3 Mayıs 2014 Cumartesi

ilk taşı en mantıklı düşününeniz atsın

"söz vardı başlangıçta" diye başlıyor yuhanna incili. eylem'i yüceltti buna rağmen protestanlar. "ne saçma! Ne budalaca! Dört İncil'den Yuhanna'yı tercih edişim niye?" ismet Özel'i anmamak olmazdı tabii yuhanna'dan söz ederken.  "söyledim ve ruhumu kurtardım." ecinniler (doğrusu "ecinni" olmalıydı aslında) romanında dostoyevski, stavrogin'e söyletir bu cümleyi. vera tulyakova, nazım'a yazdığı bir mektubunu bu cümleyle bitirir. incil'den bir ayet, vera'yla nazım arasında bir köprü kuruyor. yuhanna bir balıkçıydı. onu isa'yla buluşturan ruhunu kurtarma arzusuydu. raskolnikov'u (kimilerine göre raskolnikov, dostoyevski'nin ta kendisidir) sorgu hakimiyle buluşturan hisse benzer bir histi yuhanna'nınki. umdukları gibi olmadı sonuç her ikisi için de. meramlarını anlatamadılar istedikleri gibi ruhlarını teslim etmedikleri kişilere... söyleyip ruhu kurtarmak,  çarlık rusyasından sovyetlere geçiş dönemi romanının başat teması oldu. ehrenburg ve ondan sonra gelenler ruhu kurtarmak yerine dünyayı kurtarmayı tercih etmenin romanını yazdılar. lermantov gibi şairler buna dirense de edebiyat komiserleri ehrenburg ve ardıllarını destekliyordu ne yazık ki... müthiş bir baskı (hatta istibdat bile diyebiliriz buna) uygulandı lermantov gibilere ve ne yazık ki teslim oldu lermantovlar. aslında bu durum başlangıçta "söz" değil action (eylem) olduğunu gösteriyordu bize; çünkü ruhu kurtarmak isteyenler maddi dünyayı kurtarmak isteyenlere yenilmişti, tıpkı rusya ana'nın sovyetlere yenilmesi gibi.


"ve aslında aradıkları şeyi tek bir gülde ya da bir avuç suda bulabilirlerdi. ama gözler göremez. insanın kalbiyle bakması gerekir."

2 Mayıs 2014 Cuma

muhsin bey yahut "sen kazandın ama ben haklıydım"

"muhsin kanadıkırık yahut estetik bir kaybediş" olacaktı başlık ama ezginin günlüğü'nün oyun  şarkısı dolandı dilime. orada geçiyordu bu söz: "sen kazandın ama ben haklıydım" muhsin bey tipi kaybedenler hep haklıdırlar ama kaybederler bundan belki de. sevda hanım şöyle der muhsin bey'e: " "mesela bana iş bulmak için koynunuza sokabilirdiniz, e allah biliyor ya ben de girerdim koynunuza. ama siz dürüst bir adamsınız muhsin bey. ne yaptıysanız yaptınız, siz haklısınız." haklıydı muhsin bey.. neyse her neyse. oğuz atay'ın tutunamayanlar ansiklopedisine kafadan giriş yapacak bir güzel abimizdir muhsin kanadıkırık:

"muhsin bey: iyi okur ağbi, gerçekten... üstelik söz verdik!
abuzer: vazgeeeeç... avans vermedik ya, söz verdik. sen bana şöyle hesaplı bi arabeskçi bulman mı?
osman cavcı: ayıb ettin abuzer ağbi, buluruz!
muhsin bey: hayır bulamaz! bizde arabeskçi yok. sen bir şakir'le görüş..."

muhsin bey'in niye kaybettiğini bu satırlarda bulabilirsin ey kari. vurguya lütfen dikkat kesil ey kari. muhsin bey için şarkı söylemenin önkoşulu "iyi okumaktır" mekan sahibi içinse konsamasyonu (sen bunu orospuluk diye oku) iyi yapması. muhsin bey için söz vermek önemliyken mekan sahibi için para vermek önemlidir. abuzer kazandı. ülke artık onların. yok amacım siyasi mesaj vermek değil. kültürsüzlük, kabalık geçer akçe oldu. abuzer kazandı muhsin bey kaybetti. her şey herkes yerli yerinde kalsaydı sorun olmayacaktı ama o bile olmadı. her taraf abuzer'lerle doldu. son muhsin bey'ler yaralı bir şekilde sürekli saklanıyor ve kaçıyor abuzerlerden (ya ne sandın filmi yazan kişi boşuna mı "kanadıkırık" yaptı. kanadıkırık bir muhsin bey ne kadar kaçabilir ki bir abuzer'den ey kâri?)

çiçeklere su verirken onlarla konuşup onlara gerçek sanat müziği dinleten muhsin bey, mayakovski'nin intihar etmeden önce yazdığı son şiirinde dediği gibi:

"aşkın küçük sandalı
hayat ırmağının akıntısına kafa
tutabilir mi!
dayanamayıp parçalandı işte sonunda"

daha ne kadar dayanabilirdi ki? bu arada o çiçeklere su verme sahnesi de ne güzel bir sahnedir tanrım:

" -nasılsınız bakalım
-suyu görünce kendinize geldiniz değil mi?
-efendim... ne dediniz?
-peki başüstüne ... bir daha müziğinize zamanında başlarım ...
-ya siz ?
-siz nasılsınız sevda hanım ?
-bunlar duymasın ama safiye ayla'yı sizin için çaldığımı bilin.
-size özel bir ilgi duyduğumu bilmenizi isterim ..." çiçeğine sevdiği kadının adını verip ona müzik dinleten bir güzel abi işte muhsin abi. muhsin abi, çağrılmayan yakup, selim ışık ve diğerleri için söylenebilecek en güzel söz tabii ki nazım'ın dediği gibi "henüz söylenmemiş olan sözdür" sadece ya kaçıp saklanarak ya da intihar ederek  ancak  "buradayım ulan ben" diyebilenlerin dilemmasını düşün ey kâri! sadece yok olarak ben buradayım diyebiliyorlar. değil mi ki intihar yahut kaçıp gitmek biraz da "ben buradayım" demektir. ben buradayım demek için kendini yok etmek ne yaman çelişkidir tanrım.

neyse geç oldu yarın okul var
. "bir geceyarısı yazıyorum bu mektubu
yalvarırım onu okuma çarşamba günleri"

ha tabii vedayı muhsin bey'in finalindeki nefis şarkıyla yapalım:





1 Mayıs 2014 Perşembe

talking about a revolution

bir güzel ablamızdır tracy chapman abla. onu ilk kez solculuk oynadığım toy zamanlarda tanımıştım. anlamıyordum pek ne dediğini şarkıda ama devrim diyordu. "fısıltı gibi" devrim diyordu. dünyanın en güzel sözcüğünü denge profiline ulaşmış bir ırmağın akışı gibi söylüyordu: öyle sessiz öyle biteviye. ben devirimi çok sevmiştim ey kari. kimsenin kimseyi aşağılamadığı, hor görmediği bir ülkenin hayali, bana ilk içilen sigaranın verdiği o tarifi namümkün hazzı veriyordu. bu yolda bir ömrü çürütemedim ben; çürütene bin selam olsun. hiç olmayacak bir kadını sevmek gibi hep sevdim ama devrimi. stalin yoldaş meşhur Stalingrad direnişi için moskova radyosundan halka seslendiği son konuşmasını "bayram bir gün bizim sokağımıza da gelecektir" diye bitirir. bayram bizim sokağa da gelecektir bunu biliyor ve istiyorum. ince memed'e kan kusturan abdi ağaların olmadığı bir ülke olacak burası bir gün. joan baez ablanın da dediği gibi "bir gün mutlaka" olacak. bayrağının rengini "abdi ağaların" kanından alacak bir ülke olacak. buna "ütopya" diyor abdi ağa gibiler ve onların kapatmaları. değil mi ki oscar wilde "ütopya ülkesini göstermeyen bir dünya haritasına göz atmaya bile deymez" diyecek.
 "...dikenlidüzü bu düzlüklerden biridir. dikenlidüzü'ne beş kadar köy yerleşmiştir. bu beş köyün beşinin de insanları topraksızdır. cümle toprak abdi ağanındır." abdi ağa'nın toprakları varsa, onu her daim kollayıp koruyan kaymakamları varsa ince memed'in de çelik gibi parlayan gözleri vardır. o gözler abdi ağaların kabusu olacaktır hep, olmuştur da. sıkıldıysan okumaktan biraz müzik arası verelim mi ey kari:


işte böyle ey kari. abdi ağalar varsa ince memed'ler de vardır. abdi ağa uzun çöpse ince memed kısa çöptür. ve eskiden beri "kısa çöp uzun çöpten hakkını alır elbette"

11 Mart 2014 Salı

son 53 dakika

"bana sorarsanız, dilediğimi yapacağım bir elli üç dakikam varsa, bir su kaynağına doğru gönlümce yürümeyi seçerim." epeydir ihmal ediyorum burayı. yaklaşık bir yıldır komada yatan berkin elvan bu sabah ölmüş. aklıma saint exupery'nin küçük prens'i geldi. devam edeceğim daha sonra

16 Şubat 2014 Pazar

friedrich hölderlin, genç werther yahut fransız romantizmi

şimdi efendim evvela mahsus selam ederim. bu mühim konuda zihinleri aydınlatmak, gençlere bir yol bir rehber olmak ümidi ve kavliyle alman eşrafından ve ediplerinden  friedrich hölderlin ve werther nam roman kahramanı..
böyle bir giriş tabii ki hoş değil. ne yazacağımı toparlayamadığım için lafı dolandırdığımı mı düşünüyorsun? çok kötü niyetlisin ey kâri...
hölderlin'in hayatının son dönemleri nietzsche'nin son dönemlerine benzer aslında. her ikisi de ağır bir depresyon içinde (hadi çıldırmış diyelim) ömürlerinin sonunu beklediler. ama nietzsche'yle hölderlin kıyaslanamaz, olmaz bu. nietzsche'nin salt ateist olmasından ötürü değil, olmaz işte. hölderlin ve genç werther birbirlerinin kurmacayla gerçekteki karşılıkları gibiler. uçsuz bucaksız "kutsal germen" topraklarının, yeşil, ormanlık vadilerinde herkeslerden (büyük şehirlerdeki herkeslerden) uzak; bir şeyi arayarak, bekleyerek hayatı tüketmekti bu ikisinin yazgısı. hölderlin tanrı'ya bağlıydı. göksel bir bağla bağlıydı ama öyle sıradan bir inanıştan farklı onun inanışı. bundandır azabına son verecek son hamleyi yapmadı; yani intihar etmedi werther gibi.

en tipik şiirlerinden biridir şu:

"çoğu kez bir tanrı kurtarırdı beni
bağırışlarından ve sopalarından insanların,
sonra oynardım güzelce ve güvenle,
korudaki çiçeklerle,
ve havası göklerin
oynardı benimle."

werther kardeşimiz malum "elim bir aşkın pençe-i ızdırabında inlerken" intihar etmeye kara verir ve öldürür kendini. lotte diye yazar, lotte..

"yüz defa, elime bir bıçak alıp sıkışan yüreğimi soluklandıracaktım. aşırı koşturulmaktan dayanılmaz biçimde hararetlenince güdüsel olarak damarlarını ısıran ve böylece soluklanan safkan atlardan sözedilir. çoğunlukla kendimi duyumsayışım böyledir. bir kan damarı açmak istiyorum, bana sonsuz özgürlüğü verecek." böyle yazıyordu bir mektubunda werther. (bende bazı rüyalardan uyandıktan sonra oluyor bu his. şimdi anladın mı "bir düşe uyanıyorum ve ağırdan alıyorum şiddetimi" dizesini neden çok sevdiğimi? bu şiiri yazan şairin de genç yaşta intihar ettiğini falan da anlaman lazım ama) werther'i hölderlin gibi "çoğu kez bir tanrı kurtarmıyordu bağırışlarından ve sopalarından insanların, belki bu yüzden o öldürdü kendini. (yani "küstü öldürdü kendini su. su çürüdü")

"bildiklerimi herkes bilebilir; yüreğimdir, asıl bana ait olan." diye yazar bir mektubunda werther. hölderlin'i kendini dahi tüm alman romantiklerini özetleyen bir cümledir bu ve önemlidir. çünkü bu akla karşı yüreğin galebe çalması alman romantizmini fransız romantizminden ayırdı.

oysa ben bunlardan değil werther'in lotte'nin fiyongunu saklamasından bahsetmek istiyordum: "Bu giysiler içinde, Lotte, gömülmek istiyorum, onlara senin elin değdi, kutsandı; babandan
da bunu istedim. Ruhum, tabutun üstünde süzülüyor. Ceplerim aranmasın. Seni ilk defa
çocukların arasında gördüğüm zaman göğsünde taşıdığın bu soluk kırmızı fiyong - ... - Bu
fiyong benimle birlikte gömülsün" bu fiyongu işte ben asıl bunu anlatmak isterdim şimdi.
 ama olmadı.
yüreğimdekileri değil;
bildiklerimi anlattım yine.

5 Şubat 2014 Çarşamba

tevfik fikret yahut sır içinde sır

"bize bol bol ziya kucakla, getir: 
düşmek, etrafı görmemektendir." 

fikret hakkında bir şey yazacağımdan değil başlığa aldanma. şairliği, şiir anlayışı hakkında bilgi bulmakta pek sıkıntı çekeceğin biri değildir fikret; bu yüzden bu minval üzere bir şeyleri tekrardan burada zikretmenin bir kıymet- i harbiyesi yok. etrafta olmayan bir  bilgi vereyim ama yine de onun hakkında: fikret cesur biriydi. hatta  onun hayatının yüklemi cesarettir desek yeridir. lafı eğip bükmeyen, nabza göre şerbet vermeyen, ikbal için tabasbus etmeyen biriydi o. kimsenin II. Abdulhamit'i eleştiremediği bir dönemde abdulhamit'e suikast girişiminde bulunan kişi için şöyle yazmıştı:

"dâmını beyhûde kurmadın ey şanlı avcı / attın fakat yazık ki yazıklar ki vurmadın"

 fakat her cesur insan gibi (çünkü fikren cesur insanların hayatta karşılığı yoktur) içine kapandı. ama kelimenin tam anlamıyla içe kapandı. kimseyle görüşmedi, konuşmadı. düştü bir anlamda fikret, çünkü etrafı göremiyordu. daha doğru bir tabirle etrafta olan bitene göre kendi konumunu ayarlamıyordu. o günün yükselen değerleri nelerdir, hangi paşaya intisap ikbal getirir vs. gibi etrafta olan bitene göz atmazsan yani "etrafı göremezsen" düşersin; fikret gibi. 

neyse gördüğün gibi fikret'le ilgili bir halt yok burada ya da işe yarayacak bir halt yok. bir anahtar var ama: etrafı kolla ki yükselesin (düşmeyesin) bu tip yükselenlerle ilgili vadideki zambak'ta balzac nefis bir tespit yapar. yazmayım buraya şimdi canın sıkılmasın belki sen de yükselmek için etrafı kollayan birisindir; öyle ya misafir sayılırsın bu blog'ta, asgari nezaketi hak ediyorsun. 
hadi söyleyim de niye bunları anlattığımı anla ey karî: hep bu yönü yüzünden fikret'i kendime yakın hissettim. ha ben de fikret gibi cesurum mu demek isityorum; belki evet. padişaha laf sokacak cesaretim olur muydu bilmiyorum ama kendi hayatımın padişahlarına (söz gelimi okul müdürü, ilçe milli eğitim müdürü, dekan vs. ) lafımı esirgemedim hiç. çoğu maldı zaten. önemsiz. 
kendime yakın hissettiğim biri daha var: orhan veli. orhan veli de fikret gibi hatta belki ondan daha cesur biridir. bu yönü ayrı. onu yakın hissetmem onun her şeyle dalga geçiyor hiçbir şeyi ciddiye almıyor olması. (izninle ben bir kadeh daha şarap alacağım) neyse ne diyordum, ben bu zıkkımı içmiş olmak için içerim. ben kim miyim? "bunu anana sorsana delikanlı" karşısındaki bir şey anlatırken anlattıklarını yiyormuş, onu ciddiye alıyormuş gibi yapan biriyim. bu da benim "persona"m. (sahtekar olduğumu mu düşünüyorsun? ilk taşı en persona'sız olanınız atsın o halde. hazır bu kadar persona demişken ingmar bergman'ın nefis filmini de anmak lazım gelir, şöyle bir diyalog vardır filmde:

var olmayı boş yere hayal etmek. öyleymiş gibi görünmemek, gerçekten olmak. uyanık olduğun her an. tetikte. başkalarına karşı sen ile yalnızken ki sen arasındaki uçurum. baş dönmesi ve sürekli açlık, açığa vurulmak için. içinin görülmesi için... hatta parçalara ayrılmak ve belki de tümüyle yok edilmek için. sesin her tonu bir yalan, her davranış bir aldatmaca, her gülümseme aslında yüz ekşitme.

intihar etmek mi? 
oh, hayır! bu çok çirkin. sen yapmazsın.

ama hareket etmeyi reddedebilirsin. konuşmayı reddedebilirsin. o zaman en azından yalan söylemezsin. böylece düşünceye dalıp, kendi içine kapanabilirsin. artık rol yapmaz, herhangi bir maske takmaz ve yalancı davranışlarda bulunmamış olursun. 

sen öyle sanırsın. ama gerçek inatçıdır. saklandığın yer su geçirmez değildir. yaşam dışarıdan sızar içeri. ve tepki vermek zorunda kalırsın. hiç kimse de bunun gerçek olup olmadığını, sen içten misin yoksa yapmacık mısın diye sormaz. bu soruların önemsendiği tek yer tiyatrodur. hatta orada bile fark etmez.

seni anlıyorum, elisabet. kendini bırakmanı, hareketsiz kalmanı, hayali bir sistem içinde apatiye girmeni anlıyorum. seni anlıyorum ve seni takdir ediyorum. hevesin gecene, tüm ilgin bitinceye kadar bu rolü oynaman gerektiğini düşünüyorum."

  şimdi anladın mı fikret niye kapandı içine ve hiç konuşmadı? yahut orhan veli niye hep dalga geçti her şeyle herkesle? 

filmdeki diyalog şöyle bitiyor: "o an geldiğinde diğer rollerini bıraktığın gibi,bunu da bırakırsın..." buradan bu isimlerden çok uzak bir isme gideyim mi?  comte de lautreamont'a gidelim mi? (alkış, kıyamet "git git" diye inliyor stadyum) peki ey karî seni mi kıracağım.. peki niye lautreamont'a geldik? çünkü onun şiiri, kişinin persona'larıdan vareste olduğu anların şiiridir. abimize göre "istek" (cinsel istek) ve "doyum" (çoğu zaman cinsel doyum) insanın yegane kendi olduğu alanlardır. yani personalarımız yoktur bu anlarda. bu yüzden aşık olduğumuz kişilerdir salt bizi tanıyabilenler. (ve ihtimal ki sonralayın bizden en çok iğrenenler de onlardır) 

'dehşetin aldatıcı serabı gösterdi sana kendi hayaletini' derken lautreamont aslında ne demek istiyordu? (bunu anana sorsana delikanlı) 



30 Ocak 2014 Perşembe

Maria Callas dinlerken katlanan sadelik

fevkalade memnunum dünyaya geldiğim için diyebildiğimiz anlar önemli. neitzsche gibi söylersek bu anlar "sonrasızca yeniden gelmeli" anlardır. bu anlarda yaşamı duyumsar ve iyi ki gelmişim dünyaya derim. buraya yazamam o anları, sen de merak etmiyorsundur zaten ey kari. ama var öyle anlar. başkaları için önemlş anlar, günler pek bir şey ifade etmez bana. gereksiz,saçmadır doğum günleri, evlilik yıldönümleri vs. aslolan bir iki an vardır o anlar önemlidir sadece. o anların yüzü suyu hürmetine yaşarız çoğunlayın. bir an vardı mesela o an aklıma geldikçe hep "sigara içmeseydim, başlardım o an" derim her hatırladığımda o anı. neyse bu başka bahis, anın sahibine bir gün anlatırım belki bunu kim bilir.

çocuktum. cuma akşamı trt 1'de şu dizi başlarken televizyon karşısında kendimi her şeyi unutup diziyi izlerdim:


hastaydım maddie'ye (cybill shepherd). belki de ilk aşık olduğum kadındı kendisi, çocuktum, onu düşünmeden uyuyamıyordum. ne bileyim işte..
sonra istanbul'da galip abiyle mavi köşk diye bi birahanede içerdik. gaziosmanpaşa'da bi birahane. bir de lodos vardı. sonra benim tek başıma gittiğim bakırköy'de martı diye bi birahane vardı. iğrenç bir yerdi ama gidiyordum. sonra çıkıp yürüyordum gri bir paltom vardı. kırmızı winston içiyordum.

o amına koduğumun uçağı orada düşecekti ya

29 Ocak 2014 Çarşamba

requiem for a birthday

epeydir bir gelenek oldu. evde yalnız başına içerek doğum günüme girmek. ben bu satırları yazarken şunu dinliyorum:



ortam şu halde: (ışığı açtım tabii): "masa da masaymış ha" gördüğün gibi ey kari..



saçma işte neresinden baksan sisyhpos gibi yaşayıp gidiyoruz. bilenbilir bütün şairler bir yana sergei yesenin bir yanadır benim için sırf şu dizeleri yazdığı için olsa gerek:

"Yeni bir şey değil ölüp gitmek bu yaşamdan,
Ama yaşamak da daha yeni değil kuşkusuz." (belki bilmezsin ey kari jim morrison abimiz de çok severdi sergei yesenin abimizi ve this the end şarkısı yesenin'in "hoşçakal" şiirinden mülhemdir. 

insan kendinin değerli olmasını istiyor ve hatta en çok bunu istiyor. kendinden sonra ne
kalacağını bilmek istiyor. alkolün ve yalnızlığın şairi edip cansever "sonrası kalır" da bunu 
sorunsallar: 
On Kalır benden geriye dokuzdan önceki on 
Dokuz değil on kalır 
On çiçek, on güneş, on haziran 
On eylül, on haziran 
On adam kalır benden, onu da 
Bal gibi parlayan, kekik gibi bunalan 
On adam kalır.
....
 Ne Kalır benden geriye, benden sonrası kalır ,Asıl bu kalır. "
benden de geriye kala kala benden sonrası kalacak sadece sanırım; yani: hiçbir şey. bu da bir şey
aslında hiçbir şey bırakmadan kimsenin hayatında önemli bir yer işgal etmeden öylece göçüp gitmek. 

doğum gününde bunları düşünmek çok anlamlı değil biliyorum. gereksiz bir melankoli yaratmak gibi bir gaye de hasıl olmadı bünyede ama genç değilim artık. dünyayı değiştiremeyeceğimi anladım. artık yolda gördüğüm güzel bir kadının peşine düşmüyorum işi gücü bırakıp. rastgele bir otobüse, trene binip yolculuklar yapmıyorum. kitapları hep aynı raflara diziyorum. yaşa/yorum; sevin emi yorum. 

27 Ocak 2014 Pazartesi

çölde çay yahut fotoğraf

"çocukluğunuzun bir öğleden sonrasını, öyle ki, hayatınızı onsuz düşünemediğiniz, sizi derinden etkilemiş bir öğleden sonrayı, daha kaç kez anımsayabilirsiniz ki? belki dört, beş kez daha. belki o kadar bile değil. dolunayın çıkışını daha kaç kez izleyebileceksiniz? belki yirmi. ama yine de, her şey sonsuzmuş gibi gelir." 


gün içerisinde çağrılmaksızın gelen anlık görüntüler var. bunları yazmayı düşünüyordum, yazdım da birkaç tanesini ama sonradan vazgeçtim niyeyse. fotoğrafları anların taşıyıcısı olduğundan mıdır nedir sevdim bu yüzden. neyse işte devam edecem sonra. 

(bir gün sonra gelen edit) devamlayın,

belki de hayatım boyunca ilk defa gördüğüm bir rüyadan sonra korkup uyuyamadım dün gece. rüyamda uyuyordum. battaniyeyi kafama kadar çekmiştim. üzerime bir türlü ne olduğunu tam kestiremediğim garip bir canlı geliyordu. biraz mekanik bir şey gibiydi. sonra elini uzatıp battaniyeyi çekti tam o sırada uyandım ve ben de elinmle battaniyeyi çekip yüzümü açmıştım. rüyayla gerçeğin birleşmesi, rüyadaki benle gerçekteki ben'in birleşmesi (hadi bir edebiyat terimiyle adlandırayım bu durumu) ikizleşme çok sık olmaz bana. olsa da bu denli ürkütücü olduğunu hatırlamıyorum hiç. birkaç gün önce bir film izlemiştim bir romancının romanını yazma sürecini  izleten bir film: 


kahraman bir süre sonra bir romanın ana karakteri olduğunu anlıyor ve duruma müdahale etmek istiyordu. filmi izlerken orhan pamuk'un "beyaz kale" romanındaki ikizleşme tekniği gibi diye not almıştım. bir ara epey kafa yormuştum bu ikizleştirme tekniği üzerine. belki ondandır bu rüya bilmiyorum. sanırım başka bir hayatı (hayatları) özlemenin bir şekilde sembolik dışavurumu bu tip rüyalar, romanlar vs. bilmiyorum ama bildiğim bir şey var ki bütün bir insan ömrü başka hayatları özleyip varolan hayatı yaşamak zorunda olmaklığımızla özdeş.

dünkü rüyada belli belirsiz yatakta uyuyan beni boğmaya gelen kişinin/şeyin yine ben olduğumu düşündüm uyanınca. şu halde, rüyadaki ben olmak istediğim bendim ve gerçek olan yani uyuyan beni boğarak olmak istediğim ben'e ulaşmak istiyordum. kim bilir. 

fark etmişsindir ey kari. kafka gibi rüyalar görüyorum. yani olsun o kadar da. bir çobanın rüyasıyla benim rüyam bir olabilir mi?


4 Ocak 2014 Cumartesi

Karakterin Ölümü veya Karakterin Silinmesi

Karakterin Ölümü veya Karakterin Silinmesi
Modernizm öncesi insanın büyük idealleri, büyük davaları gerçekleştirme hayali vardı. Bu yüzden destan kahramanları hep olağanüstü özellikleri olan insanlardır. Bununla birlikte modernizmin hemen öncesi dönemin büyük paylaşım savaşlarına sahne olduğu bir dönem olması nedeniyle bu dönemin insanı da büyük idealleri, davaları olan insan modelleri çıkardı ortaya. Modernizmin hemen öncesi Avrupa’sında neredeyse birbirleriyle savaş halinde olmayan millet, ülke yok gibiydi. Bu dönemin Avrupa’sında hakim sanat akımı ise Romantizm ve Realizm’di. Romantik ve Realist aydınlar, sanatçılar, romancılar bu savaş ortamının çıkardığı kahramanların üzerine yazdı ve düşündü. Nitekim İdris Küçükömer Cuntacılıktan Sivil Topluma adlı eserinde bu durum için şöyle bir tespit yapar:
Yanılmıyorsam 1960 senesi başlarında idi, Londra’da Tate Galerisinde, Romantik döneme ait resim sergisi açılmıştı. Galeriye girince karşıda, galerinin merkezinde oda duvarı büyüklüğünde bir resim duruyordu şahlanmış bir atın üstünde uçuşan peleriniyle romantik dönem idealizmini sembolize eden herkesin tanıdığı bir Fransız generalini gösteriyordu. General Napolyon’ndu: Bu ideal öyle zorlu, sarsıcı coşkun duyguları temsil ediyordu ki, Germen Goethe, milletinin orduları Jena’da onun tarafından yenilince müteessir olmayacak: Lord Byron Elbe dönüşü Napolyon’un muvaffak olmasını arzu ettiğini ilan edecek ve Waterloo’da kendi milletinin ordularına mağlup olduğunu işitince de “bunun için kahroldum” diyebilecektir. Crlyle de bir ingiliz olarak “Bizim son Büyük Adamımız” yargısına varacaktır. Nietzsche ona hayran olacak ve “İyi Avrupalı” olarak onda, kendi idealinin en modern sembolünü görecekti. Hegel, onu “Dünyanın at üstündeki ruhu” diye kabul edecekti. (Küçükömer, 1994: 35)
İdris Küçükömer’in de işaret ettiği gibi bu dönemin (modernizmin hemen öncesi) aydınlarının, sanatçılarının hayran oldukları kahraman Napoleon Bonaparte’idi. Doğaüstü güçleri olmayan; sıradan bir askerken başarı merdivenlerini bir bir tırmanarak tüm dünyayı etkileyen bir komutan olan Napoleon’un bu karizmatik kişiliği Avrupa edebiyatının roman kahramanlarına da sirayet etti. Ahmet Hamdi Tanpınar, Bizde Roman adlı makalesinde bu durum için çok önemli bir tespit yapar:
Napoleon’dan sonra Avrupa’da kendisinde insanlığın üstüne çıkmak hakkını bulan bir tip moda olmuştur. Bu örnek bütün Avrupa’yı dolaştı ve her yerde XIX uncu asrın sonuna kadar fikir ve sanat aleminin biricik meselesi oldu ve bütün edebiyatçıları besledi  (vurgu bana ait) ve bütün bu adamlar birbirlerini okuyorlar, tekrarlıyorlar, tamamlıyorlardı. (Tanpınar, 2005: 49)
Nitekim, başarı merdivenlerini hırsla tırmanmak isteyen Balzac’ın Felix’ini, tutkulu bir aşkın esiri olmaktansa intihar etmeyi tercih eden Turgenyev’in nihilist Bazarov’unu ve Goethe’nin Genç Werther’ini, Hugo’nun çelik gibi iradeli, sağlam karakterli Jean Valjean’ını, Nietzsche’nin Zerdüşt’ünü, Dostoyevski’nin kendini bütün insanlığın üzerinde gören ve bu yüzden kendinde her şeyi yapma hakkı olduğunu iddia eden Raskolnikov’unu: Napoleon Bonaparte’nin tezahürü şeklinde okumak son derece anlamlıdır.
Yukarıda bahsedilen dönem aynı zamanda burjuvazinin devrimci çağıdır. Burjuvazinin devrimci çağı aynı zamanda devrimci roman kahramanlarını doğurdu. 20. Yüzyılla beraber artık devrimci özelliğini kaybederek insanlığa vaat ettiği özgürlüğün sadece sınırlı bir kesim için olduğu ortaya çıkan kapitalizmin sindirdiği, yabancılaştırdığı, gettolara hapsettiği insanlar için özgürlük güzel bir hayal olarak kaldı. Bu insanın değil büyük idealleri hayata geçirmek, yaşamını idame ettirebilmekten başka bir amacı kalmamıştı. Yönetici klikler için, değeri sadece planlama teşkilatlarının tuttuğu istatistiki verilerin içindeki bir rakamdan ibaret olan bireyin romanı nasıl olacaktı peki? İşte bu sıradanlaştırılmış, yok sayılmış insanın özne olduğu romanlardaki kavramlar artık ruhuna Napoleon Bonaparte’nin ruhundan üflenmiş güçlü, asil, tutkulu kahramanlar gibi değil içinde bulunduğu sistemin tam da kendini sildiği, yok ettiği gibi silik olacaktı.
Sistemin ötekileştirdiği, aidiyet sorunu çeken modern bireyin romanının kahramanını öteki tip roman kahramanlarından ayırmak için protagonist kavramı imal edilmiştir. Adına özgenliğinden ötürü protagonist denilen bu başkarakterlerin genele olan marjinalliği romanlarda birçok şekilde dile getirilebilir fakat modernist yazarlar başkarakterlerin silikleşmesini en çok karakterlerini adlandırırken ortaya koyarlar. Modrernist edebiyatın en önemli temsilcilerinden Franz Kafka’nın kahramanlarına ad seçmesi bu duruma son derece orijinal bir örnektir:
Kafka’nın kahramanlarının adları olduğunda, bu tür adlar gülünç ve anlamsız olur; belirsiz ve tartışmalı bir kökenden oldukları için tanımlayıcı olmak yerine kafa karıştırırlar. Öyle görünüyor ki, bu adların işlevi çoğunlukla adlandırmadaki anlamsızlığı ifşa etmek ve adlandırmanın imkansızlığını göstermektir. Fakat zaten Kafka’nın başlıca romanlarının kahramanlarının adı bile yoktur. (Bauman, 2003: 236)
Kafka ve genel anlamda diğer modernist yazarlar, ne kendi hayatının ne de tarihin bir öznesi olmayarak silikleşen bireye ad vermeyerek ya da gülünç adlar vererek bireyin bu durumuna işaret etmişlerdir. Elinor Fuchs, modern edebiyatçıların bu çabasını şu şekilde özetler: “Bir zamanlar aksiyonun yerini almış olan Karakter’in bu kez kendisi gölgede kalmıştır.” (Fuchs, 2003: 225) Modern yazarlar, gölgede kalan, silikleşen karakterin bu durumunu ya onlara isim vermeyerek ya da gülünç, saçma isimler vererek göstermişlerdir. Tarihi değiştiren, dönüştüren güçlü bireyden yaşamını devam ettirecek temel ihtiyaçları için bütün bir ömrünü heba eden bireydeki bu silinme/eksilme modern romanda birçok şekilde tezahür eder fakat hiç biri yazarların kahramanlarına ad verme konusundaki bu tavrı kadar açık değildir.
Bizde kahramanın silikleşmesini/ölmesini kahramanına ad vermede dıştalayan en önemli isimlerden biridir Yusuf Atılgan. Atılgan, Aylak Adam romanının baş kişilerine  bir isim vermek yerine bunları ancak istatistiki bir veride anlamlı olabilecek bir türden bir harflendirmeyle kodlamıştır: C.  ve B.. Roman boyunca kendisine bir tutamak arayan C. bu tutamağı bulamamış bu yüzden kendini gerçekleştirememiş yani eksik kalmıştır tıpkı adı gibi. Aynı durum B. için de söz konusudur. C. B.olmadan; B. de  C. olmadan eksiktir. Roman boyunca C. kendisini tamamlanmış hissettirecek tutamaklardan hiçbirini bulamamış ve bu yüzden kendisini tesadüflerin akışına bırakmıştır. Tesadüflerin akışına bırakmış olmanın sonucu olarak da kendi hayatının öznesi olamamıştır tıpkı emeğine yabancılaşmış kalabalıkları oluşturan diğerleri gibi:
─ İçiyorum da kurtulabiliyor muyum? Belki yalnız baş ağrısından…
─ Ya içmediğin zamanlar?
─ O zaman ararım.
─ Hep arayacaksın sen. Ya resim ya kitap…
─ Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı.
─ Anlamadım.
─ Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, “ – Veli ağanın öküzleri gibi öküz, yoktur,” demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın.  Birbirimize yeteceğimizi, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın! (Atılgan, 2009: 152) 
Bu satırlardan da anlaşılacağı üzere C. kendisini hayata bağlayacak tutamaktan yoksundur. C.’yi sadece gerçek sevginin bir tutamak olabileceğine inandıran şey ise C.’nin insanlara yabancılaşmasıdır. Bu yüzden C. toplumsallaşamamakta yani kendisini tamamlayacak öteki(ler)den mahrum durumdadır. Bu yüzden anlatıcı, C.’nin hayata tutunmak için verdiği bu çabada henüz bir sonuca ulaşamadığı için onun ismini eksik bırakmış, tamamlamamıştır. Aynı durum B. İçin de geçerlidir; Çünkü B.’yi tamamlayacak kişi de C.’dir. Şu halde C., B. Olmadan; B. de C. olmadan eksik, kendini tamamlayamamış bu yüzden de silik karakterlerdir.
C. ve B.’nin bu tamamlanmamışlığının, eksikliğinin adlarına yansımışlığının aksine romandaki hemen tüm kişilerin adı bellidir.  C’nin teyzesi Zehra Hanım, ressam arkadaşları Sadık, Kemal, Necmi; hizmetçisi Eleni; birlikte olduğu ama yanlış kadın olduklarına hükmedip ayrıldığı Ayşe ve Güler… Bu durum B. cephesinde de paralellik arz eder: B.’nin bir süre flört edip yanlış kişi olduğuna karar verip terk ettiği Erhan, en yakın arkadaşı Güler vs.’nin de adı verilmiştir romanda hep. Çünkü bu insanlar bir anlamda hayata tutunabilmiş insanlardır. Ya da C.’nin onları tanımladığı şekliyle “Eli Paketliler Sokağında” oturan kişilerdir bunlar. Peki ama modern hayat bu insanları da silikleştirmemiş miydi? Şüphesiz öyle fakat yine C.’nin tabiriyle bu insanlar kendilerini sisteme angaje etmenin bir yolunu bulmuş insanlardır. Sistemin kendilerine sunduğu şeyler bu insanlar için yeterli görülmüş ve bir anlamda bu insanlar sistemle zımni bir anlaşma yaparak hem sistemi onaylamışlar hem de sistem tarafından onaylanmışlardır. Diğer bir deyişle bir ev ya da bir araba satın alabilmek için bütün bir ömrünü çalışarak geçirmeyi göze almış ve böylece bir anlamda “kendilerini tamamlamıştır” romanın kişileri; fakat iki eksikle: C. ve B.
Devamlayın, yazar tarafından C.’ye isim verilmemesine neden olan bu ayrıksılığını ya da diğer bir deyişle C.’nin genele marjinallik arz eden durumunu –Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanındaki yerinde tabiriyle- C.’nin “küçük burjuva ayinleri”ne katılmayı reddetmesinde hatta bu “ayinleri” küçümsemesinde de görürüz. Örnekleyin, C.’nin parasal işlerini idare eden avukatının onu bir yılbaşı davetine çağırması; C.’nin o davetteki olası diyalogları, eğlenceleri tasavvur ederken neredeyse midesi bulanacak kadar tiksinmesi yahut Ayşe ile bir yazlık pansiyonda kalırken orada birlikte zaman geçirmek zorunda kaldığı ailenin olağan yaşantısını küçümsemesi ve kendinin oraya ait hissedememesi C.’nin genele marjinalliğine işaret eder. Bununla birlikte, yılbaşı davetine katılanların ya da pansiyondaki yazlıkçıların C.’nin küçümsediği tüm bu şeyleri adeta bir ibadet gibi telakki etmeleri de savımı desteklemesi adına dikkate değerdir.

Genelde modernist yazarların özelde Yusuf Atılgan’nın kendi hayatının öznesi olamayan insanın bu yönüne vurguyu kahramana ad verirken dıştalamasını Atılgan’ın bir diğer romanı Anayurt Oteli’nde de görüyoruz:  Yazar, burada da yalnız ve anlamdan yoksun bir hayat yaşayan Zebercet’in bu anlamdan yoksun hayatına uygun bir isim seçerek modern edebiyatın karakterin silinmesini anlatmak için seçtiği kahramanlara ad vermeme ya da saçma bir ad verme tercihine uygun bir seçim yapmıştır. Anlatıcı, tıpkı Zygmunt Baumann’ın Kafka’nın anlamdan yoksun yaşayan kahramanları için kahramanlarına anlamsız ya da gülünç isim seçme tespitine uygun bir şekilde adlandırmıştır kahramanını. Zebercet’in kelime olarak bir anlamı vardır fakat Zebercet sözcüğü bir isim olarak alışılagelmiş bir isim değildir. İşte bu isim seçimi bize, hem adlandırmanın anlamsızlığına; hem de farklı, silikleşmiş bir bireyin bu yönüne uygun bir seçim yapıldığını göstermiştir.
Anayurt Oteli’nde de yine tıpkı yukarıda Aylak Adam için söylediğimiz romanın baş kişilerine ad vermeyip diğer kişilerin adlarının verilmesine benzer bir durum söz konusudur. Fakat tek farkla: Burada baş kişilerden birine alışılmışın dışında bir ad diğer baş kişiye ise hiç ad verilmemiştir. Fakat diğer geri kalan roman kişilerindeki adlandırma durumu Aylak Adam’la paralellik arz eder: Ortalıkçı kadın Zeynep, Konağı otele çevirten Keçecizade Rüstem Bey, Zebercet’in babası Ahmet, annesi Saide (otelde kalmaya gelen ve Zebercet’in sevişmelerini izlediği öğretmen kadının adı da Saide’dir bu arada.), emekli subay olduğunu söyleyen Mahmut Görgün… Burada ismini bilmediğimiz -ismi söylenmeyen- ve romandan anlaşıldığı üzere Zebercet’in kendisini tamamlayacağını düşündüğü kişi olan kadına da Tıpkı Aylak Adam’ın B.’si gibi bir ad verilmemiş ve “Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın” gibi belirsiz bir ad verilmiştir. Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın otele gelene kadar sıradan bir hayat yaşayan Zebercet, kadının otele gelmesi, otelden ayrılması ve Zebercet’in onun otele geri döneceğine dair beklentisi içindeki dönemde önemli değişiklikler yaşar. Bu değişiklik Zebercet için bir anlamda alışkanlıkların kırılmasıdır. Zebercet bıyığını keser, hiç gitmediği yerlere gidip tanımadığı insanlarla konuşur, sinemaya gider… Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın, Zebercet’in kendini tamamlamasının ve bu yönüyle de hayatının anlamı gibi olmuştur adeta. Kadını beklerken geçen zaman, Zebercet’in hayatının en anlamlı günleri gibidir. Bu bekleyiş günleri ve bir türlü gelmeyen kadın bize Samuel Beckett’in “Godot’yu Beklerken” oyununu çağrıştırır. Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın bir anlamda Zebercet’in Godot’udur. (Burada bir ad olarak Godot’un da alışılagelmiş bir isim değil yazarın uydurduğu bir ad olduğunu anmakta fayda var.) Nasıl ki oyunda Beckett tarafından, Godot gelirse oyundakilerin hayatına bir anlam katacağı gibi bir izlenim verilmişse; yazar da bize Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın gelirse Zebercet’in hayatının anlamlanacağını, tamamlanacağını hissettirmiştir. Fakat Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın gelmez (tıpkı Godot gibi)  ve Zebercet kendini tamamlama fırsatını yitirdiğine karar vererek intihar eder. Zebercet’in intihar etmesi de savım için bir argümandır: Burada dikkat edilirse gerek C. gerekse de Zebercet kendilerini tamamlayacak, hayatlarını anlamlı kılacak kişilerden yoksunlardır; fakat bu kişilerden sadece birisi intiharı seçmiştir: Zebercet. C. ise intihara meyilli biri olmasına rağmen intihar etmiyordur çünkü B.’nin bir yerlerde yaşadığına emindir. Hatta romanın sonlarına doğru B.’yi de görür fakat aksilik yetişemez ona. Bu da C.’nin hayatta kalmasının bir dinamiği olur ve C. yaşamayı tercih eder. Oysa aynı durum zebercet için geçerli değildir. Çünkü Zebercet,  Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın’ın gelmeyeceğine emindir: “Kadın gelmezdi artık. Yürüdü, odadan çıkarken bir haftadır yanan ışığı söndürdü.” (2000: 38)



28 Temmuz 2013 Pazar

o hikayedeki mal benim

uykusuz'un iil sayılarında egin günaydın bu adla bir köşe yapıyordu sanırım. oradan aklımda kalmış ve yer etmiş. hiçbir şey boşa yer etmiyor insanda tabii. bizde bir yerlere dokunuyorsa o şey ancak yer edebiliyor. mallık bende eski bir yoldaş.


mal gibi bu şarkıyı dinliyorum işte şimdi. ne dediğini anlamadan, öylesine mal gibi. şarkıyı ilk dinlediğim zamanı hatırlıyorum ama. tarihi bir mallığa imza atmak üzereydim kendi hayatımla ilgili. çağrışım yaptı demek.

boş konuşmakta üzerime yoktur. kimbilir kaç kişinin nefretini kazandım bu yüzden. buna üzülmüyorum gerçi. ne üzülecem zaten hayatına pek öyle birilerine sokma heveslisi biri değilim. girenler de zorla girmiştir genelde. "vurdun kanıma girdin itirazım var" diyordu ya hani attila ilhan, o hesap işte biraz da. ha o hayatıma girenler ne mi oluyor sonra. ya siktir olup gidiyorlar ya da hiç girmeye çalışmamaış gibi hoyrat davranıp kırıyorlar. (burası ergen bir genç kızın kişisel hezeyanlarını dıştaladığı bir blog değil bunu bil ama ey karî)



şimdi de bunu dinliyordum. bu şarkının neden yer ettiği aklımda ama yazmayacağım buraya. yok gizem yaratmak için değil. hadi yazayım sonra arkamdan gizem yaratmaya çalışıyor mal deme.

"no - one here reminds me of you
yet i see no-one else
on the crowded sidewalk"

şarkıda geçen bu sözler yüzünden sanırım yer etti bende. al söyledim işte soğudun mu ey karî? gördüğün gibi öyle derin bir anlamı yokmuş işte. (aslında var ama sen de biraz malsın ve göremiyorsun işte)

bi öğrencim puro getirmişti ankara'dan onu yaktım şimdi. (ankara'nın purosu meşhur sanki) yarrak gibi. yok şeklinden dolayı değil tadı öyle.

neyse ne diyordum. önce senin sevdiğin şeyleri, söz gelimi sevdiğin yazarları- seviyormuş, okuyormuş gibi yaparlar. yemezsin bunu aslında sen, kaçın kurrasısındır zira ama yemiş gibi yaparsın işte. sonrası, sonrası işte biraz da nazım'ın dediği gibi: "hayat ve bütün ihtimalat"


sevgiliye kul-köle olmaını esas olduğu türk halk edebiyanın belki de tek aykırı devrimci türküsüdür aha da şu yukarıdaki türkü.

arrivederci ey kar'i..

20 Mayıs 2013 Pazartesi

bir mektubun anlam katmanları

mesafe:
"sen bu satırları okurken ben çok uzaklarda olacağım" yazdığım bir çok mektubun giriş cümlesi buydu. bir gösterge olarak mektup en çok uzak olmaya gösterilendir. bazen her gün gördüğün kişiye bile mektup yazmak mesafenin nicelleiğinden ziyade nitelliğini dıştalar ki son tahlilde mesafe mesafedir ve onun nitelliğinin ya da nicelliğinin bu bahiste bir kıymet-i harbiyesi yoktur.

özen:
bende bir mektubun bir başka gösterilenidir özen. benim gibi son derece çirkin bir el yazısı olan biri için bu kısım hayli zorlu. herbir harfe özen göstererek yazmak bir büyük eziyet fakat bu eziyetin verdiği garip de bir haz vardır. yazdığın kişiye kötü ve çirkin hiçbir şey yakışmayacağı düşüncesiyle güzel yazmaya özen gösterip kağıt üzerinde akan -görece- güzel yazıya şöyle bir bakıp haz duymak, tarifsiz bir histir.
mektup yazarken gösterilen bir başka özen de kağıdı katlayıp zarfın içine yerleştirme anında çıkar. alelade katlamazdım sayfaları. (bu abartılı bir hareketti belki de, kimbilir?)

temas:
mektup yazarken elin yazılan kağıda bıraktığı temas ile birkaç gün sonra o kağıda mektubun yazıldığı kişinin ellerinin ve bakışlarının değmesi. bu çok ince bir sadeliktir. siz farketmeseniz de bir mektubu başka diğer tüm iletişim araçlarından farklı kılan özellik budur. aldığınız bir mektubu koklama ihtiyacı duymanız da bundandır.

hasret:
bir mektubun en önemli gösterilenidir hasret. o kişiye -yazdığın kişiye işte- içinde ne yazarsa yazsın onu özlediğini söyler bir mektup.

son söz:
bir mektubun en önemli kısmıdır. okuyan kişi de en son intibaı bırakacak olan kısım orasıdır çünkü. iddiasız ama vurucu olması tercih sebebidir. yazdığım bir çok mektubu "en içten mülteci duygularımla" diye bitirirdim ben. bilmiyorum okuyanda nasıl bir etki bırakırdı. hiç sormadım, kimse de bir şey demedi.

gönderilmeyen mektup:
 en mahremin, en söylenilmek istenilenin yazıldığı ama asla gönderilmeyen mektuplardır. bu mektupları gönderilen mektuplardan farklı kılan bir diğer özellikse son cümlesinin yukarıda yazdığımdan farklı olmasıdır.

şimdilik bu kadar. en içten mülteci duygularımla,

28 Nisan 2013 Pazar

MORIAE ENCOMIUM yahut DELİLİĞE ÖVGÜ



MORIAE ENCOMIUM
YANİ
DELİLİĞE ÖVGÜ:
Yüz dilim, yüz ağzım
Teneke gibi de bir sesim olsaydı eğer
Sayamadığım gibi deliliğin çeşitlerini
Sayamazdık tek tek isimlerini
            Van GOGH,
            Toplumun intihar ettirdiği.
Van GOGH’un akıl sağlığından söz edilebilir, o ki hayatı boyunca sadece bir elini pişirmiş ve bundan başka sol kulağını kesmekten öteye gitmemiştir.
            BİR DELİ Mİ VAN GOGH? VE NEDİR SAHİCİ BİR DELİ?
İnsanın onurunu yüce bir fikrine karşı davranmaktansa , toplumsal olarak anlaşıldığı anlamda deli olmayı tercih etmiş insandır.
            Böylece, toplumun kurtulmak ya da kendini korumak istediği herkesi tımarhanelerinde boğazlatılmıştır, bazı ulu pislikler konusunda kendisiyle suç ortaklığı yapmayı reddetmiş kişiler olarak.
ÇÜNKÜ BİR DELİ, TOPLUMUN DİNLEMEK İSTEMEMİŞ OLDUĞU VE DAYANILMAZ
gerçekler söylemesin engellemek istemiş olduğu bir insandır da.
            Hayır Van GOGH deli değildi ama resimleri suda yanan ateşlerdi, atom bombalarıydı, ki görüş açıları o çağda ortalıyı kasıp kavuran diğer resimlerinden ikinci imparatorluk burjuvazisinin ve 3. Napoeol’unkilerin olduğu kadar Thirs’in, Gambetta’nın, Felix Faure’un konformizmini ağır biçimde rahatsız edebilecek nitelikteydi.
            Hayalet yoktur tablolarında Van GOGH’un, hayal yoktur, sanrı yoktur
Öğleden sonra saat ikideki bir güneşin hakikatidir.
Evet, hayalet yoktur Van GOGH’un tablolarında, dram yoktur, konu yoktur, hatta derim ki nesne yoktur,  çünkü motifin kendisi nedir ki?
Bütün Van GOGH, gizli ve patetik bir tarzda vurulmuş fırça darbesinin biricik titizliği. Şeylerin sıradan rengi ama öylesine doğru, öylesine severek doğru ki onun enderliğine varabilecek değerli taş yoktur.
Sadece ressam Van GOGH daha fazla değil,
            Felsefe, mistik, ayin, psişürji yada litürji yok
            tarih, edebiyat, ya da şiir yok,
            onun tunç renkli ayçiçekleri resmedilmişlerdir, ayçiçeği gibi
            resmedilmişlerdir, sadece o kadar, ama doğal halinde bir ayçiçeğini anlamak için, şimdi Van GOGH’a dönülmesi gereklidir, tıpkı  bir, tıpkı doğal halinde bir fırtınayı
            bir fırtınalı gökyüzünü
            doğal halinde bir ovayı
            anlamak için Van GOGH’a dönülmeden yapılamayacağı gibi.
            Kendi delilliğinin acısından terk etmemiştir Van GOGH hayatı
            Ölümünden iki gün önce, psikiyatr kesilmiş  doktor Gachet adını alan ve ölümün dolaysız, etkin ve yeterli nedeni olan kötü tin’in baskısı altında terk etmiştir.
            Van GOGH’un kardeşine yazdığı mektupları okurken, kesin ve içten inancına vardım, psikiyatr doktor Gachet’in –ki hem psikiyatr hem de dürüst insan olmak aşağı yukarı imkansızdır- aslında ressam Von GOGH’tan nefret ettiğini, ve ondan ressam olarak, ama her şeyin üstünde DAHİ olarak nefret ettiğinin
            Van GOGH meczup kuruntusunun  o aşamasına gelmişti ki düzensiz durumdaki düşünce geriye akmaktadır irtifa eden deşarjlar karşısında,
            Ve düşünmek, kendini aşındırmak değildir artık,
 ve yoktur artık,
ve sadece vücut toplamak kalmıştır,
demek isityorum ki
VÜCUTLAR YIĞMAK
Ve işte böylece ölmüştür Van GOGH intihar ederek, çünkü artık onu çekememiştir bütün bilincin ittifakı.
Dahası yalnız başına intihar edilmez
Kimse yalnız olmamıştır doğmak için
Kimse de yalnız değildir ölmek için
Ama intihar durumunda, doğaya karşı kendi hayatından kendini yoksun etme eylemine vücudu karar verdirmek için bir kötü varlıklar ordusu gereklidir.
Ve inanıyorum ki son ölüm dakikasında, hep başka biri vardır, bizi kendi hayatımızdan yok-sun bırakmak için.
İşte böylece Van GOGH kendini mahkum etti, çünkü yaşamayı bitirmişti
Bu yüzden pişmiş el, sadece ve sadece kahramanlıktır
Kesilmiş kulak, dolaysız mantık
Ve tekrarlıyorum,
Kötü niyetini amacına ulaştırmak için
Gece gündüz, ve gitgide daha çok, yenilmez olanı yiyen
Bir dünyaya bu noktada çenesini kapamak düşer!!!

Meraklısına not: Bu yazı Antonin Artaud’un Van Gogh’un hayatı üzerine yazmış olduğu “Van Gogh, Toplumun İntihar Ettirdiği” adlı kitaptan çeşitli bölümlerin kitabın şiirsel bütünlüğünü bozmadan bir araya getirme çabasıyla ortaya çıkmıştır. Bazı yerlere kitabın aslında olmayan değişiklikler -orijinal anlamı bozmadan tabii ki- yapılmış olabilir. Yazıdaki satır dizimi de şiirselliğe müdahale etmeme adına korunmaya çalışıldı.

31 Mart 2013 Pazar

değer yitimi yahut orhan veli üzerine

orhan veli'nin kendi sesinden şiirlerini dinliyorum. beni orhan veli'yle bu denli buluşturan neydi? üniversitede fakülte kantinin girişindeki panoda duvar gazetesi benzeri bir şey hazırlardım. oradaki yayınları buldum bugün evde. yayınların kahir ekseriyeti orhan veli'ye ait. değer yitimi diye bir şey var mı bilmiyorum ama nedendir orhan veli'de ilk farkettiğim değerlerini yitirmiş bir adam yalnızlığıydı. dalga geçmek, kalabalıkların değerlerini ciddiye almamak gibi semptomları vardı bence değer yitiminin. kimse onun neyi ciddiye aldığını bilemedi. hiçbir edebiyat tarihçisi onun şiir poetikasını yerliyerine oturtamadı. buydu sanırım beni ona yaklaştıranda. "seni kafamda bir yere oturtamıyorum" bu sözü ne çok duyduğumu hatırlıyorum. "oysa ben orada bütün çıplaklığımla" durdum hep. değerlerimi yitirmiş miydim. sanırım yitirmiştim. bundandır taşralı memurlara nefretim

14 Mart 2013 Perşembe

ÖZGÜN BİR NİHİLİZM DENEMESİ yahut RUS NİHİLİZMİ ÜZERİNE



                                                          Ve etrafa dikkatli bakınca zaten hayat
                                                          Sanki bir şaka, boş ve aptalca”
                                                                                            Mihail Yuryeviç Lermontov




“Türk aydını tercüme bürosunda doğdu” diye başlar Yalçın Küçük, ‘Aydın Üzerine Tezler’ adlı devasa eserine. Küçük’ün atıf yaptığı aydınlar Tanzimat aydınları. İlber Ortaylı’nın “tarihi eş zamanlı okumak gerekir” savından yola çıkarak, bizim Tanzimat aydınlarının çağdaşı olan Dostoyevski ise “bizim kuşak –yani Rus aydını– Gogol’un Palto’sundan çıktı.” der. Gogol’un Palto’su ve Tercüme Bürosu: İki farklı doğurgan kaynak. Tercüme Bürosu’nun doğurduğu aydınlar ve bu aydınların ortaya koyduğu tezlerin yarattığı iklimin özgünlüğünü ayrı bir tarafa bırakarak; Gogol’un Palto’sundan çıkan aydınların yarattığı iklimi ve bu iklimde üşüyenleri yazının kanavasına yerleştirelim:
En düşük derecede  bir devlet memuru olan Akakiy Akakiyeviç’in soğuk kış gecelerinde artık lime lime olmuş paltosunun yerine yeni bir palto almak istemesinin hikayesidir Palto. Akakiy’in maaşı yeni bir palto diktirmeye yetmemektedir fakat yıllardır bir vesile ile biriktirdiği bir parayla kendisine yeni bir palto diktirir; ancak bir gece Akakiy yolda yürürken hırsızlar onun paltosunu gasp eder.
Bu özet,
1-      Çarlık Rusya’sında bir devlet memurunun aldığı maaşla kendine iyi bir palto dahi alamamasını,
2-      Gece yarısı hırsızların bir devlet memurunu gasp etmesini ve Çarlık Rusya’sında bir paltonun adeta bir değişim aracıymışçasına gaspa değer bir meta olduğunu gösterdi.
Devamlayın, paltosu gasp edilen Akakiy, paltosunun bulunması için girişimlere başlar ve çevresindekilerin yönlendirmeleri sonucunda “Mühim Adam”a gider paltosunun bulunması için. Uzun bekleyişler ve mücadeleler sonucu Mühim Adam’ın makamına girebilen Akakiy, Mühim Adam tarafından önce azarlanır, sonra paltosunun bulunabilmesi için yapması gereken birtakım “absürd” bürokratik işlemler anlatılır ona ve Akakiy Mühim Adam’ın odasından kovulur. Ve fakat Akakiy ne yapsa da bulamaz paltosunu. Çaresiz Akakiy, bu hengame sırasında kendisini iliklerine kadar üşüten Rusya soğuğuna direnemez ve evinde tek başına soğuktan titreyerek ölür.
Bu özet ise,
1-      Rusya’da bürokrasinin sıradan insanların işlerini halletmekten ziyade içinden çıkılmaz bir hale getiren bir kurum olduğunu,
2-      Rusya Ana’nın yoksul insanlar için evlatlarını soğuktan dahi koruyamayan bir üvey anne olduğunu gösterdi.

Eline aldığı hemen her kavramı, felsefeyi, doktrini, Ortodokslaştıran ve Ruslaştıran 19. Yy. Rus aydınından nihilizm de payını aldı. Nihilizmin maddi köklerini arayıp onu felsefileştiren Avrupalı filozoflara karşı Rus aydını Akakiy’in hayat öyküsünden çıkardı nihilizmi.
Dostoyevski, Orhan Pamuk’un yerinde bir tespitle yazılmış en iyi yedi sekiz romandan biri dediği  Cinler romanında Rus nihilizmine Şigalevcilik diyecekti. Sınırsız özgürlüğü isteyen Şigalev sınırsız despotizmi savunacaktı kaçınılmaz olarak. Bir kurmacadan ziyade gerçeğin Dostoyevski zihninden bir aktarımı olan Cinler romanı aslında Rus nihilist Sergei Nechaev’in Pyotr Stepanovic  Verhonevsk adıyla yeniden üretildiği bir metindir ve bu anlamda Rus nihilizmini tahlil etmede pek ala başat bir kaynaktır.
Sergei Nechaev, sıradan bir köy öğretmenliğinden ilerleyen yıllarda ünlü bir devrimci, anarşist, nihilist olarak evrildi. Teoriden nefret ediyordu Nechaev. Eylemi ise kutsuyordu. Halktan ve ona dair her şeyden nefret ediyor, küçümsüyordu. Nihilizme derinlik kazandırmak için onbinlerce sayfalık bir külliyat oluşturan Avrupalı nihilistlerden ne kadar da farklı. Sözgelimi Akakiy Akakiyeviç’in  paltosunu aramak için verdiği mücadele ile Kafka’nın Dava’sındaki Joseph K.’nın suçsuzluğunu ispat çabası sonucu vardığı sonuç: Hayatın saçmalığıdır. Varılan bu ortak sonuç Avrupalı üzerinde saçmayı kabullenen ve onu yaşayan nihilistler olarak tazahür edecekken Rusyada ise bu saçmalığı alt etmek için kaos ve kargaşa yöntemini benimseyen nihilistler şeklinde tezahür edecekti.
Şu halde, yukarıda söylediklerimin tümünü birer öncül kabul etmek gerekir. Çünkü şu soruyu sormak için yazıldı hepsi:
Avrupa’da neredeyse bütünüyle teorik bir çerçevede tartışılmaktan öteye gidemeyen bir felsefe ekolü olmaktan başkaca bir şey olamayan nihilizm Rusyada nasıl oluyor da bir eylemin (action) üstelik yakan, yıkan, yok eden, yeni bir şey  kurmayı da teklif etmeyen bir şey oluyordu?
Bu vakaya (olgu) Marksist bir okumayla bakmak gerekiyor. Aksi takdirde bu yazı burada bitecek. Çünkü tarihi olayların kişiler üzerinden açıklamak gerektiğini savunanlar için yukarda adını andığım kişilerin karakterinden yola çıkarak Rus nihilizminin neden genel nihilist anlayışa özgen bir durum arz ettiği ortada. Nechaev ve onun gibiler sınırsız özgürlük ve sınırsız despotizmi savunuyordu bu yüzden Rus nihilizmi de genele özgenlik arz etti demek biraz da Cemil Meriç’in Jurnal’inde dediği gibi “Tarihi Kleopatra’nın burnuyla açıklamak” olacaktır, ki yukarıda bunları zaten söyledim. Sorduğum sorunun –Rus nihilizminin genele aykırılık arz etmesinin nedeni nedir?– kıymetli olduğunu ve tarihteki bir olayı anlamaya yönelik her kıymetli sorunun değerini düşürmemek adına Marksist bir okumayla cevaplanması gerektiğini düşündüğümden Rus nihilizmini ortaya çıkaran şartların Marksist bir okumaya ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum.
“ Tarihte her şey olması gerektiği için olmuştur” der Marx. Rus nihilistlerin eylemi – yakıp, yıkan eylemi-  (Bukunin daha sonra “ Tanrı ve Devlet” adlı çalışmasında “ Yıkma tutkusu aynı zamanda yaratıcı bir tutkudur.” Şeklinde mottolaştıracaktı nihilist eylemliliği) benimsediği ortam kısaca şu şekildeydi:
 Çarlık Rusya’sının can çekiştiği, yoksulluğun ve korkunç zenginlik ve ihtişamın bir arada toplumsal hayata dıştalandığı, kültürel iklimin son derece zengin olduğu toprak ve onun üzerindeki köylülerin sahibi soyluların köle köylüleri azad ettiği bir dönemde yeşillendi Rus nihilizmi. Karnı doyan, Ortodoks ve Rus tanrıya şükretmekle hayatını devam ettiren Rus köylüsü artık özgürdü fakat açtı. Hırsızlık ve gasp ( zavallı Akakiy hatırlanmalı burada) vaka-yı adiyeden olmuştu. Burada ilginç olan bu yağma düzenin yönünün Rus soylusuna, zengine değil yine yoksul Ruslara olmasıdır.( Burada zavallı Akakiy’i tekrar hatırlamalı.)
Beslendiği ekonomik formasyon Rus nihilizmini biçimlendirdi ve özgünleştirdi şeklinde birazdan son söz olarak varacağım yargıya atıf yapmak adına, Rus anarşistlerinin ve nihilistlerinin kendilerini sosyalist olarak konumlandırıyor olmalarından doğan bir hakla (Marksist, komünist, sosyalist ne dersek diyelim) Avrupa’da yapılan ve hemen tüm uluslardan sosyalist delegelerin katıldığı Enternasyonal toplantılarına katıldığını, burada özellikle Rus delegelerle (ki bu delegeler çoğunlayın nihilist – anarşistti ) Avrupalı sosyalistlerin şiddetli tartışmalara girdiklerini, Marx’ın bu delegasyona özellikle her şeyi yakıp yıktıktan sonra toplum adına yeni bir şey kuramayacakları – kurmayı vaad etmedikleri - yönünde eleştirildi. Marx’ın ‘Anarşizm ve Anarko Sendikalizm’deki makalelerinde Rus delegasyonu hakkında yaptığı tespitler delegasyonun bir daha enternasyonele katılmamasına ve Rus delegasyonundan Bakunin’ in Marx için “ şeytan” demesine neden olacaktı. Tabi burada ünlü Rus nihilist Nechaev’in Bakunin’in can yoldaşı olduğunu da hatırlamakta fayda var. Bu hatırlatmanın bir diğer işlevsel yönü de yine Rus nihilistlerin genele aykırılık arz etmesini açıklıyor. Çünkü Rus nihilistler  her zaman toplumcu olmak iddiasındaki  kollektif anarşistlerle dirsek temasında olmuş bu da onların nihilist hareketine halk gibi bir kaynağı payanda yapmış ve son çözümlemede bu durum da Rus nihilizmini özgen kılan bir diğer etken olmuştur.
Son çözümlemede, Rus nihilistleri Çarlık Rusya’sının derin ekonomik çelişkilerinden beslendiler ve bu onların hiççiliğine şiddeti hak gören bir katman ekledi. Burada sözü Oscar Wilde’nin ünlü tiyatro eseri “Vera yahut Nihilistler”deki Rus Nihilistlerin her toplantı öncesi ettiği yemini anmak son derece anlamlı olacak ve bu yazıyı bütünleyip sonlandırabilecek fırsatı yaratacaktır:
“İçimdeki bütün duyguları söküp atmaya; ne sevmeye ne de sevilmeye, ne merhamet etmeye, ne de merhamet beklemeye, ne evlenmeye, ne de evlendirilmeye, ta ki sonuca varana kadar; geceleyin gizlice bıçaklamayı; bardağa zehir atmaya; babayı oğluna, kocayı eşine düşman etmeye; korkusuzca, bir umut beslemeden, gelecek düşüncesi olmadan acı çekmeye, yok etmeye, intikam almaya yemin ediyorum.”