu bir kişiliğinin  olması da bir tesadüf olamasa gerek. Romanın baş kahramanlarından Nahit sırasıyla, Mehmet ve Osman oluyor. Üç karakter ayrı ayrı Nahit’te buluşuyor kimlik olarak.
         Bir de romanda aynı anda:
         - Atatürk eleştirisi: Bir kuşun Atatürk heykeline pislemesinin tasviri yapılarak,
         - Kürt sorununa parmak basma: Terk edilmiş, boşaltılmış köylerden bahsedilerek,
         - Dış güçlerin Türkiye üzerine oynadığı oyunlar: Nahit’in babasından ve Rıfkı Hat’ın kitabı yazma nedenlerinden bahsedilerek birçok soruna aynı anda parmak basılması da çoğulculuğa örnek olabilir sanırım.

         3.2.3. METİNLERARASILIK:
         “16. yüzyıldan beri bireyleşen insanın özgün yaşamını anlatan romanın değişen gerçeklik karşısındaki yeni tutumunun bir göstergesidir metinlerarasılık.” (Ecevit, 2004) Metinlerarasılık postmodern yazarlardan da önce kullanılan bir tekniktir. Ama nedense sadece postmodern romancılıkla özdeşleşti. En basit tabiriyle, önceki kurgusal metinlerin bir metin içinde kullanılması demek olan bu teknik Yeni Hayat romanında başat unsurlarından biridir. Yukarıda da değindiğim gibi gerek Rıfkı Hat’ın yazdığı Yeni Yayat gerekse Orhan Pamuk’un yazdığı Yeni Hayat birçok metne göndermesi olan metinlerdir. Romandaki Yeni Hayat’ın göndermeleri zaten roman içinde söylenmişti. Elimizde tuttuğumuz gerçek Yeni Hayat  en başta Rıfkı Hat’ın Yeni Hayat’ıyla metinlerarası ilişki içerisindedir. Onun  haricinde yani romandaki Yeni Hayat’tan başka Goethe’nin Genç Werther’in Istırapları’na, Mantıku’t Tayr’a ve Şeyh Galip’in Hüsn ü Aşk’ına  (genel anlamda yolculuk imajına atfen); Georg Friedrich Phillipp von Hardenberg’e (Aynı masalları dinlemelerine rağmen, ötekiler hiç böyle bir şey yaşamadılar); yazarın kendi Kara Kitap romanına; Tevrat’a (Kahramanın Yeni Hayat’ı okurken yüzüne ışık çarpması); Kuran- ı Kerim’e;   Shakespeare’nin Hamlet’ine; Rilke'nin Dunio Ağıtları’na…göndermeler okunabilir romanda.  Ama yine de yukarıda da dediğim gibi Yeni Hayat romanın,  en yoğun metinlararası  ilişkisi Rıfkı Hat’ın Yeni Hayat romanıdır.

         3.2.4 Kolaj:
         Tüm postmodern romanların kullandığı bu teknik Yeni Hayat’ta da çıkar karşımıza. Romanda aşk kahramanın aşk üzerine yazdığı paragraf tipik bir kolaj örneğidir. Aşk üzerine yapılmış bazı tanımların devşirilmesiyle oluşturulmuş bu paragrafta dikkat çekici olması gereken şey ise teknikten ziyade bu tekniğin kullanıldığı konu olmalıdır. Çünkü yukarıda da değindiğim gibi kolaj tekniği sanata atfedilen değeri değersizleştirme çabasının bir ürünüydü. Burada ise kolaja maruz bırakılan şey birçok insan için “kutsal” olan aşktır. Yani bir anlamda burada aşk denilen şeyin çok da kutsal, bireysel bir duygu olmadığı aksine onun daha önce karalanmış satırlarla da ifade edilebileceğidir.
         Ayrıca bu  tekniği eski ve yeni bazı markaların adlarının rastgele sıralndığı sayfalarda da görmek mümkündür. Hatta bu öyle ki sayfalarda sıralanan marka adları benim yukarıya aldığım Sir Peter Blake'nin Origins of Pop 3 Tablosu’yla neredeyse aynı minvaldedir. (bkz. Resim 5.)

         YENİ HAYAT ROMANINDAKİ POSTMODERN İÇERİK ÖZELLİKLERİ:

         Bu özellikler teknik özelliklerin tespiti bakımından romanın postmodernliği sorgulamaya yönelikti. Fakat bu yeterli değildir. Çünkü yaygın bir kanının aksine postmodern roman sadece bir teknik incelemenin konusu olacak kadar içeriğin ihmal edildiği bir tür değildir. Çünkü postmodernizm en sonunda mistik bir dünyaya açılmak zorunnda kalacak olan bir durumudur. Aklı temel alan modernizme bir tür karşı çıkış olan postmodernizm  akla karşı çıkan başka her şey gibi mistisizmin tuzağına düşmek zorundadır. Bu topraklarda mistisizmin (tasavvufun) en yaygın olduğu dönem şüphesiz horasan erenlerinin Anadolu’yu islamlaştırma çabalarına ve hemen akabinde Andolu’nun Moğol istilası altında harap olamasıdır. Moğol istilasının yarattığı anarşi ve kaos ortamandan ötürü geleceğinden ve bugününden umudu kalmayan Anadolu insanı kurtuluşu mistik tarikatlara kapılanmakta bulmuştu. Ve Türk edebiyatı tarihinde hiç olmadığı kadar tasavvufi öğeerle dolup taştı. İşte son elli yılda Rafine bir kaos dönemi yaşayan dünya yine bir mistik dalganın boyutuna  postmodern durumla beraber girdi. İşte bu yüzden ben hemen bütün postmodern romanların mistisizme / tasavvufa meyyaldir diyorum. Nitekim Yeni Hayat romanı da bu tespiti doğrulayacak özellikleri yoğunlukla barındırır içinde.
         Yeni Hayat romanında karşımıza çıkan ilk tasavvufi unsur romanın Yolculuk temi üzerine oturtulmuş olmasıdır. Her ne kadar buradaki  yolculuk temi Yolculuk Arketipi ile birlike okunmaya da müsaitse de yazarın gerek kahramanlarıa seçtiği isimler gerekse de seçtiği imgeler bizi romandaki yolculuğu tasavvufi bir okumaya itiyor:
         Biliniği gibi yolculuk tasavvuf edebiyatında iki şekilde karşımıza çıkar. Birinci yolculuk tasavvuf ahalisinin kötü ahlaktan güzel ahlaka cehaletten ilme yürümesi, ilerlemesi anlamına gelen, bu yönelişi tasvir eden seyr- i süluk dediğimiz yolculuk. (Bu yolculuğun işlendiği bir başka Türk romanı için: bkz. Amak- ı Hayal) Buna göre insan ebedi doğruluğun ve güzelliğin yanından (tanrı’dan, gerçek sevgiliden) ayrılarak bu dünyaya atılmıştır. Fakat dönüş yine onun yanına olacaktır. Bu yüzden bu dünya sonu tanrı’ya varacak olan bir yol ve yaşanan her gün her an da  ,yani bu ömür dediğimiz şey de, bir nevi yolculuktur. (bkz. Uzun İnce Bir yoldayım) Bu yolda yürüyen herkes bir yolcudur. Yolu hakkıyla yürüyenler ise yani dünya nimetlerinden el etek çekerek yürüyenler ise yol eridir. Yol eri olanlar bir pir yardımıyla gaflet uykusundan uyanırlar ve yolun hakkını vererek yürümeye başlarlar. Son derece önemli olan bu yolculuk temi hemen tüm tasavvufi mesnevilerde, hikayalerde alegorik olarak işlenir, Yeni Hayat romanında olduğu gibi… Fakat Jale Parla Yeni Hayat romanında bir alegori yoktur diyor. Yazarın kendisi de “alegori yok alegoriyle kırıştırılan sözcükler var” diyor (aktaran: Parla, 2004) Oysa Osman’ın yolculuğu tasavvuftaki bu yoluluğun bir alegorisidir. Çünkü yazar romanda kendi halinde bir öğrenci olan Osman’a, önce Rıfkı Hat’ın ktabını okur, sonra durumunu sorgulatır ve sonra da kahraman yolculğa çıkar. Burada Rıfkı Hat mürşittir. Söylediklerimi desteklmesi adına: Kitabı okuyan kahramanın kitaptan çıkan ışıkla yüzünün aydınanması da dikkate değerdir. Kitaptan yayılan bu ışık kahramanın mürşit eiyle aydınlanmasına işarettir. Ayrıca kahramının kitabı okumadan önce içinde bulunduğu durumu anlatmak için yazarın ısrarla “uyku ile uyanıklık arasında” gibi tasavvufta insanın mürşit eliyle irşat edilmeden önceki durumunu anlatmak için kullanılan bir tabirin seçilmesi de beni destekleyen başka bir özelliktir. Toparlarsak: Yeni Hayat romanı tasavvufi bir yolcuuğun işlendiği alegorik bir eserdir. Çünkü: Uyku ile Uyanıklık Arasında yaşayan bir kahraman bir kitap okur, bu okuduğu kitap onu gaflet uykusundan uyandırır; kahraman durumunu sorgular ve hakikate ermek için yolculuğa çıkar. Ve en sonunda bir kaza’yla yolculuğun sonundaki hakikate kavuşur. Tabii yolculuğun işleniş şekli Hüsn ü Aşk ya da Mantıku’t Tayr’dan farkldır ama temelde işleyiş aynıdır.
         Tasavvuftaki ikinci yolculuk tipi ise kişinin kendini bulması, kendinin farkına varmasıyla sonuçlanan bir yolculuk tipidir. Bu  yolculuğun sonucunda kişi kendini bilir ve tanır. Bu tanımanın sonucunda ise kişi aslında tanrı’yı tanır. Çünkü tasavufua göre insan tanrının bir parçasıdır. Tanrı ne yerde ne gökte kulun gönlündedir. Kişi kendini tanırken aslında tanrı’yı tanımış olur. Yeni Hayat romanında tasavvufi yolculğun bu yönü var mıdır? Tam olarak evet demek güç. Ama yine de şöyle bir yorum çok da zorlama olmasa gerek: Kahraman kitabı okuyup gaflet uykusudan uyandıkta sonra Canan’a aşık olur. Bu da bize bir pir yardımıyla irşat olan kişinin Allah’a aşık olması ve yollara düşmesi olayını hatırlatır. Cünkü biz biliyoruz ki canan sözcüğü sevgilidir ve tasavvufta bir tane canan vardır o da : Allah’tır. Kahramanımız Yolculğa Canan’la çıkar. Yolda bir sürü badireler atlatırlar ve her seferinde Kahramanımız Canan’ı daha iyi tanır ve tanıdıkça da ona olan aşkı perçinlenir. Bütün bu tespitler şu paragrafın hazırlayısı oluyor:
         Yeni Hayat romanında doğrudan bir yolcuuk alegorisi var demek yanıltıcı olabilir belki ama yazar tarafından böyle bir yolculuk alegorisi yapılmış ve daha sonra bu alegoriye yabancılaştırma efektleri eklenmiş.

24 Haziran 2012 Pazar

bulantı

bir şeye inanmış bir insandan daha korkunç bir şey yoktur. inandığı şeyin ne olduğunun bir önemi yok aslında burada. inandığı şeyi gerçeğin hep bir kerte önüne alan insanı kast ediyorum. (yazmak istediğim şeyin nereye ve kime gideceğini kestirebilmenin huzursuzluğu kapladı birden içimi ve kesmek istedim.) kendime geçeyim o halde. inanadığım hiçbir şeye kendimi tam olarak kaptıramadım. hiçbir şey tutkuya dönüşmedi bende. (aşık olduğum kadınlar hariç) bilmek. bilmeyi çok istedim. tutku oldu mu bende bu? emin değilim hakçası. birçok nedenden ötürü bilme'yi sevdim. en başta bilmek eğlendiriyor beni. iyi bildiğim bir konuda karşımdakinin yarım yamalak bilgilerle konuşurken bilmiyormuş gibi, anlamaya çalışıyormuş gibi ona sorular sorup saçmalamasını, çırpınmasını izlemek eğlendirici olabiliyor. tabii bunu sevdiğim insanlara yapmadım hiç, yapmam da. (sevdiğim insanlara da aslımda buna benzer bir şey yapıyorum. beni kandırmalarına yahut saf sanmalarına fırsat tanıyorum. fakat tabii burada bir nüans var. bunu eğlenmek için yapmıyorum. zaten zar zor seven biri olduğum için belki de sevgimi hak edip etmediklerini anlamaya çalışıyorum. peki ne oluyor beni kandırmaya çalıştıklarını yahut saf olduğumu düşündüklerini anladığımda? sadece bulantı hissi geliyor. yani öyle "midemi bulandırıyorlar" türü bir bulantı değil. sartre'nin "La Naussee"sindeki türden bir bulantı. özellikle sevdiğim kadınlarda bu oluyor. bu bulantı'nın tepkisini de yansıtmıyorum muhatabına hiç. sadece sözgelimi yazdığı bir şeyi okurken yahut anlattığı bir şeyi dinlerken müstehzi bir gülümseme takılıyor yüzüme. anlıyabiliyorlar mıdır bilmem? bunları yazarken bir yandan da "the end" şarkısı kulağımda çınlıyor. ne alakası var bilmem ama öyle:
"this is the end, beautiful friend
this is the end, my only friend, the end
of our elaborate plans, the end
of everything that stands, the end
no safety or surprise, the end
i'll never look into your eyes...again
can you picture what will be, so limitless and free
desperately in need...of some...stranger's hand
in a...desperate land
lost in a roman...wilderness of pain
and all the children are insane, all the children are insane
waiting for the summer rain, yeah
there's danger on the edge of town
ride the king's highway, baby
weird scenes inside the gold mine
ride the highway west, baby
ride the snake, ride the snake
to the lake, the ancient lake, baby
the snake is long, seven miles
ride the snake...he's old, and his skin is cold
the west is the best, the west is the best
get here, and we'll do the rest
the blue bus is callin' us, the blue bus is callin' us
driver, where you taken' us
the killer awoke before dawn, he put his boots on
he took a face from the ancient gallery
and he walked on down the hall
he went into the room where his sister lived, and...then he
paid a visit to his brother, and then he
he walked on down the hall, and
and he came to a door...and he looked inside
father, yes son, i want to kill you
mother...i want to...
c'mon baby, take a chance with us
and meet me at the back of the blue bus
doin' a blue rock, on a blue bus
doin' a blue rock, c'mon, yeah
kill, kill, kill, kill, kill, kill
this is the end, beautiful friend
this is the end, my only friend, the end
it hurts to set you free
but you'll never follow me
the end of laughter and soft lies
the end of nights we tried to die
this is the end"

bir de tabii sergey yesenin'in elveda'sı var bu şarkıyı çağrıştıran hep:

 "elveda dostum benim, elveda
can dostum, seninle dolu gögsüm,
çok onceden belirlenen bu ayrilik
bulusmayi vaadediyor ileride bir gun.

elveda dostum el sikismadan, konusmadan,
uzulme ve kaslarini egme mutsuz.
olmek yeni birsey degil dunyada,
ama yasamak da daha yeni degil kuskusuz."

18 Haziran 2012 Pazartesi

sigara

öyle sigaraya anlam yükleyenlerden değilim. tütüne "dar vakıt yanar da verir kendini" diye bakmadım hiç. ama bazen öyle oluyor. bazen içmezsem ölecekmişim gibi hissediyorum. şu anda da yaktım bir tane. polonya'dan gelirken aldığım kartondan kalan son paketi açtım. üniversitedeyken marlboro, kısa camel, kısa winston içmiştim. tabii en çok kısa camel'i sevdim. ona anlam yüklediğim gerçek. daha küçüktüm. sigara içmeye karar vermiştim. babam içiyordu ve sürekli "zararlı" diyordu sigara için. zararlıysa içmeliydim. babam içmemi istemiyorsa içmeliydim o zaman sigarayı. sigaraya en çok iatanbul'da çalışırken özellikle bayrampaşa'dan metro'ya binip bakırköy ya da bahçelievler durağında inip paltomun yakasını kaldırıp yürürken yaktığımda ihtiyaç hissetiğimi duyumsadım sanırım. askere gitmek için gün sayıyordum. artık ne denili bunalmışsam askerlik bile benim için bir kurtuluş gibiydi. metro'dan inip bakırköy meydana doğru yürümeye başlarken paltomun yakasını kaldırp bir sigara yakardım. durup etrafa bakıp yürümeye başlardım sonra. canım çok acıyordu o zamanlar. eve gitmemek için oyalanırdım. metro tarafından meydana gelirken meydanı geçer geçmez "martı birahanesi" vardı. oraya girer bira içerdim. polonya'ya giderken istanbul molasında bakırköy'e gitmiştik. martı birahanesinin tam karşısında bir yerde kahvaltı yaptık. kafamı çevirip bakamadım oraya. ne çok acı gömmüştüm o cadddeye tanrım. sonra oradan çıkıp eve giderdim. gider gitmez uyurdum bir an önce sabah olsun diye. hep düşünürdüm. gelecek ne getirecek diye. martı birahanesinini önünden geçerken farkettim ki gelecek sadece belirsizik getirmişti bana. muazaam bir belirsizlik. küçükköy sağlık ocağı'ndaki kısa küt saçlı doktor: "neyiniz var?" demişti. ruhum acıyor demiştim.

16 Haziran 2012 Cumartesi

dikey ve yatay mutsuzluk

mutsuzluktan söz etmek istiyorum. insanlığınkinden değil AMA "kendi yatay ve dikey mutsuzluğumdan". kendime yetemediğim zamanlar oluyor. ve en kötüsü bu zamanlarda başkalarına da yetmek zorunda kalmak oluyor. (şu an gece saat 2. birazdan dışarı çıkıp yürüyeceğim. yukarı doğru barajyolu'ndan. kulağımda korkunç bir ağrı var. ama göğsüm de daralıyor. nefes almakta zorlandığımı hissediyorum) sürekli koşturulup kızıştırılınca nefes alabilmek icin iç güdüyle bir damarını dişleyen atlar gibi duyumsar kendini genç werther; benim durumumda öyle. durmadan yeni uğraşlar bulmaya çabalamakla geçen bir ömür;yanlış bir ömürdür bunun farkındayım. lermantov "ve etrafa dikkatli bakınca zaten hayat/sanki bir şaka/boş ve aptalca" derken bunu mu kastediyordu? ciddiye aldığım insan sayısı bir elin parmaklarını geçmez. sıradan insanlarla dolu hayatım. onların sorunlarına, konuştuklarına, ilgilerine sanki benim için de önemliymiş gibi yaklaşıyorum. oysa böyle değil hakikat. onlarla dalga geçiyorum. (bundandır orhan veli'yi sevişim de)
"her nasılsa buluyorum heder olmanın bir yolunu" böyle mi gerçekten? "sana zorsa bırak yanayım/kolaysa esirgeme"
lisedeydim. dostoyevskş okumuştum bir yaz. bahçelievler'de ablamların evindeydim. haftalarca kendime gelememiştim. raskolnikov çarpmıştı beni. durmadan onu düşünüyordum. "aslında insanın ta kendisidir raskolnikov" cümlesi beynimde dönüp duruyordu. adana'ya dönmüştüm. tek başıma. 15 yaşımdan beri yazları hep tek geçirdim. marx'ın elseenin sefaleti'ni terim kitaba damlaya damlaya okumuştum. sonra her yaz böyle oldu bu. terim kitapların üzerine damlaya damlaya geçirdim yazlarımı. kuşadası'na tatile gitmiştim 99 yazında. "anarşizm ve anarko sendikalizm"i okumuştum ve denize ayağımı bile sokmadan doğru dürüst gerisin geri adana'ya dönmüştüm. o yaz behçet necatigil okumuştum bir de hep.  bu şiiri ezberlemiştim yolda. her şeyi anlatan bu şiiri, benim her şeyimi anlatan bu şiiri:

şizofren, paranoyak
çatarlar hiç yoktan
seksomanyak.

çektiğim - - bırakın
saplanır meçler
hep aynı yerdeyim.

kaçarım bulurlar --
bağrımda yaralar
sürüp gider eskrim.

"çekirge sürüsü içinde koynuma soktuğum ekin"lerin elinde hep meçler oldu. kaçtım buldular; eskrim hep sürüp gitti.sürüp gidecek de... yazlardan nefret ettim hep.mutlu olduğum bir yaz hatırlamıyorum. anlık mutlulukları: taze bir rüzgar gibi zihnimden gelip geçen  anlık güzelliklerin verdiği mutlulukları saymazsak.

15 Haziran 2012 Cuma

bir fotoğrafın yası

"bir fotoğrafın arabı" deyip ece ayhan'a selam çakabilridm ama yapmadım. çok az fotoğraf çektirdim. inanmadım fotoğrafın verdiği sahte tanıklık hissine. belleğime güvendim hep. belleğğim hiç ihanet etmedi bana; hep en gerekli olanı muhafaza etti belleğim. sözcükleri taşıyamaz fotoğraf. oysa bellek saklar tüm sözcükleri ve anları. nevra'yı ilk gördüğüm anın fotoğrafı: sırtı bana hafif dönük siyah montlu bir kız fotoğrafından başka bir şey değil. oysa belleğimde o an bir kaç sözcükle daha mukim...bir fotoğrafın asla taşıyamayacağı birkaç sözcük var o anda; anlamı yıllar sonra tamamlanabilecek birkaç sözcük...kimseye anlatamazsın. kim dinlemek ister ki zaten? olsun, belleğim başıma bela hep. beni tamamlayan o (belleğim) oldu hep. oysa böyle olsun istemezdim ben. çünkü ne vakıt (nazım vakit demez vakıt der) gitmek istesem belleğim devreye girdi. rahat bırakmadı beni hiç. "yolculuk, hep düşündüm onu" hep yolculuğu düşündüm. geride "kederli bir omuz" bırakacağım yolculuklar düşündüm. olmadı. çıktığım yolculuklar..bilmiyorum, bildiğim tek şey yavaş yavaş eridiğim.  "ben bu kadar değilim" oysa gerçekten ben bu kadar değilim

14 Haziran 2012 Perşembe

gelecek; gelecek ne getirecek?

birkaç gündür soren kierkegaard'ın bir pasajı gelip dolanıyor dilime. sürekli tekrar ediyorum içimden bu pasajı: "gelecek, gelecek ne getirecek hiçbir şey bilmiyorum. nasıl bir örümcek yuvasından aşağı inerken ayağını basamayacağı boş bir uzam  görürse benim durumum da öyle. bu çok kötü; dahası dayanılacak gibi değil." cümleler tam da bu şekilde olmayabilir ama ne önemi var ki..

bir ara alakasız zamanlarda hatrıma gelen görüntüleri yazıyordum sonra vazgeçtim. çoğu çocukluğuma aitti bu görüntülerin. çocuktum mavi kaplı bir haritaya bakıyordum sık sık. çalayabinsk diye bir yer işaretlenmişti haritada. abim mi ablam mı işaretlemişti hiç öğrenemedim bunu. niye işaretlenmişti çalyabinsk onu da öğrenemedim. o haritadır ki bendeki gitme isteğini kamçılamıştır hep. ama gidemedim hiç, kaldım hep. nükhet abla vardı ablamın arkadaşı. çocuktum ilk o göstermişti bana o haritayı. halının üstüne uzanıp açardım o haritayı. bakardım, bakardım, bakardım... gideceğim yerleri, aşacağım nehirleri, denizleri incelerdim uzun uzun. ama olmadı aşamadım hiçbir nehir ya da denizi. zorunululuklardann ötürü gittim bir yerlere ama hiç istediğim için gidemedim. süleyman'la trene binip konya'ya gitmiştik. kar vardı orta anadolu'da. bozkırda biteviye kar...trenin camından dışarı bakıp, sigara içiyorduk. çocukluğumda düşlediğim yolculuklar gibi değildi ama gidiyorduk.. düzlük ve kar biteviye uzanıyordu. süleyman biyoloji'de okuyan bir kıza aşıktı. yol boyu hiç konuşmamıştık ta konya'ya kadar susmuştuk. ramazan'ın ilk günüydü konya'ya vardığımızda. istasyonda kahvaltı yapmıştık. süleyman tanrı'dan uzaklatığından bahsetmişti. ben?
b
ü
y
k aşklar yolculuklarla başlar. demişti bir şair. (ahmet telli diyordu.) bu dizeyi söylemiştim süleyman'a. beyazevler'de bir evdeydik. çay içiyorduk ve sigara. süleyman kalktı montunu giydi ve dışarı çıktık. doğruca istasayona gitmiştik. peronda bekleyen tren konya'ya gidiyordu. bizde oraya gidecektik...

yol boyu sadece ferfecir'in bu şarkısını dinlemiştik. dışarıda kar ve bozkır biteviye uzanıyordu. biz sigara içiyorduk. bozkır hiç bitmeyecek gibiydi. konya'dan ankara'ya geçmiştik. karanfil'e gittik. cemal süreya karanfil'e her gidişinde sigara içermiş demiştim süleyman'a. bizde karanfilde kaldırıma oturup sigara içmiştik. . armağan terk etmişti beni. kaçıncı terk edişiydi o zaman hatırlamıyorum. alışık olmadığım bir koku vardı ankara'da. birkaç kitapçıya gidip kitap çalmıştık. bazarov'u tanımıştım orada. nhilist bazarov'u. anna sergeyevna'ya yenilen nihilist bazarov'u... sonra istasyona gidip adana'ya dönüş için bilet almıştık. istasyonda oturduğumuz banka adımı kazımıştım. tren yanaşınca gara; süleyman'a "habersizce gara girdi ekspres" dediğimi hatırlıyorum. karlı ukrayna ovalarını değil ama içanadolu ovalarını izlemiştim trenini camından. çalyabinsk'i hatırlamıştım. sonra tulyakova'yı. işte böyle sayın bayan vera tulyakova. her erkeğin hayatında bir vera tulyakova vardır demiştim süleyman'a; saçları saman sarısı kirpikleri mavi bir tulyakova...

23 Mayıs 2012 Çarşamba

tanganika röportajı

tanganika röportajı Nazım'ın en sevdiğim şiiri. hatta benim en sevdiğim şiirdir. bu şiirle ilk tanışmam Nevra'nın bana  hediye ettiği nazım'ın "son şiirler" kitabından bu şiiri göstermesiyle oldu. özellikle şiirin birnci bölümünü okutmuştu bana. soğuk bir kış günüydü adana'ya gelmiştim. toros caddesinde bir yerde oturuyorduk. 2003 yılıydı.
 birinci mektup

uçuyorum karlı ukrayna ovalarını.
yıllardır bu ilk hava yolculuğum sensiz.
elini aradım yerden kesilirken,
alışkanlık,
yere inerken de arayacağım.

dün gece bavulumu hazırlıyordun,
omuzların kederliydi,
belki değildiler de, bana öyle geldi, kederli olmalarını istediğimden.

bu sabah kar aydınlığıyla uyandım.
moskova uykudaydı, sen uykudaydın.
saçların saman sarısı kirpiklerin mavi*,
ak boynun uzundu, yuvarlaktı
ve kırmızı, kalın dudaklarında keder,
belki değildi de bana öyle geldi, kederli olmalarını istediğimden.

ayaklarımın ucuna basıp yan odaya geçtim.
fotoğrafın masamda bir yaz güneşine bakıyor, başını kaldırmış, profilden.
umurunda değil gidişim.
soktum cebime.
iyiden iyiye ağardı ortalık.
duvarda dino'nun yağlı boyası:
bir bulut parçacığı sonsuz bir gökyüzünde,
belki ne gökyüzü, ne bulut,
uçsuz bucaksız mavilikte ak bir kımıldanış,
iyimserliğin resmi, umudun.

kapıcı kadınlar avluda kar kürümeğe başladı gıcırtılarla.
odaya girdin.
yüzüme bakıyorsun şaşkın, kederli;
belki keder değil de uyku mahmurluğu bu.
"beni geçirmeğe gelme," dedim,
oysaki beni geçirmeni istiyordum bilmediğin kadar.
kilitledin bavulumu kendi elinle.
ben açtım kapıyı merdiven sahanlığına çıktım.
sen içerde kapıyla çerçeveli bir bahar manzarasıydın, bir bahar manzarası öğle aydınlığında, yapraklarla sular som parıltı, gölgesiz.
kapadım kapıyı üstüne.

senden konuştuk ekber'le vunukova'ya kadar,
daha doğrusu ben söyledim, o dinledi.

karadeniz'i geçiyorum sekiz bin metre yukarda.
bilmem farkında mısın,
günü gününe bir yıl oluyor,
varşova - roma - paris üstünden kahire'ye uçtuktu seninle.
kahire yine o kahire mi sensiz?

sekiz bin metre yukarda, anadolu'mun üstündeyim,
sekiz bin metre derinde, bulutların altında, toprağımda karakış.
köylerin çoktan kesiktir yolu.
her biri karlı çöllerde bir başınadır.
bulgur aşı yağsız.
tezek dumanında göz gözü görmez.
bebeler ölür bitlenmeğe bile vakit bulmadan
ve ben uçarım sekiz bin metre yukarda, bulutların üstünde.
işte böyle tulyakova...

durgundu. yüzünde hiç bir ifade yoktu Nevra'nın. altını çizdiği bir bölümü gösterdi bana: "sen içerde kapıyla çerçeveli bir bahar manzarasıydın, bir bahar manzarası öğle aydınlığında." Nevra, "işte en güzel kısmı burası" demişti. gerçekten de şiirin en güzel kısmı burasydı.

11 Nisan 2012 Çarşamba

eli eli lema şevaktani

"şu yeryüzünde herhangi bir şeyi affetmeye hakkı olan, affedebilecek olan bir kişi olsun var mıdır? ben uyum istemiyorum. insanlığı sevdiğimden dolayı istemiyorum. intikamı alınmamış acıyla bir başıma kalmayı yeğlerim. intikamı alınmamış acıyla ve dindirilmemiş gazapla... yanılıyor olsam bile... ayrıca, uyum için istenen bedel çok fazla, o kapıdan girebilmek için elimizde olanların çok ötesinde. işte ben de o kapıdan giriş biletimi bir an önce geri vermek istiyorum, eğer dürüst bir insansam onu mümkün olduğunca çabuk bir şekilde geri vermem gerekir. benim yaptığım da bu. kabul etmediğim şey tanrı'nın kendisi değil, alyoşa, ben sadece son derece saygılı bir şekilde o bileti ona geri veriyorum." (karamazof kardeşler'den)

insanın en temel duygusu olan adalet duygusu üzerine yazılmış belki en etkileyici bölümdür yukarıdaki pasaj. insan adaleti bu dünyada görmek istiyor; oysa ilahi adalet hep öte dünyada tecelli edeceğini vaat ediyor bize. dünyada bu kadar çok acı -öcü alınmamış acı-, adaletsizlik varken, affetmek zalimliktir. ceza ise suçlunun da masumun da erdemidir.  adalet olmayacaksa ne gerek vardı bütün bunlara?

kerbela neresi nereden çıktı bu yangın
yoksa ben mi dokundum neden hala sürüyor
ilk kim kimi öldürdü hangimiz habil hangimiz kabil
eşkalimiz karıştı adımızı unuttuk
bunun için mi yarıldı deniz bunun için mi dirildi lazarus
daha kaç emir gerekli
dur bakalım nereden çıktı bu çarmıh
baksanıza ellerim ağustos ağustos kanıyor

9 Nisan 2012 Pazartesi

yargılama hastalığı üzerine,

üç gündür ders çalışmayı bıraktım. içimden gelmiyor ders çalışmak. başkalarının sorumsuzluklarının bedelini ödemek zorunda kalmak diye bir şey var bu dünyada. sorumsuzluklarını başkalarının sırtına yüklemeyi seven bu insanlar siz onlara bunun bedelini hatırlatmadıkça; onların sorumsuzlukları ve bununla doğru orantılı olarak da sizin ödeyeciğiniz bedelin kesafiyeti artıyor. bu bir hastalık olmalı. tedavisi imkansız bir hastalık. sorumsuzluk hastalığından muzdariplerin hemen hepsinde gördüğüm bir başka hastalık daha var, yargılama hastalığı:

bütün çağların ve hemen hemen bütün insanların ortak hastalığı olan bir hastalık yargılama hastalığı. elias canetti "kitle ve iktidar" kitabında uzun uzadıya anlatır bu hastalığı. insanların kendi işlerine bakmayıp başkalarının işlerine, yaptıklarına karışmaları şeklinde özetleyebilirim bunu. kendi kendine yetemeyelerin, kendi çöplüğünü temizlemeyenlerin hastalığıdır yargılama hastalığı. ayrıca isa'nın da hiç sevmediği ve yakalananların bir an önce kurtulması gerektiğini söylediği bir hastalıktır bu hastalık.peki nasıl kurtulunur bundan? susarak.

(İsa'nın en eski hastalık dediği bu yargılama hastalığınn yanında bir hastalığın adını daha zikreder: "verem". hep aklımda bu, hep yazsam diyorum ama bunun çağrışımları bile beni boğuyor)

7 Nisan 2012 Cumartesi

ben bazan istasyonu bulamayan bir adamım

şimdi cemal süreya'nın bu dizesini siyakını - sibakını da katarak bir rüya atmosferi içine yerleştirip oradan birtakım freudyen çıkarımlar yaparak yorumlayabilirim:

"ellerini alıyorum sabah kadar seviyorum
ellerin beyaz tekrar beyaz tekrar beyaz
ellerinin bu kadar beyaz olmasından korkuyorum
istasyonda tiren oluyor biraz
ben bazan istasyonu bulamayan bir adamım"

cemal süreya da okurun bunu yapmasını istiyor  ama ben şimdi bunu yapmayacağım. çünkü ben halihazırda istasyonu bulamayan bir adamım. öyle bazan falan değil çoğunlayın bulamıyorum istasyonu. bir rüya halinde yapılmak istenilen hareketi bir türlü gerçekleştirememe durumu vardır. köpek kovalar mesela rüyanda, kaçmak istersin. ayakların da bacakların da hareket ediyordur fakat bir türlü mesafe katedemezsin. böyle bir şey işte. gitmek istersin bir sürü gerekçen vardır, seni götürecek şeyi de bilirsin ama ona ulaşamzsın bir türlü. istasyon oradadır her zamanki yerinde ve fakat sen de her zamanki yerindesindir:

"gitmek geçse aklımdan
hemen yorum
nereye, nasıl, ne zaman?
oysa ben vazgeçtim.
uyu yorum
..."
şimdi öyle "gitme" meraklısı, gitmeye güzellemeler  yapan servet-i fünun şairinin konumuna düşmek istemem ama bir gidememe sancısı var. ve bu sancıyı ancak gitme'nin kendisi çözebilir. onu mecazlarla anlatmak ise sadece sancıyı kesifleştirir. istasyon ise -tam da burada- nerede olduğu bir türlü bulunamayan kaf dağı olur sana. mantık'ut tayr'da sancı yoktur bu yüzden. çünkü kuşlar kaf dağına yolculuğa çıkmışlardır. turgut özben'in canım selim ışık'ı aramaya çıkmadan önceki sancısı ve aramaya çıktıktan sonra yoldaki huzurunu hatırlıyorum şimdi. turgut özben istasyonu buldu ve çıktı yola. istasyonu bulabilenin romanı; bulamayanının ise şiiri yazılabiliyor demek ki. oysa ben romandan yanaydım hep; şiirde kaldım fakat. ihtilaci bir sancıya mecaz gerekiyor; bunu hep anlıyorum, bir şey değişmiyor. luther'in "harekete geçirmeyen düşünce gerekzidir" sözünü hayatına yüklem yapan protestan keşişleri kıskanıyorum.

günlük hayatı mecazlarla, rüya atmosferiyle açıklamamalı. hayatın mecazı yok.

1 Nisan 2012 Pazar

some of these days

hayır başlıktaki şarkıdan bahsetmeyecğim. bu şarkı -"some of these days" yani- jean paul sartre'nin bulantı (la nausse) romanında; notaların birbiri ardına varoluşması - yokoluşması diyalektiğinin ortaya anlamlı bir bütün çıkması için gerekli olduğunu anlattığı satırlarda çalan şarkıdır:

"madeleine, bir plak çalar mısın lütfen? hani şu benim sevdiğimi some of these day'i

birkaç saniye kaldı, zenci kadın şarkıya başlayacak. kaçınılmaz bir şey bu. müziğin zorunluluğu öylesine güçlü ki, kimse durduramaz onu. dünyanın içene atılmış olduğu şu zamandan gelen hiçbir şey bu işi yapamaz. düzeni gereğince kendi kendine sona erecek. bu güzel sesi sevişimin asıl nedeni bu. yoksa tok ve içli oluşu değil. bir yığın notanın önceden ölerek onun ortaya çıkışını hazırlaması hoşuma gidiyor. ama yine de tedirginim. gramofonun durması için önemsiz bir olay bile yetişir. bu sağlamlığın, bunca dayanaksız olması heyecanlandırıyor insanı.

sessizlik.

some of these days
 you'll miss me honey!"

 müzikte bu varoluş-yokoluş diyalektiği bir zorunluluk. herbir nota yokolmak için varoluyor. ve bu onun görevi oluyor. fakat burada bir nüans var bu notalar şarkının sona ermesi için değil var olması için bu işlevdeler. hemen burada aklıma Friedrich Nietzsche'nin sanırım "tan kızıllığı"eserindeki bir tespiti geliyor: "her son bir erek değildir; ezginin sonu ereği değildir onun; oysa ezgi sonuna da ulaşamadı ereğine de. bir benzetiş..." notaların varoluş-yokoluş diyalektiğini şarkının bitmesine dönük bir amaç olmadığını nietzsche de kavramış. tabii bu iki fiozof da bu tespitleri salt müziğe dair yapmıyorlar. onların tartışmak istedikleri şey başka. belki daha sonra bunu da yazabilirim ama benim asıl varmak istediğim şey her şarkının değil bazı şarkıların notalarının sanki sadece sonsuza dek varoluş-yokoluş diyalektiğini sürdürebileceğidir:


işte bu şarkı. notaları onu sonuna değil sadece varoluşuna hazırlıyor.

"müzikte teselli aramak ahmakça! tıklım, tıklım konser salonlarındaki küçük düşmüş, incinmiş insanlar; gözlerini kapatmış mozart, chopin dinliyorlar, genç werther gibi müziğin içlerine akmasını ve acılarının müziğe dönüşmesini diliyorlar. bu müziği duymalarını isterdi; bu müzikte şefkat yok, gündüz gece peşini bırakmayan dilsiz utançlar, sorular, Anny, daha derinde o bulantı... hepsini ortaya çıkarıyor bu şarkı. bütün kırılganlığıyla coşkulu"

31 Mart 2012 Cumartesi

"musiki ruhun gıdasıdır musikiye bayılıyorum"

başka hiçbir sanat müzik kadar "kendinde şey" değildir sanırım. ondan haz almak için duyu organınızın asgari çalışması yeterli. anlamak gerekmiyor müzikten haz almak için ama anlamadan dinleyip sevdiğin bir şarkının sözlerini anlayınca daha bir sevebiliyorsunuz onu:

şimdi şu şarkıyı dinle bir şey anlamaya çalışmadan dinle sonra bir  de sözlerini anlamaya çalışarak dinle:

there’s a place in the sun, for anyone who has the will to chase one
and i think i've found mine, yes, i do believe i have found mine, so

close your eyes, and think of someone, you physically admire
and let me kiss you, let me kiss you

i've zig-zagged all over america, and i cannot find a safety haven
say, would you let me cry, on your shoulder
i've heard that you’ll will try anything twice

close your eyes, and think of someone, you physically admire,
and let me kiss you, let me kiss you

but then you open your eyes, and you see someone, that you physically despise
but my heart is open
my heart is open to you

"musiki ruhun gıdasıdır" will carry on...

17 Mart 2012 Cumartesi

Genç Werther yahut Tarihe Not Düşmek

yarın üds var. birazdan son tekrarımı yapacağım. hiçbir şey bilmiyormuşum gibi bir his var içimde. bazı sınavlar öncesinde çoğunlayın olur bana böyle. bilmek; güç veriyor insana. bu yüzden midir bilmem hep bilmeyi istedim; bildikçe daha fazlasını istedim, sonra daha fazlasını. beşir fuat, (enis batur'un tabiriyle:"
— beşir fuat, yanlış kardeşim benim.") bir mektubunda, "okudukça yalnızlaştım, yalnızlaştıkça okudum" diyordu. bilme isteğinin tutkuya dönüştüğü ender insanlardan biriydi beşir fuad. o kadar ölüm hakkında gerçek fikirler edinebilmek için bileğini kestikten sonra hissettiklerini yazacak ve çok kısa sürede bunu tahlil etmek isteyecek kadar bilmeye tutkuluydu o. aynı zamanda bir doktor da olan beşir fuad: "ameliyatımı icra ettim. hiçbir ağrı duymadım. kan aktıkça biraz sızlıyor. kanım akarken baldızım asağıya indi. yazi yaziyorum, kapıyı kapadım diyerek geri savdım. bereket versin içeri girmedi. bundan daha tatlı bir ölüm tasavvur edemiyorum. kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. baygınlık gelmeye başladı". diye başlamıştı intihar mektubunun girişine. tek vasiyeti de naaşının tıp fakültesine kadavra olarak bağışlanması oldu. bir pozitivistti beşir fuad. her pozitivist gibi bilmeyi çok istedi. ama bir yerde buna son vermek gerektiğini düşündü sanırım. kimsenin intiharı üzerine ahkam kesebilecek kadar bencil biri değilim. sadece bunun sebebini bilmek istiyorum. küstahça bir istek bu ama istiyorum yine de. 
Genç Werther, 6 mayıs tarihli mektubundaydı yannlış hatırlamıyorsam, "bilebildiklerimi herkes bilebilir; yüreğimdir asıl bana iat olan" diye yazmıştı arkadaşına. oysa yanılıyordu. sanıyordu ki werther "sevmek" bilmenin dışında bir çabanın üründür. oysa Werther'in sevgisini yaratan ve besleyen süreç , Lotte'yi öğrenmesinin, tanımasının bir süreciydi aynı zamanda. insan bilebildiğini, anlayabildiğini seviyordu. bunu göremedi werther. Goethe, kitabına "genç Werther'in Istıraplar" adını koyarken Werher'in intiharına vurgu yapmak istemiyordu; reddetiği bilginin, yücelttiği sevgiyi doğurduğunu anlamasıydı genç werther'in asıl ıstırabı.

neyse bu kadar yeter kişisel tarihime  not düşeyim istedim:yarın üds var ve ben birazdan son tekrarımı yapacağım.

""yaşamanın bir rüyadan, bir hayalden başka bir şey olmadığını düşünen ilk kişi ben değilim. fakat bu düşünce bir gölge gibi peşimi bırakmıyor. insanların kuvvetleri ve yetenekleri öylesine sınırlı, öylesine küçük bir alan kaplıyor ki ellerinden çok az şey geliyor. dikkat edelim; bütün uğraşmalarımız, bütün çabalarımız yalnız geçimimizi sağlamak ve yaşamak için. yani şu zavallı varlığımızı devam ettirmekten başka bir amacı olmayan ihtiyaçlarımızı karşılamak için didinip duruyoruz. huzurlu olduğumuz zamanlarda bile bu huzur kadere rıza gösterişimizden ileri geliyor.

bizler aynen zindanların duvarlarına gönül ferahlatan, güzel resimler çizen mahkumlara benziyoruz. bunları düşündükçe aklım duruyor. kendime, kendi içime dönüyorum ve orada bir dünya buluyorum. fakat bu dünyada hayat ve hareketten daha çok anlamlı sezişler ve karanlık istekler var. böyle zamanlarda her şey karşımda hiçleşiyor ve ben gülümsüyorum. ne zaman böyle dalsam ve derin derin düşünmeye başlasam daha da derinlere iniyorum. "

24 Şubat 2012 Cuma

sen üzre

şiirin adı aslında ben üzre. benim için yazıldığını düşünürüm bu şiirin çoğunlayın. Ama bugün benden ziyade bu şiirin başkası için yazıldığını anladım:

1. içimde kaybolmuş bir çocuk korkusu,
bakıyorum pencereden dışarı;
uzakta kuru dağlar ve meşe korusu.

2. baktım bavulumda filizlenmiş bir soğan;
nasıl girmişse girmiş,
boy vermiş çamaşırlarımın arasından.

3. acıyı oralarda çok esikden tanıdım,
varıp da neyleyim sılayı gayrı;
hem çoktan unuulmuştur adım.

4. gördüm yaşarken vadesiz ölümümü,
ördüm de ilmek ilmek,
sırtıma giyemedim ömrümü.

5. kimi zaman büründüm derisine yılanın,
tüylendim kimi zaman üveyiklerle;
yine de kimseye yaranamadım.
 6. baktım annem yoktu yanımda;
sırtımda bahriyeli giysimle,
ben bir kez kayboldum çocukluğumda.

7. şu benim kervan geçer,
kuş uçmaz yanlızlığımdan
söyleyin kendine kim esvap biçer.

8. ben bugünü kırdım iki taş arasında.
istedim ki kalmasın
acının çekirdeği yarına.

9. gün olur bütün sözcükler pörsür;
gölgem ayaklanıp serer gövdemi,
yüreğim ufalanıp dökülür.

10. köpekler döneniyor çevremde
ve sığınağım benim
dört yanı açık kameriye.
 11. nereye baksam gördüğüm sığlık.
bungunum ve suskun,
boğazımda yıllanmış bir çığlık.

12. bir ağaç kovuğudur yüreğim benim;
ekmek parçaları koydukları
önümden gelip geçenlerin.

13. ben artık mümkünü yok ölürüm;
tabutum bile olmaz taşınacak,
bir çil horozun sesine gömülürüm.

14. sağır kulağa sözüm yok, köre ne göstereyim
duymazlıktan, görmezlikten gelenler;
bir de size sormalı, ya ben nereye gideyim?

15. kendimi bildiğim günden beri
bir gizli canavarım var benim,
kimsenin bilmediği.
 16. yani benim gözlerimin bunca yıl gördükleri,
bir gün benimle birlikte
yok olup gidecekler öyle mi?

17. ben ki zamanın akışında
bahar oldum, güz oldum.
gittim geldim kışla yaz arasında

18. buğusu tüten şu park kanepesi;
sanki babamın yıkanmış,
upuzun yatan ıslak ölü gövdesi.

19. yarasalar ayaklarımın altına serildi,
omuzuna tünedi baykuşlar;
bana yalnızlığın müthiş saltanatı verildi.

20. biliyorum bu iğdiş edilmiş zamandan
bir buruk gülümseme kalacak;
uykuda bile dudağımı çarpıtan.
21. siz beni hep umursamaz yüzümle gördünüz;
ama benim geldiğimi gelseniz,
şuracıkta düşüp ölürdünüz.

22. ay dokundu omzuma irkildim.
göğün puslu balkonunda
birdenbire insanları özledim.

23. bağırsam neye yarar, nasılsa duymazlar.
ben bir kömür ocağının onulmaz göçüğüyüm;
içimde cesetler ve daha ölmemişler var.

24. peki soruyorum, şimdi ne olacak?
benim bu elim eninde sonunda
bir ölümü imzalayacak.

25. kullanılmış eski bir ölüm için,
dolaştım mezat salonlarını;
mutlulukla doldu içim.
26. akarsulara özenen bir adamım ben,
taştan taşa vuran kendini;
durmayı bir türlü beceremeyen.

27. benim adım yıllardır çok tarazlanmıştır.
incelik ve güzellik adına,
ben kendime hep haksızlık yapmışımdır.

28. susuyorum, sustukça yüreğim küfleniyor.
konuşsam faydası yok;
sözlerim dağılıp harfleniyor.

29. ben hep sözcüklerle baktım dünyaya,
yaralandım sözcüklerle.
alıştım sözcüklerin devriyesi olmaya.

23 Ocak 2012 Pazartesi

Sırr

bir şeyi yapıp yapmamaya hakkın olup olmadığını düşünüyorsan; onu yapmamalısın diyordu dostoyevski bir romanında. sanırım cinler'di bu roman. ne fark eder bir romanıydı işte. taşıyamadığım, söylemek istediğim bir şey var. kendimi muhammed'in sırrını taşıyamayıp da kimselere söyleyemediği için sırrı kör kuyulara bağıran ali gibi hissediyorum bazen. bir kuyu yok bana söyleyebileceğim, bağırabileceğim; AMA bu sır içimde büyüyor ve büyüdükçe de kendini dayatıyor, yoruyor, kırıyor. heyhat vicdan azabı. muazzam bir vicdan azabı...

7 Ocak 2012 Cumartesi

yalnız bir opera

Sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun, 

Biraz daha fazla sevdiğim, biraz daha önem verdiğim. 

15 Aralık 2011 Perşembe

Yeni Bir yalnızlık Tanımı

Ameliyata girerken, cüzdanını ve telefonunu hasta bakıcıya emanet etmek.

8 Aralık 2011 Perşembe

her şeye geç kalmak


"Radyoda sevdiğin şarkıyı son anında yakalamak gibi seninle tanışmamız." Bunun üzerine bir şeyler yazmak istiyorum ama çok fena uykum var ve hastayım. Yine de bu cümleyi not düşmek istedim işte:
"radyoda sevdiğin şarkıyı son anında yakalamak gibi seninle tanışmamız."