8 Temmuz 2019 Pazartesi

Çaresiz kuşanıyorum başkalarını yahut blues

“Ama bir yerden yine sızıyorlar/Bir şehir bir elbise çarşısı bir öbek çiçek bir başkasının isteği/Yine sızıyorlar/Çaresiz kuşanıyorum başkalarını”
varoluşçluk anlayışını başkalarını olumlama üzerine kuran jaspers bunu pek beğenmezdi sanırım. "ille gerekli miydi başkaları?" diyen zebercet ise bunu beğenirdi galiba. zebercet'in "gecikmeli ankara treniyle gelen kadın"a olan alakası,  "Çaresiz kuşanıyorum başkalarını” dizesini çağrıştırıyor bana acaip şekilde. gatgk yani gecikmeli ankara treniyle gelen kadın'ın otele geri dönmemesi zebercet için kendini gerçekleştirmenin imkanı oluyor yani bir nevi zebercet'in kendi olmaklığına zebercet'i tevdi eden bir fenomen bu. fenomen: "bilincin dışında, ona bağımlı olmaksızın varolan her şey." peki ama gatgk, şu haliyle bir fenomen mi bu tanıma göre? zebercet'in zihninden bağımsız bir gatgk yok. of ya "kurmaca dünyanın fenomenolojisine giriş" diye bir makalenin çatısı olacak şeyleri karmakarışık yazıyorum ki bunun herhangi bir kıymet- i harbiyesi yok.

"And if you're offering me diamonds and rust
I've already paid" şimdi bir şair, bir insan bunu nasıl söyleyebilir ya aklım almıyor... öncelikle bu amerikalılar şiire uzak görünürler ama bunlar kadar şiirsel öz taşıyan bir millet daha yoktur. son tahlilde şiirini en sevdiğim millet de bunlardır. adamların hollywood dışındaki sinemaları falan da gayet şiir tadındadır.. aslında coğrafyaları çok şiirsel ondan hep bence. (edebiyat doktorası yapmış biri gibi yazmıyorum farkındayım.) missouri'ye trenle giderken camdan dışarıyı izleyen biri olarak söylüyorum bunları. (yalan; ama bunu yapmayı çok isterdim) joan baez bir şairdir ve bunları bir şair için (bob dylon) söylüyor.  "ve eğer bana elmaslar ve pas öneriyorsan / ben zaten ödedim" şeklinde türkçeye çevirebiliriz bu cümleyi ama bir şey eksik kalıyor burada. ben kötü çevirdiğim için eksik kalmıyor bir şey; orijinalinde var bu eksiklik ki bilen bilir bir şey eksikse şiirseldir. joan baez ablamız neyi ödemiştir belli değil burada tam olarak ama tahmin ediyoruz ne demek istediğini ablamızın.  bedel ödemek. bir şeye hayatın anlamı denilecekse illa ki bedel ödemek olabilir o; çünkü her şey bir tercih bedel meselesidir. bir şey tercih ederiz ve bedelini öderiz onun. burada baez abla neyi tercih etmiş neyin bedelini ödemiştir? pas'ın mı elmas'ın mı? yahut ikisinin mi?

"Çaresiz kuşanıyorum başkalarını” yahu bu nasıl bir gerçektir, aklım almıyor. bütün bir hayatın özeti gibi sanki. turgut uyar'ın bıraktığı yerden behçet necatigil alıyor: "kaçarım bulurlar / bağrımda yaralar / sürüp gider eskirim." diyerekten. yani bu mevzuu önemli. yüksek lisans tezini yazarken, zebercet'in aslında ille gerekli mi başkalarından gatgk'a giden bir süreci yaşamasının getirdiği aydınlanmanın onu intihara sürüklediğini savlayacaktım ama siktir et demiştim sonuçta sıradan bir tez yazıyoruz kimseye hayatın sırrını vermek gibi bir misyon edinmişçesine yazmaya gerek yok demiştim. (içimden). bütün bir kurmaca sanat bilmezlikten aydınlanmaya giden kahramanın hikayesidir. masallarda da böyledir bu. kabaca örnekleyecek olursak, sözgelimi katilin kim olduğunu  BİLMEYEN bir kahraman vardır ve eser boyunca o kahraman ve tabiatıyla da biz, katilin kim olduğunu ÖĞRENİRİZ. yani bilmezlikten bilir olmaya ilerleriz. bazen buna tahammül etmek çok zordur like a zebercet... dil de böyledir olumsuzdan olumluya gider hep deyimler falan da. ama neyse işte.. tekrar eden rüyalar görmeye başladım yine ve yine sol gözüm seyirmeye başladı. en son babam vefat ettiğinde (kontrol ederken yazıyı burada takılıp kaldım. vefat ettiğinde değil öldüğünde demeliyim. babam öldü çünkü. öldü.) seyirmişti ve sonra epey uzun meşakkatli bir doktor sürecinden sonra geçmişti. şimdi gitmedim doktora acaip sıkıldım hastaneden de doktorlardan da. "hastaneyi yol eyledik bu sene / gel hele de gülüm gel hele" diye bi dize vardı ilkay akkaya'nın söylediği bir türküde geçiyordu. ama ne zaman çok üzgün olsam içimde hep şu türkü döner



böyle aksaray'ı geçip ankara'ya doğru giderken sağda tüm heybetiyle yükselen hasan dağı'nın görüntüsü eşliğinde gelir bu türkü bir de niye bilmiyorum. iç anadolu bozkırına doğru nasıl gidersen git ne için gidersen git fon bu minval üzere oluyor hep bende.

freud hayatın sırrını çözüyor gibi ama tam idrak edememiş sanki. ama lacan çözüyor galiba ya sanırım. gerçekten lacan mevzuyu anlamış. insan eksiklik üzere halde tamam ama neden hep böyle? işte bu kısmı anlamaya çalışması bile onun mevzuyu anladığını gösteriyor. bu kısmı doğru anlamıştır, anlamamıştır eyvallah ama sır burada, bunu anlamış puşt.

elazığ murat turizm'e ait 0302 otomarsan mercedes (resimdeki alet oluyor bu) otobüsle elazığ'a gidiyorduk annemle. renk de aynı bu renkti. çocuktum okula gitmiyordum daha.


elazığ'a yaklaşmıştık, kömürhan köprüsünü yeni geçmiştik. güneş doğmamıştı ama ortalık aydınlanmaya başlamıştı. şoförün oradan belli belirsiz "yoğurt koydum dolaba" gibi sözleri olan bir türkü çalıyordu radyodan. anneme baktım, uyuyordu. uyandırmak istediğimi hatırlıyorum annemi çünkü mutfakta yemek yaparken falan bu türküyü mırıldanırdı annem. mutfağın balkona yakın olan değil de koridordan mutfağa açılan kapının olduğu tarafta oturur annemi beklerdim, o bu türküyü mırıldanırdı bana yemek hazırlarken. ben yemek seçerdim. annemse istediğim yemeği yapardı. sinirlenirdi, söylenirdi, kızardı ama istediğim yemeği (genelde patates kızartması olurdu bu) yapardı.

rus avangard şiiri veya amerikan şiiri. bunlardan daha güzel bir edebiyat yok ya. ben cummings'i falan acaip seviyorum. whiteman'ı falan da. "şiir orijinal dilinde güzelmiş, şiir çevrilemezmiş" falan boş laf bunlar. "ben şah ve matım kendime / hiçbir şeyim ve hiçbir yere koşuyorum" diyor Gennady Samoilovich Gor diye bir rus şair. kendine şah mat olmayı düşünüyorum.. sonra birinin rastgele bir sokak köpeğini sevmesini. keşke hiç ölmesem, annem hiç ölmese. artık sadece blues ve caz dinlemeye karar verdim. telefondaki, bilgisayardaki şarkıları sildim hep. chet baker çalıyor bir yandan şimdi. özel televizyonların yayına geçtiği ilk zamanlardı. star 1'de yabancı klipler dönüyordu, "blue spanish sky" diye bir şarkı... acaip sevmiştim o zaman. chet baker'ın almoust blue'sunu da acaip sevdim çok çok sonra. bi plak çalar alıp bu cazcı, bluescu tayfanın plaklarını almayı düşündüm, sonra vazgeçtim benim gibi yarı aydına, yarım yamalak müzik zevki daha da yakışır. hugh Lauire de blues yapıyor; doktor house da çalardı arada bir tevekkeli değilmiş.

"bizi gerçeklerden ayıran algının kapılarıdır." william blake yazmış bunu. böyle bir dizeyi ancak bir ingiliz yazabilirdi. beyaz adam kadar her şeyi anlayabilen yoktur, her şeyi anlamaktan rahatsız olup onu eğip büken de. kendimi kandırmayı ilk fark ettiğim dönemlere denk geliyordu huxley vasıtasıyla bu dizeye ulaşmam. sonra the doors işte. 'eğer algı kapıları temizlenseydi her şey olduğu gibi görünürdü: sonsuz.'' ne bunu yazabilecek ne de bunu anlayabilecek kapasite bende var. ama ne zaman blues dinlesem aklıma bu söz geliyor. sadece geliyor, o kadar.blues demişken, doktor house nasıl da iyi blues yapıyor ya


doktor house izlediğim neyse geç oldu bi kaç bi şey daha söyleyecem ama daha sanki. sonra belki.
 Chet Baker'dan "the thrill is gone" çalıyor. çıldırmamak: bunu başarmaktan başka da bir başarım yok sanırım bu hayatta. "başarım yok" başarı kadar başkaları üzerinden tanımlanan başka bir şey daha yok neredeyse bu ülkede. kimseler bana bir şey sormasın diye kimselerle görüşmemeye başladım. fazlasını anlatmaya dermanım yok.






4 Mart 2019 Pazartesi

aşamadığım şeyler yahut emine akçay

"Adana’da eşi bir yıla aşkın süre işsiz kalan ve ev kirasını 8 aydır ödeyemeyen 26 yaşındaki Emine Akçay, çocuklarının üşüdüğünü görünce cebindeki son parayla odun almaya gitti. O kadar az parası vardı ki oduncu ‘Bacım bu paraya odun mu olur’ dedi. Ama anne Emine Akçay ısrar etti, bir çuval odunu alıp eve geldi. Odunlar ıslandığı için yanmadı. Lastik parçalarını tutuşturmaya çalıştı; olmadı. Emine Akçay, çocuklarının ısınması için çalıştırdığı saç kurutma makinesini küçük oğluna verdi. Daha sonra diğer odaya gidip, tavandaki salıncak demirine ip bağlayarak, kendini astı." (http://www.hurriyet.com.tr/gundem/cocuklari-usumesin-diye-sac-kurutma-makinesini-calistirdi-yan-odaya-gecti-ve-20132171) 2012 yılından bu haber. ben bu habere özne olan (nesne mi demeliyim?) emine akçay'ı aşamıyorum. bunun sineması bunun filmi bunun hikayesi yazıldı.. okudum birçoğunu da ama heyhat ben bunu aşamıyorum, ben emine akçay'ı aşamıyorum.

emine akçay, çocuklarının eline fön makinesini verip ardından kendini asacağı odaya giderken o kısacık mesafede ve anda ne düşündü? daha önce de bahsetmiştim daha doğrusu bahsetmeye çalışmıştım, çok hayati şeylerle karşılaşıldığı anlarda yapılan hareketlerin nedenini anlamak için ömrümden ömür vermeye razıyım desem yeridir. söz gelimi doktor, hastaya çok az ömrü kaldığını söylediği tam o anda hastanın yaptığı hareketler, mimikler.. aklından geçenler... yahut ne bileyim cezası yüzüne okunan bir idam mahkumunun tam o anda yaptıkları, düşündükleri.. emine akçay intihar edeceği odaya girdiğinde yerde bir iğne görseydi mesela ne yapardı, alır mıydı o iğneyi yerden yoksa aldırış etmez miydi? bilmiyorum.

birkaç yazar benim bu derdime düçar olmuş olacak ki kahramanlarının intihar anı üzre halini tasvir ederken onlara anlatmaya çalıştığım şeyi yaşatırlar. mesela goethe'nin Faust'uyla yusuf atılgan'ın zebercet'i.
 Şimdi önce Zebercet’in intihar sahnesi:
"İpi boynuna geçirdi; düzeltti. Tam o sıra dışarıdan birkaç arabanın korna seslerini duydu; başka araçlar da katıldı buna; kornalar, tren düdükleri, fabrika düdükleri arasız, kesintisiz ötmeye başladılar. Neydi bu? Kulakları mı uğulduyordu? Yoksa dışarının, başkalarının bir çağrısı mıydı? Yüzünü buruşturdu. Sağdı daha, her şey elindeydi. İpi boynundan çıkarabilir, bir süre daha bekleyebilir, kaçabilir, karakola gidebilir, konağı yakabilirdi. Dayanılacak gibi değildi bu özgürlük. (Atılgan, 2000: 108)
Faust’un intihar sahnesi ise şöyle:
Kendimin hazırladığı ve seçtiği bu son yudumu bir bayram selamı olarak sabahın şerefine intihar etmek üzere içiyorum.
(Faust kadehi ağzına götürür. Tam bu sırada Paskalya yortusunun başladığını bildiren çan ve koro sesleri duyulur.)
Melekler korosu:
İsa dirildi!
Şimdi varlıklarını,
Irsi ve mahvedici
Günahlar sarmış olan
Ölümlüler, sevinsin!
Faust: bu derin uğultu, bu tatlı ses kadehi ağzımdan zorla çekiyor! (Goethe, 2005: 26-27)
Bu iki intihar sahnesinde ortak nokta şudur: Zebercet de Faust da tam intihar ederken dışarıdan gelen seslerle bir an ikircik yaşamışlardır. Faust’un intihar sahnesinde Faust’a ikircik yaşatan ilahi ve çan sesleriyken, Zebercet’e ikircik yaşatan sesler ise  Atatürk’ün ölüm anı olan 9: 05’te çalınan siren ve korna sesleridir. emine akçay tam intihar edecekken dışarıdan hiçbir ses duymadı mı? duyduysa da hiçbir şey ifade etmedi mi ona o an duyduğu bir ses yahut görüntü?

 intihardan vazgeçiren dış sese halit ziya'nın mai ve siyah'ında da rastlarız. (bu arada nasıl severim bu romanı da.. ah kuzum ahmet cemil...)

"Bunların siyah kucağına atılmak yarın doğacak olan güneşin hayatın sefaletleriyle istihza eden ziyasından kaçmak ilelebet bu siyahlıklar içinde sonsuz bir yoklukla mesut ve müsterih yuvarlanıp gitmek... O zaman kendisini bu dalgaların arasında süzülüp latif bir gayş ile mest olarak sinirleri uyuşarak denizin o dipsiz uçurumlarına doğru iniyor vahmetti.  bitmeyen bir su kut ile zulmetleri tabaka tabaka yararak su siyah dalgaları kütle kütle sırtına alarak yavaş yavas muntazam bir ahenkle ademe tam bir teslimiyetle iniyordu. Evet bir karar hamlesi yalnız bir küçük hareket nasipsiz geçen hayatiyle şu faydasız vücut arasında bu denizin bütün siyah tabakalarını bir sed silsilesi gibi bırakarak ta su ummanın bir türlü sonu bulunmayan derinliklerine kadar inecekti. Birdenbire silkindi Ta yanı başında bir ses Cemil niçin karanlıkta yalnız oturuyorsun diyordu. O vakit titreyerek ayağa kalktı..." mai bir gecede tecessüm eden hayalleri siyah bir gecede sükuta uğrayan ahmet cemil geminin güvertesinden kendini karanlık sulara tam atacakken biricik annesinin sesiyle irkilir ve annesinin yanına gider. intihardan vazgeçer yani kuzum ahmet cemil.

 intihardan vazgeçiren bu dış sesin müntehirdeki işlevi ilk bakışta hayatı duyumsattığı için onu intihardan vazgeçirdiği yönünde gibidir. yani hayat intihar edeni çağırır ve kişi intihardan vazgeçer gibi duruyor ilk bakışta fakat öyle değil. tam tersi. yani intihardan vazgeçiren dış ses kişiye hayatı değil ölümü hatırlattığı için kişi vazgeçer intihardan. hayatı duyumsayan ise intihar eder yani eylemini nihayete erdirir. sonsuz olasılık ve kaygıdan mülhem hayatı duyumsadığı için var olmamayı seçer kişi demek istiyorum, dedim. hayatı duyumsayan intihar edebilir ölümü duyan ise intihar edemez. ölüm hep hayata itendir; hayatsa ölüme iten. zebercet'in tam intihar anında hayatı duyumsayıp intiharından vazgeçmemesinde olduğu gibi yani.

bilmiyorum kaç zaman oldu emine akçay'ı aşamıyorum ben. bir de "hakkari'de bir mevsim"deki şu sahneyi:

“Alaaddin geliyor. Gece
Hoca, benim kardeş hasta, diyor.
Nesi var? diyorum.
Ateşi var çok, diyor. Ölecek.
İlaç vereyim mi? diyorum.
Hayır, portakal ver, diyor.
Portakal yememiştir hiç.

bir de rabia naz'ı aşamıyorum. selfie yaptığı bir fotoğrafı var nasıl da haylaz bir ifade var yüzünde. sanki annesinin ya da babasının telefonunu gizlice almış da kendi fotoğrafını çekmiş gibi. babası kızını öldürenlerin yargılanması için çırpınıyor. adalet sağır dilsiz duvar olmuş babaya. kızının intihar ettiğine inandırmaya çalışıyorlar babayı "nüfuzlu" katili ve yardakçılarını korumak için. sıkışıp kalıyorum böyle başkalarının adalet duygusunun incinmişliğiyle kendi gündemim arasında. başkalarının adalet duygusunun incinmesi beni de incitiyor ve esasen kendi gündemim oluyor o da bir şekilde. aşamıyorum hiçbirini, gün içinde bir yerde alakasız bir vakitte rabia naz'a araba çarptığında canı nasıl da yandı acaba diye düşünürken buluyorum kendimi. işte burada tanrı devreye girmeliydi ama girmiyor. bekleyin öbür dünyada devreye girip her şeyi halledecem diyor ama bu benim için yeterli değil. çarpmanın etkisyle rabia naz'ın bacağından damarlar dışarı çıkmış otopsi raporuna göre, kim bilir nasıl da yandı canı annesinin babasının bir tanesinin. sayın tanrı orada devreye girip o acıyı dindirmediyse artık söz söylemeye de hakkı yoktur.

 "Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım"

demiş ve  sanki örtbas edilen bu cinayet için yazmış şiirinin bu bölümünü ece ayhan. rabia naz'ın ölüm yıl dönümü içim okulunda bir anma programı düzenlenmiş, arkadaşlrı şiir falan okuyorlardı. ben olsam ece ayhan'ın aynı şiirinin şu bölümünü okurdum: 

 "Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek."

ortaokul 1. sınıftaydım, öğlenciydim, okula gitme saatinin gerginliğiyle tv karşısında bir şeyler yerdim o zamanlar hep. trt 1 vardı tabii sadece; trt 2 de vardı gerçi ama o akşamları yayın yapıyordu. kahvaltıyı hazırlarken annem radyo dinlerdi, sanyo marka tek kaset çalarlı bir radyoda trt radyodan türküler dinlerdi annem ve eşlik de ederdi bazen türkülere. (sonra Loewe marka çift kasetçalarlı bir teyip almıştık) sonra yavaş yavaş okul vakti gelirdi, gri pantolon, beyaz gömlek lacivert ceket ve lacivert kravattan oluşan son derece zevksiz üniformayı giyip okul yoluna düşerdim. sonra okul bitince akşam hızlı hızlı hatta kimi zaman koşarak eve giderdim. yemek hazır olurdu. annemle bir yandan yemek yiyip bir yandan hayat ağacı adlı diziyi izlerdik. izlerken de yorum yapardık birlikte. bazen bu anılara gömülüp kalıyorum aşamıyorum bu anları. ahmet dayımın köydeki evinin salonundaki duvarda geyikli bir kilim vardı. çok sonra, yıllar yıllar sonra balcalı otobüsünde okula giderken "geyikli gece" şiirini okumuştum, çocuktum elazığ'ın bir köyünde, bir evin duvarındaki geyikli bir kilim tasviri ve turgut uyar falan hepsi buluşup karmakarışık saatler içinde varoluşuyordu zihnimde. kim bilir hala bu yüzden midir nedir
"Üç ev görse(m) bir şehir sanıyordu(m)
Üç güvercin görse(m) Meksika geliyordu aklımı(z)a"

neyse işte böyleyken böyle.. bahar da geldi artık iyiden iyiye. aralıklarla yaza yaza 1 mayıs'a kadar gelmişim. 4 nisan'da başlamışım yazmaya. bugün artık 1 mayıs, işçinin emekçinin bayramı. yaşasaydı emine akçay'ın da bayramıydı bugün. aslında bugün zaten sadece eminelerin bayramı; emineler derken yani anneleri evlere temizliğe gidenlerin bayramı. 

20 Ağustos 2018 Pazartesi

En kötü belirsizlik netlikten daha iyidir yahut bir tereddüdün romanı

Ameliyata girmeden önce cüzdanı, telefonu, araba anahtarını falan hemşireye emanet etmek. bunu düşünüyorum kaç zamandır ve bunu idrak ettim geçenlerde.  Bu burada dursun.

 bir de  Kaptan ahab bir de bekir bir de belirsizlik bir de hamlet. bunlar da burada dursun.

ilk kez sözümde durup tamamlayacağım dediğim bir postu tamamlayacağım sanırım. son birkaç gündür aynı tip rüyalar görüyorum. ana temaları birbirine benzeyen bu rüyalar arasında net olarak tüm ayrıntılarına kadar hatırladığım bir tanesi şöyle.

birleşince mükemmel bir daire oluşturan böyle havuç dilimi denen baklavalar şeklinde dilimlenmiş bir nesne var. çobanların giydiğine benzer tuğla rengi  kepenek giymiş birisi bu mükemmel daireyi bel hizasında iki eliyle tutmuş bekliyor. sonra birisi -kim olduğunu bilmediğimi düşündüğüm biri- tam o anda bu daireden bir dilim çekiyor ve daire eksiliyor. epey bir süre 'yoksa çeken ben miyim?' diye düşünüyorum. elimde sanki biraz önce bir dilim vardı ve kimse görmeden onu bir yere attım gibi hissediyorum ama emin değilim. sorarlarsa daireyi ben bozmadım demeyi düşünüyorum.

aynı minval üzere hatırladığım diğer bir rüya da şöyleydi:

bir okulun bahçesinde çember olmuş şekilde bilmediğim bir oyun oynayan çocuklar var. çocuklar kara önlüklü. başlarında bir öğretmen yok ama son derece nizami bir şekilde -yine daire şeklinde- dizilmişler. çocuklar aksayan hiçbir sesin olmadığı mükemmel uyumla bilmediğim bir şarkı söylüyorlar aynı zamanda. sonra çocuklardan biri binaya doğru koşmaya başlıyor. 'bozuldu' diyorum içimden. çünkü çocuk koşmaya başlayınca daire şeklini almış olan çocuklar şarkıyı kesiyorlar. şarkı da daire de bitiyor o anda.

eksiklik yahut tamlığın bozulmuşluğu yahut ne bileyim yoksun olma hissi.. kaptan ahab'ın uçsuz bucaksız okyanuslarda beyaz bir balinayı bulmak için gece gündüz pupa yelken yol almasına sebep olur. burada eksik olan kaptan ahab'ın ayağıdır. bu ayağın eksik olmasının sebebi ise beyaz bir balinadır (moby dick). malum hikaye, moby dick kaptan ahab'ın ayağını koparmıştır ve ahab da intikam almak için moby dick'i bulup öldürmek istemektedir. oysa kaptan ahab da biz okuyucular da biliriz ki kaptan ahab balinayı öldürse de kaptanın bacağı yerine gelmeyecektir. fakat buna rağmen ne ahab'ın tayfası ne de okur olarak biz ahab'ın uçsuz bucaksız okyanuslarda tek bir balinayı arama isteğini yadırgamayız. samanlıkta iğne aramaktan bile daha saçma daha imkansız bu eylemi bize yadırgatmayan nedir tanrım? ne zaman kendimi bu soruyla (belki sorunsal demek daha doğru) karşı karşıya bulsam luis bunuel'in "That Obscure Object of Desire" (Arzunun Şu Belirsiz Nesnesi diye çevrilmişti türkçeye) filmini hatırlıyorum ve  cevabın bu filmde olduğunu düşünüyorum. filmi bi kaç kere izledim ama tekrardan salt bu soruya cevap olup olmayacağını anlamaya çalışacak şekilde izlemedim. böylece bunuel'in benim sorduğum bu soruya cevap verip vermediğini net bir şekilde bilmiyorum. sadece belli belirsiz cevap orada o filmde sanki ama bilmiyorum net değil bu. aynı minval üzere bir film daha var bekir'in uğur'un biteviye peşinden  gittiği film: kader.

Mathieu'nün Conchita'nın peşinden, bekir'in uğur'un peşinden kaptan ahab'ın moby dick'in peşinden gitmesi... bu üçünü eksik olma parantezine alabiliriz. varlığın en önemli yanı eksik olma halidir ve tek net olan da budur varlık için. başka hiçbir şey eksik olmaklık kadar net değildir.  bu yüzden en kötü belirsizlik bile netlikten iyidir daima. siz bakmayın insanların en kötü netlik belirsizlikten iyidir demelerine, boş laf bunlar.. ötesi berisi yoktur bu basmakalıp sözlerin. Asghar Ferhadi'nindi yanlış hatırlamıyorsam "elly hakkında" filminde geçiyordu ''kötü bir son, sonsuz bir umutsuzluktan daha iyidir.'' diye bi repliği vardı. hep nietzsche yüzünden oluyor bu. buna benzer sözleri vardır nietzsche'nin de. insanlar sınamadıkları gerçekliğe dair büyük büyük sözler etmeyi seviyorlar. ferhadi de böyle yapmış. büyük büyük laflar ama hayatta karşılığı yok bunların ne yazık ki.

malum peyami safa'nın romanıdır "bir tereddüdün romanı". kendisinden beklenmeyecek kadar da iyi bir romandır bu roman. anlattığı konu özgün olmasa da iyi anlatır konuyu. konu: tereddüt. kararsızlık ya da diğer bir deyişle. mevzunun en iyi işlendiği yer şüphesiz hamlet'tir. hatta hamlet'e "bir tereddüdün tiyatrosu" dense yeridir. (peyami safa da farkındadır bunun bu arada, yani romanda anlatmaya çalıştığı mevzuunun shakespeare tarafından kusursuz anlatıldığının) kaptan ahab hamlet'ten farklıdır tereddüt konusunda. ahab asla tereddüt etmez moby dick'i bulup intikam almak hususunda. hatta kaptan ahab kendini demir raylar üzerinde giden bir lokomotife benzetir moby dick'i ararken. yani bu kadar nettir ahab. ahab'ın netliğini besleyen onun eksikliğiyidi. hamlet'in tereddüdünü besleyen yine onun eksikliğidir bilen bilir. ee yani diyebilirsiniz... e'si falan yok öyle işte.

eksiğim
eksiksin
eksik
eksiğiz
eksiksiniz
eksikler

bu yani işte hepsi bu. bir sorunu çözmek istediğimizde öncelikle çözmek istediğimiz şeyin gerçekten bir sorun olup olmadığından emin olmalıyız. yani her düğümlenip önümüzde duran şey sorun olmayabilir. intikam konusunda ahab bunu bir sorun olarak kabul etti ve eyleme geçti. hamlet de aynı konudan yani intikam konusundan muzdaripti fakat o harekete geçemedi. yalçın küçük'ün yerinde tabiriyle aydın kararsızlığı içinde dönüp durdu ortalıklarda hamlet. Martin Luther, "harekete geçirmeyen düşünce gereksizdir" der. intikam, kaptan ahab'ı harekete geçirdi; hamlet'i ise tereddütler içinde hareketsiz kıldı. şu halde intikam hem gerekli hem de gereksiz bir duygudur gibi salakça bir çıkarım yapmayacam tabii. ama anlamaya çalıştığım şey, bizi harekete geçiren şey bizim eksikliğimizden beslenen bir şey midir? bizi tereddütte bırakan şey  eksikliğimizden beslenir daima. burada düğümleniyor gibi sanki mevzu. ama sorun olan eksikliğinin üzerine düşünüp onu bir sorun halinden bir sorunsallığa evrilten kişi için tereddüt kaçınılmazdır tespiti yapılabilir. diğer bir deyişle kaptan ahab, moby dick'i öldürmeyi düşünür; hamlet ise intikam kavramının bizatihi kendisini. bir balinayı öldürmek sorunsal haline gelemez fakat intikam duygusu üzerine düşünmek bir sorunsal halini alabilir. kişi zaman zaman intikam çok da gerekli mi acaba diye sorabilir kendine. sorunsal haline getirdiğimiz şeyler için de harekete geçmeyiz. çok acıktığında ne yesem diye düşünüp sonunda düşündüğü şeylerin hiçbirini yemeyen insanı düşünelim. ya aslında bana böyle oluyor bunu konuyla bağlamayacam ama iskender mi yesem kebap mı tavuk döner mi yoksa pizza falan mı derken evde çorba falan yaparken bulurum kendimi. konuyu toparlayamadığım için saçma bir örnekle mevzuyu sulandırmaya çalışıyorum, anladınız kaçmaz sizden biliyorum. ama şimdi şöyle bol soslu, tereyağlı iskender (1.5) olsa fena olmazdı. ya da yeşil kapı'da  karışık bi kebap...

imkanlar dahilinde ve zaman sıkıntısını aşmış olmayı umduğum -böyle bir zaman dilimi hiç olmayacak olmadı da- bir zamanda bu yazdıklarımı Lacan'ın "objet petit a" tezi üzerinden temellendirip açıklamayı umuyorum. "büyük öteki" bak bak adlandırmaya bak çakal lacan.. herkesin bildiği şeye böyle havalı adlar vererek ne yapmak nereye varmak istemektesin? sanırım türkiye'de kimse lacan hakkında tam bir fikre sahip değil. ben de dahilim tabii buna. ama temelde söylediği şeyler kaptan ahab'ın yahut bekir'in falan yaşadığı şeyden çok uzak değil. onun tek farkı sanırım her iyi avrupalı entelektüel gibi bunları sistematik bir şekilde anlatabilmesi ve süsleyebilmesi. benim asla ve asla iyi yapamadığım bir şeydir bu. ha türkiye'de bunu yapabilen aydın / entelektüel sayısı 10'u da geçmez ya neyse mevzuu bu değil. mevzunun ne olduğuna dair kafanda bir şey şekillenmedi mi hala? olsun sorun değil bu ama yine de tekrar etmekte faide görüyorum ki aslolan eksik olmak ve bizim bununla baş etme yöntemimizin adına hayat denmesi. (hadi bakalım verdim gittim hayatın sırrını bedevaya hem de) olm acaip laf ettim farkında değilsin. yaz bunu bi yere ya da  yazma sen bilirsin.

kolay karar alabilen insanları kıskandığımı takdir etiğimi defaetle dile getirdim burada. ama kolay karar alabilen ,gerçi kolay olmasa da genel anlamda karar alabilen insanlar diyeyim, insanlara dair en sevmediğim şey yani bu tip insanların en sevmediğim özelliği kolay karar alamadıklarını iddia etmeleridir. oysa bu büyük bir yalandır. karar alabilen insan karar alabilmiştir.

epey olmuş buraya dönmeyeli. tezi verdim. doktorum artık. ne sikime derman olacak bilmiyorum ama öyleyim. türkolog olmak gibi bir amacım yoktu fakülteye başlarken ama bir şekilde oldum işte 6 aralıkta. ne olduğunu da anlayamadım açıkçası yani tadına da varamadım sanki doktor olmanın. bi tadı var mı onu da bilmiyorum açıkçası.

tolstoy'a atfedilen bir söz var: (sözün ona ait olup oladığını teyit edemedim ne yazık ki, okuduğum hiçbir tolstoy eserinde böyle bir söze de rastlamadım) "tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar:
ya bir insan bir yolculuğa çıkar; ya da şehre bir yabancı gelir."
"Selim yaşamıyordu artık ve gene aynı evde oturuyorlardı. Bu olayın etkisini eşyada görmek imkansızdı." tutunamayanlar'da geçer bu cümle. Tezi yazarken fark etmiştim. Sartre'ın nesnelerin şahitliği tabiriyle okuyunca... Geçmişine şahitlik eden eşyayı koruma iç güdüsü..

iki şey var anlatmayı istediğim. belki bir kitap olarak da yazabilirim bunlardan birini doçentlik tezi için. eksiklik duygusunun edebiyat için oluşturduğu motivasyonu yazabilirim bu minval üzere. yukarıda ana hatlarını verdim bu olası yazının.  diğeri ise bilimsel bir yön taşımayacak bir kitabın konusu olabilir. deneme, anlatı tarzı gibi bir şey yani. konu trajedisizlik. bunu anlatmak zor ama bir o kadar da her günkü hayatın içinde bir gerçek. biraz önce balkondan aile içi bir kavgayı izledim baya. tezin düzeltmeleri üzerine çalışıyordum. bir kadının çığlığıyla irkildim desem yalan olmaz. 10. katta oturan birini irkiltecek kerte güçlü bir çığlık... karşı apartmanın altında bir oyun merkezi var onun önünde bir kadın başka bir kadınla -diğer kadının yaşı biraz büyük gibiydi- saç saça baş başa kavga ediyor bir tane erkek onları ayırmaya çalışıyor ve 4 yaşlarında bir çocuk ağlıyordu "anne  anne " diye. tam bu esnada polis geldi ve çığlık atan kadın, bunlar çocuğumu kaçırıyor diye şikayette bulunmaya başladı polise, adam ben babasıyım diyor, diğer yaşlıca kadın saçını başını yoluyor kenarda ve çocuk anne anne diye ağlıyor. hal bu hal üzre. adam çocuğu arabaya bindirip arabayı kitledi bir an. çocuğun annesi olan kadın arabayı tekmelemeye başladı, kendini arabanın önüne attı. diğer yaşlı kadın üstüne atıldı annenin. polis sadece mal gibi izliyor ayırmaya çalışıyordu bu anlarda. çocuğun babası arabaya binip kaçmaya çalıştı polis durdurdu. ama çocuğun çığlığı kulağımı yırtıyor, yırtıyor... kadın sürekli "vermem çocuğumu" diye bağırıyordu. diğer yaşlıca kadın -sanırım çocuğun halasıydı- tekrar atıldı annenin üstüne ve polis de zıvanadan çıktı o andan itibaren ve herkesi susturdu. adamı ve diğer yaşlı kadını arabaya bindirip karakola gönderdiler. sonra ekip arabasına anneyi bindirip gittiler. işte  burada ANNENİN, ÇOCUĞUN, BABANIN, YAŞADIĞI ŞEY TAM DA TRAJEDİDİR; ama bunu değil trajedisizliği anlatmak istiyorum ben. (1 yıldır yazmıyordum buraya. 2019'a girdik. nasıl espiri ama süper di mi? sense of humour'umu kaybetmedim hala görüleceği üzere.) trajedisizlik. bunu zihnimdeki bazı fotoğraflarla anlatmak çok kolay olurdu ama bir şartla: zihnimdeki fotoğrafların çıktısını alabilmem gerekirdi. yazarak anlatabilirim bu fotoğrafları ama sadece fotoğraftaki kişiler anlayabilir bunu; üçüncü kişilere çok bir şey ifade etmez o yüzden bu da beyhude bir çaba olur. acıyı saf acıyı yıllarca beslemeye yetebilecek potansiyele sahip birkaç fotoğraf zihnimde dönüp duruyor ve fakat bende bir trajediye tevdi olmuyor bir türlü bu fotoğraflardaki acı. sanırım bütün bir ilm- i psikiyatri ve ilm- i psikoloji ve dahi müsekkin sanayii bu trajedisizlik durumunu tesis için çaba sarf etmek üzere müteşekkil olmuştur.

 "hiçbir şey tutkuya dönmüyor bende" demiştim bir zaman. bunu da zeki olmamama ve korkak olmama yormuştum. bir de benliğime düşkün biri olmam tabi. hem zeki değilsin hem cesur değilsin bir de üstüne üstlük bencilsin. bir olayın trajediye dönmesi çoğu zaman kişilerin olayla ilgili tutumlarında... diye başlayıp bir yığın afili laflar edecektim ama insanın annesi hastaysa çok hastaysa içinden hiçbir şey yapmak gelmiyor. gün boyu çocukken yaşadığım, annemle olan anlar geliyor gözümün önüne. insan yabancılaşarak hayatta kalabiliyor diğer bir deyişle trajedisizleşebiliyor. trajedisizleşebilmek tabirini, bir çeşit "her şey yerli yerindeymiş gibi yaşayabilmek" anlamında kullanıyorum. sevdiklerimize verebileceğimiz en güzel hediye onlara karşı her şey yerli yerindeymiş gibi davranabilmemizdir sanırım.

çok eskiye dair anlar, bir şekilde zihnimde belirdiğinde -ki bu yerli yersiz zamanlarda olur genellikle- merak ettiğim bir şeyle karşı karşıya kalırım hep. beliren anın öncesi ve sonrasındaki herhangi bir an değil de neden o an kalmıştır belleğimde? mesela ara ara şöyle bir an belirir zihnimde. babamla başımdaki ameliyat dikişlerini aldırmak için üniversite hastenesine gidiyoruz. setin üzerindeyiz. an bu. ana dair bütün ayrıntılar var zihnimdeki fotoğrafta. babamın kıyafetinden benim kıyafetime, tam o an nereye baktığıma, teypte çalan müziğe kadar... ama mesela bu anın ne öncesi ne de sonrası var zihnimde. ne bileyim babamın eve gelmesi, hasteneye varmamız, dikişlerin alınması eve dönmemiz vs. vs. hiç birine dair bir görüntü yok belleğimde ama setin üstündeki o an mıh gibi duruyor zihnimde. niye diğer anlar değil de o an ille de zihnimde yer etmiş ve zaman zaman kendini dayatıyor bana?

niye parça parça yazıyorsun konu bütünlüğü yok yazdıklarında diye düşüneneler olabilir (olmadı). yaşadığım şu son bir iki ayı sanki binlerce kez zihnimde yaşamıştım. arkadaş zekai özger'in bir şiirinden arta kaldı bu his de.

Sonra bir gün anneler de ölür
Böcekler ve kertenkeleler ölür
Boşalır suyu havuzun kum seddi yıkılınca
Sivrisinekler ve kağıttan kayıklar ölür
Sonra o gün çocuklar da ölür

Biz hepimiz önce küçük bir çocuktuk

Sonra büyüdük hepimiz çocuk olduk
Balçıktan bir külçe olan dölleri
En iri elleriyle kepçeliyen
Ve biçimliyen
Ve hep önce kendidiyle biçimliyen
O dehşetli yontucuyu
Doğumu ve gebelik sanatının bütün hünerlerini
Sütten bir mermere eşsiz bir incelikle işliyen
Anneyi o usta nakkaşı
Unutmadık

Önce anne doğurdu çocuğu acıya
Sonra çocuk acıya anneyi ve ölümü kattı
Sonra herşey ve herkes çocuktan var oldu

Geçti sarp kayalardan aştı nice dağlar
İçti ağulu sütünü hayat denen annenin
Sıkıntının kutsal kabında yıkadı ellerini
Hüznü kuşlara dağıttı unutmasınlar diye onu
Acıyı gömdü toprağa gayrı açar mezarlık çiçekleri

Böyle vardı bir ırmak kıyısına
Anne bir tedirginliktir nerede olsa
Bağırgan bir karmaşadır onun sesi
takılır gibi eski bir gıramafona titrek bir iğne
- bu ayıp bu günah
bu çok ayıp günah
-el ne der sonra
ayak ne der
bırakmaz çoçuğu çocukça yaşamıya

ama bir gün anneyle de hesaplaşılır

çocuk yalnız annesine yaşar çocukken
anne yalnız çocuğuna yaşamaz anneyken
bölüşür anneliği babanın kasığında
çocuğun bakışında çelişkidir büyüyen
ağlamak bir soru olur sevginin yarım payında
-ah baba
niye baba

ve bir gün babalar ölür.

şimdi işin içine freud'u falan katıp hakemli dergide yayımlatmalık devasa bir makale çıkar bu şiirden ama gerek yok buna çünkü bu şiir aklıma annemle hastane koridorlarında beklerken geldi durdu. o yüzden girmeyecem bu şiirin teşrihine ve fakat annem çok hasta. ve benim bunun için yapabilecek hiçbir şeyim yok; doktorların ise var. nerden duydum bilmiyorum aklıma gelmiyor bir türlü: "uykuyla dinlenemeyecek kadar yorgunum artık" diye bir söz kalmış zihnimde. buradan dahi bir trajedi devşiremiyorum. yazıklar olsun bana. ama bir şey devşirebildim yine de bu son günlerde yaşadıklarımdan: neden trajedisizlik bazı insanların varoluş biçimi oluyor, bunu anladım. bilahare anlatacağım ama başım çok fena ağrıyor ve acaip yorgunum acaip.

9 Temmuz 2018 Pazartesi

van gogh, eksiklik vs. vb. vd.

epeydir van gogh'un bu tablosu dönüyor zihnimde. başkaca şeyler de çok döndüğü için midir nedir bir türlü odaklanamadım bu resme ama yine de durmuyor, dağıtıyor; endazeye gelmiyor bir türlü bu resimdeki kompozisyon bende.

zaman: günün hangi saatleri olduğu tam olarak anlaşılamıyor. ağaçların gölgesine bakarak, güneş
 -resme göre- sanırım sol arka tarafta ve tepede değil. bu da mevsimin sonbahar olduğunu düşündürtüyor. resimdeki insan eve doğru değil de evden giderken verildiğine göre vakit sabahla öğle arası bir zaman olmalı. akşam hava kararmaya yakın bir an olsaydı eve giderken resmedilirdi sanki.

mekan: ağaçların bittiği yerde -başladığı yerde mi yoksa?- bir ev var resme göre sağ altta kapı mı pencere mi tam belli olmayan bir açıklık var. zeminden biraz yüksekte olduğuna göre pencere olmalı bu açıklık. pencere açık olduğuna göre ya evde biri ya da birileri var ya da ne evde ne de etrafta kimseler yok. ama resimdeki kişiden başka birileri daha yaşıyor olmalı bu evde; çünkü eve doğru giden sağa doğru kavisli bir tekerlek izi var. insan olmasa da; en azından o tekerlekli arabayı çeken bir hayvan var orada yaşayan.

insan, (dasein) zaman içinde orada bulunandır heidegger'e göre ve bunlar onun varoluşunu belirleyendir. bu tablodaki kişi ve zaman ve mekan tam da heidegger'in anlatmaya çalıştığını kompoze ediyor aslında. evet insan bir zaman içinde orada bulunandır fakat hangi hal üzere? tamamlanmış bir hal üzere mi yoksa eksik bir hal üzere mi? heidegger buna eksik hal üzere cevabını verir. o halde dasein için şöyle bir gerçeklik söz konusu oluyor: insan bir zaman içinde eksik bir şekilde orada bulunandır. eksik bir şekilde orada bulunanı belli belirsiz mi yoksa apaçık, net bir şekilde mi kompoze etmek daha akla uygundur? bence belli belirsiz.


“Unutulmuş gibiyim ben
Ve insan bir bakıma
unutulmuş gibidir.
Bilmem ki nasıl anlatmalı?
Yalnız bile değilim.”

şiirin beni, başkasının zihninden veriyor kendini önce. şiirin beni birileri tarafından unutulmuş olduğunu edilgen bir fiille belirtiyor zira. sonra bu unutulmuşluğu tüm insanlara teşmil ediyor şiirin beni. ve ardından mevzuyu yine kendine döndürüyor ve yalnız dahi olmadığını söylüyor. yalnız bile olamamak: yani eksikliğin eksikliğinin söz konusu olması. yalnız olmak için eksik olmak gerekir oysa şiirin beni yalnız bile olamıyor o halde eksik olması gerektiği şey dahi eksiktir şiirin beni için.

şu halde yalnız olan: bir şeyden eksik olan.
yalnız bile olamayan: eksikliğin eksikliğini çeken. diyebiliriz.

 insan eksiklik üzere olduğuna göre neden tam olarak yalnız olamaz şiirin beninde olduğu gibi? burada eksikliğinin nedenini bilen ve bilemeyen insan ayrımına gitmek gerekiyor sanırım. eksikliğinin nedenini bilen biri yalnız olabiliyor çünkü mahrumdur ve bu mahrumluğuyla orada - bulunandır o. yalnız bile olamayan ise henüz eksikliğini tam bir eksiklik haline getiremediği için yani eksikliğin eksikliği söz konusu olduğu için yalnız olamamakkta. şu halde yalnızlığı bir dolaylı tümleç olarak kabul edersek: yalnız bile olamayan, yalnızlıkta orada - bulunamayan olduğunu söyleyebiliriz. (son cümledeki "yalnızlıkta" sözcüğü dolaylı tümleç görevindedir) insan hiçbir şekilde kendi gibi olamayandır da demek istiyorum aslında. insan kendi gibi olmak istediğinde şu halinde olamayandır; şu halinde olamadığı gibi olmak istediği de olmayandır. tıpkı "yalnız bile değilim" diyen şiirin beni gibi tıpkı van gogh'un tablosundaki insan gibi. bu da işte "bizim büyük çaresizliğimiz" oluyor en sonunda.

çalkantılı bir dönemin vasatlığı diye bir şey var. bende fazlasıyla mevcut bu. çalkantılı bir dönemin vasatlığı!

tekrar van gogh'un tablosuna dönmek istiyorum. resimdeki ben için hala "orada bulunan" diyebiliyor muyuz? tehlikeli oyunlar'da hikmet her şeyin rutin üzre akıp gittiği dönemlerden albaya bahsederken "içimde bir H. vardı suskun ve kızgın orada duruyordu" der. asıl ben'inden bahsederken hikmet değil H. diyen hikmet'e bakanlar orada bulunan hikmet'i mi görmekte yahut tersinde söyleyecek olursak hikmet orada bulunan mıdır? şayet orada bulunansa hikmet, içinde olan H. kimdir? van gogh'un bu tablosundaki kişi kimdir? bizim orada bulunduğu hal üzere gördüğümüz kişi midir? neyin eksikliği üzerine biridir resimdeki kişi? anlayan anladı: Heidgger'in dasein tanımı eksiktir diyorum.



nuri iyem'in şu tablosundaki kadın bir hikayeyle canlanmıyor mu içimizde? neyin eksikliği üzere bir hal içerisinde olduğuna dair koca bir yaşar kemal romanı yazılmaz mı? hangi özgürlüğün karşısında yapıp yapmamanın tereddüdünü duyumsamış olabilir bu kadın? bu tablo bende hep şu şarkıyla birlikte gelir:



çocuğuna nenni derken çocuğunun ileride yaşayacağı kötülüklere iç çeken bu yüzden ninnisine sesinin titremesi sinmiş bir kadın değil mi İyem'in tablosundaki kadın? tarlada sırtında bebeğiyle buğdaya orak sallayan bu kadın hangi eksiklik hali üzeredir? tarladan eve dönüp yemeği ocağa vurmanın eksikliği üzere mi sadece?

"her şey olacağına varır" annemden birkaç defa duymuştum bu sözü. hayatım boyunca abartmadan söylüyorum bu kadar yalın ve fakat bu kadar bilgece bir söz duymadım. her şey olacağına varıyorsa niçin namaz kılıyorsun demedim. bir fakih gibi "dua kaderi bozar" yanıtını bu cümlelere veremese de yaşamıyla bu yanıtı veriyordu çünkü. yahut her şey olacağına varıyırsa her şey eksiklik üzre bir haldedir o zaman diye de sormadım tabii. kendime sakladım sanırım bu soruyu. her şey eksiklik hal üzere... çok acaip ve çok uzun bir cümle bu, çok eski bir şarkıyı hatırlatan:


8 Mayıs 2018 Salı

bugün doğan çocuklara isimler

"bakarsınız bir çocuğun yokluğu elinizden tutmuş lunaparka sürüklüyor sizi" (bunu bir yerde daha duymuştum ama hatırlamıyorum şimdi nereden duyduğumu belki de duymadım da duyumsadım emin değilim.) bu yalnızlık değil yalnız kılınmışlıktır.

kişi, başkaları üzerinden kendini duyumsayamadığında artık yalnızdır.

kız için: yane
erkek için: selim

23 Mart 2018 Cuma

uzun bir yolculuktan gelmiş gibi

uzun bir yolculuktan gelmiş gibiyim bugün. bir sorunu çözmek için çıkılan yolculuklardan dönmüş gibi değil ama. yine de uzun bir yolculuktan gelmiş gibiyim.


kaç gündür bu şiir -nedendir bilmem- dönüp duruyor beynimin içinde.

bir de bir şekilde alınmış ama hiç kullanılmamış / kullanılamamış eşyalarla göz göze gelmek var evde. asıl bundan bahsedeceğim ama şimdi değil. sonra.


5 Mart 2018 Pazartesi

ölmek yahut bir günün sonunda arzu

Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek

Oradan,

Oradan düşmek, ölmek istiyorum

Cevf-i ye’s-âşinâ-yı hüsrâna…


Titrek

Parıltılarla yanan bir mesâ-yı mezbaha-renk

Dağılırken suhûr-ı uryâna,

Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek

Oradan,

Oradan düşmek, ölmek istiyorum

Cevf-i yes-âşinâ-yı hüsrâna…


Kanlı bir gömlek

Gibi hârâ-yı şemsi arkamdan

Alıp sürükleyerek,

O dem ki refref-i hestîye samt olur kâim,

Ve bir günün dem-i âlâyiş-i zevâlinde

Sürüklenir sular âfâka şu’le hâlinde,

O dem ki kollar açar cism-i nâ-ümîde adem,

Bir derin sesle “haydi!” der uçurum,

O dem,

Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek

Oradan,

Savt-ı ümmîd-i kalbi dinlemeden,

Cevf-i hüsrana düşmek istiyorum.

kim demiş haşim içeriği ıskalar, biçimde kalır sadece diye. kimsenin böyle bir şey dediği yok ben uydurdum bunu.belki tüm türk şiirinde musikinin bu denli yoğun olduğu bir başka şiir daha yoktur diyebilirim. mozart yahut ne bileyim chopin şiir yazsaydı ancak bu denli bir şiir yazabilirdi.

26 şubat pazartesi. gece geç saat. aslında 27 şubat salı oldu. teze dair tutunamayanlar okuması yapıyordum. selim'le günseli'nin tanıştığı bölüme geldim boğazıma bir şey düğümlendi. okuyamadım daha fazla, selim'in günseli'yi ilk tanışmalarından bir ay sonra arayıp telefonda ilkin "onu aradığı için rahatsız edip etmediğini sorması" ne bileyim bu rikkat boğdu beni sanki (tez yazarken olabilecek en tehlikeli şeylerden biri metne kendini kaptırmaktır bilen bilir, kendimi kaptıracağımı hissettiğim için bıraktım okumayı.) selim'in hep "Savt-ı ümmîd-i kalbi dinlemeden, cevf-i hüsrana" düşerek öldüğü, rikkatin bu dünyada karşılığı olmadığını düşündüm. haşim ve selim ışık yanılıyor olamaz di mi sevgili kâri?

başkalarının anılarını unutamamaktan bahsedecektim. elimden gelse tanıştığım herkese bana anılarınızı anlatmayın sonra ben onları unutamıyorum demek isterdim. bunun saygısızlık addedileceğini bildiğim için demedim hiç tabii. belki bu yüzden kendimden bahsetmedim yahut az bahsettim, bilemiyorum. küçük bir çocuğun ilk okuldaki bir koşu yarışı sırasında yarışı bitirdikten sonra koşmayı kesmeyip öğretmenine doğru koştuğunu dinlemiştim. geçen gün geldi aklıma küçük bir çocuğun kişisel zaferini (yarışta birinci olamamış zira) öğretmenine doğru koşarak göstermesindeki inceliğe içim burkuldu. (hüsran'ın boşluğuna düşerek kimse ölmez sevgili ahmet haşim.) başkalarının anılarındaki hüsran kendi anılarımdaki hüsranlardan daha çok yoruyor, üzüyor beni.


bir haftalık bir araya bir sabahattin ali şiirinden mütevellit şarkıyla devamlayın. başkalarının anılarını unutamamaktan bahsediyordum. ben de sizi bir anıma ortak edeyim. çocuktum, okula gitneyecek kadar çocuktum. yaza doğru olsa gerek şort giymiştim. annem mutfakta bana yemek yapıyordu. ben de sandalyede oturmuş ayaklarımı sallayarak yemeğin olmasını bekliyordum. yemek dediysem patates kızartıyordu annem. bir yandan da şu türküyü söylüyordu:




fırına yakın sandalyede oturuyordum. sabırsızca sallıyordum ayaklarımı yemeği bir an önce yiyip aşağı inmek, oynamak istiyordum. sonra aşağı indim yemeği yiyip. kubilay diye bir arkadaşım vardı. onla öyle mal mal yürüyorduk, yürürken "yoğurt koydum dolaba.." diye bu türküyü söylüyordum. (bu da böyle bir anımdır) anı diyince çok matah bir şey bekliyor insan. epeydir "önemsiz" anı bile olmayan sadece belli belirsiz zamanlarda zihnimden gelip geçen görüntüleri not almak istiyorum. biraz yapmıştım bunu ama sonra vazgeçtim. belki 30 yıl geçti üzerinden bu anlattığım anı parçasının. hala anneme yemeğe gittiğimde o sandalyeye otururum. fakat epey oldu annem yemeği hazırlarken türkü söylemiyor artık. nasıl güzeldi halbuki annemin sesi türkü söylerken.

2003 kışıydı. ev arkadaşıyla ankara'ya gitmiştik. nazım'ın "kurşun gibi ağır"dediği türden bir hava vardı. ev arkadaşının bir arkadaşının evinde kaldık gece. sabah erken kalkmıştım. yağmur çiseliyordu. camdan dışarıyı izlemiştim epey. canım ankara'da bir evde yağmurun yağmasını izlemek çekti gece gece. oktay rıfat'ın bir şiiri geldi aklıma:

ne parası pulu
ne dikili ağacı
yol göründü mü gidecek
kendinin değil ev
kiracı

büyük cümleler kurmaktan korkan biriyim. bu yüzden orhan veli, oktay rıfat falan severim. yine de büyük büyük laflar ettiğim, büyük büyük sözler verdiğim zamanlar oldu; altında ezildiğim laflardı ve tutamadığım sözlerdi bunlar. oysa ezilmemek ve tutabilmek isterdim. bu sözleri sarf ettiğim zamanları verdiğim sözlerin muhattapları aklıma geldikçe utanıyorum. içimden özür diliyorum ama nafile. borcumu da ödemek istiyorum ama bu da nafile, ödemek imkanım yok. bütün utançlarımdan zamanın kefareteleri boşa çıkarıcı gücüne sığınırım. tanrı sadece günahları affedebilir utançları değil. bu yüzden utançlarımı zamanın gücüne bırakabiliyorum sadece. çünkü zaman hiç kimseyi haklı çıkarmaz; o, olsa olsa her şeyi boşa çıkarabilir sadece.

18 Şubat 2018 Pazar

kaygı yahut şirazlı hafız

yazılmış ve dahi yazılacak olan tüm kitapları ikiye ayırabiliriz, hafız divanı ve diğerleri diye. bi iran filmi vardı kimin hatırlayamadım şimdi. bir ayakkabıcının çocuğunun başından geçenler anlatılıyordu filmde. çocuk filmin bir yerinde babasından bahsederken "sıradan biriydi, gündüzleri ayakkabı dükkanında akşamları da evde hafız okuyarak geçti bütün hayatı" diyordu. bu hayatı bir yönüyle anladığımı bir yönüyle de ıskaladığı düşünüyorum.
tezin asıl kısmına geçtim birkaç gündür. yani varoluşçuluk teorisini atay romanlarına tatbiki kısmına. içimden hiç gelmiyor yazmak. tezi değil buraya yazmayı kastediyorum. gerçi tezi yazmak için de pek bir istek olduğunu söyleyemem. bir şeyler bekliyorum, bir şeyler olmasını hiçbir şey olmuyor ama sadece zaman geçiyor. zaman biteviye geçiyor bir şeyler olmadan. ama yine de olacak gibi. (olmayacak ama) bir şeyler sadece kelimelerde oluyor, olur. gerçekte  ise bir şeyler olmaz sadece geçip gider bir şeyler. biz bu geçip giden şeyleri kelimelere döktüğümüzde bir şeyler olmuş sanırız hepsi bu. ya saçma geliyor di mi sana bu yazdıklarım. yohanna incili niye "başlangıçta söz vardı" diye başlıyor sanıyorsun? tanrının en büyük yanılgısı bizlerle salt kelimelerle konuşmasaydı. (gerçi o da bu hatasını fark etmiş olacak ki çeşitli mucizeler gösterip durumu kurtarmaya çalıştı ama nafile. daha baştan hatasını ifşa etmişti hatasını "başlangıçta söz vardı" diye. görüleceği üzere sadece hatasız kul olmaz değil hatasız tanrı da olmuyor. neyse ben bağışlaması bol biri olduğum için tanrının bu hatasını affediyorum. onca galaksi, gezegen vs. yaratan birinin bunca hatası görmezden gelinebilir. gerçi affediyorum diyorum ama bunca kötülük varken yeryüzünde bunca alçaklık, tecavüz, kötülük, cinayet bunlara hiçbir şey yapamayan sadece yapacağını söyleyen sayın tanrıya "tanrım kutsal kitaplarda kötülükleri cezalandıracağım derken kelimelerle mi konuşuyorsun sadece eleştirisini yöneltmek de hakkımız sanırım. ama yine de mucize göstermeye çalışan tanrıyı yani sözlerini samimiyete dökmeye çalışan tanrıyı bu çabasından ötürü takdir ediyor ve yerine uğurluyoruz. öyle işte "kelimeler, gerçeğim beceriksiz avcıları"

3 Şubat 2018 Cumartesi

511 yahut 5. koğuş 11 numaralı yatak

her şey çok çabuk geçiyor. daha doğrusu çabuk geçiyor gibi. hiç bilmediğim bir dilde alt yazısı da olmayan bir filmi izliyormuşum gibi geçip gidiyor hayat. bir şeyler anlıyor gibiyim ama ne anladığıma dair bir fikrim yok.

bugün kabus gibi çöktü bu 511 sayısı. trafikte önümdeki arabanın plakasında vardı bu sayı. üstelik trafik de milim milim akıyordu. belki bi 20 dakika bu plakaya bakarak seyrettim trafikte akşamüstü. tabii yedi kule göğüs hastalıklarındaki günleri çağrıştırdı sürekli bu sayı. 5. koğuşun 11 numaralı yatağında yatıyordum. her şey saçmaydı o günlerde hayat dışında. bir tek hayat saçma değildi. bir de neyse işte. geçip gidiyordu hayat ama dursun istiyordum. biraz daha bakayım gökyüzüne, çam ağaçlarına (hep çam ağacı vardı sanki hastanede) vs. (bu vs. önemli. vs'nin neleri ihtiva ettiğine daha sonra değineceğim, bir sonraki yazıda ama şimdi değil) trafik açılana kadar önümdeki arabayı sollamanın imkanı olmadı bir türlü. sonra trafik açıldı. geçip gittim önümdeki 511 plakalı arabayı.

neyse 15 gün falan oldu tezle uğraşmadım hiç. acaip bir öz güven var ama. ne yapacağımı biliyorum. tezin % 50'lik kısmı bitti. yani varoluşçuluğun teorisine dair kısım bitti. bunları mezkur romanlara tatbik edecem ki bu da kolay iş. ama kolay olmayan işler de var bu süreçte:

1- yarım bıraktığım filmleri izlemek.
2- yarım bıraktığım ve hiç başlamadığım kitapları okumak
3- sigarayı bırakmak
4- spora başmak
5-yarım bıraktığım makaleleri tamamlamak
6-

15 Aralık 2017 Cuma

hipokondriyak yahut davut mezmuru 55 / 5 yahut nesnelerin şahit olamaması

kendimi bildim bileli, hemen tanıdığım herkes benim hastalık hastası olduğumu; gerçekten hasta olduğuma kani olduklarında ise bunu abarttığımı söyledi. aynı kişiler çok ilaç içtiğimi de söylediler. (buradan bakınca ilgiye aç bir insan olduğum düşünülebilir. öyle ya hastalık hastası insanlar ilgiye muhtaç insanlar olarak bilinir. öyle miyim? sanmıyorum. sözgelimi tanıyanlar bilir en çok muzdarip olduğum şeylerden biri baş ağrısıdır. korkunç bir baş ağrısı tarifi imkansız bir baş ağrısı gün aşırı hükmünü icra eder bende. önceleri ağrı kesici alırdım bu dönemlerde ama artık böbreklere zarar vermesin diye pek almıyorum ağrı kesici. dolayısıyla da başım ağrıyor gün - gece boyunca. işte böyle anlarda başım ağrıdığı için pek konuşmuyorum ve her ne yapıyorsam o anlarda pek odaklanamıyorum ona. yanımda kim varsa hemen "neyin var?" diyor. bir şeyim yok desen bir türlü, başım ağrıyor desem bir türlüdür bu anlarda. çünkü daha önce başım ağrıyor dediğimde "ya senin de amma başın ağrıyor" gibi bir karşı bildirime muhattap olmuşumdur mutlaka. böyle anlarda "LAN AMINA KODUĞUM BAK KAFAMIN ARKASINDA BEYNİN TAM ÜZERİNE GELEN YERDE 9 CM²'lik HAYVAN GİBİ AMELİYAT İZİ VAR BU BİR BAŞ AĞRISI İÇİN YETERLİ DEĞİL Mİ LAN" demek istiyorum; ama demiyorum tabii. neyse uzun bir parantez oldu, ben aslında pek de bunlardan bahsetmek istemiyorum. insanlar beni anlamıyor minvalli bi yazı olsun istemiyorum. fi'l hakika burası ergen bloğu değil. ne zamandır fi'l haika'yı bir cümle içerisinde kullanmak istiyordum neyse bu da aradan çıkmış oldu. bir de pejoratif'i kullanırsam tam süper olacak)

yarım bıraktığım tüm kitapları bitirmeye karar verdim. buna ödev olarak verilen ve atlayarak okuduğum kitaplar da dahil. yarım bıraktığım filmlerin de hepsini tamamlayacam. ileri sararak izlediğim filmleri de baştan izleyecem. (bu sonuncu şakaydı tabii çünkü bir erkek sadece belli tür filmleri ileri sararak izler "hadi amına koyim amma konuştunuz" diyerekten ileri alınan filmlerdir bunlar.)
bir hevesle alınan nesneler vardır. alınma amacına bir türlü hizmet edemeyen ama yine de orada olan nesnler.

2 Aralık 2017 Cumartesi

utanç yahut 14.11 / 54.5

ingmar bergman'ın "utanç" filmini izleyecektim bugün bir de tarkovski'nin "solaris"ini. aslında izlemiştim bu filmleri de tezin "utanç" başlığını yazmaya başlayacağım için bir kez daha izleyeyim dedim ama vazgeçtim sonra. etkilenmek istemedim sanırım başlığı yazarken ya da üşendim galiba.  belki her ikisi de bilmiyorum. "yer yarılsa da içine girsem insanları" diye bir şeyden bahsetmiştim bir yerlerde buradaydı sanırım. o insanları anlatmayı düşünüyorum daha doğrusu o insanların neden "yer yarılsa da içine girsem insanları" olduğunun arka planında yatan motivasyonları anlatmayı düşünüyorum tezin "utanç" başlığında. kafamda var bir şeyler, gerekli notları da aldım. onları yazarım artık başka yazarların sanatçıların utanç'la ilgili ne söyledikleri çok da ilgimi çekmiyor. biraz sartre'ın utanç kavramına heidegger'in vicdan'ın celbine dair sölediklerine değinip bu iksini birleştirmeyi ardından kendi fikirlerimi yazacam. aslında sartre da heideger'e de gerek yok pek bu başlık için ama mecburen yani adettendir her başlıkta bir iki varoluşçu filozofun adını anmak ondan yani, yoksa çok da elzem değil; çünkü benim anladığım anlamda bir anlam yüklememiş sartre da heidegger de bu mevzuya. bir iki psikoloğun psikiyatrın makalesine de baktım da onların fikirleri tam evlere şenlik. (tabii freud hariç. abimiz her zamanki gibi farklı bir yerden yakalamış mevzuyu) benim utancın kökenine dair yaptığım tespitler örtük olarak turgut uyar ve edip cansever şiirinde var. sadece turgut uyar'ın benim ve edip cansever'in bildiği bir sırrı ifşa edeceğim için suçluluk duyuyorum ama neyse her şey bilim için.

"Bir tanker geçiyor şimdi de tam akıntının ortasından 
Baştanbaşa gül rengi 
Kimseler görünmüyor içinde 
Neden görünmüyor, bilmiyorum 
Yolcu uçaklarına, yük kamyonlarına, fabrikalara petrol taşıyor 
Tanklara, savaş gemilerine, roketlere de 
Yılların, yüzyılların 
Bitmeyen vahşetini ateşlemek için 
Sanki bu yüzden kimseler görünmüyor ortalıkta, utançlarından 
Utancı bilerek yaşamak korkunç 
Daha korkuncu da var:utancı bilerekten yaşatmak 
Gördük hepsini işte, daha da görüyoruz."

"neden görünmüyor bilmiyorum..." aslında biliyor da bilmezden geliyor edip'im cansever'im. hem de o kadar iyi biliyor ki köpek gibi biliyor edip cansever köpek gibi. utanç kavramını sorgulamadığını anlayamayacağımızı sanıyor ama yemezer. hem utançtan bahsedeceksin bir şiirinde hem de aynı şiirin bir yerinde şunları diyeceksin:

"Ama bak 
Kaybolup giderdi herbiri, karşılaştılar mı bir yerde şiirle 
Aslına bakarsan en güzel aldanmaları yaşadık seninle biz 
Hatırlıyorum da öyle." 

ah kuzum edip cansever, insanın kendini aldatmasının örtük bir dışa vurumundan başka nedir ki utanç.. sen bunu soylu bir şekilde hissettin bense sefil bir şekilde anlayabildim ancak. insan neyi örterse ondan utanabiliyordur ancak. örtmeyle utanç arasındaki ilişkiyi anlatacağım ama şimdi değil. sonra. teze ayırayım bu kısmını. ne sikime derman olacak bilmiyorum ama neyse..

bir utancı paylaşan insanlar vardır. bir utancı paylaşamadığın insan artık seninle değildir; yanında olsa bile seninle değildir. ama hiç kimse bir utancı sonsuza dek paylaşamaz. bu yüzden "hep yalnızlık vardır sonunda" neyse, her neyse. 

"Acele etme yoksun belki 
Ben herşeyin bir bir yok olmasına o kadar alıştım ki 
Ve her şeyin bir bir varolmasına o kadar alışacağım ki 
Bilirsin neler için çarpmıyor bir yürek." 


20 Kasım 2017 Pazartesi

teraziyle ölçülen uzaklık yahut beyaz plastik sandalye

epeydir yazmıyorum buraya. geçen gün bir rüya gördüm. aslında bir rüyadan ziyade birebir yaşadığım bir anın tekrarını rüyada gördüm tekrar. kıştı. karlı ve soğuk bir akşam vakti arabayla giderken sağa dönmem gerekirken dönmeyip üst geçitten devam etmiştim. sonra aniden fark edip fren yaptım yokuşta arabayı geri saldım, yokuş bitene kadar ve sonra dönmem gereken sapaktan dönüp az kalmış yolu tamamladım. bunu niye gördüm rüyamda. dahası aynen neredeyse saniyesi saniyesine neden gördüm bilmiyorum.

bugün pazar. biteviye yağıyor yağmur. hava da soğudu artık. en sevdiğim pazar günü modelidir bu. yağmurlu, karanlık bir pazar. televizyonda iskoçya'daki vahşi yaşamı anlatan bir belgesel vardı sabah. ora da hep yağmurluydu. yağmur şiddetlendi bir ara. izlemek için balkona çıktım. beyaz plastik bir sandalye vardır hep balkonda. ona oturup izleyecektim ama yağmurdan ıslanmıştı hafif. oturmadım.  geriye çektim sandalyeyi biraz daha fazla ıslanmasın diye. beş altı sene oldu neredeyse o sandalye hep oradadır. daha ne kadar orada durur bilmiyorum.

arkadaşlık kurmakta hep sıkıntılı biriydim oldum bittim. son zamanlarda iyice ayyuka çıktı bu. kimsenin eksikliğini hissetmiyorum. kimsenin de benim eksikliğimi hissettiğini sanmıyorum. varlığım yokluğum bir sanırım; dahası kendim için de öyleyim. tanıdığım ve sevdiğimi düşündüğüm birkaç kişi vardı. son zamanlarda midemi bulandırıyorlar sadece artık. bunu onlara belli etmiyorum tabii. belki de ediyorumdur bilmiyorum. aslında şu günleri sorulardan, imalardan uzak geçirmek istiyorum galiba. kimseye cevap vermek istemiyorum herhangi bir şey için. eve geç vakit yorgun argın geliyorum. bu da bana dışarıdaki insanlardan uzak kalmak için bir bahane veriyor. yorgunum. o yüzden sizlerden uzağım, deme bahanesi gibi yani bir anlamda. aslında gerçekten de yorgunum. önceleri söz gelimi okulda falan insanların konuştuklarına ortak olmaya çabalardım. almak istedikleri evler, arabalar, eşyalar; çocuklarının sorunları hakkında konuşmaya çalışırdım. şimdi de yapıyorum bunları ama bir farkla. bana soru sormasınlar diye yapıyorum bunları artık. ola ki konuşmazsam bana niye konuşmadığımı sorarlar diye korkuyorum. oysa ne sorunları ne de sevinçleri falan sikimde bile değil hiçbirinin. benden uzak olmaları dışında hiçbir beklentim yok kimseden. tabii bunda çoğunlukla az buçuk zekalarıyla birbirlerinin arkalarından iş çevirmeye çalışmalarını fark etmemin yarattığı tiksinme duygusu da var. tabi nötr olduğum hatta saygı duyduğum insanlar da var. hiç kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayıp kendi halinde yaşayıp giden, sadece gördüğüm zaman var olan
 - tersinden ben de onlar için gördükleri zaman var olan biriyim- insanlara garip bir şekilde saygı duyuyorum. (benim de ikiyüzlü olduğumu düşünebilirsin ey kâri. madem öyle bunları o insanların yüzlerine söylesene diyebilirsin. haklısın ama inan buna sabrım ve gücüm yok. kaldı ki ikiyüzlüyüm sanırım ben de.) önceleri yok farz edilmeme içerlerdim. şimdi tam tersi yok farz edilmek istiyorum. beni yok farz etsinler sorun değil. ben sadece balkondaki beyaz sandalyeye oturup dışarıyı izlemek istiyorum. başka bir sandalye olmaz ama. küçükken camdan dışarıyı izlerdim. ne düşünürdüm o zamanlar bilmiyorum, hatırlamıyorum. şimdi balkondaki beyaz plastik sandalyeye oturup düşünmek istiyorum. anlamak istediğim, kaçırdığım bir şeyler var biliyorum. onları yakalamak istiyorum. yakalarsam sanki onları -her neyse onlar- pişmanlıklarım bir nebze olsun hafifleyecek gibi. koca bir pişmanlık gibiyim ama neye pişman olduğunu olması gerektiğini bilmeyen. sanki sadece balkondaki beyaz plastik sandalyeye oturup düşünürsem bunları bulacakmışım gibi bir his var içimde.

mutfakta yemek yaparken bir gün birden o beyaz sandalyeye ilişmişti gözüm. 2015'ti. kıştı. bir şeyleri yanlış yaptığım fikri oturdu bir an içime. yanlış yaptığım bir şeyler vardı. (buradan sonrasını okurken yan sekmede George Frideric Handel'in "sarabande"sini açmanı salık veririm ey okuyan, bu beni genel anlamda olmasa da şu anda bunları yazarken nasıl bir halet- i ruhiyede olduğum konusunda sana bir nebze yaklaştırır.) bazı nedenlerin beni bıraktığını daha doğrusu bırakacağını hissetmiştim o beyaz sandalyeye bakarken. heyhat aslında çoktan bıraktığını da biliyordum, bilmezden geldim sadece o zaman. epeydir izlemeyi ihmal ettiğim bir film gelmişti tam o an aklıma. barry lyndon diye bir film. beyaz plastik bir sandalye, stanley kubrick'in bir filmi, ocakta bir türlü pişmeyen patatesli kereviz... rüya atmosferi gibiydi hepsi birbirine karışıyordu ben bir şeylerin elimden kayıp gittiğini hissediyordum. (birazdan sarabande biter, dilersen arkasına astor piazzola'nın oblivion'unu dinleyebilirsin ey kâri) dış dünya hep çağırır. yemek pişmeye yakındı, pilav ve salata yapmak lazım gelirdi yanına yemeğin. pilava ve salataya başladım. sonra balkona çıkıp sandalyeyi görmeyeceğim bir yere çektim. (çok sonra bu sandalyeyi görmeyeceğim bir yere çekmemi hiç alakasız bir anda tekrar hatırladım. kıştı. sulu sepken kar yağıyordu. arabanın silecekleri yetişemiyordu sulu sepkenin yağışına. iç anadolu'da bozkırdaydım. ağır ağır biteviye uzayıp giden yolda o o plastik beyaz sandalyeyi hatırlamıştım. müthiş bir özgürlük duygusu kaplamıştı içimi. (müthiş sözcüğünü burada arapça aslında olduğu gibi dehşet kökünden gelen anlamıyla düşün ama ey kâri) sonu hiçbir şeye varmayacak bir özgürlük tam yanı başımdaydı. sulu sepken dinmiyordu bir türlü. arabanın içi sıcaktı. bir şey yaptırmayan bir özgürlük tam karşımdaydı. bir şeyler yapmam gerektiğini hissediyordum bu hissi bana dayatan tek şey beyaz plastik sandalyeydi. ama yapılacak bir şey yok gibiydi. -olsun isterdim- her şeyi hiçleyen bir özgürlük kemiriyordu beynimi. yol da kar da bitmiyordu. bir şey olsun hayat beni çağırsın istiyordum. araba karda kaysın mesela yahut ne bileyim hatalı sollayan bir kamyon karşıdan bodoslama gelsin isterdim o an. hiçbiri olmadı. hayat çağırmadı, çağıramadı belki kim bilir.

kasımın 13. peyder pey yazıyorum. ayağım üşüdü biraz önce ilk defa. kalın çorap giydim kalkıp. kış geliyor artık. gelsin. mayısa kadar ısınmaz artık ayaklarım. tezin üçte biri bitti. geri kalanı da zihnimde dönüyor, yani kalan kısmı da bitti sayılır. özgürlükten bahsetmişim yukarıda. musallat olan bir özgürlükten bahsetmek isterdim oysa ama etmeyeceğim sanırım bundan. sadece isa yaşasaydı ve tanısaydım onu belki ona bahsedebilirdim bundan. (şimdi çıkıp da isa göklerdeki evinde yaşıyor ama deme bana ey kâri, isa göğe ağdığında öldü aslında.* keşke ölmeseydi ama öldü.) bu yazıyı ne zaman yayınlayacağım acaba? ya da yayınlayacak mıyım, bundan bile emin değilim. hiçbir şey ölmüyor içimde, her şey yaşıyor. ölsün isterdim ama birçok şey. ölsün de rahat bıraksınlar beni. görüntüler var aniden zihnimde bir şimşek gibi çakıp geçen görüntüler var. bırakmıyorlar yakamı bir türlü. hakka suresinin 1. ve 2. ayetleri geliyor aklıma durduk yere:

1. gerçekleşecek olan;

2. nedir o gerçekleşecek olan?

bu ayetlerle birlikte kierkegaard'ın "kaygı gelecektir" sözü sonra. iki anlama gelecek şekilde kullanılmış gibi bu söz: ne yapsan etsen de kaygı sana gelecektir; gelecek, bir kaygıdır.
bir de "yaklaşıyor yaklaşmakta olan" ayeti. bu ayet niye geldi ki şimdi durduk yerde aklıma? aslında biliyorum. bak sana da anlatayım ey kâri. söz gelimi sulu sepken kar yağıyorken bir menzile doğru gittiğini düşün. her saniye yaklaşıyorsun menzile. bazen ayağını gazdan çekmek istiyorsun. mezile varmayı geciktirmek için. heyhat neye yarar bu? kaçınılmazı geciktirmenin bir anlamı var mıdır? "vardır" dediğini duyar gibiyim. demesen de varoluşunla vardır diyorsundur zaten ne fayda? ama olsun ben bunu sana soru sormak için yazmadım. çok zaman birkaç saniye bakmam yeterlidir yüzüne insanın ne düşündüğünü anlamam için. yüzü bende belirsiz birkaç insan kaldı ama. anlayamadım ne düşündüklerini bir türlü onların. neyse bu başka bahsin konusu.

19.11.2017 olmuş tarih. sanki birazdan çok önemli şeyler söyleyecekmişim gibi bir his var içimde. oysa hayatım boyunca önemli bir şeyler söyleyemedim hiç. önemli bir şeyler söylemeye yaklaştığım anlar oldu sadece. "mataramda tuzlu su" gibiydi o anlar. gözümün önüne geldikçe kovduğum bu anlarda bir kez olsun hayatımı kendi ellerime alma şansım olduğunu hissettiğimi hatırlıyorum. dostoyevski'nin tabiriyle "insancık" olmaktan insan olmaya evrilebilirdim, beceremedim. insancık olarak kaldım. makar devuşkin'im ben. ah kuzum makar alekseyeviç devuşkin. "HAYIR" diyemeyen insanlar bir din kursaydı hiç şüphesiz peygamberi makar alekseyeviç devuşkin olurdu. isa bir dönem makar devuşkin olarak dostoyevski'nin satırlarına konuk olmuş. saf sevgidir makar devuşkin.

ertesi gün:

pazar bugün. 20'si oldu sanırım. yok hala 19'uymuş. birkaç saat sonra 20'si olacak. keşke günlük tutabilmeye devam edebilseydim. daha iyi olacaktı buraya örtük örtük yazmaktansa oraya açık açık yazardım her şeyi. tezin "oyun" başlığının eskizlerini yazmaya başladım bugün. insan hep başkası olmak isteyendir: dinlediği bir şarkıda, izlediği bir filmde, okuduğu bir romanda hep bir başkası olmak isteyendir. aynı zamanda insan bunu kontrol edebilendir de. yani başkası olabilmeyi kontrol edebiliyor insan. edemeyenler ne oluyor peki? onları da şizofren diye yaftalayıp akıl hastanelerine tıkıyoruz sanırım. ah kuzum golatkin, oynayabileceğin oyunlar yok muydu ki hiç niye böyle oldu? bir romancı olabilseydim hiç kimsenin özdeşim kuramayacağı bir karakter yaratmaya çalışırdım. bunu yapabilen romancının adı cervantes - dostoyevski - ? bu soru işaretinin yerine yazılabilir. james joyce,  bir nebze olsun yapabiliyor sanki bunu, her günkü hal üzere bulunan insanı anlatmaya çalışarak. ama neyse konumuz bu değil. konumuz insanın sadece ve sadece özdeşim kurabilerek "sağlıklı" bir şekilde hayatta kalabileceği gerçeği. bunu yapmayan insan var mıdır acaba? yani hiç başkasının yerinde olmayı istemeden yaşayabilen bir insan var mıdır? hemen cevap vereyim yoktur. destan dönemi kahramanlarını saymazsak tabii ki onlar da gerçek olmadığına göre saymayabiliriz onları da. leopold bloom'un yerinde olmak isteyen birisi oldu mu hiç acaba? sanmam ben istemedim mesela. o halde cervantes - dostoyevski - james joyce diyebiliriz.

neyse konu bunlar değil aslında. herhangi bir konu da kalmadı pek yazmaya değer. bunlar var ama beni aşar şimdilik bunları yazmak. (aslında yazarım da senin bunları okumanı istemiyorum şimdilik ey kâri) "bizi gerçeklerden ayıran algının kapılarıdır." william blake. yahut "if the doors of perception were cleansed everything would appear to man as it is: infinite"  neyse bilen bilir benim sorunum, kendimi diğerlerinin beni gördüğü gibi görememem de yatıyor. bu çok kötü, dahası dayanılacak gibi değil.





29 Temmuz 2017 Cumartesi

gösteri bitmeli

şov da devam edecek gösteri de sürecek bundan kaçış yok. bunu biliyorum; fakat ben artık bunda yokum demeyeceğim bu çok iddialı olur ama en azından ben artık bunun içinde yani "gösteri toplumu"nun içinde yer almamaya çalışacağım.
 "gerçek anlamda altüst edilmiş dünyada doğru, bir yanlışlık anıdır." der guy debord gösteri toplumu'nda. kaç zamandır -son altı yedi aydır- kafamın için de dönüp duruyor bu cümle. doğru olduğunu bildiğim hatta doğruluğu konusunda şüphe dahi etmeyeceğim şeyler, gösteri toplumunun duvarlarına çarpıyor. sonrasında onlar yargılamasalar bile ben kendimi yargılıyorum. tüm insanlık için genelgeçer doğru olan şeyler için bile kendimi bunu düşündüğüm, söylediğim için yargılarken buluyorum. aslında bu gösteri tolumunda yaşamayı beceremediğimi söylemek istemiyorum; aksine çoklarından da iyi yapıyorum bunu. gösteri toplumunun algısıyla yaşamak konusunda epey mahirimdir yani. (epey ikiyüzlüyümdür şeklinde de okunabilir son cümle) ama  sadece en azından bir süre -kalıcı olması temennisiyle- ben bu oyundan çıkmak istiyorum. (en azından şimdilik) eyvallah.

9 Temmuz 2017 Pazar

tamamlandı yahut eksikliğin yokluğu üzerine

cep telefonum güncelleme alırken deyim yerindeyse neyse küfür etmeyeyim ama dondu kaldı, bari ne zamandır not düşmeyi düşündüğüm bir şeyi yazayım ben de:

'bütün dünyayı yarattığında tanrı ona baktı ve iyi olduğunu gördü; isa çarmıhta ruhunu teslim ederken, şu sözler duyuldu: "Tamamlandı" kierkegaard'ın 9 haziran 1837 tarihli günlüğüne düştüğü not bu. gelin birlikte bu cümleyi biz sıradan insanlar için anlamlı hale getirelim şaka lan şaka bana ne ne anladıysan anla bu cümleden ki belki de bi sikim anlatmıyor bu cümle. neyse epey zaman oldu yatağın başucunda barnabas incili durur. içinde de kurşun kalem. ara ara bakarım yatmadan önce rastgele bir sayfasını açıp. ama epeydir tanrı'yı da imanı da hristiyan teolojisini de kutsal kitaplar yerine kierkegaard'dan okumak yahut anlamaya çalışmak diyeyim daha anlamlı geliyor. neyse zurnada peşrev olmaz demiş ecdad,

kierkegaard'dan mülhem bu sözde birçok anlam katmanı olmakla beraber, ben "iyi - tamamlanmışlık" eşitsizliği üzerinde durmak istiyorum. iyi olan tamamlanmış olmalıdır postülasını yıkıyor İsa. şu halde kötü olan da iyi olan da tamamlanmış olmak zorunda değil gibi bir anlam çıkıyor. tanrı'nın isa'da ete kemiğe büründüğü bilgisinden de hareketle tanrı da iyi'nin tamamlanmış olmaklık gibi bir anlamı barındırmadığını bildiğini iddia edebiliriz. çarmıhta bedenen öldü isa. demek ki dünyevinin hitamı için ancak ve ancak ölüm gerekiyor. yaşarken asla iyi diye bir şey yok. (beynimin içinde nereden geldiğini bildiğim fakat nereye gittiğini asla bilemediğim bazı görüntüler belli belirsiz geçip gidiyor. fırtınanın önündeki bir çalı (bu çalı dikenli bir çalı, çünkü acıtıyor sıkça)  gibi beynimin kıvrımlarında dolaşıyor bu görüntüler. iç sesim bir düşman gibi -beni düelloya davet eden bir düşman gibi- konuşuyor durmadan. kendim dışında her şeyi herkesi ihmal etmekle suçluyor beni, gerçekten böyle mi? özür borçlu olduğum insanlardan özür dilemek için bile ben aramadan onların beni aramasını bekledim yahut belki de onlar bana bir özür borçludurlar; özrümün önemsiz olduğunu hissettirdikleri için bana. oysa bir özür asla önemsizleşememeli. koca bir özür gibi -tepeden tırnağa bir özür gibi- dolaşıyorum. oysa kimsenin benden bir özür falan beklediği yok. bunun da farkındayım. peki ama ben bu kefareti nasıl ödeyeceğim? niye alacağını tahsil etmekten vazgeçer insan?




yukarıda parantez içindekileri yazmaya başladığımdan beri beynimin içinde bu çalıyor. senin de beyninin içinde bu çalsın ey kâri.
beklendiğim hiçbir yere geç kalmadım şimdiye kadar. hatta hep erken gittim bile denebilir. ama yine de bir türlü beklenileni verebildiğim hissi oluşmadı bende. ya ben beklenileni veremedim yahut insanlar ben de bu hissin oluşmasına izin vermediler. neyse sonuç her halükarda aynı kapıya çıkıyor. koca bir hayal kırıklığı gibi hissediyorum kendimi. dahası bunu değiştirme imkanım yok. işin ilginci beni hayal kırıklığına uğratan insanların sebeplerini hep mantıklı buldum ve kızamadım. herkes nasıl da mantıklı. ironi yapmıyorum, gerçekten herkes ne kadar da mantıklı ve haklı. tüm bunları yukarıda kierkegaard'dan yaptığım alıntıyla ilintileyeceğimi sanıyorsan boşa bekliyorsun ey kâri. (bak yine bir beklentiyi boşa çıkardım. haklısınız kızmakta.)








29 Haziran 2017 Perşembe

lucha de gigantes

bir yer geliyor artık istenilmeyen biri olduğunu anlıyorsun -demek saçma olur- çünkü istenilmeyen biri olduğunu anlamak bir süreç işidir; şu halde cümleyi şöyle kurmak daha mantıklı: bir yer geliyor istenilmeyen olduğunu artık net bir şekilde anlıyorsun. hayat aslında biraz da istenilmediğin yerde kalma mücadelesi gibi bir şey galiba. ölüme yönelik varlığın içinde bulunduğu zorunlu durum havf'tır der martin heidegger. bunu her yere çekebiliriz, hemen her duruma uyarlayabiliriz fakat burası bunun yeri değil; üstelik vakit de geç oldu. kurtuluş var mı peki? var aslında: kendini vasatın tahakkümüne bırakmak. bütün hayatını vasatın tahakkümüne tevdi ederek havf''tan kurtulunabilinir (kurtulunabilinir: bir kelimede 4 tane çatı eki kullandım üst üste) ben bunu yapamadım sanırım daha doğrusu beceremedim, sakil durdu üstümde vasatın her günkülüğü. yok hayır buradan şu sonuç çıkmamalı: ben vasatın tahakkümüne girmedim falan demek istemiyorum, en sonunda vergi verip faturalarını ödeyen biriyim vasattan ne kerte vareste olabilirim ki?
"yalnızlık, bir ovanın düz oluşu gibi bir şeydir" diyordu cemal süreya; "uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum" diyordu turgut uyar ve "bir kişi bile değilim yalnızlıktan" diyordu edip cansever eli artırarak. aslında heidegger gibi söylersek yalnızlık nasıl da el - altında - olmaklık bir şey. şu kibirt, sigara yahut kalem, telefon.. gibi öylece duruyor el - altında yalnızlık, fakat kalemden vs. farklı olarak hükmünü icra ediyor o canlı bir varlık gibi.



ara verdim yazmaya bunu dinledim. ne anlatıyor acaba şarkıda? bilmiyorum merak da etmiyorum açıkçası.

rus romanlarında kendini horlayanları düelloya davet eden kahramanlar vardır hani. hayatı düelloya davet edemezsin ki ya da edebilir misin ki?

devlerin düellosu
havayı doğalgaza çeviriyor
vahşi bir düello beni uyarıyor
çirkin dünyanın içine girmeye ne kadar da yakınım
kırılganlığını hissediyorum
bir kabus arkamda canavar gibi
kovalıyor beni
her şeyin yalan olduğunu söyle bana
sadece aptalca bir rüya
başka hiçbir şey
alçaklıktan korkuyorum
hiç kimsenin sesimi duymadığım yerde
aldatmayı bırak
saklanmaya çalışma
hiç gezmedin buralarda dolaşırken
kağıt canavarı
kime karşıyım bilmiyorum
ya da burada başka kimse var mı?
bazı tuhaf yerlerdeki
korkunç hayaletlere inanıyorum
ve aptallığımla seni gülmekten kırıp geçiriyorum
bu çirkin dünyada
kırılganlığını hissediyorum
aldatmayı bırak
saklanmaya çalışma
hiç gezmedin dolaşırken
kağıt canavarı
kime karşıyım bilmiyorum


26 Haziran 2017 Pazartesi

iyiydik lan yahut sakızım yere düştü

buradaki 100. iletimmiş bu. kısmet umut sarıkaya'nın bir öyküsüneymiş 100. ileti. öykünün (anlatının) en can alıcı yeri şu sanki: "ben ağzım açık oturduğum yerden namık'a bakarken top ayagımdan alındı ve yine golü yedik" bütün bir hayatın özeti gibi: bir şeye hayran hayran bakarken tam o sırada en savunmasız anında rakip boş durmaz ve golü atar. rakibin golü atmasından daha ziyade aslında sen golü yemişsindir. (aynı şeyin tersten söylenişi gibi mi geliyor sana ey okuyan? doğru bu ama aynı şey değil yine de) 

" sevgili dostlarım şimdi tam anlatabilir miyim bilmiyorum ama o gün ilk defa bişeylerin değişmesinin beni ne kadar korkuttuğunu anladım. sanki hep öyle devam edecek sanarken, insanların bir takım kararlar alması, birden ciddi bir mesafe takınması çok koydu bana. en yakın arkadaşım çok yabancı geliyordu lan! iyiydik lan. nereden çıktı bu köy'' demek istedim." ya ben bu yazıyı ve bu yazıya dair söylemek istediklerimi pek de mantık silsilesi içinde yazamayacağımı hissediyorum şu an. ki okuyan olarak en haklı beklentindir senin mantık silsilesi. (mantığınızı, ahlakınızı, etikinizi ayrı ayrı sikeyim) mantık silsilesi en haklı beklentindir ve fakat çığlıkta ahenk aranmaz öğretmediler mş bunu sana? 

(aslında aklımda "balkondaki plastik beyaz sandalye üzerine" diye bir yazı yazmak vardı, olmadı. yazacam ama bunu da. balkondaki plastik beyaz sandalye şu anda bile duruyor orada. epeydir hemen her gün atmayı düşünüyorum onu ama atmıyorum. bilmiyorum.) 

"telefondaki ses çok ciddiydi bu sefer. iyiydik lan diyebildim bu sefer. telefonu kapattım. ağladım, çok ağladım. ağlarken sakızım ağzımdan düştü. ben hiç çok ciddi kararlar alamadım, karar alanlara arkadan baktım.' tüm hayatımın özeti gibi bu satırlar. ben de hiç ciddi kararlar alamadım. alanların arkasından baktım ama. olsun, bu da benim yazgım sanırım. iyi günler.

24 Haziran 2017 Cumartesi

iç sesin yüksek sesle konuşmaya başlaması yahut "her istediğin olacak diye bir kural mı var?"

bu uzun, okuması dahi meşakkatli başlığın hakkını verebilmeyi umarak sözlerime başlamak istiyorum; ama birazdan dışarı çıkıp bira içecem. hızlı hızlı  bir şeyler yazmak istedim öncesinde. başlığın yahut'tan sonraki kısmı hesapta yoktu aslında. birdenbire aklıma geldi bunu da eklemeye karar verdim. babam ben küçükken birkaç defa kullanmıştı bu sözü. sözün kullanıldığı bağlam malum. çocuksun ve bir şeyler istemişsindir, "hayır" denmiştir, ısrar etmişsindir, 'niye?' demişsindir niye olmasın ki istediğim şey ve fakat akabinde bu müthiş cevap:  "her istediğin olacak diye bir kural mı var?" (cevap öyle derin anlamlar içermiyor, farkındayım fakat bir çocuğun zihniyle düşünmeyi deneyin burada. (bu söz, bende bir travmaya neden olmadı ama onu baştan söyleyeyim. hatta genel anlamda çocukluğuma dair hiçbir şey bende bir travmaya neden olmadı. sadece her çocuk gibi üzülmüşümdür ben de bazı şeylere hepsi bu. olur ha yazının gelişinden benim bir çocukluk travmamdan bahsedeceğim beklentisiyle okumaya başlayan vardır diye baştan uyarayım istedim. benden bir kafka falan çıkmamasından da bunu anlamış olmanız gerek zaten tanıyanlar için söylüyorum.)
kendinde her şeyi yapabilme hakkını gören raskolnikov'un bu düşüncesinden vazgeçmesine neden olan saikleri yazmak istiyordum ama vazgeçtim. hayır, çocukluğuna dair yaşadığı seyler yüzünden vazgeçmedi raskolnikov bu düşüncesinden. romanı okuyanlar bilecektir zaten bunu. her istediğini yapmaya hakkı olduğu halde bunu yapmaktan feragat eden insanların bir şiiri; her istediğini yapmaya hakkı olduğunu düşünüp bunu da yapan insanların ise bir hayatı vardır. (upuzun bir şiirdir Radion Romanoviç Raskolnikov'un yaşa(yama)dıkları.  tam burada bir şarkı arası verelim mi? ben de birkaç bira içip gelecem bu arada:


neyse ne diyordum, eve geldim. başından beri bildiği şeyleri bilmezden gelerek yaşamak: tam da buna yaşamak diyoruz. olağanüstü hiçbir şey yok; ama olsaydı ne olurdu diye de yaşıyoruz. burada iç ses devreye giriyor hep. biteviye konuşan, konuşması için de susması için de hiçbir nedeni olmayan bir ses. (Sartre olsa buna ne derdi acaba? sike sike "kendinde" demek zorundaydı. her kendi - için zorunlu olarak bir "kendinde" barındırıyor içinde. bunu fark ettiğimde varoluşçu külliyata yeni, daha önce hiç düşünülmemiş bir katkı yapacağımı sanmıştım belki de hala öyle ama sikerler ya kimin umrunda bu? benim bile değil. heyhat!) beni bu ilgilendirmiyor. önceleri susturamadığım iç sesim salt iç ses olarak takılıyordu. artık yüksek sesle konuşuyor benle. ne yazık ki bir yabancı gibi falan da  değil beni çok iyi tanıyan biri nasıl konuşursa öyle konuşuyor. biri bana nasılsın dediğinde 'iyiyim' diyorum fakat iç sesim "eksik" diyor, bir iç sese uygun olarak iç ses gibi haddini bilerek içten konuşuyor. şimdilik kimseler olmadığında yükseltiyor sesini içsesim. ama "içimden bir ses" iç sesimin dış dünyayla iletişim kuran dış sesimi bir gün bastıracağını söylüyor. en sonunda "gerçek" galebe çalar. iç sesimin söylediklerini biliyorum bir gün artık tırnak içine almadan yazacağım. (svetlana boym, "tırnak içinde ölüm" kitabında bunu mu anlatıyordu? tanrı'nın iç sesi var mı acaba? retorik soru bu aslında, cevabını çok da merak etmiyorum. ama kader diye bir şey yok, olsaydı iç ses olmazdı. iç sesim iç ses olmaktan çıktı bir süredir hükmünü yüksek perdeden icra ediyor artık. (dikkatli okur yazının şakülünün kaydığını fark etmiştir. en iyisi burada kesmek daha fazla saçmalamadan.)












14 Haziran 2017 Çarşamba

kurmacanın retoriği

Kurmacanın Retoriği
Eserin sayfa düzeni ve konu dağılımı şu şekilde:
İkinci Baskıya Önsöz
İlk Baskıya Önsöz
Teşekkür

BİRİNCİ KISIM
SANATSAL SAFLIK VE KURMACANIN RETORİĞİ
1. Anlatmak ve Göstermek
2. Genel Kurallar, I:
"Hakiki Roman Gerçekçi Olmalıdır"
3. Genel Kurallar, II:
"Tüm Yazarlar Nesnel Olmalıdır"
4. Genel Kurallar, III:
"Hakiki Sanat İzlerkitleyi Umursamaz"
5. Genel Kurallar, IV:
Duygular, İnançlar ve Okurun Nesnelliği
6. Anlatı Türleri

İKİNCİ KISIM
KURMACADA YAZARIN SESİ
7. Güvenilir Yorumun Faydaları
8. Göstermek Olarak Anlatmak: Güvenilir ve Güvenilmez
Dramatize Edilmiş Anlatıcılar
9. Jane Austen'ın Emma'sında Mesafe Kontrolü

ÜÇÜNCÜ KISIM
GAYRİŞAHSİ ANLATI
10. Yazarın Sessizliğinin Faydaları
11. Gayrişahsi Anlatının Bedeli, I:
Mesafe Karışıklığı
12. Gayrişahsi Anlatının Bedeli, II:
Henry James ve Güvenilmez Anlatıcı
13. Gayrişahsi Anlatı Ahlakı

İkinci Baskıya Sonsöz
Kurmacada Retorik ve Retorik Olarak Kurmaca:
Yirmi Bir Yıl Sonra

Kaynakça:
Ek Kaynakça, 1961-82
James Phelan
Kaynakçalar Dizini
Dizin


Booth’un bu geniş oylumlu eserinin tek cümleyle özetlemek gerekirse –ki böyle bir gereklilik yok- bu eser, anlatıcının esere nasıl ve ne kadar ve hangi yollarla sirayet ettiğini gösteren bir eserdir diyebiliriz.
Booth, kitabın 1. bölümünde okura en erken anlatılarda bile – ki bunlar kutsal kitaplar oluyor- bir anlatıcının esere sirayet ettiğini gösteriyor. Bu girişten sonra, Booth, eser boyunca anlatıcının eserdeki retoriğinin evrimini de gösteriyor. Diğer bir değişle klasik romandan, gerçekçi romana; oradan modern romana uzanan bir evrim sürecini de göz önüne seriyor Booth.
Eserin 2. Bölümü, “Hakiki Roman Gerçekçi Olmalıdır” gibi bir başlık taşıyor. Booth’un attığı bu başlıktan yazarın bu konuyu tartışacağını anlıyoruz aslında. Çünkü gerçekçi roman gelene kadar yazarın esere müdahil olması çok aşina bir şeydir. Gerçekçi romanla birlikte bu durum ortadan kalkmıştır. Eleştirmenlerin bir kısmının gerçek romanın bu eğilimini haklı bulduğunu söyler Booth: “Diğerleri gibi onun gözünde de yazar yorumu başlı başına, hele ki “çok fazlaysa” – gerçi neyin çok fazla” olduğu genellikle irdelenmez- tartışmasızı kötüdür” (s.37)
Öncelikle, belirtmek gerekir ki Booth’un bu alıntıya karşı bir mesafesi söz konusudur. Booth, anlatıcının esere müdahil olup olmamasını sorunsallamaz. Onun derdi ileride göstermeye çalışacağım gibi anlatıcının esere nasıl sızdığıdır. Ayrıca Booth’a göre zaten anlatıcının esere sirayet etmesi gibi bir durum da neredeyse söz konusu bile değildir. Her anlatıcı az veya çok öyle böyle esere sirayet eder. Hatta alışılmış kanının aksine gerçekçi romanlarda da anlatıcı eserde örtük de olsa vardır. Nitekim sayfa 48’de şöyle der bu konuyla alakalı olarak Booth: Yazardan beklenen tavırlar. – Pek çok eleştirmen yazarın “nesnel”, “tarafsız”, “hissiz”, “ironik”, “yansız”, “eşit mesafede”, “gayri şahsi” olması gerektiğini varsayar. Yüzyılımızda sayıca azınlıkta kalan diğerleri ise yazarın “tutkulu”, “müdahil”, “angaje” olmasını ister. Bu iki uç arasın kalan ılımlı eleştirmenler de yazar, hitap edilen kitle ve kurmaca dünya arasındaki uygun “mesafe” için standartlar geliştirmeye çalışmıştır. (s.48) Bu alıntıdan da anladığımız üzere Booth yine bu tartışmada da bir taraf değildir.
Bu başlığın ardından yazar, bir çok eleştirmen için neredeyse bir paradigma olan “Tüm yazarlar nesnel olmalıdır” konusunu tartışmaya açar. Booth, bu konuda da yine paradigmanın dışında konumlandırır kendisini. Ona göre eleştirmenin yazardan böyle bir şey bekleme ya da beklememe gibi bir derdi olmamalıdır.
Nitekim sayfa 88’de bununla alakalı olarak şöyle der Booth: “İyi ama kimin umurunda? Bu hikayeyi anlatmayı seçen romancı aynı zamanda şu hikayeyi anlatamaz; ilgimizi, sempatimizi ya da sevgimizi bir karaktere odakladığı zaman, ister istemez başka bir karaktere ilgimizi, sempatimizi ya da sevgimizi azaltacaktır. Sanat pek çok konuda olduğu gibi burada da hayatı taklit eder; tıpkı gerçek hayatta ister istemez kendimden başka herkese adaletsiz davrandığım, ya da en iyi ihtimalle en yakınımdaki sevdiklerime adil davrandığım gibi, edebiyatta da tam bir taraf tutmama hali imkansızdır. Ulysses acaba Bloom, Stephen ve Molly çevresinde kaynaşan burjuva İrlandalı karakterlere karşı adil midir? Adil olmadığı için şükran duymalıyız  (s.88)
Booth bu bölümü Flaubert’in bu konulara dair bir yönelimine atıfla bitirir: Kayıtsızlık. (s.91)
Booth, kitabının 4. Bölümüne : “Haki sanat izler kitleyi umursamaz” üst başlığıyla başlıyor. Bölümün giriş başlığı ise Hakiki sanatçılar sadece kendileri için yazarlar” şeklinde. Başlık elbette çok açıktır ki birçok yazarın ve eleştirmenin bir yargısı aslında. Bölümün girişinde birçok modern yazarın “ Ben yazarım okur da okumayı öğrensin” tavrını tartışmaya açıyor Booth. Yazarların bu yaklaşımlarına mesafelidir kendisi. Burada benim de araya girerek birkaç şey söylemem gerekiyor. Birçok modern yazarın neredeyse snobluğa vardırdığı bu okuru yok sayma tavrı Jean Poul Sartre’nin “Bulantı” romanında da tartışılır. Romanın ana kahramanlarından Roquentin, tarihi bir kişilik olan M. de Roellebon ile ilgili bir şeyler yazmak için bir kütüphanede çalışmaktadır. Roquentin, kütüphanede çalıştığı zamanlarda oranın müdavimi olan biriyle tanışır.
Roquentin’in tanıştığı kişi, kendi kendine okuyup öğrenme çabasında olan biridir. Hatta bu yüzden Roquentin ona “autodidacte” gibi bir lakap takar kendince. Roquentin’le Autodidacte sohbet ederlerken, Autodidacte; Roquentin’e neden böyle bir kitap yazdığını sorar. Roquentin, bir amacı olmadığını öylesine aslında kendisi için yazdığını söyler sadece. Bunun üzerine Autodidacte nefis bir soru sorar: “Peki ya bir adada tek başınıza yaşasaydınız yine de yazar mıydınız bu kitabı?” Roquentin cevap veremez. Aslında cevapsız bıraktığı bu soruya bir cevap veriyordur: Hayır yazmazdı! Aslında Sartre de bu tip okuru hiçe sayan yazarlara cevap veriyor burada. Herkes okunmak için yazar!
Eserin 5. bölümü “Duygular, İnançlar ve Okurun Nesnelliği” üst başlığını taşıyor. Alt başlık ise bölümün özeti gibi bir alıntıdan oluşuyor: “Gözyaşları ve kahkahalar estetik bakımdan sahtekarlıktır” Booth, diğer bölümlerde olduğu gibi bu bölümde de eleştirmenlerin bu konuyla alakalı yargılarına değinip kendi düşüncelerini belirtiyor. Ardından Booth’a göre anlatıcının esere yönelik bu tip bir retoriği her zaman kötü olacak diye bir kaide taşımadığını öğreniyoruz.
Burada ben yine bir parantez açıp konuya dair kendi fikirlerimi belirtmek istiyorum. T. S. Eliot gibi “Yeni Amerikan Eleştirmenleri”nin temel tezlerinden biri olan “bir eserin konusu onu estetik kılmaya yetmez” tezi akla gelmelidir bu başlıkta. Gerçekten de bir eser, bizi güldürüyor, ağlatıyor veya hüzünlendiriyor diye estetik kabul edemeyiz onu. Burada vurgu eserin bizi nasıl ağlattığı ya da güldürdüğüne dair olmalıdır. Yani eserin estetik değerini ortaya çıkaran şey nasıl güldürdüğü ya da ağlattığıdır Yeni Amerikan Eleştiricilerine göre. Bu söylediklerimi, Booth’un “İnancın Rolü” başlıklı bölümde söylediklerine de uygulayabiliriz. Bir eser bizim inançlarımıza uygun şeyler anlatıyorsa iyidir gibi bir yargı olamaz. Aslolan yine bu inancı nasıl anlattığıdır eserin. Sözgelimi İslamcı bir şair olan Cahit Zarifoğlu’nun şiirleri iyidir estetik olarak fakat Necip Fazıl’ın şiirleri ise aynı inançla yazılmış olmalarına rağmen kötüdür.
 Booth bu bölümün ilerleyen kısımlarında Anlatıcının esere olan mesafesine değiniyor. Bu mesafeyi de 4 ana başlık altında topluyor yazar:
1- Anlatıcının mesafesi zımni yazarın mesafesinden daha az ya da daha çok olabilir.
2- Anlatıcının mesafesi anlattığı hikayede bulunan karakterlerin mesafesinden daha az ya da daha çok olabilir.
3- Anlatıcı okurun kendi normlarına daha yakın ya da daha uzak olabilir; örneğin fiziksel ve duygusal olarak (Kafka’nın Dönüşüm’ü); ahlaki ve duygusal olarak ( Brighton Rock’taki Pinkie, Mauriac’ın Le Noeud de vipères’indeki cimri ve modern kurmacanın inandırıcı insanlara çevirmeyi başardığı diğer pek çok yoz karakter).
4- Zımni yazar, okura daha yakın ya da daha uzak olabilir. Mesafenin düşünsel olması mümkündür.
6. Bölümün girişinde Booth o ana kadar aslında ne yaptığını bir cümle ile özetleyerek başlar: “Yazarın retorikten kaçınmayı seçeceğini, ancak hangi tür retoriği kullanacağını seçebileceğini görmüştük. “(s.161)
Gerçekten de bu bölüme gelene kadar Booth en iddialı eserler de bile yazarın kendisini mutlak bir saklayışının söz konusu olamayacağını örnekleriyle gösterir.
Eserin 7. ve 8. bölümlerinde ise Booth, Güvenilir ve Güvenilmez anlatıcılara değinir. Bu bölümlerde en dikkate değer alıntı şudur kanımca: Benim güzel okuyucum, kendi yüreğini yokla da bir karara var. Bu görüşlerime inanmıyor musun? Eğer inanıyorsan, gelecek sayfalarda örneklerini bulacaksın söylediklerimin. Eğer inanmıyorsan, şunu bil ki, aklının erdiğinden fazlasını okudum daha şimdiden. Ne tadına varabildiğin ne de anladığın şeyleri okumakla vaktini boşuna harcayacağına, işinle gücünle ya da kendi zevklerinle (nasıl şeylerse artık) uğraşman çok daha hayırlı olur. Kör doğan bir dama renkler konusunda bir söylev çekmek ne denli saçmaysa, sana da aşkın etkisinden söz etmek o denli saçmadır. Senin aşk konusunda düşündüklerin, bu körlerden birinin kırımızı renginden söz edilirken düşündükleri kadar yersizdir muhtemelen; … senin için aşk, bir tabak dolusu çorbaya ya da bir sığır rostosuna benzer herhalde. [ VI. Kitap, 1. Bölüm](s, 191)
Booth’a göre anlatıcı burada okurun inancını da şekillendirmek istiyordur asılında. Yukarıdaki alıntıda anlatıcı güvenilmezdir. Şu alıntıda ise güvenilir bir anlatıcı vardır:
Şimdi de müsadenle şunu söyleyeyim ki sayın okurum, şu ana kadar okuduklarından ileride okuyacaklarını tahmin edebilirsin; şu ana kadar yazdıklarım bilmeni istediklerimi anlatan bir denemeydi, buraya kadar biçilen kumaştan anlayabilirsin nasıl bir elbise giyeceğini… Fakat bazı muzip Okurlar Tahılımı kendi Kileleriyle ölçmeye ve bu hikayeyi tasarlamanın bir sebebi olduğu yargısına varabilir…
Bana inanan sayın okurum, (vurgu bana ait) böyle bir şey yoktur, tüm kalbimle buna itiraz ederim. (Francis Kirkman, The Unlucky Citizen) (s.224)
Booth burada farklı romanlardan alıntılarla bu iki tip anlatıcıya çeşitli örnekler veriyor fakat yazarların neden böyle bir yönteme başvurduklarına değinmiyor? Bense burada bir parantez açıp yazarların neden bu tip bir tekniğe, yönteme başvurduğuna açıklık getirmek istiyorum.
Anlattı geleneği ilk insandan beri var olan ve var olmaya da devam edecek olan bir gelenektir. Hemen her şeyi kendisi için bir muamma olan ilkel insan için her şeyi bilen bir anlatıcıya ihtiyaç vardır. İlkel insan, etrafındaki anlamlandırmadığı şeylere karşı merakını büyük ihtimalle bu anlatıcılar üzerinden gideriyordu. Bu tip bir anlatıcının en yetkin örneklerini kutsal kitaplarda görmemiz de tesadüf değildir. Bu tip anlatıcıların ilk dönem romanlarda daha çok olması da tesadüf değildir. Çünkü Ortaçağ’da da Yakın çağ’da da insanın doğaya epistemolojik tahakkümü henüz sınırlıydı. Bu yüzden bu dönemlerin romanlarında da her şeyi bilen anlatıcılar hakimdir henüz daha. Sanayi devrimi sonrası bilginin artması ve yayılmasıyla birlikte artık her şeyi bilen birey vardı yani. Bunun doğal sonucu olarak da her şeyi bilen anlatıcıya gerek kalmadı ve bu tip anlatıcılar da modern romanda artık gözükmemeye başladı.
Eserin 9. Bölümü Mesafe Kontrolü başlığını taşıyor. Bu bölümde yazar, anlatıcının esere olan mesafesini nasıl ayarladığını okurun da bu mesafeleri hangi ölçütlerle tahlil edebileceğini anlatıyor. Anlatıcının kahramana sempati beslemesinin ya da yargıda bulunmasının nasıl bir mesafe tahliline yaradığı gösteriliyor bu bölümde.
Ayrıca bu bölüm, adeta yazmaya yetenekli bir yazar adayı için roman yazmada kullanabileceği teknikleri anlatan bir ders kitabı gibidir de.
Kitabın 10. Bölümü, Yazarın Sessizliğinin Faydaları başlığını taşıyor. Bu başlığı açıklamaya yarayacak iki alıntıyla başlıyorum:
1. Herhangi biri, hatta her şeyi bilen belirsiz bir anlatıcı, hummalı bir hezeyana ve ölümün eşiğine doğru umutsuz yolculuğunda Miranda’ya eşlik edebilseydi, içsel çığlığındaki dokunaklığın büyük bir kısmının kaybolacağı açıktır. (s. 289)
2. Gregor Samsa bir sabah tedirgin düşlerden uyandığında, kendini yatağında devasa bir böceğe dönüşmüş buldu. Zırh gibi sert sırtının üstünde yatıyor, başını biraz kaldırınca o bombeli, kahverengi ve yay biçimli sertlikler tarafından bölünmüş karnını görüyordu; bu kamın tepesinde yorgan, tamamen kayıp düşmeye hazır, güçlükle tutunabiliyordu. Vücudunun geri kalan kısmına oranla sanacak derecede ince, kendisine ait bir sürü bacak, gözlerinin önünde çaresizce titreşip duruyordu.
Bu sahnede Gregor nasıl iğrenç bir böceğin bedenine hapsolmuşsa bizde hapsoluruz; başka hiçbir anlatı aracı, iğrenç nesneyle bağlarımızı koparmadan bu yoğunlukta bir fiziksel tiksinti uyandıramazdı herhalde. (s.295)
Bu alıntılarda vurgunun hep yazarın yokluğunun okuyucu üzerindeki etkisi üzerine olduğu açıktır. Burada Booth bize yazarın sessizliğinin okur üzerinde en azından etki bakımından ya da okuru eserin içine çekme açısından son derece önemli olduğunu söylüyor. Bu tez bence haklı bir tezdir. Çünkü anlatıcının araya girdiği eserlerde her araya giriş kaçınılmaz olarak okur üzerinde bir yabancılaştırma efekti etkisi bırakmaktadır. Bu da okuru eserin atmosferinden çıkarmakta böylece anlatının etkisi azalmaktadır.
Eserin 11. Bölümü “Gayri Şahsi Anlatının Bedeli, 1- Mesafe Karışıklığı” başlığını taşıyor. Booth burada çeşitli romanlar üzerinden okur üzerinde kafa karıştırıcı bir anlatıcı tipini tahlil eder. Yazarların bu tip bir anlatıcıyı tercih etmesi Booth’a göre eserin dayattığı bir zorunluluktur. Yani yazar bilerek bir muğlaklık yaratmak istediğinde mesafeyi karıştıracak tipte bir anlatıcı seçmektedir.
Eserin 12. Bölümü, “Henry James ve Güvenilmez Anlatıcı” başlığını taşıyor. Booth burada yine güvenilmez anlatıcıyı başka romanlar üzerinden tahlil etmeye çalışıyor. Sözgelimi Nabakov’un Lolita romanındaki şu alıntıyı güvenilmez anlatıcıya örnek olarak veriyor Booth: “Humbert adlı mahluk yabancı ve anarşisttir, çekici kızlar konusunun yanı sıra ona karşı olduğum pek çok nokta vardır.” (s.387)
Eserin 13. Bölümü ise Gayri Şahsi Anlatı ahlakı adını taşıyor. Yazar bu bölümü Celine’nin “Gecenin Sonuna Yolculuk”u üzerinden tartışıyor. Booth burada diğer bölümlerden farklı olarak okurun romanı kitapevinden alma sürecinden başlıyor anlatmaya. Bu kısımlar biraz İtalio CAlvino’nun “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” romanının giriş bölümünü andırır. Daha sonra Booth ele aldığı romandan bir alıntıyla başlıyor tahliline:
Yolculuk etmek iyidir, düş gücünü çalıştırır.
Diğer her şey tuzaklardan ve yanılsamalardan ibarettir. Bizim yolculuğumuz ise tamamen düşseldir. Gücünü buradan alır. Yaşamdan ölüme doğru gider. İnsanlar, hayvanlar, kentler, nesneler her şey düşlenmiştir. Bu bir romandır, yalnızca düşsel bir öyküdür. Böyle buyurmuştur Littre, o ki asla yanılmaz.
Kaldı ki herkes aynı şeyi yapabilir. Gözünüzü yummanız yeterlidir.
Yaşamın öbür tarafından görülmesidir bu
Celine’den yaptığı bu alıntıdan sonra şunları kaydeder Booth: Celine roman boyunca bazen vardır bazen yoktur. Celine bazen kendisini romanın değişik yerlerinde bir anlatıcı olarak konumlandırır ve bu da okuru sürekli dumura uğratır. İşte bu durum okurda bir kafa karışıklığına yol açacaktır Booth’a göre.

Eser bundan sonra İkinci Baskıya Sonsöz bölümüyle bitiyor. Booth burada kendisine ve eserine yöneltilen eleştirilere cevap veriyor. Özellikle Frederic Jamesson gibi eleştirmenlerin roman okumayla siyasi tarih incelemeyi birbirine karıştırdığı için kendi eserini hakkıyla eleştiremediklerinden yakınıyor bu bölümde Booth.