mesafe:
"sen bu satırları okurken ben çok uzaklarda olacağım" yazdığım bir çok mektubun giriş cümlesi buydu. bir gösterge olarak mektup en çok uzak olmaya gösterilendir. bazen her gün gördüğün kişiye bile mektup yazmak mesafenin nicelleiğinden ziyade nitelliğini dıştalar ki son tahlilde mesafe mesafedir ve onun nitelliğinin ya da nicelliğinin bu bahiste bir kıymet-i harbiyesi yoktur.
özen:
bende bir mektubun bir başka gösterilenidir özen. benim gibi son derece çirkin bir el yazısı olan biri için bu kısım hayli zorlu. herbir harfe özen göstererek yazmak bir büyük eziyet fakat bu eziyetin verdiği garip de bir haz vardır. yazdığın kişiye kötü ve çirkin hiçbir şey yakışmayacağı düşüncesiyle güzel yazmaya özen gösterip kağıt üzerinde akan -görece- güzel yazıya şöyle bir bakıp haz duymak, tarifsiz bir histir.
mektup yazarken gösterilen bir başka özen de kağıdı katlayıp zarfın içine yerleştirme anında çıkar. alelade katlamazdım sayfaları. (bu abartılı bir hareketti belki de, kimbilir?)
temas:
mektup yazarken elin yazılan kağıda bıraktığı temas ile birkaç gün sonra o kağıda mektubun yazıldığı kişinin ellerinin ve bakışlarının değmesi. bu çok ince bir sadeliktir. siz farketmeseniz de bir mektubu başka diğer tüm iletişim araçlarından farklı kılan özellik budur. aldığınız bir mektubu koklama ihtiyacı duymanız da bundandır.
hasret:
bir mektubun en önemli gösterilenidir hasret. o kişiye -yazdığın kişiye işte- içinde ne yazarsa yazsın onu özlediğini söyler bir mektup.
son söz:
bir mektubun en önemli kısmıdır. okuyan kişi de en son intibaı bırakacak olan kısım orasıdır çünkü. iddiasız ama vurucu olması tercih sebebidir. yazdığım bir çok mektubu "en içten mülteci duygularımla" diye bitirirdim ben. bilmiyorum okuyanda nasıl bir etki bırakırdı. hiç sormadım, kimse de bir şey demedi.
gönderilmeyen mektup:
en mahremin, en söylenilmek istenilenin yazıldığı ama asla gönderilmeyen mektuplardır. bu mektupları gönderilen mektuplardan farklı kılan bir diğer özellikse son cümlesinin yukarıda yazdığımdan farklı olmasıdır.
şimdilik bu kadar. en içten mülteci duygularımla,
20 Mayıs 2013 Pazartesi
28 Nisan 2013 Pazar
MORIAE ENCOMIUM yahut DELİLİĞE ÖVGÜ
MORIAE
ENCOMIUM
YANİ
DELİLİĞE
ÖVGÜ:
Yüz
dilim, yüz ağzım
Teneke
gibi de bir sesim olsaydı eğer
Sayamadığım
gibi deliliğin çeşitlerini
Sayamazdık
tek tek isimlerini
Van GOGH,
Toplumun intihar ettirdiği.
Van
GOGH’un akıl sağlığından söz edilebilir, o ki hayatı boyunca sadece bir elini
pişirmiş ve bundan başka sol kulağını kesmekten öteye gitmemiştir.
BİR DELİ Mİ VAN GOGH? VE NEDİR
SAHİCİ BİR DELİ?
İnsanın
onurunu yüce bir fikrine karşı davranmaktansa , toplumsal olarak anlaşıldığı
anlamda deli olmayı tercih etmiş insandır.
Böylece, toplumun kurtulmak ya da
kendini korumak istediği herkesi tımarhanelerinde boğazlatılmıştır, bazı ulu
pislikler konusunda kendisiyle suç ortaklığı yapmayı reddetmiş kişiler olarak.
ÇÜNKÜ BİR
DELİ, TOPLUMUN DİNLEMEK İSTEMEMİŞ OLDUĞU VE DAYANILMAZ
gerçekler
söylemesin engellemek istemiş olduğu bir insandır da.
Hayır Van GOGH deli değildi ama
resimleri suda yanan ateşlerdi, atom bombalarıydı, ki görüş açıları o çağda
ortalıyı kasıp kavuran diğer resimlerinden ikinci imparatorluk burjuvazisinin
ve 3. Napoeol’unkilerin olduğu kadar Thirs’in, Gambetta’nın, Felix Faure’un
konformizmini ağır biçimde rahatsız edebilecek nitelikteydi.
Hayalet yoktur tablolarında Van
GOGH’un, hayal yoktur, sanrı yoktur
Öğleden
sonra saat ikideki bir güneşin hakikatidir.
Evet,
hayalet yoktur Van GOGH’un tablolarında, dram yoktur, konu yoktur, hatta derim
ki nesne yoktur, çünkü motifin kendisi
nedir ki?
Bütün
Van GOGH, gizli ve patetik bir tarzda vurulmuş fırça darbesinin biricik
titizliği. Şeylerin sıradan rengi ama öylesine doğru, öylesine severek doğru ki
onun enderliğine varabilecek değerli taş yoktur.
Sadece
ressam Van GOGH daha fazla değil,
Felsefe, mistik, ayin, psişürji yada
litürji yok
tarih, edebiyat, ya da şiir yok,
onun tunç renkli ayçiçekleri
resmedilmişlerdir, ayçiçeği gibi
resmedilmişlerdir, sadece o kadar,
ama doğal halinde bir ayçiçeğini anlamak için, şimdi Van GOGH’a dönülmesi
gereklidir, tıpkı bir, tıpkı doğal
halinde bir fırtınayı
bir fırtınalı gökyüzünü
doğal halinde bir ovayı
anlamak için Van GOGH’a dönülmeden
yapılamayacağı gibi.
Kendi delilliğinin acısından terk
etmemiştir Van GOGH hayatı
Ölümünden iki gün önce, psikiyatr kesilmiş doktor Gachet adını alan ve ölümün dolaysız,
etkin ve yeterli nedeni olan kötü tin’in baskısı altında terk etmiştir.
Van GOGH’un kardeşine yazdığı
mektupları okurken, kesin ve içten inancına vardım, psikiyatr doktor Gachet’in
–ki hem psikiyatr hem de dürüst insan olmak aşağı yukarı imkansızdır- aslında
ressam Von GOGH’tan nefret ettiğini, ve ondan ressam olarak, ama her şeyin
üstünde DAHİ olarak nefret ettiğinin
Van GOGH meczup kuruntusunun o aşamasına gelmişti ki düzensiz durumdaki
düşünce geriye akmaktadır irtifa eden deşarjlar karşısında,
Ve düşünmek, kendini aşındırmak
değildir artık,
ve yoktur artık,
ve
sadece vücut toplamak kalmıştır,
demek
isityorum ki
VÜCUTLAR YIĞMAK
Ve işte böylece ölmüştür Van GOGH
intihar ederek, çünkü artık onu çekememiştir bütün bilincin ittifakı.
Dahası yalnız başına intihar
edilmez
Kimse yalnız olmamıştır doğmak
için
Kimse de yalnız değildir ölmek
için
Ama intihar durumunda, doğaya
karşı kendi hayatından kendini yoksun etme eylemine vücudu karar verdirmek için
bir kötü varlıklar ordusu gereklidir.
Ve inanıyorum ki son ölüm
dakikasında, hep başka biri vardır, bizi kendi hayatımızdan yok-sun bırakmak
için.
İşte böylece Van GOGH kendini
mahkum etti, çünkü yaşamayı bitirmişti
Bu yüzden pişmiş el, sadece ve
sadece kahramanlıktır
Kesilmiş kulak, dolaysız mantık
Ve tekrarlıyorum,
Kötü niyetini amacına ulaştırmak
için
Gece gündüz, ve gitgide daha çok,
yenilmez olanı yiyen
Bir dünyaya bu noktada çenesini
kapamak düşer!!!
Meraklısına
not: Bu yazı
Antonin Artaud’un Van Gogh’un hayatı üzerine yazmış olduğu “Van Gogh, Toplumun
İntihar Ettirdiği” adlı kitaptan çeşitli bölümlerin kitabın şiirsel bütünlüğünü
bozmadan bir araya getirme çabasıyla ortaya çıkmıştır. Bazı yerlere kitabın
aslında olmayan değişiklikler -orijinal anlamı bozmadan tabii ki- yapılmış
olabilir. Yazıdaki satır dizimi de şiirselliğe müdahale etmeme adına korunmaya
çalışıldı.
31 Mart 2013 Pazar
değer yitimi yahut orhan veli üzerine
orhan veli'nin kendi sesinden şiirlerini dinliyorum. beni orhan veli'yle bu denli buluşturan neydi? üniversitede fakülte kantinin girişindeki panoda duvar gazetesi benzeri bir şey hazırlardım. oradaki yayınları buldum bugün evde. yayınların kahir ekseriyeti orhan veli'ye ait. değer yitimi diye bir şey var mı bilmiyorum ama nedendir orhan veli'de ilk farkettiğim değerlerini yitirmiş bir adam yalnızlığıydı. dalga geçmek, kalabalıkların değerlerini ciddiye almamak gibi semptomları vardı bence değer yitiminin. kimse onun neyi ciddiye aldığını bilemedi. hiçbir edebiyat tarihçisi onun şiir poetikasını yerliyerine oturtamadı. buydu sanırım beni ona yaklaştıranda. "seni kafamda bir yere oturtamıyorum" bu sözü ne çok duyduğumu hatırlıyorum. "oysa ben orada bütün çıplaklığımla" durdum hep. değerlerimi yitirmiş miydim. sanırım yitirmiştim. bundandır taşralı memurlara nefretim
14 Mart 2013 Perşembe
ÖZGÜN BİR NİHİLİZM DENEMESİ yahut RUS NİHİLİZMİ ÜZERİNE
“Ve etrafa dikkatli bakınca zaten hayat
Sanki bir şaka, boş ve
aptalca”
Mihail
Yuryeviç Lermontov
“Türk
aydını tercüme bürosunda doğdu” diye başlar Yalçın Küçük, ‘Aydın Üzerine Tezler’
adlı devasa eserine. Küçük’ün atıf yaptığı aydınlar Tanzimat aydınları. İlber
Ortaylı’nın “tarihi eş zamanlı okumak gerekir” savından yola çıkarak, bizim
Tanzimat aydınlarının çağdaşı olan Dostoyevski ise “bizim kuşak –yani Rus
aydını– Gogol’un Palto’sundan çıktı.” der. Gogol’un Palto’su ve Tercüme Bürosu:
İki farklı doğurgan kaynak. Tercüme Bürosu’nun doğurduğu aydınlar ve bu
aydınların ortaya koyduğu tezlerin yarattığı iklimin özgünlüğünü ayrı bir
tarafa bırakarak; Gogol’un Palto’sundan çıkan aydınların yarattığı iklimi ve bu
iklimde üşüyenleri yazının kanavasına yerleştirelim:
En
düşük derecede bir devlet memuru olan
Akakiy Akakiyeviç’in soğuk kış gecelerinde artık lime lime olmuş paltosunun
yerine yeni bir palto almak istemesinin hikayesidir Palto. Akakiy’in maaşı yeni
bir palto diktirmeye yetmemektedir fakat yıllardır bir vesile ile biriktirdiği
bir parayla kendisine yeni bir palto diktirir; ancak bir gece Akakiy yolda
yürürken hırsızlar onun paltosunu gasp eder.
Bu
özet,
1- Çarlık
Rusya’sında bir devlet memurunun aldığı maaşla kendine iyi bir palto dahi alamamasını,
2- Gece
yarısı hırsızların bir devlet memurunu gasp etmesini ve Çarlık Rusya’sında bir
paltonun adeta bir değişim aracıymışçasına gaspa değer bir meta olduğunu
gösterdi.
Devamlayın,
paltosu gasp edilen Akakiy, paltosunun bulunması için girişimlere başlar ve
çevresindekilerin yönlendirmeleri sonucunda “Mühim Adam”a gider paltosunun
bulunması için. Uzun bekleyişler ve mücadeleler sonucu Mühim Adam’ın makamına
girebilen Akakiy, Mühim Adam tarafından önce azarlanır, sonra paltosunun
bulunabilmesi için yapması gereken birtakım “absürd” bürokratik işlemler
anlatılır ona ve Akakiy Mühim Adam’ın odasından kovulur. Ve fakat Akakiy ne
yapsa da bulamaz paltosunu. Çaresiz Akakiy, bu hengame sırasında kendisini
iliklerine kadar üşüten Rusya soğuğuna direnemez ve evinde tek başına soğuktan
titreyerek ölür.
Bu
özet ise,
1- Rusya’da
bürokrasinin sıradan insanların işlerini halletmekten ziyade içinden çıkılmaz
bir hale getiren bir kurum olduğunu,
2- Rusya
Ana’nın yoksul insanlar için evlatlarını soğuktan dahi koruyamayan bir üvey
anne olduğunu gösterdi.
Eline
aldığı hemen her kavramı, felsefeyi, doktrini, Ortodokslaştıran ve Ruslaştıran 19.
Yy. Rus aydınından nihilizm de payını aldı. Nihilizmin maddi köklerini arayıp
onu felsefileştiren Avrupalı filozoflara karşı Rus aydını Akakiy’in hayat
öyküsünden çıkardı nihilizmi.
Dostoyevski,
Orhan Pamuk’un yerinde bir tespitle yazılmış en iyi yedi sekiz romandan biri
dediği Cinler romanında Rus nihilizmine
Şigalevcilik diyecekti. Sınırsız özgürlüğü isteyen Şigalev sınırsız despotizmi
savunacaktı kaçınılmaz olarak. Bir kurmacadan ziyade gerçeğin Dostoyevski
zihninden bir aktarımı olan Cinler romanı aslında Rus nihilist Sergei
Nechaev’in Pyotr Stepanovic Verhonevsk
adıyla yeniden üretildiği bir metindir ve bu anlamda Rus nihilizmini tahlil
etmede pek ala başat bir kaynaktır.
Sergei
Nechaev, sıradan bir köy öğretmenliğinden ilerleyen yıllarda ünlü bir devrimci,
anarşist, nihilist olarak evrildi. Teoriden nefret ediyordu Nechaev. Eylemi ise
kutsuyordu. Halktan ve ona dair her şeyden nefret ediyor, küçümsüyordu.
Nihilizme derinlik kazandırmak için onbinlerce sayfalık bir külliyat oluşturan
Avrupalı nihilistlerden ne kadar da farklı. Sözgelimi Akakiy Akakiyeviç’in paltosunu aramak için verdiği mücadele ile
Kafka’nın Dava’sındaki Joseph K.’nın suçsuzluğunu ispat çabası sonucu vardığı
sonuç: Hayatın saçmalığıdır. Varılan bu ortak sonuç Avrupalı üzerinde saçmayı
kabullenen ve onu yaşayan nihilistler olarak tazahür edecekken Rusyada ise bu
saçmalığı alt etmek için kaos ve kargaşa yöntemini benimseyen nihilistler
şeklinde tezahür edecekti.
Şu
halde, yukarıda söylediklerimin tümünü birer öncül kabul etmek gerekir. Çünkü
şu soruyu sormak için yazıldı hepsi:
Avrupa’da
neredeyse bütünüyle teorik bir çerçevede tartışılmaktan öteye gidemeyen bir
felsefe ekolü olmaktan başkaca bir şey olamayan nihilizm Rusyada nasıl oluyor
da bir eylemin (action) üstelik yakan, yıkan, yok eden, yeni bir şey kurmayı da teklif etmeyen bir şey oluyordu?
Bu
vakaya (olgu) Marksist bir okumayla bakmak gerekiyor. Aksi takdirde bu yazı
burada bitecek. Çünkü tarihi olayların kişiler üzerinden açıklamak gerektiğini
savunanlar için yukarda adını andığım kişilerin karakterinden yola çıkarak Rus
nihilizminin neden genel nihilist anlayışa özgen bir durum arz ettiği ortada.
Nechaev ve onun gibiler sınırsız özgürlük ve sınırsız despotizmi savunuyordu bu
yüzden Rus nihilizmi de genele özgenlik arz etti demek biraz da Cemil Meriç’in
Jurnal’inde dediği gibi “Tarihi Kleopatra’nın burnuyla açıklamak” olacaktır, ki
yukarıda bunları zaten söyledim. Sorduğum sorunun –Rus nihilizminin genele
aykırılık arz etmesinin nedeni nedir?– kıymetli olduğunu ve tarihteki bir olayı
anlamaya yönelik her kıymetli sorunun değerini düşürmemek adına Marksist bir
okumayla cevaplanması gerektiğini düşündüğümden Rus nihilizmini ortaya çıkaran
şartların Marksist bir okumaya ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum.
“
Tarihte her şey olması gerektiği için olmuştur” der Marx. Rus nihilistlerin
eylemi – yakıp, yıkan eylemi- (Bukunin
daha sonra “ Tanrı ve Devlet” adlı çalışmasında “ Yıkma tutkusu aynı zamanda
yaratıcı bir tutkudur.” Şeklinde mottolaştıracaktı nihilist eylemliliği)
benimsediği ortam kısaca şu şekildeydi:
Çarlık Rusya’sının can çekiştiği, yoksulluğun
ve korkunç zenginlik ve ihtişamın bir arada toplumsal hayata dıştalandığı,
kültürel iklimin son derece zengin olduğu toprak ve onun üzerindeki köylülerin
sahibi soyluların köle köylüleri azad ettiği bir dönemde yeşillendi Rus
nihilizmi. Karnı doyan, Ortodoks ve Rus tanrıya şükretmekle hayatını devam
ettiren Rus köylüsü artık özgürdü fakat açtı. Hırsızlık ve gasp ( zavallı
Akakiy hatırlanmalı burada) vaka-yı adiyeden olmuştu. Burada ilginç olan bu
yağma düzenin yönünün Rus soylusuna, zengine değil yine yoksul Ruslara
olmasıdır.( Burada zavallı Akakiy’i tekrar hatırlamalı.)
Beslendiği
ekonomik formasyon Rus nihilizmini biçimlendirdi ve özgünleştirdi şeklinde
birazdan son söz olarak varacağım yargıya atıf yapmak adına, Rus anarşistlerinin
ve nihilistlerinin kendilerini sosyalist olarak konumlandırıyor olmalarından
doğan bir hakla (Marksist, komünist, sosyalist ne dersek diyelim) Avrupa’da
yapılan ve hemen tüm uluslardan sosyalist delegelerin katıldığı Enternasyonal
toplantılarına katıldığını, burada özellikle Rus delegelerle (ki bu delegeler
çoğunlayın nihilist – anarşistti ) Avrupalı sosyalistlerin şiddetli
tartışmalara girdiklerini, Marx’ın bu delegasyona özellikle her şeyi yakıp
yıktıktan sonra toplum adına yeni bir şey kuramayacakları – kurmayı vaad
etmedikleri - yönünde eleştirildi. Marx’ın ‘Anarşizm ve Anarko Sendikalizm’deki
makalelerinde Rus delegasyonu hakkında yaptığı tespitler delegasyonun bir daha
enternasyonele katılmamasına ve Rus delegasyonundan Bakunin’ in Marx için “
şeytan” demesine neden olacaktı. Tabi burada ünlü Rus nihilist Nechaev’in
Bakunin’in can yoldaşı olduğunu da hatırlamakta fayda var. Bu hatırlatmanın bir
diğer işlevsel yönü de yine Rus nihilistlerin genele aykırılık arz etmesini
açıklıyor. Çünkü Rus nihilistler her
zaman toplumcu olmak iddiasındaki
kollektif anarşistlerle dirsek temasında olmuş bu da onların nihilist
hareketine halk gibi bir kaynağı payanda yapmış ve son çözümlemede bu durum da
Rus nihilizmini özgen kılan bir diğer etken olmuştur.
Son
çözümlemede, Rus nihilistleri Çarlık Rusya’sının derin ekonomik çelişkilerinden
beslendiler ve bu onların hiççiliğine şiddeti hak gören bir katman ekledi.
Burada sözü Oscar Wilde’nin ünlü tiyatro eseri “Vera yahut Nihilistler”deki Rus
Nihilistlerin her toplantı öncesi ettiği yemini anmak son derece anlamlı olacak
ve bu yazıyı bütünleyip sonlandırabilecek fırsatı yaratacaktır:
“İçimdeki
bütün duyguları söküp atmaya; ne sevmeye ne de sevilmeye, ne merhamet etmeye,
ne de merhamet beklemeye, ne evlenmeye, ne de evlendirilmeye, ta ki sonuca
varana kadar; geceleyin gizlice bıçaklamayı; bardağa zehir atmaya; babayı
oğluna, kocayı eşine düşman etmeye; korkusuzca, bir umut beslemeden, gelecek
düşüncesi olmadan acı çekmeye, yok etmeye, intikam almaya yemin ediyorum.”
24 Şubat 2013 Pazar
bir rüyaya ağıt
epeydir gördüğüm bir rüyayı yazacaktım buraya ama vazgeçtim. tekrar eden rüyalar görmenin mantıklı bir sebebi var mıdır bilmem. nietzsche (ya da neitzsche ne bileyim ibnenin adını doğru yazmayı bir türlü öğrenemedim) "ne götürdüysen o büyür yalnızlıkta" der "böyle buyurdu zerdüşt"te. benimki de ohesap belki. kimbilir. bozkırın ortasında biteviye devam eden tek şerit bir yol. yol çizgileri belli belirsiz seçiliyor. bir ağaç var yolun kenarında. ağacın olduğu yerden bir şose uzanıyor yamacında üzüm bağı olan bir tepeye doğru. biçilmiş buğday tarlaları. mevsim sonbahar olsa gerek ağaçlar sarıya durmuş. içinde odun soası yanan evler seçiliyor çok uzakta tek tük. fikret otyam tablosundan fırlamış gibi köylü kadınlar sonra
ben seni böylece gördüm işte. uzakta, bozkırda.
ben seni böylece gördüm işte. uzakta, bozkırda.
10 Şubat 2013 Pazar
hamlet yahut aydın kararsızlığı üzerine
okumuş-yazmış taifesine özgü bir hastalığın karar verememe hastalığının tiyatrosudur hamlet. çok bilinen o meşhur tirat'ndaki o meşhur söz bile kararsızlığın bir dışavurumudur: "olmak ya da olmamak" o ya da bu.. bir çeşit kararsızlık hali yani. eyleme geçememe hali ya da.
bir türlü eyleme geçememe hali sancısı diye bir şey var sanırım. düşünce sonuçsuzdur eylem ise sonuçlu. düşünce bedel ödetmez eylem ise ödetir. şair ne güzel anlatır aydının bu eylemsiz halinin biteviyeliğini: "bütün gençliğim böylece geçip gitti işte ama hala bir şeyler var vazgeçemediğim" vazgeçemediğin şeyler olduğu sürece zaman bir şeyleri değişitirmeden geçip gider. vazgeçmek eylemdir; vazgeçememek ise düşünce.
neyse ne diyordum ben mereti içmiş olmak içrerim
bir türlü eyleme geçememe hali sancısı diye bir şey var sanırım. düşünce sonuçsuzdur eylem ise sonuçlu. düşünce bedel ödetmez eylem ise ödetir. şair ne güzel anlatır aydının bu eylemsiz halinin biteviyeliğini: "bütün gençliğim böylece geçip gitti işte ama hala bir şeyler var vazgeçemediğim" vazgeçemediğin şeyler olduğu sürece zaman bir şeyleri değişitirmeden geçip gider. vazgeçmek eylemdir; vazgeçememek ise düşünce.
neyse ne diyordum ben mereti içmiş olmak içrerim
9 Şubat 2013 Cumartesi
güzel yahut kötülük üzerine
"içinde kötülük barındırmayan bir güzelliği anlayamıyorum" der charles baudelaire. kafka da onaylar onu sonralayın: "iyi bir yönüyle rahatsız edicidir" diye. savunmam bu kadar, başka sözüm yok sayın yargıç.
söz anlamını yitirir güzellik kötüyle buluştuğunda. buradaki kötü güzel olanın kötü olması anlamında değil illa ki. güzele ulaşmaya engel olan şey ya da şeyler de olabilir bu kötülüğü yaratan. neyse pek anlatacak durumda değilim. benim yerime evgeny abim anlatsın:
söz anlamını yitirir güzellik kötüyle buluştuğunda. buradaki kötü güzel olanın kötü olması anlamında değil illa ki. güzele ulaşmaya engel olan şey ya da şeyler de olabilir bu kötülüğü yaratan. neyse pek anlatacak durumda değilim. benim yerime evgeny abim anlatsın:
2 Şubat 2013 Cumartesi
Başını bir emele satan kahraman gibi
yok bu şiirin yani necip fazıl'ın "kaldırımlar" şiirinin üzerine konuşmayacağım. aslında genel anlamda bir şey üzerine konuşmak gibi bir istek de yok içimde şu an. sadece yapacak bir şey yok ve canım sıkılıyor. kıskandığım insan tipidir başını bir emele satan insanlar. ama olmadı. anna karaninna'daki "levin" gibi olabildim sadece sanırım: "köpeklerin havlamasından arabanın köyü de geçtiği anlaşılıyordu. sonra
bomboş tarlalar kaldı her yanda, ilerde köy ve ıssız şosede yalnız
başına yürüyen, her şeye yabancı, her şeyden uzak levin..." anna karenina aldattı kocasını. aslında aldatmadı. tolstoy'un söylemek istediği şeye uygun davrandı anna: kökü, varoluşu ruhtan gelen bir sevgiye dayanmayan evlilikler, ilişkiler, arkadaşlıklar yıpranmaya bitmeye mahkumdur demek ister tolstoy ve anna'ya bu kaderi yaşatır. ve her anna'nın bir kont vronski'si olduğunu söylemek ister tolstoy sonra.
uykum geldi belki yarın devam ederim. anna güzel kadındır. tüm anna kareninalar aşkına,
uykum geldi belki yarın devam ederim. anna güzel kadındır. tüm anna kareninalar aşkına,
27 Ocak 2013 Pazar
bir fotoğrafın hatırlattıklarındaki sadelik yahut zalim bellek üzerine
şimdiki oturduğum eve çok yakın bir öğrenci evinde ben, laz, yüksel, kadir, süleyman ve yusuf hemen her gün beraber kalırdık. nasıl oldu bilmiyorum biraz önce birkaç fotoğraf gördüm o günlerden kalma. yemek + çay faslından sonra sırasıyla futbol, güncel siyaset, marksizm, islam, freud ve tabii kadınlar (daha doğrusu aşık olduğumuz kadınlar) üzerine konuşurduk. sonra okul bitti tabii. ve şarkıda dediği gibi, "savrulup gittik ayrı yörüngelere." fotoğrafları sevmem aslında. zorlama bir şahitlik yapabilme ihtimalleri vardır çünkü onların. bu yüzden belleğe güvenirim. bellek istediği hatıraları canlı tutar istemediklerini siler. ama bazen insan istiyor işte bazı anların, kişlerin fotoğrafları olsun elinin altında. ve fakat belleğiniz benimki gibi çalışıyorsa işiniz zordur. zalimdir benim belleğim hep olmayacak şeyleri dayatır bana. belki bu yüzden enis batur'un "zalim bellek" şiirini sevmişimdir:
"Bir başına derinlemesine yaşamak yetecek sanmıştı kendisine
- toy değildi artık, genç bile sayılmazdı:
Sonuna kadar paylaşamadığına göre, hiç paylaşmadan, sımsıkı kendinde tutarak, geri dönemeyeceğini bildiği yolu kat edebilirdi.
Önce geceler düğümlendi oysa.
Sonra geceden geceye ilerleyen o telâşlı akrep.
Fişten çektiği telefonlar, üzerini çuhayla kapladığı ayna, çıkıp boşluğa baktığı kör balkon - anahtarlarını çevirip çekmeceye kaldırdığı kapılar ağır ağır zorlandı."
bir başına derinlemesine yaşamanın provalarını epey yaptım ama başarısız oldum galiba. sonra iki kişilik yalnızlık fikri daha çok cezb etti beni. hep biliyordum zira "bende mecnundan füzun aşıklık istidadı" olduğunu.
mektup yazmıyalı epey zaman oldu. yarın bir aksilik olmazsa birkaç kişye yazmayı düşünüyorum. yollar mıyım bilmem onları muhattaplarına. kimlere ve hangi konularda yazılacağını bugün şekillendirdim kafamda.
ölünmesi gereken anlar var. hayatımda birkaç defa bunu hissettim. o anlarda ölemiyorsan epey uzun yaşamak istiyorsun sonra
"Bir başına derinlemesine yaşamak yetecek sanmıştı kendisine
- toy değildi artık, genç bile sayılmazdı:
Sonuna kadar paylaşamadığına göre, hiç paylaşmadan, sımsıkı kendinde tutarak, geri dönemeyeceğini bildiği yolu kat edebilirdi.
Önce geceler düğümlendi oysa.
Sonra geceden geceye ilerleyen o telâşlı akrep.
Fişten çektiği telefonlar, üzerini çuhayla kapladığı ayna, çıkıp boşluğa baktığı kör balkon - anahtarlarını çevirip çekmeceye kaldırdığı kapılar ağır ağır zorlandı."
bir başına derinlemesine yaşamanın provalarını epey yaptım ama başarısız oldum galiba. sonra iki kişilik yalnızlık fikri daha çok cezb etti beni. hep biliyordum zira "bende mecnundan füzun aşıklık istidadı" olduğunu.
mektup yazmıyalı epey zaman oldu. yarın bir aksilik olmazsa birkaç kişye yazmayı düşünüyorum. yollar mıyım bilmem onları muhattaplarına. kimlere ve hangi konularda yazılacağını bugün şekillendirdim kafamda.
ölünmesi gereken anlar var. hayatımda birkaç defa bunu hissettim. o anlarda ölemiyorsan epey uzun yaşamak istiyorsun sonra
20 Ocak 2013 Pazar
suyun öte yakasında yaşamak üzerine yahut her ağacın kurdu
"suyun öte yakasında yaşadı sisyphos dediler adına" genelde sanatçılar yaşar suyun öte yakasında. hatta MFÖ'nün bu minval üzere bir şarkısı da var. aha da şu şarkı:
"bu adam hep düşünür mü
bir kuş ölmüş diye üzülür mü" buradaki kabilenin topluma istiarelendiğini anlamak için öyle süper zeka olmaya falan gerek yok. topluma ya angajesindir ya da değil. buradaki tercihi bilinçli olarak yapamazsın. sonradan edinemezsin topluma karşı konumunu. dostoyevski abim "cinler" roanında şöyle dedirtir bir kahramanına "ama ben senin inandığın gibi inanamam ki tanrı'ya" çünkü kahramanımız farklı bir bir formasyondan yetişmiştir. ve suyun öte yakasında yaşamaktadır artık. zekası farklı çalışanlar genelde suyun öte yakasında yaşar. kendi değer yargılarınla onu anlamaya çalıştığın sürece onun ruhuna inkişaf edemezsin; böyle yaparak sadece yargılayabilirsin onu. bu yargılamanın sonucundaki hüküm de kesindir aslında: suyun öte yakasında yaşayanı ötekileştirmek. bil ki bu ötekileştirmede kazanan sen gibisindir AMA haklı olan suyun öte yakasında yaşayandır. bir köprü kurarsınız suyun öte yakasında yaşayanla. onu görmek onunla konuşmak için ama sonra o köprüden sizinle birlikte kendi tarafınıza gelmesini bekler, istersiniz ondan. bir balığı sudan çıkarmak gibidir bu oysa. bir benzetiş... ya da bir ağacın özüne kurt salmak gibidir bu kendi özünüzden. pir sultanlar, yunuslar karacaoğlanlar aşkına ihtimal buyurun: ya sizin tarafınız yanlışsa? good night and good luck
bir kuş ölmüş diye üzülür mü" buradaki kabilenin topluma istiarelendiğini anlamak için öyle süper zeka olmaya falan gerek yok. topluma ya angajesindir ya da değil. buradaki tercihi bilinçli olarak yapamazsın. sonradan edinemezsin topluma karşı konumunu. dostoyevski abim "cinler" roanında şöyle dedirtir bir kahramanına "ama ben senin inandığın gibi inanamam ki tanrı'ya" çünkü kahramanımız farklı bir bir formasyondan yetişmiştir. ve suyun öte yakasında yaşamaktadır artık. zekası farklı çalışanlar genelde suyun öte yakasında yaşar. kendi değer yargılarınla onu anlamaya çalıştığın sürece onun ruhuna inkişaf edemezsin; böyle yaparak sadece yargılayabilirsin onu. bu yargılamanın sonucundaki hüküm de kesindir aslında: suyun öte yakasında yaşayanı ötekileştirmek. bil ki bu ötekileştirmede kazanan sen gibisindir AMA haklı olan suyun öte yakasında yaşayandır. bir köprü kurarsınız suyun öte yakasında yaşayanla. onu görmek onunla konuşmak için ama sonra o köprüden sizinle birlikte kendi tarafınıza gelmesini bekler, istersiniz ondan. bir balığı sudan çıkarmak gibidir bu oysa. bir benzetiş... ya da bir ağacın özüne kurt salmak gibidir bu kendi özünüzden. pir sultanlar, yunuslar karacaoğlanlar aşkına ihtimal buyurun: ya sizin tarafınız yanlışsa? good night and good luck
12 Ocak 2013 Cumartesi
can sıkıntısı
yok öyle can sıkıntısı üzerine entel laflar etmeyeceğim. (istesem yapabilirim ama bunu biliyorsun di mi ey karî) yapacak işlerim var ama içimden hiçbir şey yapmak gelmiyor. günlerden cumartesi, erken saatler. hava kapalı. son altı ayda yaklaşık yirmi tane kitabı yarım bırakmışım. okuyacağım da ne olacak diyorum her seferinde. "Bulantı"da A. Roquentin, Autodidacte adını verdiği adamın kütüphanedeki tüm kitapları alfabetik sırayla okuduğunu farkettiğinde şöyle der içinden: "L harfine adar gelmiş. Z harfine de gelecek. peki ya sonra?" bende de böyle oluyor bazen işte. okuyacağım ya sonra diyorum kendi kendime. (gidip bi türk kahvesi yapayım kendime)
laz'la konuştum şimdi. baba oldu 4 gün önce. bi kızı oldu. üniversitedeyken lazların evinde sabahlardık. bütün arkadaşlar "oğlları olmasını istediklerini"söylerlerdi. bir tek ben kızım olmasını istediğimi söylerdim, neyse işte. geçmiş zaman.
neyse Requiem for dream babında olsun; sendeyiz mozart:
bi sikime derman olmayacak önemli işlerimi halletmek üzere şimdilik eyvallah. esen kalın
laz'la konuştum şimdi. baba oldu 4 gün önce. bi kızı oldu. üniversitedeyken lazların evinde sabahlardık. bütün arkadaşlar "oğlları olmasını istediklerini"söylerlerdi. bir tek ben kızım olmasını istediğimi söylerdim, neyse işte. geçmiş zaman.
neyse Requiem for dream babında olsun; sendeyiz mozart:
bi sikime derman olmayacak önemli işlerimi halletmek üzere şimdilik eyvallah. esen kalın
6 Ocak 2013 Pazar
die blendung yahut bir çeşit iletişimsizlik üzerine
elias canetti'nin tek romanıdır die blendung. türkçeye "körleşme" adıyla çevrildi. kısaca romana değineyim önceleyin:
roman küçük burjuva adetlerine bir eleştirdir aslında. hayatındaki en önemli şey kitaplar olan kien adlı bir bilim adamının başından geçenlerin daha doğrusu bay kien'in düzene körleşmesinin bir kadın tarafından alaşağı edilmesinin romanıdır körleşme.
canetti, bay kien adlı hayatını sadece çin dili, yazısı ve edebiyatını araştırmaya adamış birinin sırf kitaplarına ve araştırmalarına daha fazla zaman ayırabilmek için hizmetçisiyle evlenmesi sonucunda bütün düzeninin altüst olmasını ve düzene olan körleşmişliğinin yavaş yavaş kaybolmasını, bu esnada kien'in de kaybolmaya başlamasını anlatır romanda.
kitapları haricinde hiç kimseyle konuşmayan kien'in evlendikten sonra (oysa evliliği sadece hizmetçisinin yasal olarak evde kalabilmesini sağlamak için yapmıştır kien) düzeni altüst olur. eve yeni eşyalar alınır. karısı (hizmetçisi) eve hanımlık yapmaya başlar. ve kien'in dış dünyaya olan körlüğü geçer bu olaylardan sonra; fakat kien bu defa da kendine körleşmeye başlar. ve yazarın deyimiyle "kendi kendini kemirmeye" başlar artık kien.
romanda bireyin topluma körleşmesi (iletişimsizlik diye de okuyabilirisin körleşme sözcüğünün geçtiği her yeri), toplumun bireye körleşmesi ve en sonunda bireyle toplumun iletişime geçmeye başlaması sonrası bireyin kendine körleşmesi gibi bir üç aşamalı sorunsallama var. hizmetçi ve sonradan kien'in eşi olan theresee dış dünyayı temsil eder. o, kien'in dış dünyaya açılan penceresi gibidir bir anlamda. oysa kien için dış dünya yüklemi samimiyetsizlik olan bir cümledir: "bilim ve hakikat, eşanlamlı kavramlardı onun düşüncesinde. kişi, öteki insanlardan uzaklaştığı oranda hakikate yaklaşırdı. (vurgu bana ait) günlük yaşam,yalanlardan kurulu yüzeysel bir düzendi. yanından geçenlerin her biri yanlızca bir yalancıydı. bu yüzden zahmet edip yüzlerine bakmıyordu bile. kitleyi oluşturan şu kötü oyunculardan hangisinin yüzü daha çekici gelebilirdi ki ona!"
("yüzüne bakmak." bu satırları ilk okuduğumda çok az insanın yüzüne bakarak konuştuğumu farkettiğimi hatırlıyorum. hala da öyledir. iki kişilk yalnızlığı seçmeye karar vermem de o zamanlara rastlar. az konuşmaya karar verdiğim günler de o günlere denk gelir hatta. günlük hayatta bunun olamayacağını anlamam da hemen akabindedir bu olayların. susan birisi tehlikelidir çünkü diğerleri için. bu yüzden belki de zaman zaman gereğinden fazla konuşurum. hala da öyledir. gavurun "reaction formation" dediği bir nevi "karşıt tepki geliştirme" mekanizmasıdır bu benim için. şöyle bir şey yazmış sözlük bu savunma mekanizması için:
"birey gerçekte hissettiği duyguların tam aksi istikametinde davranışlar gösterir. gerçek duygularını göstermek ya bireyin bulunduğu ortamda, yine bireye göre mümkün değildir ya da birey gerçek duygularını kendine bile itiraf edemiyordur bu sebeplerden dolayı davranışları duygularıyla aksi yönlerde hareket eder" konuşmak istemiyorsundur ikiyüzlülüğe bulaşmamak için ama bu anlaşılmasın diye bu defa gereğinden fazla konuşuyorsundur. tam da burada murathan mungan'ın "çember" şiirini hatırlamak gerekir:
"ya dışındasındır çemberin
ya da içinde yer alacaksın
kendin içindeyken
kafan dışındaysa..."
evet işte kendin o çemberin içindeyken kafan dışındaysa; iletişimsizlik başlıyor ve söz değerini yitriyor. ha tabii bir de,
tüm bunlar olurken tüm yüzlerden farklı bir yüze bakmaya doyamadığını da farkedebilir insan. söz anlam kazanır. işte o insan hayatında ne kadar çok yer kapsıyorsa o kadar şanslı ne kadar az yer kapsıyorsa da o kadar şansızsındır.
bu gün pazar. öğleden sonra. "yalvarırım okuma bu yazıyı çarşamba günleri"
dışarı çıkıp bir şeyler yiyecektim vazgeçtim.
roman küçük burjuva adetlerine bir eleştirdir aslında. hayatındaki en önemli şey kitaplar olan kien adlı bir bilim adamının başından geçenlerin daha doğrusu bay kien'in düzene körleşmesinin bir kadın tarafından alaşağı edilmesinin romanıdır körleşme.
canetti, bay kien adlı hayatını sadece çin dili, yazısı ve edebiyatını araştırmaya adamış birinin sırf kitaplarına ve araştırmalarına daha fazla zaman ayırabilmek için hizmetçisiyle evlenmesi sonucunda bütün düzeninin altüst olmasını ve düzene olan körleşmişliğinin yavaş yavaş kaybolmasını, bu esnada kien'in de kaybolmaya başlamasını anlatır romanda.
kitapları haricinde hiç kimseyle konuşmayan kien'in evlendikten sonra (oysa evliliği sadece hizmetçisinin yasal olarak evde kalabilmesini sağlamak için yapmıştır kien) düzeni altüst olur. eve yeni eşyalar alınır. karısı (hizmetçisi) eve hanımlık yapmaya başlar. ve kien'in dış dünyaya olan körlüğü geçer bu olaylardan sonra; fakat kien bu defa da kendine körleşmeye başlar. ve yazarın deyimiyle "kendi kendini kemirmeye" başlar artık kien.
romanda bireyin topluma körleşmesi (iletişimsizlik diye de okuyabilirisin körleşme sözcüğünün geçtiği her yeri), toplumun bireye körleşmesi ve en sonunda bireyle toplumun iletişime geçmeye başlaması sonrası bireyin kendine körleşmesi gibi bir üç aşamalı sorunsallama var. hizmetçi ve sonradan kien'in eşi olan theresee dış dünyayı temsil eder. o, kien'in dış dünyaya açılan penceresi gibidir bir anlamda. oysa kien için dış dünya yüklemi samimiyetsizlik olan bir cümledir: "bilim ve hakikat, eşanlamlı kavramlardı onun düşüncesinde. kişi, öteki insanlardan uzaklaştığı oranda hakikate yaklaşırdı. (vurgu bana ait) günlük yaşam,yalanlardan kurulu yüzeysel bir düzendi. yanından geçenlerin her biri yanlızca bir yalancıydı. bu yüzden zahmet edip yüzlerine bakmıyordu bile. kitleyi oluşturan şu kötü oyunculardan hangisinin yüzü daha çekici gelebilirdi ki ona!"
("yüzüne bakmak." bu satırları ilk okuduğumda çok az insanın yüzüne bakarak konuştuğumu farkettiğimi hatırlıyorum. hala da öyledir. iki kişilk yalnızlığı seçmeye karar vermem de o zamanlara rastlar. az konuşmaya karar verdiğim günler de o günlere denk gelir hatta. günlük hayatta bunun olamayacağını anlamam da hemen akabindedir bu olayların. susan birisi tehlikelidir çünkü diğerleri için. bu yüzden belki de zaman zaman gereğinden fazla konuşurum. hala da öyledir. gavurun "reaction formation" dediği bir nevi "karşıt tepki geliştirme" mekanizmasıdır bu benim için. şöyle bir şey yazmış sözlük bu savunma mekanizması için:
"birey gerçekte hissettiği duyguların tam aksi istikametinde davranışlar gösterir. gerçek duygularını göstermek ya bireyin bulunduğu ortamda, yine bireye göre mümkün değildir ya da birey gerçek duygularını kendine bile itiraf edemiyordur bu sebeplerden dolayı davranışları duygularıyla aksi yönlerde hareket eder" konuşmak istemiyorsundur ikiyüzlülüğe bulaşmamak için ama bu anlaşılmasın diye bu defa gereğinden fazla konuşuyorsundur. tam da burada murathan mungan'ın "çember" şiirini hatırlamak gerekir:
"ya dışındasındır çemberin
ya da içinde yer alacaksın
kendin içindeyken
kafan dışındaysa..."
evet işte kendin o çemberin içindeyken kafan dışındaysa; iletişimsizlik başlıyor ve söz değerini yitriyor. ha tabii bir de,
tüm bunlar olurken tüm yüzlerden farklı bir yüze bakmaya doyamadığını da farkedebilir insan. söz anlam kazanır. işte o insan hayatında ne kadar çok yer kapsıyorsa o kadar şanslı ne kadar az yer kapsıyorsa da o kadar şansızsındır.
bu gün pazar. öğleden sonra. "yalvarırım okuma bu yazıyı çarşamba günleri"
dışarı çıkıp bir şeyler yiyecektim vazgeçtim.
biliyordu anlamazlardı-2 yahut bir rüyanın şiddetinde katlanan sadelik
"belli ki susmak yaratılmamış şekliydi dünyanın"çağrılmayan yakup'ta böyle der edip cansever. çağrılmayan yakup'larımız vardır hayatta. anlamadığmız her insan, bizim için bir yakup'tur. sözün değerini yitirmesine, sözün giderek anlamsızlaşmasına bir tepkidir bu şiir birazda. söz değerini yitirdiğinde şiir ve rüya devreye girer.
ilk kez üç ay önce gördüğüm bir rüya var. defatle aynı rüyayı görüyorum üç aydır: bir fare sol bacak adalemi ısırıyor. irice kahvarengi bir fare. bacağımı fareden kurtarıp kaçmaya çabalıyorum; fakat fare karşıma geçip bana bakıyor, ağzından kan damlıyor bir halde. fare soluksoluğa, arka ayakları üzerine kalkmaya çalışıyor. dişlerinin keskinliğine hayret ediyorum. dişleri kıpkırmızı kan, benim kanım diye düşünüyorum. sonra hızlı hızlı yürümeye başlıyorum bir hastahaneye gitmem gerektiğini düşünmüş olacağım ki doktora neler söylemem gerektiğini tasarlıyorum kafamda. bir evin avlusuna geliyorum. doktor var mı diyorum bahçede bir şeylerle uğraşan adama. yok diyor adam. yaramı gösteriyorum. canımın çok yandığından bahsediyorum. fare yine karşıma geliyor. işte bu fare yaptı bunu diyip fareyi gösteriyorum. farenin ağzı hala kan. bari bacağımı yıkamama izin verin diyip musluğa doğru yürümeye çalışıyorum, fare tekrar arkamdan koşup adalemi ısırmaya çalışıyor. düşüyorum. gücümün azaldığını hissediyorum. fare yavaş yavaş yiyor etimi.
yok hayır, bir şeye yormayacağım bu rüyayı. öyle tahlile gelir bir yanı var mı onu bile düşünmedim hiç. sadece yatağa girdiğimde sözümün artık değerini yitirmeye başladığını ilk kez düşündüğüm gece görmüştüm bu rüyayı. sonra hep düşündüm bu sözün değersizleşmesini ve aralıklarla da bu rüyayı gördüm. söze şiddet katmak kırar etramızdakileri, incitir. söze değerini veren biraz da onun muhattabıdır. bu tanrı fikri için bile böyledir. yuhanna incili'nin 1. bap birinci ayeti "başlangıçta söz vardı" (in principio erat verbum) neyse geçiyorum burayı ey karî. tehlikeli sularda yüzüyorum hissine kapıldım zira.
başka yerden devamlayın, söze şiddet katmak kendini katmaktır aslında. insan kendini en çok şiddetini, nefretini kattığı sözlerinde ele verir. zeki demirkubuz'un kader filminde bekir karakterinin kadına söylediği bir söz var: " herkesin inandığı bir şey vardır, benim inandığım da sensin bu amına koduğumun hayatında!"bu sözdeki şiddetin yöneldiği nesneyi alırsan; çıkan sonucun sözü sarfedenin hayatına özne oluşuna şahit olursun ey karî. kulak ver bu dediklerime ey karî. ya da siktir et sendeki kulağa göre sözler yok bende. nerede bir deniz görse soyunduğunu söyler şair, nerede bir kulak görsem konuşmak istedim ben de. oysa en çok konuşmak istediğimizin kulağı bize en uzak. kelimelerimiz; pis bir farenin ağzından damlayan kan gibi, yahut yağmurlu bir bahar günü artık rutinleşmiş bir öksürük krizimden sonra ağzımdan yedikule göğüs hastalıkları hastahanesinin koridoruna damlayan kan gibi; bir benzetiş.
ilk kez üç ay önce gördüğüm bir rüya var. defatle aynı rüyayı görüyorum üç aydır: bir fare sol bacak adalemi ısırıyor. irice kahvarengi bir fare. bacağımı fareden kurtarıp kaçmaya çabalıyorum; fakat fare karşıma geçip bana bakıyor, ağzından kan damlıyor bir halde. fare soluksoluğa, arka ayakları üzerine kalkmaya çalışıyor. dişlerinin keskinliğine hayret ediyorum. dişleri kıpkırmızı kan, benim kanım diye düşünüyorum. sonra hızlı hızlı yürümeye başlıyorum bir hastahaneye gitmem gerektiğini düşünmüş olacağım ki doktora neler söylemem gerektiğini tasarlıyorum kafamda. bir evin avlusuna geliyorum. doktor var mı diyorum bahçede bir şeylerle uğraşan adama. yok diyor adam. yaramı gösteriyorum. canımın çok yandığından bahsediyorum. fare yine karşıma geliyor. işte bu fare yaptı bunu diyip fareyi gösteriyorum. farenin ağzı hala kan. bari bacağımı yıkamama izin verin diyip musluğa doğru yürümeye çalışıyorum, fare tekrar arkamdan koşup adalemi ısırmaya çalışıyor. düşüyorum. gücümün azaldığını hissediyorum. fare yavaş yavaş yiyor etimi.
yok hayır, bir şeye yormayacağım bu rüyayı. öyle tahlile gelir bir yanı var mı onu bile düşünmedim hiç. sadece yatağa girdiğimde sözümün artık değerini yitirmeye başladığını ilk kez düşündüğüm gece görmüştüm bu rüyayı. sonra hep düşündüm bu sözün değersizleşmesini ve aralıklarla da bu rüyayı gördüm. söze şiddet katmak kırar etramızdakileri, incitir. söze değerini veren biraz da onun muhattabıdır. bu tanrı fikri için bile böyledir. yuhanna incili'nin 1. bap birinci ayeti "başlangıçta söz vardı" (in principio erat verbum) neyse geçiyorum burayı ey karî. tehlikeli sularda yüzüyorum hissine kapıldım zira.
başka yerden devamlayın, söze şiddet katmak kendini katmaktır aslında. insan kendini en çok şiddetini, nefretini kattığı sözlerinde ele verir. zeki demirkubuz'un kader filminde bekir karakterinin kadına söylediği bir söz var: " herkesin inandığı bir şey vardır, benim inandığım da sensin bu amına koduğumun hayatında!"bu sözdeki şiddetin yöneldiği nesneyi alırsan; çıkan sonucun sözü sarfedenin hayatına özne oluşuna şahit olursun ey karî. kulak ver bu dediklerime ey karî. ya da siktir et sendeki kulağa göre sözler yok bende. nerede bir deniz görse soyunduğunu söyler şair, nerede bir kulak görsem konuşmak istedim ben de. oysa en çok konuşmak istediğimizin kulağı bize en uzak. kelimelerimiz; pis bir farenin ağzından damlayan kan gibi, yahut yağmurlu bir bahar günü artık rutinleşmiş bir öksürük krizimden sonra ağzımdan yedikule göğüs hastalıkları hastahanesinin koridoruna damlayan kan gibi; bir benzetiş.
5 Ocak 2013 Cumartesi
biliyordu, anlamazlardı
yeni bir şey söylemeye gebe insanlara özgü bir sessizlik hali vardır. biraz dikkatli bakıldığında her insanda gözlemlenebilir bu durum. o anda -işte tam o anda- söylenmek istenilenin anlaşılmayacağını ya da muhattabında istenilen sonucu uyandırmayacağını anlamak ,içinde bir çeşit hayal kırıklığı da barındırır bir halde, bir sessizlik olarak kendini dıştalar. ingmar bergman'ın oda üçlemesi'ndeki ya da michelangelo antionini'nin "iletişimsizlik üçlemesi" filmlerindekine koşut bir iletişimsizlik midir bu tam olarak bilmiyorum. bahsetmek istediğim daha yalınkat bir iletişimsizlik aslında. modernist tiyatro, sinema ya da romanın sorunsalladığı türden bir iletişimsizlik değil. çoğunlayın necatigil şiirinde bulurum bu türden iletişimsizliği. çünkü modernist sanatçıların kurmacaladığı eserlerde iletişimsizlik birey için bir kaderdir ve bu kabullenilir birey tarafından. benim demek istediğim içinde bir parça hayal kırıklığı barındıran ve kişinin kendisinden değil de dış dünyanın -belki de- art niyetliliğinden kaynaklanan bir iletişimsizlik. burada sözü kendisini tanıdığım günden beri tanımak için çabaladığım bay C'ye vermem gerekiyor.
"sustu, konuşmak gereksizdi. bundan sonra kimseye ondan bahsetmeyecekti. biliyordu; anlamazlardı." bay C.'nin serüveninin sonunda vardığı yer burası mı olmalıydı. oysa o tüm serüven boyunca buraya varmamak için çabalamıştı. paltosunun yakasını kaldırıp kalabalığa şöyle bir bakış fırlattıktan sonra yürüyüp gitmek; C için bir yazgı olmamalıydı. batılılar ve bizler için farklı türden bir iletişimsizlik sözkonusu da demek istiyorum burada tam da. batı da bireyleşen toplumun kendi kişisel adacıklarını kurmasının zorunlu bir sonucudur iletişimsizlik bizde ise iletişimsizlik; toplum içinde bireyleşerek bir anlamda içinde bulunduğu topluma marjinallleşen bireye yine o toplum tarafından verilmiş bir tür ceza gibidir. vulgarize ederek söylersem, toplum şöyle diyordur bireye: "biz senin anlatacaklarını dinlemek istemiyoruz anlatsan da onları kendi değer yargılarımızla değerlendirip yok hükmüne çıkarıp değersizleştiririz"
(2 saat kadar ara vermişim yazmaya. iki saat oldu. bu iki saatte ne(ler)yaptığımı yazardım ama burası bir günlük değil tabii en sonunda. Bon Jovi'nin "I'll Be There For You" şarkısını hatırlatacaktım. duruma uygun düşüyordu çok. sonra nedense özdemir asaf'ın aynı minvalde bir dizesini söylemiştim:"inanmadığım oranda sırf sen varsın diye olacağım orada" bunu söyleyip susmuştum. chopin dinliyorum şu an. bu aralar bir chopin geliyor başka da bir şeyin gelmesine izin vermiyor, dayatıyor kendini chopin. ey karî sen de bu satırları okurken chopin dinle. farkına varmazsın belki ama chopin beni sana bağlar ey karî)
evet ne diyordum. biliyorum, anlamazsınız mı diyordum? selim ışık'ı düşündün mü hiç ey karî? "oysa mesela selim ışık/anlatmadan anlaşılmaya aşık" olan selim ışık'ı. yani bütün bu anlattıklarımın -bay C. gibi zorunlu olarak toplum tarafından iletişimisizliğe mahkum edilmiş selim'i- öznesi olan selim'i? oysa uutmuşum sizlerin selimleri bayC.'leri tanımadaki maharetinizi. nasıl da bir bakışta tanırsınız onları. öyle ya insan sarrafısınız hepiniz. bir yalanı yaşıyorsunuz hiç düşündünüz mü? selimler bunu hatırlatır size bu yüzden sevmezsiniz onları (ya da belki de seviyormuş gibi yaparsınız.) bunu söylememe izin var mı? içinizden hep onlar tarafından bağışlanmayı dileyeceksiniz ve fakat, heyhat...
oturduğunuz üç oda bir salonların konforunu onların sustukları üzerine inşa ettiniz. bir özür olsun çok görmeyiniz onlara ey karî. bağışlanmayı dileyiniz, şüphesiz ki onlar bağışlayandır affedendir. bil ki ey karî onların da elinde bir silah var. sendekine benzeyen bir silah hem de. "mış gibi yapmak" silahı onlarda da var ve hatta onlar bu silahı kullanmada lee van cleef karşısındaki clint eastwood kadar mahirlerdir ve yalanlarınıza inanıyor"muş" gibi yaparlar.
onların sustuklarını yazmayı kendine görev edinmiş yalvaçları var. sonya semyonovna karşısında diz çöküp bütün insanlıktan özür dileyen raskolnikov'u düşün, sonra Werther'e bir kurdelaya bir hayatı sığdırtan goethe'yi, dahi anna karannina'yı, bazarov'u, zavallı necdet'i, isa'yı, selim'i, zebercet'i, bay C'yi, behçet necatigil'i düşün ve annesi evlere temizliğe temizliğe giden çocuğu düşün. ahmet camil'i düşün sonra keşke şiirlerini okayabilseydi lamia'ya; lamia beğenseydi o şiirleri o baran-ı dürr-i siyah yağar mıydı ahmet cemil'in üzerine. okuyamadı o şiirleri ahmet cemil. bir şair düşün şiirlerini okumak yerine susan bir -susmak zorunda kalan bir şair- şair. sen ahmet cemil'i gördün mü ey karî? ben gördüm. müstehzi bir gülüş vardı yüzünde. sustuğu tüm o şiirleri dinledim. oysa o hep yanında şah damarından da yakın sana; ama görmedin. onu oraya sen koydun, nasıl görmezsin bak işte "kahve bardağınla limonatamın arasında onu oraya sen koydun..."
"sustu, konuşmak gereksizdi. bundan sonra kimseye ondan bahsetmeyecekti. biliyordu; anlamazlardı." bay C.'nin serüveninin sonunda vardığı yer burası mı olmalıydı. oysa o tüm serüven boyunca buraya varmamak için çabalamıştı. paltosunun yakasını kaldırıp kalabalığa şöyle bir bakış fırlattıktan sonra yürüyüp gitmek; C için bir yazgı olmamalıydı. batılılar ve bizler için farklı türden bir iletişimsizlik sözkonusu da demek istiyorum burada tam da. batı da bireyleşen toplumun kendi kişisel adacıklarını kurmasının zorunlu bir sonucudur iletişimsizlik bizde ise iletişimsizlik; toplum içinde bireyleşerek bir anlamda içinde bulunduğu topluma marjinallleşen bireye yine o toplum tarafından verilmiş bir tür ceza gibidir. vulgarize ederek söylersem, toplum şöyle diyordur bireye: "biz senin anlatacaklarını dinlemek istemiyoruz anlatsan da onları kendi değer yargılarımızla değerlendirip yok hükmüne çıkarıp değersizleştiririz"
(2 saat kadar ara vermişim yazmaya. iki saat oldu. bu iki saatte ne(ler)yaptığımı yazardım ama burası bir günlük değil tabii en sonunda. Bon Jovi'nin "I'll Be There For You" şarkısını hatırlatacaktım. duruma uygun düşüyordu çok. sonra nedense özdemir asaf'ın aynı minvalde bir dizesini söylemiştim:"inanmadığım oranda sırf sen varsın diye olacağım orada" bunu söyleyip susmuştum. chopin dinliyorum şu an. bu aralar bir chopin geliyor başka da bir şeyin gelmesine izin vermiyor, dayatıyor kendini chopin. ey karî sen de bu satırları okurken chopin dinle. farkına varmazsın belki ama chopin beni sana bağlar ey karî)
evet ne diyordum. biliyorum, anlamazsınız mı diyordum? selim ışık'ı düşündün mü hiç ey karî? "oysa mesela selim ışık/anlatmadan anlaşılmaya aşık" olan selim ışık'ı. yani bütün bu anlattıklarımın -bay C. gibi zorunlu olarak toplum tarafından iletişimisizliğe mahkum edilmiş selim'i- öznesi olan selim'i? oysa uutmuşum sizlerin selimleri bayC.'leri tanımadaki maharetinizi. nasıl da bir bakışta tanırsınız onları. öyle ya insan sarrafısınız hepiniz. bir yalanı yaşıyorsunuz hiç düşündünüz mü? selimler bunu hatırlatır size bu yüzden sevmezsiniz onları (ya da belki de seviyormuş gibi yaparsınız.) bunu söylememe izin var mı? içinizden hep onlar tarafından bağışlanmayı dileyeceksiniz ve fakat, heyhat...
oturduğunuz üç oda bir salonların konforunu onların sustukları üzerine inşa ettiniz. bir özür olsun çok görmeyiniz onlara ey karî. bağışlanmayı dileyiniz, şüphesiz ki onlar bağışlayandır affedendir. bil ki ey karî onların da elinde bir silah var. sendekine benzeyen bir silah hem de. "mış gibi yapmak" silahı onlarda da var ve hatta onlar bu silahı kullanmada lee van cleef karşısındaki clint eastwood kadar mahirlerdir ve yalanlarınıza inanıyor"muş" gibi yaparlar.
onların sustuklarını yazmayı kendine görev edinmiş yalvaçları var. sonya semyonovna karşısında diz çöküp bütün insanlıktan özür dileyen raskolnikov'u düşün, sonra Werther'e bir kurdelaya bir hayatı sığdırtan goethe'yi, dahi anna karannina'yı, bazarov'u, zavallı necdet'i, isa'yı, selim'i, zebercet'i, bay C'yi, behçet necatigil'i düşün ve annesi evlere temizliğe temizliğe giden çocuğu düşün. ahmet camil'i düşün sonra keşke şiirlerini okayabilseydi lamia'ya; lamia beğenseydi o şiirleri o baran-ı dürr-i siyah yağar mıydı ahmet cemil'in üzerine. okuyamadı o şiirleri ahmet cemil. bir şair düşün şiirlerini okumak yerine susan bir -susmak zorunda kalan bir şair- şair. sen ahmet cemil'i gördün mü ey karî? ben gördüm. müstehzi bir gülüş vardı yüzünde. sustuğu tüm o şiirleri dinledim. oysa o hep yanında şah damarından da yakın sana; ama görmedin. onu oraya sen koydun, nasıl görmezsin bak işte "kahve bardağınla limonatamın arasında onu oraya sen koydun..."
2 Aralık 2012 Pazar
karşılığı yaşamakta olan
karşısına sürekli yol ayrımları çıkan insan için asıl mesele hangi yolu seçeceği değildir; asıl mesele kişi neden karşısına sürekli yol ayrımları çıkaran bir hayat yaşıyordur? çünkü sürekli yanlış kararlar almış olmanın zorunlu bir sonucu gibi durmakta bu. ilk bakışta tekdüze gitmeyen bir hayatmış gibi görünse de bu tip bir yaşamak; bir süre sonra serüven duygusunun yitip gitmesine neden oluyor. bu ölüm gibi.
mutlu olduğumu duyumsadığım anlar var. oysa mutluluk duyumsanacak bir şey değil; yaşanılacak bir şeydir. duyumsamak; yabancılaşmanın yüklemi olduğu bir hayata yan cümle olabilecek türden bir fiil gibi gelir bana her zaman. yabancılaşmak ama herkese ve her şeye. ancak o zaman bu duyumsamak fiilini hükmünü icra edebiliyorken yakalayabiliyorsun. varlığını el yordamıyla dahi hissetirebilecek hale gelmiş bir kanser tümörü gibi yakalayabiliyorsun duyumsama'yı. yabancılaşmak bilinçli bir tercihle elde edilebilecek bir şey değildir. aksine sonunu kesitremediğin bazı tercihlerin zaman içerisinde ortaya çıkardığı zorunlu bir bedel gibi duruyor buradan bakınca. baktığım yer mi neresi? burası işte ağızdan çıkan her sözün yankı yaptığı bir oda.
bir köşeye çekilip kendine acımak: bu da başka bir tezahür. bunu genç werther'in ıstırapları'nda bulabilirsiniz. daha iyisini yazamayacağıma göre atlayayım bu bahsi. (fakat werther son bir umutla belki de kağıt kaleme sarılır ve arkadaşına yazar. ister ki biri ortak olsun, kendi dışında bir başkası daha acısın kendisine; neye yaramıştır ki bu? werther werther'dir işte. ne bekliyordun? bir kurtarıcı? werther'i kim kurtarabilirdi ki? dahası werther gerçekten kurtulmak mı istiyordu? yazdığı tüm o mektuplar bir "help scream" miydi? sen werther'i hiç anlamamışsın böyle düşünüyorsan. werther'lerin bir kurtarıcıya değil sadece acılarına ortak olabilecek birine ihtiyacı vardır. (italya'dan birine hediye ederim diye getirdiğim şarabı bitirdim şimdi; kendime hediye etmişim gibi oldu; kendime de yabancı değil miyim zaten bunda şaşılacak ne var?)
william faulkner'in "as i lay dying"inde geçer: "yeryüzüne gelmemiz için iki kişi gerekiyor, ölmek içinse bir kişi yeter" bu söz genç werther'in ıstıraplar'yla metinlerarasılık kurar. (italya'dan getirdiğim sigaradan yaktım bir tane) bir düşün ey karî senin yaşamınla da metinlerarasılık kurmuyor mu bu cümle?
biliyorum ey karî, günahkar olduğumu düşünüyorsun. günahkar olduğumu düşünen ve benim için dua eden biri var bunu hissediyorum. aynı romanda geçer : "bir gün cora'yla konuşuyordum. benim için dua ediyordu, çünkü günahın gözlerimi kör ettiğine inanıyordu. benim de onunla birlikte diz çöküp dua etmemi istiyordu, çünkü günahın bir sözcükten ibaret olduğu insanlar için kurtuluş da bir sözcükten ibaretti." kelimelerle konuşanların dünyasında günah da bir kelimeden ibarettir kurtuluş da. gerçek günahlarım var söze gelmeyen bu yüzden bağışlanmayı dilemedim hiç. dilemek: bir sözcük işte en sonunda. yaşamakta karşılığını bulmadıktan sonra
mutlu olduğumu duyumsadığım anlar var. oysa mutluluk duyumsanacak bir şey değil; yaşanılacak bir şeydir. duyumsamak; yabancılaşmanın yüklemi olduğu bir hayata yan cümle olabilecek türden bir fiil gibi gelir bana her zaman. yabancılaşmak ama herkese ve her şeye. ancak o zaman bu duyumsamak fiilini hükmünü icra edebiliyorken yakalayabiliyorsun. varlığını el yordamıyla dahi hissetirebilecek hale gelmiş bir kanser tümörü gibi yakalayabiliyorsun duyumsama'yı. yabancılaşmak bilinçli bir tercihle elde edilebilecek bir şey değildir. aksine sonunu kesitremediğin bazı tercihlerin zaman içerisinde ortaya çıkardığı zorunlu bir bedel gibi duruyor buradan bakınca. baktığım yer mi neresi? burası işte ağızdan çıkan her sözün yankı yaptığı bir oda.
bir köşeye çekilip kendine acımak: bu da başka bir tezahür. bunu genç werther'in ıstırapları'nda bulabilirsiniz. daha iyisini yazamayacağıma göre atlayayım bu bahsi. (fakat werther son bir umutla belki de kağıt kaleme sarılır ve arkadaşına yazar. ister ki biri ortak olsun, kendi dışında bir başkası daha acısın kendisine; neye yaramıştır ki bu? werther werther'dir işte. ne bekliyordun? bir kurtarıcı? werther'i kim kurtarabilirdi ki? dahası werther gerçekten kurtulmak mı istiyordu? yazdığı tüm o mektuplar bir "help scream" miydi? sen werther'i hiç anlamamışsın böyle düşünüyorsan. werther'lerin bir kurtarıcıya değil sadece acılarına ortak olabilecek birine ihtiyacı vardır. (italya'dan birine hediye ederim diye getirdiğim şarabı bitirdim şimdi; kendime hediye etmişim gibi oldu; kendime de yabancı değil miyim zaten bunda şaşılacak ne var?)
william faulkner'in "as i lay dying"inde geçer: "yeryüzüne gelmemiz için iki kişi gerekiyor, ölmek içinse bir kişi yeter" bu söz genç werther'in ıstıraplar'yla metinlerarasılık kurar. (italya'dan getirdiğim sigaradan yaktım bir tane) bir düşün ey karî senin yaşamınla da metinlerarasılık kurmuyor mu bu cümle?
biliyorum ey karî, günahkar olduğumu düşünüyorsun. günahkar olduğumu düşünen ve benim için dua eden biri var bunu hissediyorum. aynı romanda geçer : "bir gün cora'yla konuşuyordum. benim için dua ediyordu, çünkü günahın gözlerimi kör ettiğine inanıyordu. benim de onunla birlikte diz çöküp dua etmemi istiyordu, çünkü günahın bir sözcükten ibaret olduğu insanlar için kurtuluş da bir sözcükten ibaretti." kelimelerle konuşanların dünyasında günah da bir kelimeden ibarettir kurtuluş da. gerçek günahlarım var söze gelmeyen bu yüzden bağışlanmayı dilemedim hiç. dilemek: bir sözcük işte en sonunda. yaşamakta karşılığını bulmadıktan sonra
26 Ekim 2012 Cuma
Floransa'da bayram sabahi
yagmurlu bir floransa sabahi. katilimcilar bir sey anlatiyor ama dinlemiyorum. cok kotu bir ruya gordum. gordugum seyin olma ihtimali beni korkutuyor ve bunun olabilecegi ihtimalinin dahi beni bu kadar korkutmasi beni rahatsiz ediyor.
sabah uyanir uyanmaz bi turku takildi dilime:
bir de anyway
sabah uyanir uyanmaz bi turku takildi dilime:
20 Ekim 2012 Cumartesi
Modigliani
yok modigliani hakkında yazmayacağım. yarın bu saatlerde onun doğduğu yaşadığı topraklarda olacağım, yürüyeceğim, oturacağım, bakacağım...
şimdilik eyvallah.
"olduran yıkan yeniden yapan gözlerini seviyorum kaç kişi
bir senin gözlerin var zaten daha yok
ya bu başını alıp gidiş boynundaki
modigliani oğlu modigliani"
şimdilik eyvallah.
"olduran yıkan yeniden yapan gözlerini seviyorum kaç kişi
bir senin gözlerin var zaten daha yok
ya bu başını alıp gidiş boynundaki
modigliani oğlu modigliani"
18 Ekim 2012 Perşembe
yeniden yahut La Nausée
ne zamandır yazmıyorum. yazacak bir şey olmadığından değil de yazacak çok şey olması aslında buna sebep.
tek başıma floransa'ya gidiyorum iki gün sonra. gerzekçe bir kurs ama gidiyorum işte. gitmiş olmak için gidiyorum. içimdeki serüven duygusu biteli çok oldu çünkü. tabii şimdi böyle deyince bir iki selam vermez farz olur: Antoine Roquentin'e selam olsun ve onda serüven duygusunu anlık da olsa yeniden canlandıran Anny'e de...
tek başıma floransa'ya gidiyorum iki gün sonra. gerzekçe bir kurs ama gidiyorum işte. gitmiş olmak için gidiyorum. içimdeki serüven duygusu biteli çok oldu çünkü. tabii şimdi böyle deyince bir iki selam vermez farz olur: Antoine Roquentin'e selam olsun ve onda serüven duygusunu anlık da olsa yeniden canlandıran Anny'e de...
31 Ağustos 2012 Cuma
yabancılaşmak
kendini yalnız hissetmek değildir yabancılaşmak. (marksist anlamda veya varoluççu anlamda yabancılaşma bahsine girmek istemiyorum burada. bunu zaten tezimde tartışmıştım yeterince meraklısı bulup okur. hatta aha da burada var tezim: http://sosyalbilimler.cukurova.edu.tr/tez/1569/ buradan tezi indirip yabancılaşma maddesine bakabilirsin ey kari) bahsetmek istediğim anlık yabancılaşmalar. bulunduğun ortamdan, durumdan anlık kopup gitmeler. hayır serbest çağrışımın alanına giren türden bir kopup gitmeyi de kastetmiyorum. "e ne kastediyorsun lan" diyen sabırsız kari, şunu kastediyorum: etrafındakilerin, bazen en yakınındakilerin, senden gayrı olduğunu hissetme anı.
bir şekilde hayatıma giren insanlardan kendimi farklı görmem de diyebiliriz buna. okul arkadaşları, iş arkadaşları vs. "sosyal" bir varlık olmanın getirdiği zorunluluktan doğan arkadaşlıklar yani bir anlamda. bazen bir tenefüs arasında, bazen bir dersi beklerken, bazen okuldan kaçıp aylak aylak gezereken olurdu bu bana. "ne işim var lan benim bu insanların arasında" diyorum bazen. kendimi farklı veya üstün görmemin bir sonucu değil bu yanlış anlaşılmasın. insanların çoğu konuda "mış gibi" yapmasından kaynaklanıyor aslında bu. biri ya da birilerinin siyasi, felsefi, dini, edebi vs. bir konuda biliyormuş gibi yapması senin aslında onların bir bok bilmediğini bilmen ama bir şey diyememen sonunda o andan kopup gitmen ve "ne işim var lan benim bunun (ya da bunların) yanında" diye düşünmen anındaki yabancılaşmayı kastetmeye çalışıyorum. tam da aslında benim lanetlenmemin günleri geliyor şu sıralar. okullar açılıyor çünkü. bu ülkede öğretmenler kadar "mış gibi yapan" başka br meslek grubu daha yoktur. ben de öğretmenim. ve bilemezsin ey kari benim şu 8 yıllık öğretmenlik hayatım boyunca öğretmenler odasında yaşadığım yabancılaşmanın ne haddini ne hesabını.
istanbul'daki öğretmenlik günlerimin ilk zamanlarında rahattım bu konularda. kimseyle konuşmuyordum, öğretmenler odasına adımımı bile atmıyordum. sigara odasında benden daha az konuşan bir ingilizce hocası vardı akın hoca, karikatüristti. okul zamanı tenefüslerde onunla oturup susuyorduk karşılklı. okuldan çıkınca da bakırköy sokaklarında yürüyordum tek başıma. iyiydi böyle. ama tabii sürdürülebilir değildi bu. asla yalnız kalmana izin vermezler. yalnız kalmayı tercih eden kişi ötekiler için her zaman bir tehdittir.
blog'un günlükten farkı bu işte. somutlayamıyorsun anlattıklarını. sonuçta kamuya açık bir alan burası. şöyle somutlayabilirim belki: kendini solcu veya dindar yahut sanattan anlayan biri olarak sunan bir öğretmen; ya da vazgeçtim amına koyim. öyle işte. bunaltıyorlar adamı. bende de ikiyüzlülük var biraz. söyleyemiyorum insanlara. bak şöyle şöyle diyorsun ama bi sik bilmiyon la mal diyemiyorum. bir şey bilmeyene, bilmediğiyle yaşayan insana öyle çok saygı duyuyorum ki ey kari bilemezsin.. bunu okuyan: beni tanıyorsan "sen biliyorsun da ne oluyor?" diyebilirsin ki dersin biliyorum, bir şey olmuyor işte. sorun da bu zaten. azalıyorum, azaldığımla da kalıyorum. şans oyunları oynuyorum. çıkarsa iyi bir para istifa edip gereksiz tüm insanları (yanlarında yabancılaştığım tüm insanları) hayatımdan çıkarmayı düşünüyorum. okumayı, bilmeyi istiyorum.. yazmayı ve sonra gitmeyi.
işte böyle Sayın Bayan Vera Tulyakova...
bir şekilde hayatıma giren insanlardan kendimi farklı görmem de diyebiliriz buna. okul arkadaşları, iş arkadaşları vs. "sosyal" bir varlık olmanın getirdiği zorunluluktan doğan arkadaşlıklar yani bir anlamda. bazen bir tenefüs arasında, bazen bir dersi beklerken, bazen okuldan kaçıp aylak aylak gezereken olurdu bu bana. "ne işim var lan benim bu insanların arasında" diyorum bazen. kendimi farklı veya üstün görmemin bir sonucu değil bu yanlış anlaşılmasın. insanların çoğu konuda "mış gibi" yapmasından kaynaklanıyor aslında bu. biri ya da birilerinin siyasi, felsefi, dini, edebi vs. bir konuda biliyormuş gibi yapması senin aslında onların bir bok bilmediğini bilmen ama bir şey diyememen sonunda o andan kopup gitmen ve "ne işim var lan benim bunun (ya da bunların) yanında" diye düşünmen anındaki yabancılaşmayı kastetmeye çalışıyorum. tam da aslında benim lanetlenmemin günleri geliyor şu sıralar. okullar açılıyor çünkü. bu ülkede öğretmenler kadar "mış gibi yapan" başka br meslek grubu daha yoktur. ben de öğretmenim. ve bilemezsin ey kari benim şu 8 yıllık öğretmenlik hayatım boyunca öğretmenler odasında yaşadığım yabancılaşmanın ne haddini ne hesabını.
istanbul'daki öğretmenlik günlerimin ilk zamanlarında rahattım bu konularda. kimseyle konuşmuyordum, öğretmenler odasına adımımı bile atmıyordum. sigara odasında benden daha az konuşan bir ingilizce hocası vardı akın hoca, karikatüristti. okul zamanı tenefüslerde onunla oturup susuyorduk karşılklı. okuldan çıkınca da bakırköy sokaklarında yürüyordum tek başıma. iyiydi böyle. ama tabii sürdürülebilir değildi bu. asla yalnız kalmana izin vermezler. yalnız kalmayı tercih eden kişi ötekiler için her zaman bir tehdittir.
blog'un günlükten farkı bu işte. somutlayamıyorsun anlattıklarını. sonuçta kamuya açık bir alan burası. şöyle somutlayabilirim belki: kendini solcu veya dindar yahut sanattan anlayan biri olarak sunan bir öğretmen; ya da vazgeçtim amına koyim. öyle işte. bunaltıyorlar adamı. bende de ikiyüzlülük var biraz. söyleyemiyorum insanlara. bak şöyle şöyle diyorsun ama bi sik bilmiyon la mal diyemiyorum. bir şey bilmeyene, bilmediğiyle yaşayan insana öyle çok saygı duyuyorum ki ey kari bilemezsin.. bunu okuyan: beni tanıyorsan "sen biliyorsun da ne oluyor?" diyebilirsin ki dersin biliyorum, bir şey olmuyor işte. sorun da bu zaten. azalıyorum, azaldığımla da kalıyorum. şans oyunları oynuyorum. çıkarsa iyi bir para istifa edip gereksiz tüm insanları (yanlarında yabancılaştığım tüm insanları) hayatımdan çıkarmayı düşünüyorum. okumayı, bilmeyi istiyorum.. yazmayı ve sonra gitmeyi.
işte böyle Sayın Bayan Vera Tulyakova...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)