11 Haziran 2017 Pazar

sabahattin ali'nin öykülerindeki toplumcu gerçekçilik üzerine

Sonda söyleyeceğimi başta söylemek adına,
Aslında bu yazının tartışacağı ana mesele ile yazının başlığı arasında derin bir tezat var. Çünkü bu yazı bir paradigmayı –yani Sabahattin Ali öykülerine atfedilen “toplumcu gerçekçi” sıfatı üzerinde oluşan paradigmayı- tartışacak ve sonrasında bazı örnekler üzerinden Sabahattin Ali öykülerinin toplumcu gerçekçi olmadığı tezini savlayacak.
Ahmet Oktay, Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları adlı eserinin giriş bölümünde, toplumcu gerçekçilik için, “Bir kuram ve yöntem olarak, yalnızca yazınsal yapıtın nasıl okunması gerektiğine ilişkin ilkeleri dizgiselleştirmekle kalmaz Toplumcu Gerçekçilik, doğrudan siyasal işlevle görevlendirilmiş yazarın yapıtını oluştururken uyması gereken ilkeleri de belirler.” (Oktay, 2000, s.11) der. Burada vurgunun  “siyasal işlevle görevlendirilmiş yazar” tamlaması üzerine olduğu gayet açıktır. Buradan hareketle Sabahattin Ali, kendisine verilmiş böyle bir görev olduğunu düşünüp öykülerini de bu minval üzere mi yazmıştır sorusunu sormamız ve bu soruya bir cevap vermemiz gerekmektedir. Yaşasaydı bu soruyu doğrudan kendisine sorabilir ve alacağımız yanıt üzerinden Ali’nin öykü poetikasıyla ilgili bir hüküm kurabilirdik fakat böyle bir imkanımız ne yazık ki yok. O halde geriye kalan eldeki tek malzemeye yani yazarın öykülerine yönelteceğiz bu soruyu. Fakat öykülere soru sormaya başlamadan önce bir kuram olarak Toplumcu Gerçekçiliğin neye tekabül ettiğini biraz daha açmak gerekiyor sanırım.
Ahmet Oktay, Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları adlı eserinde şöyle bir tespit yapar: “Yazar, başka türlü söylemek gerekirse hem yanlış-bilinç biçimini hem de doğru-bilinç biçimini kavrayabilen bilen-özne, bu devrimci sınıfa kendi bilincini kazandırmak için çalışmalıdır. Yani ona gerçeğin doğru bilgisini vermelidir. Böylece bilinçlenecek olan insan, sınıfının çıkarlarını kavrayacak ve dünyayı değiştirmek amacıyla mücadeleye girişecek ve sosyalist toplumu kuracaktır. (Oktay, 2000, s.23) burada da vurgunun, yazarın görevinin sosyalist toplumu kurmaya yönelik çabası üzerine olduğu açıktır. Ahmet Oktay’ın aynı eserinin 1. Bölüm başlığının bizatihi kendisi de bize Toplumcu Gerçekçilik hakkında ipucu vermektedir: “Üç İmge: Kurban, Suçlu, Kurtarıcı” (a.g.e. s. 43) burada kurbandan kastedilenin ezilen halk, suçludan kastın halkı ezen egemen sınıflar; kurtarıcıdan kastın ise sınıf bilincine erişerek kendini halkı kurtarmaya adayan devrimci olduğu açıktır. Şu halde Toplumcu Gerçekçi olduğu iddia edilen bir eserde bu üç imgenin izini sürebilmemiz gerekmektedir.
Şimdi bu üç imgeyi ve dahi yukarıda söylediğim Toplumcu Gerçekçiliğin diğer özelliklerini Sabahattin Ali eserlerinde tahlil etmeye. Örneklem olarak aldığım ilk öykü Apartman adlı öykü:

APARTMAN
Sivri damın üzerinde, keskin bir koku dağıtan yaş tahtlara keseri vuruyor, bir taraftan da batıya doğru inmeye başlayan güneşi gözlüyordu. Ağustosun sonuna yaklaştıkları için mal sahibi çatının çabuk örtülmesini istemişti. Yağmurlar başlar diye korkuyordu. Bunun için sekiz kişi iki gündür hep çatıda uğraşıyorlardı.
Öğleyin şöyle on dakika dinlenip biraz ekmekle yarım karpuz yemiş, hemen işe başlamıştı. Böyle yüksekte (apartman beş katlı idi ) ve yarı yatmış, yarı ayakta durarak yaş tahtalara abanmak ve mütemadiyen başının üst tarafında keser sallamak insana sersemlik, hatta baş dönmesine benzer bir şey veriyordu.
Bir akşam olsa, bir eve gitse, bir arka üstü yatsa ve karısı ile küçük kızına şöyle göğsünü kabarta kabarta bir bağırıp çağırsa!...
Mal sahibi karşı apartmanda oturuyordu (orası da kendi malı idi). Onun için burada bağırmak değil, hızlı bile konuşamıyorlardı. Herif bazen pencereyi açıp göbeğini kenara dayayarak saatlerce baktığı ve ara sıra: “orasını iyi kapat!” yahut : “lakırdıyı bırakalım!” diye emirler verdiği için işçilere, o olmadığı zaman da devam eden bir çekingenlik gelmişti. Sessiz sessiz çalışıyorlardı.
Birdenbire irkildi. Etrafında bakınırken ilerideki sokak başında küçük bir küfecinin iki kat olmuş geldiğini gördü. İçi, safrası kabarmış gibi, allak bullak oldu. Eliyle yarı çivilenmiş tahtlardan birine yapıştı, aşağıya doğru dikkatle bakmaya başladı.
Küfeye yükletilen eşyanın altında, ayakları sokağın bozuk taşlarına yapışıkmış gibi adımlar atarak ilerlemeye çalışan küçük hamal kendi oğlu idi.
Bir gün iş bulup on gün bulamadığı sıralarda, onu, zaten sebebini anlamadan iş olsun diye gönderdiği mektepten almış bir daha göndermemişti.
Bir karısı ve bu oğlundan başka iki de kız çocuğu vardı. Ayın en çok on gününde aldığı en çok altmışar kuruşla bunları doyuramıyordu. Küçük oğlan ufaktan çalışmaya başlamalıydı.
Ucuzca eski bir küfe aldıktan sonra onu pazarlara gönderdi ve çocuk gününe göre yirmi yirmi beş kuruşa kadar kazanıp getirmeye başladı. Büyüdükçe belki beş on kuruş daha fazla da çıkarabilirdi.
Fakat bu sefer fena yüklemişlerdi. Alnına güneş vurdukça terlerin parıldadığını o buradan görebiliyordu. Çocuğun yanında giden uşak kılıklı bir adam ara sıra durup bir şeyler söylüyor, galiba: “Yürüsene be !” filan diyordu.
Yaklaştıkları zaman küfenin içinde neler olduğunu da seçmeye başladı. Bir sürü şişelerin arasında irili ufaklı konserve kutuları vardı, renkli kağıt kuşaklara sarılmış teneke kutular. Ve sonra şişeler, kısa, tıknaz, fıçı biçiminde, huni biçiminde, dar boğazlı, şiş gerdanlı ve içinde beyaz, yeşil, vişne rengi ve kan rengi sular bulunan bir çok şişeler. Çocuk bu ağır yüklerin altında yıkılacak gibi yürüyordu.
Çocuğun yanında yürüyen adamı tanıdı: Apartman sahibinin uşağı idi. Herhalde bu akşam karşıda ziyafet olacaktı. Bu içkiler, bu çeşit çeşit balık ve konserve kutuları bunu gösteriyordu.
Küfeci ve uşak karşı apartmanın kapısına geldiler. Çocuk ufacık elleriyle duvara tutunarak bir ayağını merdivene attı. Babası yukardan bu ayağın pazılarının nasıl titreye titreye gerildiğini gördü. Fakat çocuk öteki ayağını bir türlü kaldıramıyordu. Yük herhalde çok ağır olacaktı. Uşak canı sıkılmış bir tavırla ve eli arkada seyrediyordu. Çocuk bir hamle daha yaparak o basamağı ve aynı güçlükle öteki üç basamağı çıktı, kapıdan içeri girdi.
Babası yukarıda adeta nefes bile alamayarak bekliyordu. Ustabaşı damın öbür ucundan; “Hey… durma!” diye bağırdı. Silkinerek, keseri başının üzerindeki tahtalara vurmaya başladı. Fakat aklı hep arkada, karşı apartmanda idi. Ara sıra gene durarak dinliyor, fakat kalbinin gümbürtüsünden başka bir şey duymuyordu. Biraz sonra, keser seslerinin arasında, kulağına şangırtıya benzeyen bir ses geldi. Durdu, geriye ve aşağıya doğru eğilerek dinlemeye başladı. Karşı apartmanın içinde kalın bir ses bağırıyordu. Fakat söylenen sözleri anlamak mümkün değildi. Ara sıra ince bir vızıldanma kulağına gelir gibi oluyordu. Biraz sonra sesler kapıya yaklaştı.
Yukarıdaki adam büsbütün eğilerek bakmaya başladı. Kapıdan, önce oğlu çıktı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve bir eliyle küfesini ipinden tutup sürüklüyor, öteki eliyle de sağ dizini ovuşturuyordu. Bu ayağı kan içindeydi.
Arkasından uşak göründü. Çok kızgındı: “Haydi bakalım çek arabanı!” diye çocuğa bağırdı.
Çocuk büsbütün ağlamaya başladı. Bu arada anlaşılmaz bir şeyler söylüyordu. Öteki hızla bağırdı: “Defol lan! Senin yüzünden ben de laf işittim! Taşıyamayacaktın da ne diye yüklendin…”
Çocuk yeni bir şeyler mırıldandı. Uşak: “Pamuk yükletecek değildik ya!...” dedi.
Çocuk gözlerini silmeye başlayarak: “O kadar yerler dolaştırdınız paramı verin hiç olmazsa!” diye yalvardı. Öteki omuzlarını silkti:
“İki şarap şişesi kırıldı, yüz ellişerden üç lira… Bir de paramı istiyorsun? ” Diyerek apartmanın köşesindeki ufak kapıdan girdi. Çocuk hala orada duruyor ve uuuf,uuuf… diye ağlıyordu. Ayağından sızan kanlar apartmanın önündeki beyaz parkeleri kırmızıya boyamıştı.
Babası yukarıdan donmuş gibi bakıyor, bir şey söyleyemiyordu. İşe karışır ve çocuğun kendi oğlu olduğu anlaşılırsa mal sahibinin kendinsini kovacağını zannediyordu. Öyle ya, “çocuğu niçin ağlattınız?” yahut, “çocuğun parasını verin! ...” demeye kalksa derhal defedilirdi. İşinden ayrılıp aşağıya da gidemezdi. Zaten bunları bu anda hiç düşünmüyordu. Yalnız aptal gözlerle aşağıya bakıyor ve göğsünü parçalayacakmış gibi çarpan kalbini tutuyordu.
Birden bire karşı pencere açıldı, apartman sahibinin evvela büyük göbeği, sonra kırmızı başı göründü. Dışarı uzanmaya çalışarak gürler gibi bağırdı:
“Hey! …Zırlamasana pencerenin önünde!… Defolup gitsene!..
Uşak hemen girdiği kapıdan fırladı.
Küfesinin üstüne oturarak ve yaralı dizine baka baka ağlayan çocuğu omzundan tutarak kaldırmak istedi. Çocuk bağırıyordu: “Görmüyor musun be!.. Cam kırıkları dolmuş içine… Uuuf…”
“Haydi git başka yerde ağla!...”
“Beş kuruşumu verin!...”
Penceredeki adam hırsından kıpkırmızı kesilerek bağırdı: “ At şu piçi şuradan! ” Uşak , küfeciyi kolundan yakalayarak sürüklemeye başladı. Küfesini bir elle tutuyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Kalktığı yerde parkeler kıpkırmızı idi ve güneş orasını donup donup parlatıyordu.
Çatının üstündeki adam hiç kımıldamadan aşağıya bakıyordu. Gözlerinin içi yanıyor ve beyni karıncalanıyordu. Yakası boğazına dar geliyormuş gibi bir hisle eline boynuna götürdü.
Çocuk gitmek istemiyordu. Şimdi para filen istediğinden değil, ayağının acısından olduğu yerde kalıyordu. Gözleri penceredeki adama ilişen uşak çocuğu hızla itti; o, küfesiyle beraber yüzükoyun yuvarlandı. Artık ağladığı bile duyulmuyordu.
Çatıdaki adam gözlerinin büsbütün karardığını ve güneş vurmuş gibi beyninin içinde gürültüler olduğunu hissetti. Çatının kenarına dayanan ayakları titriyordu. Yavaş yavaş dizlerinin gevşemeye ve bükülmeye başladığını fark ederek elleriyle başının üst tarafındaki tahtalara tutunmak istedi. Fakat parmakları da gevşemişti ve hiçbir şeye sıkıca yapışamıyordu. Vücudu yaş tahtaların üstünde hafif bir gıcırtı çıkararak ağır ağır kaydı. Çatının kenarına kadar gelip orada bir an takılır gibi olduktan sonra, aşağıya, sokağın ortasına, içi toprak dolu bir çuval gibi boğuk bir ses çıkararak düştü. Çocuğu kaldırmaya uğraşan uşak onu bırakarak beri tarafa koştu ve penceredeki adam bir şeyden tiksiniyormuş gibi yüzünü buruşturduktan sonra, kanatları hızla vurarak içeri çekildi. (Ali, 2014, s.53)
Ayda Bir, Kasım 1935
Öykü üç temel kişi üzerine kurulmuş: Baba, oğul ve mal sahibi. Bu üç kişiyi Ahmet Oktay’ın üç imgesine yani “Kurban, Suçlu, Kurtarıcı” imgelerine dağıtacak olursak, baba ve oğul: kurban; mal sahibi: suçlu şeklinde dağıtabiliyoruz. Oktay’ın formülasyonunun “kurtarıcı” ayağı ise görüldüğü üzere bu öyküde boş geçilmiştir. Yazarın oldukça başarılı bir kurguyla babayı ve küçük çocuğunu aynı sahnede buluşturması şüphesiz öykünün vuruculuğunu artırma adına yapılmıştır. Her haliyle bir toplumcu gerçekçi bir hava taşıyan öykü, okuyucuda bir isyan duygusu uyandırmaktadır. Okuyucunun bu isyan beklentisi ise baba üzerine odaklanmakta. Biz uşağın ve mal sahibinin çocuğa yaptıkları muamelenin babada oluşturduğu hissi okudukça babadan bir isyan beklemekteyiz fakat beklenen bu isyan bir türlü gelmemektedir. Hem gerçek hayatta hem kurmaca metinlerde babaya yüklenen koruyuculuk görevi de bizde bu babanın çocuğuna yapılanlara isyan edeceği hissinin oluşmasını daha da kesifleştirmekte. Fakat beklenen isyanın gelmesi şöyle dursun baba sessiz kalıp kendi işine bile dönemez ve yaşadığı şokun etkisiyle olsa gerek dengesini kaybedip binanın çatısından aşağı düşer. Öykünün sonunda okuyucunun karşısında şöyle bir manzara vardır: Ailesinin geçimine katkı sağlamak için küçük yaşta, bedenine uygun olmayan bir işte çalışmak zorunda kalan yaralanmış bir çocuk; maddi imkansızlıklar nedeniyle onu çalıştırmak zorunda kaldığı için yaşadığı derin vicdani sarsıntı nedeniyle ölen bir baba ve bu ikisinin karşısında sınıfsal olarak baba ve oğlun tarafında olması gerekirken kendisini de ezen sınıfın çıkarlarını gözeten bir uşak ve aslında tüm bu manzaranın müsebbibi olan mal sahibi. Bu dört kişinin sınıfsal konumu şöyle bir diyalektik içermekte: baba, oğul ve uşak bir yerde mal sahibi ise bir yerde. Bu sınıfsal konumlamada baba ve uşak (oğul küçüktür çünkü) duruma isyan edip sınıfsal çıkarının bilincine varmalıydı oysa ne babaya ne de uşağa yazar tarafından bu tip bir aydınlanmaya yaşatılmıyor ve egemen sınıfın onlara biçtiği yazgıyı yaşıyorlar bir anlamda. Burada en ilginç olan durum ise uşağın durumudur. Amerika’nın kölelik zamanlarında köle sahibi Amerikalılara koşulsuz hizmet edip özgürlük isteyen zencilere bozguncu gözüyle bakan ve bu yüzden de “house negro” olarak adlandırılan Afro-Amerikalıların durumuyla buradaki uşağın durumu neredeyse birebir aynıdır. (bu house negro kavramını Quentin Tarantino, “Django Unchained” filminde Samuel Jackson’un canlandırdığı Staphen karakteri üzerinden nefis anlatır) Sabahattin Ali şayet tipik bir toplumcu eser kurgulamak isteseydi ya da bunu amaçlamış olsaydı şayet bu iki kahramandan yani baba veya uşağa bir bilinç aşılayıp isyan ettirmeliydi onları. Oysa bunu tercih etmedi yazar. Bu da biz en azından öykünün tipik bir toplumcu gerçekçi öykü olmadığını gösteriyor. Hatta daha iddialı bir şekilde söylersem: Bu öykü tipik bir Anadolu gerçeğini yansıtan iyi bir gerçekçi öyküdür. Çünkü burada dikkat edilirse herkes kaderine razıdır ve kaderin kendisine biçtiği rolü tevekkülle kabullenmiştir. Onu değiştirme yönünde bir adım atmamışlardır. Çünkü bu toprakların kaderinde işçinin iş kazası sonucu ölümü yönetici klik tarafından mukadderat olarak kabul edilmektedir. İşin acı yanı kabullenme işçi sınıfına da içselleştirilmiştir.
Tabii burada öyküde toplumcu gerçekçiliğin kullanımına dair bir parantez açmak gerekiyor sanırım. çünkü toplumcu gerçekçiliğin bir romanda işlenişiyle bir öyküdeki işlenişi doğal olarak aynı olamayacaktır. Çünkü öykü her şeyden önce yer bakımından buna müsait değildir. Yukarıdaki öykü üzerinden yola çıkarak söyleyecek olursak, yazarın uşağa veya babaya bir bilinç aşılayarak onları durumlarını sorgulayan ve ardından da durumlarını değiştirmek için mücadele edeni bir devrimci konuma getirmesi pekala zordur; fakat yazar yine de bu iki kahramandan birine yahut belki ikisine birden en azından durumlarına isyan ettirip çocuğun her şeye rağmen hakkı olan parayı mal sahibinden almasını sağlayabilirlerdi. Bu hakkettiğini alma konusundaki ablık bilinçlenme ve ardından çocuğun parasını mal sahibinden alma okurda en azından şairin de dediği gibi “kısa çöp uzun çöpten hakkını alır elbette” fikrinin oluşmasına neden olacaktı ve böylece eser toplumcu gerçekçi amaca hizmet etmiş olacaktı.
Şimdi yazarın bir başka öyküsüne bakalım:
ARABALAR BEŞ KURUŞ
Akşam, caddelerin kalabalık zamanında, köşe başına bir kadınla bir çocuk gelirdi. Siyah bir çarşafa bürünen kadın elleriyle çarşafını yüzüne kapatır, yalnız iki siyah göz, sokağın yarı aydınlığında, parıltısız, önüne bakardı. Çocuk yanında ayakta dururken o çömelir, küçük bir çuvaldan birtakım oyuncaklar çıkarırdı: Bunlar bir değneğin ucuna takılmış bir çift tahta tekerlekti.

Tekerleklerin üzerinde, iki yuvarlak tahtanın arasına çivilenmiş dört çubuktan ibaret kameriye gibi bir şey duruyor ve tekerlekler yerde yürütülünce bu kameriye fırıl fırıl dönüyordu.
Oyuncaklar kadının önünde dizilince çocuk bir tanesini eline alıyor, kaldırımda ileri geri götürerek incecik sesiyle bağırmaya başlıyordu:
-Arabalar beş kuruşa... Beş kuruşa... Arabalar beş kuruşa!..-

Ve sokaklar tenhalaşıncaya kadar, belki üç dört saat, burada duruyorlardı.

Çocuk sekiz yaşında vardı, fakat ilk görüşte altı yaşından fazla denilemezdi. Zayıf ve minimini idi. Sonra, hiç durmadan bağıran sesi küçük bir kızın sesi gibi ince ve titrekti. -Beş kuruşa!- derken -ş-lere basıyor ve dudaklarının arasından onları ezerek çıkarıyordu.

Kendisi de annesi gibi hep önüne bakar ve başını kaldırmazdı.

Bulundukları köşenin biraz ötesinde parlak vitrinli bir tuhafiye mağazası vardı. Büyük kristallerin arkasında türlü göz alıcı renklerde boyunbağları, şık tokalı kemerler, yün kazaklar, eldivenler ve daha birçok, insanlara lazım olan ve olmayan şeyler, geçenlerin yüzüne gülüyordu. Ana oğul bunların önünden geçerken, geçtikten sonra köşelerine yerleşirken, başlarını hiç çevirmemeye gayret ederlerdi. Eğer sokağın çamurlu kaldırımlarına akseden ve orayı yer yer parlatan ışıklar da olmasa belki böyle bir mağazanın bulunduğunu bile fark etmeyeceklerdi.

Halbuki gelip geçenlerin çoğu, bilhassa çocuklar, bu parlak camekanların önünde durup, orada bir köşeye, ustaca bir karmakarışıklık içinde yığılmış oyuncaklara gözlerini dikiyorlar; sonra, mahzun bir tavırla yollarına koyulunca karşılarına çıkıveren tahta tekerlekli arabalara dudaklarını kıvırarak ve adeta hayallerinde vitrinden kalan güzel şekilleri bozuyormuş gibi canları sıkılarak bakıyorlardı. Fakat küçük satıcı onların bu isteksizliklerini fark etmez, önüne bakarak kısa aralıklarla bağırırdı:
-Beş kuruşa, arabalar beş kuruşa...-
Büyücek bir otomobil, mağazanın önünde durdu; içinden süslü ve şişmanca bir kadınla sekiz dokuz yaşlarında, beyaz bereli ve tozluklu, yumuşak lacivert paltolu bir çocuk indi. Beraberce mağazaya girdiler.
Biraz sonra çocuk iç vitrinleri seyrede ede dışarı çıktı, sokağa indi ve oyuncakların olduğu köşeye bakmaya başladı. Tam bu sırada küçük satıcının sesi işitildi. -
-Arabalar beş kuruşa!..-
Başını çevirip baktı, sonra koşarak o tarafa gitti, siyah çarşaflı kadının yanındaki çocuğun elini tutarak:
-Aaa!- dedi, -Sen burada araba mı satıyorsun?-
Satıcı başını kaldırıp baktı. Hemen yüzü güldü, o da -Aaa- dedi ve ilave etti: -Annem yalnız gelemiyor, sonra bağıramıyor da... Onun için ben de geliyorum!..-
Beyaz tozluklu çocuk, yün eldivenli ellerini paltosunun cebine sokarak küçük bir kesekağıdı çıkardı, içinden bir badem ezmesi alıp ağzına attı, bir tane de arkadaşına verdi. Ağzını şişirerek sordu:
-Derslere ne zaman çalışıyorsun?-
-Mektepten çıkınca... İki saat filan çalışıyorum, dersleri yapıyorum.
Ondan sonra buraya geliyoruz. Hem gece zaten çalışamam ki. Gaz masrafı çok oluyor.-
-Bizim öğretmeni gördün mi? Şimdi buradan geçti!..-
-O benim araba sattığımı biliyor!-

Ve ileride birkaç çocukla bir kadının geldiğini görünce sözünü keserek bağırdı:

-Arabalar beş kuruşa!..-

İkisi de el ele tutuşmuşlardı. Çarşaflı kadın hazin gözlerle bunları süzüyordu. Beyaz tozluklu çocuk hesap vazifesini yapıp yapmadığını sordu:
-Ben demin evde uğraştım, yapamadım, gece beybabama soracağım!- dedi. Öteki:
-Nesini soracaksın, çok kolay...- dedi ve anlattı.
Adamakıllı lakırdıya dalmışlardı. Hatta küçük satıcı artık -arabalar beş kuruşa- diye bağırmayı bile unutmuştu.
Öteki, arkadaşının kolunu sarstı ve: -Hişt!- dedi, -Benim yanımdaki çocuğun ağzı kokuyor, ben söyleyeceğim de senin yanında oturacağım... Hem daha iyi çalışırız!..-
-Benim yanımdaki kalkmaz ki; hem ben söyleyemem. Mahalle komşumuzdur... O da bizim gibi fıkaradır...-
Sözüne devam etmedi. -Onu kaldırdı da yerine zengin çocuğu oturttu derler...- diyecekti, vazgeçti.
Başka şeylerden bahsetmeye başladılar.
Fakat tam bu sırada beyaz bereli, yumuşak lacivert paltolu, beyaz tozluklu çocuğun annesi mağazadan çıktı, iki tarafına bakındı. Ellerinde paket vardı. Şoför koşarak onları aldı ve kendi yanına yerleştirdi. Kadın köşeye doğru bakınca çocuğunu gördü ve aldığı şeylerin keyfi ile gülümseyen yüzü birdenbire sertleşti. Hızlı adımlarla o tarafa yürüdü. Çocuk, annesinin böyle hiddetle kendisine doğru geldiğini görünce hemen susmuş, şaşkın, fakat gülümseyen bir bakışla gözlerini ona dikmişti. Bir an hepsi birden kımıldamadan durdular.

Küçük satıcının annesi başını kaldırmış, yuvarlanır gibi gelen bu kürk mantolu ve yılan derisi iskarpinli kadına bakıyordu.
Kadın yaklaşınca, hala şaşkın şaşkın gülümseyen oğlunu bileğinden yakaladı:

-Bu ne hal?- diye bağırdı. -Kimlerle konuşuyorsun?-

Ve öteki elindeki şemsiyeyi, elini hala unutarak arkadaşının avucunda bırakan küçük satıcının omzuna vurdu. Sonra haykırdı:

-Pis, baksana, senin konuşabileceğin insan mı bu?-

Çocukların kolları birbirinden ayrılıp aşağı sallanıverdi. Siyah çarşaflı kadın duvarın dibine büzülmüştü ve küçük satıcının gözleri kolunun acısından yaşla dolmuştu.

Arkadaşının gözündeki yaşları gören çocuk, henüz birçok şeyleri öğrenmediği için, ruhundan fışkıran bir isyanla:
-Anneciğim-, dedi, -o benim mektep arkadaşım!-
Kadın, yüzü kıpkırmızı kesilerek, oğlunun sözünü kesti:
-Ben yarın mektebinize de telefon edeceğim. Seni kendi seviyende olmayanlarla temas ettirmeyi gösteririm!..-
Oğlunu kolundan çekti. Geride kalan küçük satıcı ile anasına, yerin dibine geçirmek ister gibi tahkir edici ve ezici bakışlar atarak yürümeye başladı. Oğlu hala dönüp geri bakıyor ve yaşlı gözlerini başka taraflara çeviren arkadaşını görünce kendinin de gözleri yaşarıyordu.
Küçük satıcı, o titrek ve ince sesiyle bağırıyordu:
-Beş kuruşa... Arabalar beş kuruşa!..-

                                                                                                 (Ayda Bir, Şubat 1936)

Sabahattin Ali’nin Toplumcu Gerçekçiliği tahlil etmeye uygun bir diğer öyküsü de Arabalar Beş Kuruşa adlı öyküsüdür bence. Sınıf çatışmasını çocuklar üzerinden vermek Toplumcu cenah öykücülerinde neredeyse bir gelenek olmuştur.
Hemen burada faklıymış gibi görünen fakat konumuzla son derece ilintili bir parantez açmak gerekiyor sanırım: Sözgelimi yazarın toplumcu gerçekçiliği en iyi analiz edebileceğimiz öykülerinden biri olan Ayran öyküsünde de baş karakter yine bir çocuktur. Esas itibariyle sadece Sabahattin Ali’de değil hemen tüm Toplumcu yazarlarımızın öykülerinde çocuk kullanımı son derece yaygındır. Bunun birkaç sebebi olabilir tabii ki. Bunlardan ilki hiç şüphesiz çocuk kullanımının okur üzerindeki etkisinin kesifliği, yetişkin bir bireyin okur üzerindeki bırakacağı etkiden daha fazladır. Diğer bir deyişle ve somutlamak adına yukarıya aldığımız birinci öyküde sözgelimi hamallık yapan yetişkin biri olsaydı öykünün vuruculuğu bu haline göre daha az olacaktı. Bu yüzden toplumcu yazarlar -sadece öykücüler, romancılar değil şairler de- eserlerinde çocuk kullanmaya daha bir ağırlık veriyor gibidirler. Hemen burada nazım Hikmet’in belki de en bilinen şiirini hatırlamakta fayda var:






NİKBİNLİK
Güzel günler göreceğiz çocuklar,
güneşli günler
                göre-
                      -ceğiz...
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
ışıklı maviliklere
                          süre-
                                -ceğiz...
Açtık mıydı hele bir
                            son vitesi,
adedi devir.
         Motorun sesi.
Uuuuuuuy! çocuklar kim bilir
                                  ne harikûlâdedir
             160 kilometre giderken öpüşmesi...
Hani şimdi bize
cumaları, pazarları çiçekli bahçeler vardır,
             yalnız cumaları
                      yalnız pazarları..
Hani şimdi biz
bir peri masalı dinler gibi seyrederiz
                    ışıklı caddelerde mağazaları,
hani bunlar
77 katlı yekpare camdan mağazalardır.
Hani şimdi biz haykırırız
     Cevap:
            açılır kara kaplı kitap:
                                              zindan..
Kayış kapar kolumuzu
                              kırılan kemik
                                                   kan.
Hani şimdi bizim soframıza
                                 haftada bir et gelir.
Ve
çocuklarımız işten eve
                            sapsarı iskelet gelir..
Hani şimdi biz..
İnanın:
        güzel günler göreceğiz çocuklar
        güneşli günler
                            göre-
                                  -ceğiz.
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
ışıklı maviliklere
                          süre-
                               -ceğiz.....


Bu şiirin en vurucu dizeleri şunlardır: “hani şimdi biz bir peri masalı dinler gibi seyrederiz / ışıklı caddelerde mağazaları” “kayış kapar kolumuzu kırılan kemik” hani şimdi çocuklarımız işten eve sapsarı iskelet gelir” bu dizelerde ve hatta şiirin tamamında diyebiliriz, vurgu hep çocuk üzerinedir. Acı çeken, emeği sömürülen, hayalleri kursağında kalan hep çocuktur burada. Çocuk üzerinden empati yapmak okur için her zaman daha kolaydır bunu da toplumcu gerçekçi yazarlar çok iyi tahlil etmiş olmalılar ki eserlerinde vurguyu çoğunlayın çocuk üzerine yapmışlardır. Bu şiiri salt vurgunun çocuk üzeride olmasından ötürü almadım tabii buraya. Bu şiir üzerinden Sabahattin Ali öykülerinin neden tam bir toplumcu gerçekçi öykü olmadığını da göstermek istiyorum. Bu şiiri Sabahattin Ali öykülerinden ayıran en önemli unsur Sabahattin Ali öykülerinde olmayan çözüm unsurudur. Dikkat edilirse hem Sabahattin Ali öykülerinde hem de Nazım Hikmet’in bu şiirinde ezilen, emeği gasp edilen bir çocuk ve buna neden olan yani bu sistemin devam ettiricileri vardır. Nazım şiirinde buna ek olarak çocuklara bu düzenin böyle devam etmeyeceği, bu düzenin yıkılıp gideceği ve çocukların “motorları maviliklere” süreceği bilgisi verilmektedir. Yani bir anlamda çözüm de gösterilmektedir ezilen kesime. İşte bu yüzden bu şiir tam bir Toplumcu Gerçekçi şiirken Sabahattin Ali öyküleri eksik (ya da değil demek daha mı doğru?) toplumcu gerçekçidir diyebiliriz.
Devamlayın, toplumcu gerçekçi yazarların eserlerinde çocuk kullanmasının bir diğer nedeni de kapitalizmin en büyük açmazlarından biri olan kendi getirdiği özgürlükleri, hakları kendi lehine yontarak tipik liberal ikiyüzlülüğünü çocuklar üzerinden tahlil edebiliyor oluşumuzdur. Çocuk hakları evrensel beyannamesine göre çocuk işçi çalıştırmak suçtur. Şüphesiz insanoğlunun yeryüzünde kazandığı en önemli kazanımlardan biridir bu. Ve bu kazanım, sanayi devrimi sonrası burjuva demokrasisinin getirdiği kazanımlardan biridir. Fakat burjuvazi getirdiği bu kazanımı kendi anavatanındaki çocuklar için hassasiyetle uygularken (kıta Avrupa’sı, Amerika vs.); sömürdüğü üçüncü dünya ülkelerinin çocukları için aynı derecede hassas değildir. Hemen tüm çok uluslu şirketlerin fabrikalarını üçüncü dünya ülkelerine kaydırmasının altında da bu çocuk işçi emeğinin son derece ucuza satın alınıyor olabilmesidir. Günlük 1 dolar ve hatta bazen daha da az paralara çalıştırılan çocuklar liberalizmin iki yüzlülüğünün en tipik örneğidir. İşte bu yüzden toplumcu gerçekçi yazarlar eserlerinde bu ikiyüzlülüğü göstermek için çocukları kullanmayı tercih ediyor olabilirler.
Şimdi gelelim Sabahattin Ali’nin yukarıda alıntıladığımız ikinci öyküsünün toplumcu gerçekçi tahliline. Öyküde derin bir sınıf çatışması vardır ve bu çatışma yine çocuklar üzerinden verilmektedir. Fakat burada dikkat edilirse bu ayrı sınıfların çocukları için sınıf çatışması söz konusu değildir. Çocuklar arkadaşlardır ve her ikisi de hallerinden memnundurlar. Burada araba satan çocuğun karşısında zengin çocuğu değil onun annesinin koyulmuş olması ise bize kapitalizmin saf ve temiz olan insan doğasını büyüdükçe nasıl kirlettiğini de göstermektedir aynı zamanda. Çünkü çocuklarda sınıf bilinci yoktur bu yüzden de temizlerdir fakat büyüyünce -tıpkı annede olduğu gibi- özellikle kapitalistlerde bir sınıf bilinci gelişecek ve bu bilinçte kirli bir bilinç olacaktır. Çünkü annenin düşünceleri çocuğunun aksine kirlidir. Burası öykünün birinci toplumsal yönü.
Öykünün ikinci toplumsal yönü ise çocuğun oyuncak satıyor olmasıdır. Yazarın bu tercihi -yani çocuk kahramana oyuncak sattırıyor olması- iki şekilde önemlidir. Birincisi çocuk oyun oynaması gereken çağda çalışmak zorundadır. İkincisi, satıcı çocuğun sattığı şey çocuğun bizatihi kendisinin de ihtiyacı olan bir nesnedir. Çocuğun kendisi için de bir eğlence aracı olan nesneye karşı durumu tipik bir Marksist yabancılaşma örneğidir. Zira Marksist yabancılaşmaya göre bir emekçi ürettiği nesneyle olan ilişkisi o nesneye dair bir yabancılaşma barındırmaktadır. Sözgelimi bir otomobil fabrikasında çalışan işçi, kendi ürettiği arabayı satın alabilmesi için yıllarca çalışıp borca girmesi gerekmektedir. İşte bu işçi kendi ürettiği bu emtiaya yabancılaşmıştır. Şimdi gelelim hikayedeki çocuğun durumuna. Hikayedeki çocuk da kendi sattığı oyuncağı kendisinin alıp oynayabilmesi için o oyuncaklardan çok fazla satıp kazandığı kardan belli bir fon ayırması gerekmektedir. Şu halde çocuk sattığı nesneye yabancıdır. Üstelik çocuğun yabancılaştığı şey de bir çocuğun en sevdiği şey olan bir oyuncaktır. Yazar burada kapitalizmin bir çocuğu bir oyuncağa dahi yabancılaştıran bir sistem olduğunu göstermektedir.
Öykünün üçüncü toplumsalcı yönü ise annenin çocuklara sınıflarını hatırlatması şeklinde karşımıza çıkıyor. Devlet okullarının nispeten sınıfları kaldırmasının bir sonucu olarak zengin bir ailenin çocuğuyla yoksul bir ailenin çocuğu aynı sınıfta hatta aynı sırada oturabilmektedir. Fakat bu durum kapitalizmin doğasına ters bir durum arz etmektedir. Nitekim bu terslik annenin dikkatini çeker ve anne, “sınıfsız kaynaşmış” bir kitleye (çocukların sınıfı anladığımız kadarıyla böyle bir kitleden oluşmakta.)  sınıfsal konumlarını hatırlatma ihtiyacı hisseder. Ve her iki çocuk da sınıflarına dönerler. Hemen burada Cem Karaca’nın “Tamirci Çırağı” adlı şarkısındaki durum akla gelebilir. O şarkının da sonunda   usta gelip çırağın sırtına vurur ve ona sınıfsal konumunu hatırlatacak o efsanevi cümleyi söyler: “İşçisin sen işçi kal !” hikayedeki çocuğa da aslında zengin çocuğun annesi şöyle diyor: İşportacısın sen haddini bil !”
Bu öykü de yukarıdaki öykü gibi tam bir toplumcu gerçekçi öykü değildir. Çünkü bu öyküde de sac ayaklarından biri olan umut veya kurtarıcı kahraman figürü eksiktir.
Benzer çıkarımları Sabahattin Ali’nin “Ayran, Kağnı, Ses..” gibi toplumcu yanı ağır basan öyküler için de söylemek mümkün. Şu halde Sabahattin Ali’nin öyküleri gerçekçidir ama toplumcu gerçekçi değildir diyebiliriz.













KAYNAKÇA

Bezirci, Asım, Sabahattin Ali, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2007.
 Cücenoğlu, Tuncer, Sabahattin Ali, Mitos-Boyut Yayınları, İstanbul, 2003.
Çetin, Nurullah “Türk Hikâyesinde Sosyalist Realizm 1 (Toplumcu Gerçekçilik)
 Çetin, Nurullah“Türk Hikâyesinde Sosyalist Realizm 2 (Toplumcu Gerçekçilik)”
 Reşit Mazhar, Sabahattin Ali Olayının Gerçeği, Gür Yayınları, İstanbul, 1985.
 Filiz Ali, Atilla Özkırımlı, Sabahattin Ali, De Yayınevi, İstanbul, 1986. 162
 Oktay Ahmet, Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları, Tümzamanlar yay. İstanbul, 2000
 Sabahattin Ali, Değirmen, YKY, İstanbul, 2007.
 Sabahattin Ali, Kağnı, Ses, Esirler, YKY, İstanbul, 2005.
Sabahattin Ali, Yeni Dünya, YKY, İstanbul, 2007.
 Sabahatin Ali, Sırça Köşk, YKY, İstanbul, 2006. Sabahattin Ali,








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.