14 Haziran 2017 Çarşamba

kurmacanın retoriği

Kurmacanın Retoriği
Eserin sayfa düzeni ve konu dağılımı şu şekilde:
İkinci Baskıya Önsöz
İlk Baskıya Önsöz
Teşekkür

BİRİNCİ KISIM
SANATSAL SAFLIK VE KURMACANIN RETORİĞİ
1. Anlatmak ve Göstermek
2. Genel Kurallar, I:
"Hakiki Roman Gerçekçi Olmalıdır"
3. Genel Kurallar, II:
"Tüm Yazarlar Nesnel Olmalıdır"
4. Genel Kurallar, III:
"Hakiki Sanat İzlerkitleyi Umursamaz"
5. Genel Kurallar, IV:
Duygular, İnançlar ve Okurun Nesnelliği
6. Anlatı Türleri

İKİNCİ KISIM
KURMACADA YAZARIN SESİ
7. Güvenilir Yorumun Faydaları
8. Göstermek Olarak Anlatmak: Güvenilir ve Güvenilmez
Dramatize Edilmiş Anlatıcılar
9. Jane Austen'ın Emma'sında Mesafe Kontrolü

ÜÇÜNCÜ KISIM
GAYRİŞAHSİ ANLATI
10. Yazarın Sessizliğinin Faydaları
11. Gayrişahsi Anlatının Bedeli, I:
Mesafe Karışıklığı
12. Gayrişahsi Anlatının Bedeli, II:
Henry James ve Güvenilmez Anlatıcı
13. Gayrişahsi Anlatı Ahlakı

İkinci Baskıya Sonsöz
Kurmacada Retorik ve Retorik Olarak Kurmaca:
Yirmi Bir Yıl Sonra

Kaynakça:
Ek Kaynakça, 1961-82
James Phelan
Kaynakçalar Dizini
Dizin


Booth’un bu geniş oylumlu eserinin tek cümleyle özetlemek gerekirse –ki böyle bir gereklilik yok- bu eser, anlatıcının esere nasıl ve ne kadar ve hangi yollarla sirayet ettiğini gösteren bir eserdir diyebiliriz.
Booth, kitabın 1. bölümünde okura en erken anlatılarda bile – ki bunlar kutsal kitaplar oluyor- bir anlatıcının esere sirayet ettiğini gösteriyor. Bu girişten sonra, Booth, eser boyunca anlatıcının eserdeki retoriğinin evrimini de gösteriyor. Diğer bir değişle klasik romandan, gerçekçi romana; oradan modern romana uzanan bir evrim sürecini de göz önüne seriyor Booth.
Eserin 2. Bölümü, “Hakiki Roman Gerçekçi Olmalıdır” gibi bir başlık taşıyor. Booth’un attığı bu başlıktan yazarın bu konuyu tartışacağını anlıyoruz aslında. Çünkü gerçekçi roman gelene kadar yazarın esere müdahil olması çok aşina bir şeydir. Gerçekçi romanla birlikte bu durum ortadan kalkmıştır. Eleştirmenlerin bir kısmının gerçek romanın bu eğilimini haklı bulduğunu söyler Booth: “Diğerleri gibi onun gözünde de yazar yorumu başlı başına, hele ki “çok fazlaysa” – gerçi neyin çok fazla” olduğu genellikle irdelenmez- tartışmasızı kötüdür” (s.37)
Öncelikle, belirtmek gerekir ki Booth’un bu alıntıya karşı bir mesafesi söz konusudur. Booth, anlatıcının esere müdahil olup olmamasını sorunsallamaz. Onun derdi ileride göstermeye çalışacağım gibi anlatıcının esere nasıl sızdığıdır. Ayrıca Booth’a göre zaten anlatıcının esere sirayet etmesi gibi bir durum da neredeyse söz konusu bile değildir. Her anlatıcı az veya çok öyle böyle esere sirayet eder. Hatta alışılmış kanının aksine gerçekçi romanlarda da anlatıcı eserde örtük de olsa vardır. Nitekim sayfa 48’de şöyle der bu konuyla alakalı olarak Booth: Yazardan beklenen tavırlar. – Pek çok eleştirmen yazarın “nesnel”, “tarafsız”, “hissiz”, “ironik”, “yansız”, “eşit mesafede”, “gayri şahsi” olması gerektiğini varsayar. Yüzyılımızda sayıca azınlıkta kalan diğerleri ise yazarın “tutkulu”, “müdahil”, “angaje” olmasını ister. Bu iki uç arasın kalan ılımlı eleştirmenler de yazar, hitap edilen kitle ve kurmaca dünya arasındaki uygun “mesafe” için standartlar geliştirmeye çalışmıştır. (s.48) Bu alıntıdan da anladığımız üzere Booth yine bu tartışmada da bir taraf değildir.
Bu başlığın ardından yazar, bir çok eleştirmen için neredeyse bir paradigma olan “Tüm yazarlar nesnel olmalıdır” konusunu tartışmaya açar. Booth, bu konuda da yine paradigmanın dışında konumlandırır kendisini. Ona göre eleştirmenin yazardan böyle bir şey bekleme ya da beklememe gibi bir derdi olmamalıdır.
Nitekim sayfa 88’de bununla alakalı olarak şöyle der Booth: “İyi ama kimin umurunda? Bu hikayeyi anlatmayı seçen romancı aynı zamanda şu hikayeyi anlatamaz; ilgimizi, sempatimizi ya da sevgimizi bir karaktere odakladığı zaman, ister istemez başka bir karaktere ilgimizi, sempatimizi ya da sevgimizi azaltacaktır. Sanat pek çok konuda olduğu gibi burada da hayatı taklit eder; tıpkı gerçek hayatta ister istemez kendimden başka herkese adaletsiz davrandığım, ya da en iyi ihtimalle en yakınımdaki sevdiklerime adil davrandığım gibi, edebiyatta da tam bir taraf tutmama hali imkansızdır. Ulysses acaba Bloom, Stephen ve Molly çevresinde kaynaşan burjuva İrlandalı karakterlere karşı adil midir? Adil olmadığı için şükran duymalıyız  (s.88)
Booth bu bölümü Flaubert’in bu konulara dair bir yönelimine atıfla bitirir: Kayıtsızlık. (s.91)
Booth, kitabının 4. Bölümüne : “Haki sanat izler kitleyi umursamaz” üst başlığıyla başlıyor. Bölümün giriş başlığı ise Hakiki sanatçılar sadece kendileri için yazarlar” şeklinde. Başlık elbette çok açıktır ki birçok yazarın ve eleştirmenin bir yargısı aslında. Bölümün girişinde birçok modern yazarın “ Ben yazarım okur da okumayı öğrensin” tavrını tartışmaya açıyor Booth. Yazarların bu yaklaşımlarına mesafelidir kendisi. Burada benim de araya girerek birkaç şey söylemem gerekiyor. Birçok modern yazarın neredeyse snobluğa vardırdığı bu okuru yok sayma tavrı Jean Poul Sartre’nin “Bulantı” romanında da tartışılır. Romanın ana kahramanlarından Roquentin, tarihi bir kişilik olan M. de Roellebon ile ilgili bir şeyler yazmak için bir kütüphanede çalışmaktadır. Roquentin, kütüphanede çalıştığı zamanlarda oranın müdavimi olan biriyle tanışır.
Roquentin’in tanıştığı kişi, kendi kendine okuyup öğrenme çabasında olan biridir. Hatta bu yüzden Roquentin ona “autodidacte” gibi bir lakap takar kendince. Roquentin’le Autodidacte sohbet ederlerken, Autodidacte; Roquentin’e neden böyle bir kitap yazdığını sorar. Roquentin, bir amacı olmadığını öylesine aslında kendisi için yazdığını söyler sadece. Bunun üzerine Autodidacte nefis bir soru sorar: “Peki ya bir adada tek başınıza yaşasaydınız yine de yazar mıydınız bu kitabı?” Roquentin cevap veremez. Aslında cevapsız bıraktığı bu soruya bir cevap veriyordur: Hayır yazmazdı! Aslında Sartre de bu tip okuru hiçe sayan yazarlara cevap veriyor burada. Herkes okunmak için yazar!
Eserin 5. bölümü “Duygular, İnançlar ve Okurun Nesnelliği” üst başlığını taşıyor. Alt başlık ise bölümün özeti gibi bir alıntıdan oluşuyor: “Gözyaşları ve kahkahalar estetik bakımdan sahtekarlıktır” Booth, diğer bölümlerde olduğu gibi bu bölümde de eleştirmenlerin bu konuyla alakalı yargılarına değinip kendi düşüncelerini belirtiyor. Ardından Booth’a göre anlatıcının esere yönelik bu tip bir retoriği her zaman kötü olacak diye bir kaide taşımadığını öğreniyoruz.
Burada ben yine bir parantez açıp konuya dair kendi fikirlerimi belirtmek istiyorum. T. S. Eliot gibi “Yeni Amerikan Eleştirmenleri”nin temel tezlerinden biri olan “bir eserin konusu onu estetik kılmaya yetmez” tezi akla gelmelidir bu başlıkta. Gerçekten de bir eser, bizi güldürüyor, ağlatıyor veya hüzünlendiriyor diye estetik kabul edemeyiz onu. Burada vurgu eserin bizi nasıl ağlattığı ya da güldürdüğüne dair olmalıdır. Yani eserin estetik değerini ortaya çıkaran şey nasıl güldürdüğü ya da ağlattığıdır Yeni Amerikan Eleştiricilerine göre. Bu söylediklerimi, Booth’un “İnancın Rolü” başlıklı bölümde söylediklerine de uygulayabiliriz. Bir eser bizim inançlarımıza uygun şeyler anlatıyorsa iyidir gibi bir yargı olamaz. Aslolan yine bu inancı nasıl anlattığıdır eserin. Sözgelimi İslamcı bir şair olan Cahit Zarifoğlu’nun şiirleri iyidir estetik olarak fakat Necip Fazıl’ın şiirleri ise aynı inançla yazılmış olmalarına rağmen kötüdür.
 Booth bu bölümün ilerleyen kısımlarında Anlatıcının esere olan mesafesine değiniyor. Bu mesafeyi de 4 ana başlık altında topluyor yazar:
1- Anlatıcının mesafesi zımni yazarın mesafesinden daha az ya da daha çok olabilir.
2- Anlatıcının mesafesi anlattığı hikayede bulunan karakterlerin mesafesinden daha az ya da daha çok olabilir.
3- Anlatıcı okurun kendi normlarına daha yakın ya da daha uzak olabilir; örneğin fiziksel ve duygusal olarak (Kafka’nın Dönüşüm’ü); ahlaki ve duygusal olarak ( Brighton Rock’taki Pinkie, Mauriac’ın Le Noeud de vipères’indeki cimri ve modern kurmacanın inandırıcı insanlara çevirmeyi başardığı diğer pek çok yoz karakter).
4- Zımni yazar, okura daha yakın ya da daha uzak olabilir. Mesafenin düşünsel olması mümkündür.
6. Bölümün girişinde Booth o ana kadar aslında ne yaptığını bir cümle ile özetleyerek başlar: “Yazarın retorikten kaçınmayı seçeceğini, ancak hangi tür retoriği kullanacağını seçebileceğini görmüştük. “(s.161)
Gerçekten de bu bölüme gelene kadar Booth en iddialı eserler de bile yazarın kendisini mutlak bir saklayışının söz konusu olamayacağını örnekleriyle gösterir.
Eserin 7. ve 8. bölümlerinde ise Booth, Güvenilir ve Güvenilmez anlatıcılara değinir. Bu bölümlerde en dikkate değer alıntı şudur kanımca: Benim güzel okuyucum, kendi yüreğini yokla da bir karara var. Bu görüşlerime inanmıyor musun? Eğer inanıyorsan, gelecek sayfalarda örneklerini bulacaksın söylediklerimin. Eğer inanmıyorsan, şunu bil ki, aklının erdiğinden fazlasını okudum daha şimdiden. Ne tadına varabildiğin ne de anladığın şeyleri okumakla vaktini boşuna harcayacağına, işinle gücünle ya da kendi zevklerinle (nasıl şeylerse artık) uğraşman çok daha hayırlı olur. Kör doğan bir dama renkler konusunda bir söylev çekmek ne denli saçmaysa, sana da aşkın etkisinden söz etmek o denli saçmadır. Senin aşk konusunda düşündüklerin, bu körlerden birinin kırımızı renginden söz edilirken düşündükleri kadar yersizdir muhtemelen; … senin için aşk, bir tabak dolusu çorbaya ya da bir sığır rostosuna benzer herhalde. [ VI. Kitap, 1. Bölüm](s, 191)
Booth’a göre anlatıcı burada okurun inancını da şekillendirmek istiyordur asılında. Yukarıdaki alıntıda anlatıcı güvenilmezdir. Şu alıntıda ise güvenilir bir anlatıcı vardır:
Şimdi de müsadenle şunu söyleyeyim ki sayın okurum, şu ana kadar okuduklarından ileride okuyacaklarını tahmin edebilirsin; şu ana kadar yazdıklarım bilmeni istediklerimi anlatan bir denemeydi, buraya kadar biçilen kumaştan anlayabilirsin nasıl bir elbise giyeceğini… Fakat bazı muzip Okurlar Tahılımı kendi Kileleriyle ölçmeye ve bu hikayeyi tasarlamanın bir sebebi olduğu yargısına varabilir…
Bana inanan sayın okurum, (vurgu bana ait) böyle bir şey yoktur, tüm kalbimle buna itiraz ederim. (Francis Kirkman, The Unlucky Citizen) (s.224)
Booth burada farklı romanlardan alıntılarla bu iki tip anlatıcıya çeşitli örnekler veriyor fakat yazarların neden böyle bir yönteme başvurduklarına değinmiyor? Bense burada bir parantez açıp yazarların neden bu tip bir tekniğe, yönteme başvurduğuna açıklık getirmek istiyorum.
Anlattı geleneği ilk insandan beri var olan ve var olmaya da devam edecek olan bir gelenektir. Hemen her şeyi kendisi için bir muamma olan ilkel insan için her şeyi bilen bir anlatıcıya ihtiyaç vardır. İlkel insan, etrafındaki anlamlandırmadığı şeylere karşı merakını büyük ihtimalle bu anlatıcılar üzerinden gideriyordu. Bu tip bir anlatıcının en yetkin örneklerini kutsal kitaplarda görmemiz de tesadüf değildir. Bu tip anlatıcıların ilk dönem romanlarda daha çok olması da tesadüf değildir. Çünkü Ortaçağ’da da Yakın çağ’da da insanın doğaya epistemolojik tahakkümü henüz sınırlıydı. Bu yüzden bu dönemlerin romanlarında da her şeyi bilen anlatıcılar hakimdir henüz daha. Sanayi devrimi sonrası bilginin artması ve yayılmasıyla birlikte artık her şeyi bilen birey vardı yani. Bunun doğal sonucu olarak da her şeyi bilen anlatıcıya gerek kalmadı ve bu tip anlatıcılar da modern romanda artık gözükmemeye başladı.
Eserin 9. Bölümü Mesafe Kontrolü başlığını taşıyor. Bu bölümde yazar, anlatıcının esere olan mesafesini nasıl ayarladığını okurun da bu mesafeleri hangi ölçütlerle tahlil edebileceğini anlatıyor. Anlatıcının kahramana sempati beslemesinin ya da yargıda bulunmasının nasıl bir mesafe tahliline yaradığı gösteriliyor bu bölümde.
Ayrıca bu bölüm, adeta yazmaya yetenekli bir yazar adayı için roman yazmada kullanabileceği teknikleri anlatan bir ders kitabı gibidir de.
Kitabın 10. Bölümü, Yazarın Sessizliğinin Faydaları başlığını taşıyor. Bu başlığı açıklamaya yarayacak iki alıntıyla başlıyorum:
1. Herhangi biri, hatta her şeyi bilen belirsiz bir anlatıcı, hummalı bir hezeyana ve ölümün eşiğine doğru umutsuz yolculuğunda Miranda’ya eşlik edebilseydi, içsel çığlığındaki dokunaklığın büyük bir kısmının kaybolacağı açıktır. (s. 289)
2. Gregor Samsa bir sabah tedirgin düşlerden uyandığında, kendini yatağında devasa bir böceğe dönüşmüş buldu. Zırh gibi sert sırtının üstünde yatıyor, başını biraz kaldırınca o bombeli, kahverengi ve yay biçimli sertlikler tarafından bölünmüş karnını görüyordu; bu kamın tepesinde yorgan, tamamen kayıp düşmeye hazır, güçlükle tutunabiliyordu. Vücudunun geri kalan kısmına oranla sanacak derecede ince, kendisine ait bir sürü bacak, gözlerinin önünde çaresizce titreşip duruyordu.
Bu sahnede Gregor nasıl iğrenç bir böceğin bedenine hapsolmuşsa bizde hapsoluruz; başka hiçbir anlatı aracı, iğrenç nesneyle bağlarımızı koparmadan bu yoğunlukta bir fiziksel tiksinti uyandıramazdı herhalde. (s.295)
Bu alıntılarda vurgunun hep yazarın yokluğunun okuyucu üzerindeki etkisi üzerine olduğu açıktır. Burada Booth bize yazarın sessizliğinin okur üzerinde en azından etki bakımından ya da okuru eserin içine çekme açısından son derece önemli olduğunu söylüyor. Bu tez bence haklı bir tezdir. Çünkü anlatıcının araya girdiği eserlerde her araya giriş kaçınılmaz olarak okur üzerinde bir yabancılaştırma efekti etkisi bırakmaktadır. Bu da okuru eserin atmosferinden çıkarmakta böylece anlatının etkisi azalmaktadır.
Eserin 11. Bölümü “Gayri Şahsi Anlatının Bedeli, 1- Mesafe Karışıklığı” başlığını taşıyor. Booth burada çeşitli romanlar üzerinden okur üzerinde kafa karıştırıcı bir anlatıcı tipini tahlil eder. Yazarların bu tip bir anlatıcıyı tercih etmesi Booth’a göre eserin dayattığı bir zorunluluktur. Yani yazar bilerek bir muğlaklık yaratmak istediğinde mesafeyi karıştıracak tipte bir anlatıcı seçmektedir.
Eserin 12. Bölümü, “Henry James ve Güvenilmez Anlatıcı” başlığını taşıyor. Booth burada yine güvenilmez anlatıcıyı başka romanlar üzerinden tahlil etmeye çalışıyor. Sözgelimi Nabakov’un Lolita romanındaki şu alıntıyı güvenilmez anlatıcıya örnek olarak veriyor Booth: “Humbert adlı mahluk yabancı ve anarşisttir, çekici kızlar konusunun yanı sıra ona karşı olduğum pek çok nokta vardır.” (s.387)
Eserin 13. Bölümü ise Gayri Şahsi Anlatı ahlakı adını taşıyor. Yazar bu bölümü Celine’nin “Gecenin Sonuna Yolculuk”u üzerinden tartışıyor. Booth burada diğer bölümlerden farklı olarak okurun romanı kitapevinden alma sürecinden başlıyor anlatmaya. Bu kısımlar biraz İtalio CAlvino’nun “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” romanının giriş bölümünü andırır. Daha sonra Booth ele aldığı romandan bir alıntıyla başlıyor tahliline:
Yolculuk etmek iyidir, düş gücünü çalıştırır.
Diğer her şey tuzaklardan ve yanılsamalardan ibarettir. Bizim yolculuğumuz ise tamamen düşseldir. Gücünü buradan alır. Yaşamdan ölüme doğru gider. İnsanlar, hayvanlar, kentler, nesneler her şey düşlenmiştir. Bu bir romandır, yalnızca düşsel bir öyküdür. Böyle buyurmuştur Littre, o ki asla yanılmaz.
Kaldı ki herkes aynı şeyi yapabilir. Gözünüzü yummanız yeterlidir.
Yaşamın öbür tarafından görülmesidir bu
Celine’den yaptığı bu alıntıdan sonra şunları kaydeder Booth: Celine roman boyunca bazen vardır bazen yoktur. Celine bazen kendisini romanın değişik yerlerinde bir anlatıcı olarak konumlandırır ve bu da okuru sürekli dumura uğratır. İşte bu durum okurda bir kafa karışıklığına yol açacaktır Booth’a göre.

Eser bundan sonra İkinci Baskıya Sonsöz bölümüyle bitiyor. Booth burada kendisine ve eserine yöneltilen eleştirilere cevap veriyor. Özellikle Frederic Jamesson gibi eleştirmenlerin roman okumayla siyasi tarih incelemeyi birbirine karıştırdığı için kendi eserini hakkıyla eleştiremediklerinden yakınıyor bu bölümde Booth.







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.