8 Temmuz 2019 Pazartesi

Çaresiz kuşanıyorum başkalarını yahut blues

“Ama bir yerden yine sızıyorlar/Bir şehir bir elbise çarşısı bir öbek çiçek bir başkasının isteği/Yine sızıyorlar/Çaresiz kuşanıyorum başkalarını”
varoluşçluk anlayışını başkalarını olumlama üzerine kuran jaspers bunu pek beğenmezdi sanırım. "ille gerekli miydi başkaları?" diyen zebercet ise bunu beğenirdi galiba. zebercet'in "gecikmeli ankara treniyle gelen kadın"a olan alakası,  "Çaresiz kuşanıyorum başkalarını” dizesini çağrıştırıyor bana acaip şekilde. gatgk yani gecikmeli ankara treniyle gelen kadın'ın otele geri dönmemesi zebercet için kendini gerçekleştirmenin imkanı oluyor yani bir nevi zebercet'in kendi olmaklığına zebercet'i tevdi eden bir fenomen bu. fenomen: "bilincin dışında, ona bağımlı olmaksızın varolan her şey." peki ama gatgk, şu haliyle bir fenomen mi bu tanıma göre? zebercet'in zihninden bağımsız bir gatgk yok. of ya "kurmaca dünyanın fenomenolojisine giriş" diye bir makalenin çatısı olacak şeyleri karmakarışık yazıyorum ki bunun herhangi bir kıymet- i harbiyesi yok.

"And if you're offering me diamonds and rust
I've already paid" şimdi bir şair, bir insan bunu nasıl söyleyebilir ya aklım almıyor... öncelikle bu amerikalılar şiire uzak görünürler ama bunlar kadar şiirsel öz taşıyan bir millet daha yoktur. son tahlilde şiirini en sevdiğim millet de bunlardır. adamların hollywood dışındaki sinemaları falan da gayet şiir tadındadır.. aslında coğrafyaları çok şiirsel ondan hep bence. (edebiyat doktorası yapmış biri gibi yazmıyorum farkındayım.) missouri'ye trenle giderken camdan dışarıyı izleyen biri olarak söylüyorum bunları. (yalan; ama bunu yapmayı çok isterdim) joan baez bir şairdir ve bunları bir şair için (bob dylon) söylüyor.  "ve eğer bana elmaslar ve pas öneriyorsan / ben zaten ödedim" şeklinde türkçeye çevirebiliriz bu cümleyi ama bir şey eksik kalıyor burada. ben kötü çevirdiğim için eksik kalmıyor bir şey; orijinalinde var bu eksiklik ki bilen bilir bir şey eksikse şiirseldir. joan baez ablamız neyi ödemiştir belli değil burada tam olarak ama tahmin ediyoruz ne demek istediğini ablamızın.  bedel ödemek. bir şeye hayatın anlamı denilecekse illa ki bedel ödemek olabilir o; çünkü her şey bir tercih bedel meselesidir. bir şey tercih ederiz ve bedelini öderiz onun. burada baez abla neyi tercih etmiş neyin bedelini ödemiştir? pas'ın mı elmas'ın mı? yahut ikisinin mi?

"Çaresiz kuşanıyorum başkalarını” yahu bu nasıl bir gerçektir, aklım almıyor. bütün bir hayatın özeti gibi sanki. turgut uyar'ın bıraktığı yerden behçet necatigil alıyor: "kaçarım bulurlar / bağrımda yaralar / sürüp gider eskirim." diyerekten. yani bu mevzuu önemli. yüksek lisans tezini yazarken, zebercet'in aslında ille gerekli mi başkalarından gatgk'a giden bir süreci yaşamasının getirdiği aydınlanmanın onu intihara sürüklediğini savlayacaktım ama siktir et demiştim sonuçta sıradan bir tez yazıyoruz kimseye hayatın sırrını vermek gibi bir misyon edinmişçesine yazmaya gerek yok demiştim. (içimden). bütün bir kurmaca sanat bilmezlikten aydınlanmaya giden kahramanın hikayesidir. masallarda da böyledir bu. kabaca örnekleyecek olursak, sözgelimi katilin kim olduğunu  BİLMEYEN bir kahraman vardır ve eser boyunca o kahraman ve tabiatıyla da biz, katilin kim olduğunu ÖĞRENİRİZ. yani bilmezlikten bilir olmaya ilerleriz. bazen buna tahammül etmek çok zordur like a zebercet... dil de böyledir olumsuzdan olumluya gider hep deyimler falan da. ama neyse işte.. tekrar eden rüyalar görmeye başladım yine ve yine sol gözüm seyirmeye başladı. en son babam vefat ettiğinde (kontrol ederken yazıyı burada takılıp kaldım. vefat ettiğinde değil öldüğünde demeliyim. babam öldü çünkü. öldü.) seyirmişti ve sonra epey uzun meşakkatli bir doktor sürecinden sonra geçmişti. şimdi gitmedim doktora acaip sıkıldım hastaneden de doktorlardan da. "hastaneyi yol eyledik bu sene / gel hele de gülüm gel hele" diye bi dize vardı ilkay akkaya'nın söylediği bir türküde geçiyordu. ama ne zaman çok üzgün olsam içimde hep şu türkü döner



böyle aksaray'ı geçip ankara'ya doğru giderken sağda tüm heybetiyle yükselen hasan dağı'nın görüntüsü eşliğinde gelir bu türkü bir de niye bilmiyorum. iç anadolu bozkırına doğru nasıl gidersen git ne için gidersen git fon bu minval üzere oluyor hep bende.

freud hayatın sırrını çözüyor gibi ama tam idrak edememiş sanki. ama lacan çözüyor galiba ya sanırım. gerçekten lacan mevzuyu anlamış. insan eksiklik üzere halde tamam ama neden hep böyle? işte bu kısmı anlamaya çalışması bile onun mevzuyu anladığını gösteriyor. bu kısmı doğru anlamıştır, anlamamıştır eyvallah ama sır burada, bunu anlamış puşt.

elazığ murat turizm'e ait 0302 otomarsan mercedes (resimdeki alet oluyor bu) otobüsle elazığ'a gidiyorduk annemle. renk de aynı bu renkti. çocuktum okula gitmiyordum daha.


elazığ'a yaklaşmıştık, kömürhan köprüsünü yeni geçmiştik. güneş doğmamıştı ama ortalık aydınlanmaya başlamıştı. şoförün oradan belli belirsiz "yoğurt koydum dolaba" gibi sözleri olan bir türkü çalıyordu radyodan. anneme baktım, uyuyordu. uyandırmak istediğimi hatırlıyorum annemi çünkü mutfakta yemek yaparken falan bu türküyü mırıldanırdı annem. mutfağın balkona yakın olan değil de koridordan mutfağa açılan kapının olduğu tarafta oturur annemi beklerdim, o bu türküyü mırıldanırdı bana yemek hazırlarken. ben yemek seçerdim. annemse istediğim yemeği yapardı. sinirlenirdi, söylenirdi, kızardı ama istediğim yemeği (genelde patates kızartması olurdu bu) yapardı.

rus avangard şiiri veya amerikan şiiri. bunlardan daha güzel bir edebiyat yok ya. ben cummings'i falan acaip seviyorum. whiteman'ı falan da. "şiir orijinal dilinde güzelmiş, şiir çevrilemezmiş" falan boş laf bunlar. "ben şah ve matım kendime / hiçbir şeyim ve hiçbir yere koşuyorum" diyor Gennady Samoilovich Gor diye bir rus şair. kendine şah mat olmayı düşünüyorum.. sonra birinin rastgele bir sokak köpeğini sevmesini. keşke hiç ölmesem, annem hiç ölmese. artık sadece blues ve caz dinlemeye karar verdim. telefondaki, bilgisayardaki şarkıları sildim hep. chet baker çalıyor bir yandan şimdi. özel televizyonların yayına geçtiği ilk zamanlardı. star 1'de yabancı klipler dönüyordu, "blue spanish sky" diye bir şarkı... acaip sevmiştim o zaman. chet baker'ın almoust blue'sunu da acaip sevdim çok çok sonra. bi plak çalar alıp bu cazcı, bluescu tayfanın plaklarını almayı düşündüm, sonra vazgeçtim benim gibi yarı aydına, yarım yamalak müzik zevki daha da yakışır. hugh Lauire de blues yapıyor; doktor house da çalardı arada bir tevekkeli değilmiş.

"bizi gerçeklerden ayıran algının kapılarıdır." william blake yazmış bunu. böyle bir dizeyi ancak bir ingiliz yazabilirdi. beyaz adam kadar her şeyi anlayabilen yoktur, her şeyi anlamaktan rahatsız olup onu eğip büken de. kendimi kandırmayı ilk fark ettiğim dönemlere denk geliyordu huxley vasıtasıyla bu dizeye ulaşmam. sonra the doors işte. 'eğer algı kapıları temizlenseydi her şey olduğu gibi görünürdü: sonsuz.'' ne bunu yazabilecek ne de bunu anlayabilecek kapasite bende var. ama ne zaman blues dinlesem aklıma bu söz geliyor. sadece geliyor, o kadar.blues demişken, doktor house nasıl da iyi blues yapıyor ya


doktor house izlediğim neyse geç oldu bi kaç bi şey daha söyleyecem ama daha sanki. sonra belki.
 Chet Baker'dan "the thrill is gone" çalıyor. çıldırmamak: bunu başarmaktan başka da bir başarım yok sanırım bu hayatta. "başarım yok" başarı kadar başkaları üzerinden tanımlanan başka bir şey daha yok neredeyse bu ülkede. kimseler bana bir şey sormasın diye kimselerle görüşmemeye başladım. fazlasını anlatmaya dermanım yok.