8 Mayıs 2021 Cumartesi

bir karikatüre bakarken katlanan sadelik yahut wong kar wai

 6 - 7 yaşlarında falandım sanırım. oturma odasının kapı pervazına iki ayağımı yaslayarak yukarı tırmanma talimleri yapıyordum. akşamdı. ödev yapmıştım. televizyon açıktı. annem meyve soyuyordu (portakal). çalan şarkı şuydu: 



hatta yılbaşından bir gün önceydi; çünkü tv'de o yılın  yerli - yabancı en hit şarkılarının çalındığı bir program vardı ve şarkı da tam o anda çıkmıştı işte. bütün bunlar aslında bilgisayarımın duvar kağıdının beni sürekli bir çağrışım bombardımanına tutmasını sonucunda hatırladığım şeylerden bazıları. 






tüm zamanların belki de en iyi karikatürüdür bu. karikatürde gözüme çarpan ayrıntıları yazacağım zaman zaman; çünkü ara ara bakıyorum karikatüre ve her baktığımda yeni bir şeyler  fark ediyorum.

1- annenin giydiği eşofman altı yahut tayt gibi şey, -her neyse o işte- 80'lerde moda olan ayağa halka geçmeli şeylerden. (çok kötü tarif ettim bunu ya ama "Topuktan Geçmeli Tayt" denen şey bu sanırım.)

2- babanın uyuduğu çekyatın, çocuğun ders çalıştığı kısmına denek gelen ayağının altına kağıt sıkıştırılmış.

3- duvardaki saat türkiye gazetesinin 30 kupona verdiği plastik saat.

4- televizyonun arkasında TRT bandrolünün olması. 

5- halıda ders çalışan çocuğun çantasının üzerinde "stop" yazısı olması. 

6- 3. maddeyle uyumlu olarak, yatak odasındaki elektrikli sobanın "ihlas" marka olması. 

7- muhtemelen çocuklardan birinin ıslak spor ayakkabısı kurusun diye sobanın arkasına konmuş.

8- ev zemin katta ya da yüksek giriş dairesi olmalı. çünkü pencerede demir var. 

9-  duvardaki saat de çekyatın üst gözündeki saat de aynı saati gösteriyor.  (saat de 22.05 olmalı bu arada) 

10- babanın uyuduğu çek - yat ilk nesil adıyla müsemma gerçekten de çekilip uyunulan cinsten. 80'lerin sonlarına doğru oturulan yerin yukarı kaldırılarak yatağa çevrilen ikinci nesil çekyatlarından değil. (bunların adı yatma mekanizmasının farklı çalışma prensibinden ötürü "kaldır - yat" gibi bir şey olabilirdi.) 

11- birinci nesil çekyatların alameti farikası olan yaslanılan yerin çekmecelerinin olur olmaz düşmesi sorunsalı burada da karşımıza çıkmış. çekmecenin kapağı babanın üstüne doğru açılmış. 

12- yine çekyatın sırt dayama kısmının en uçlarında bulunan ve dört adet olması gereken "imame" benzeri ahşap parçalardan biri kırılmış.

13- 

neyse zamanla editleyip bulduğum ayrıntıları maddelerim buraya ama fotoyu her açtığımda ağlama hissi geliyor devam edemiyorum. bilmiyorum, elmacık kemiklerimde bir yanma oluyor ne zaman açsam bu fotoyu. bir şeyler yanlış gitti hissini beynime beynime vuruyor bu karikatür. nerede yanlış yaptım demekten yoruldum; çünkü nerede yanlış yaptığımı biliyorum. bilmemenin; daha doğrusu bilememenin belirsizliğinin vereceği olası huzursuzluk yerine bilmenin acısı var.  oysa bence bütün huzursuzluklar acıdan iyidir. 

bilmenin acısını wong kar wai'den daha iyi anlatan var'mola? ya tabii ki vardır da wai kadar bunu fon ve diyalog uyumu içerisinde anlatabilen bir başkası daha yoktur sanırım. derinleştirmekten korktuğum yerler buralar.  2008 falandı sanırım "My Blueberry Nights"ı ilk izlediğimde. izlememiş gibi yapmıştım. sonra yaz tatilinden önce adana'ya gelmeden önce yani istiklal'de korsan cd satan yerlerden filmin cd'sini almıştım, adana'ya geldiğimde izlerim diye tekrardan da neyse cd bozuk çıkmıştı da epey mutlu olmuştum. 

wong kar wai filmlerinde, siyah bir gecede kırmızı, sarı, mavi neon lambaların aydınlattığı mutsuz insanlar vardır. gün doğmaz bu filmlerde hiç sanki. hep karanlık, hep neon ışıklar, hep hafif yağmurlu bir hava hep yağmur altında yanıp sönen trafik ışıkları vardır. tamam da niye vardır. niye gece melek ve bizim çocuklar'dır wai nam zındığın filmleri. 

neyse only bir wong kar wai filminde dinlenebilecek bir şarkıyla (ki film müziği zaten)



böyleyken böyle. 

"oysa bence bütün huzursuzluklar acıdan iyidir. " demişim yukarıda. woody allen'ın "radyo günleri" diye bi filmi var. 40'lı yılların amerika'sındaki radyonun işlevi anlatılıyor filmde. filmin bir yerinde tüm kentin radyodan yayılan neşeye ortak olduğu bir sahnede yayın birden kesiliyor ve bir radyonun spikeri çok dar bir kuyuya düşen çocuğun kurtarılmaya çalışıldığı son dakika haberini geçiyor tüm ülkeye. bütün kent ve hatta ülke bir anda duruyor ve çocuğun kurtarılma haberini bekliyor radyo başında. kuyu çok dardır ve itfaiye bir türlü gerektiği gibi müdahale edemez bu yüzden. çocuğun anne ve babası da bekliyordur. bir yerden sonra olay mahalinden canlı yayın yapan radyo spikeri anne ve babanın ruh halini tasvire çalışır dinleyiciye. çünkü bir olayın kendisinden ziyade o olayın kişiler üzerindeki etkileri daha çok ilgilendirir kalabalıkları. insan olayın öznesi olan kişilerle değil; olaydan etkilenenlerin ruh halleriyle empati kurmaya daha yatkındır. Wai'nin dehası ise seyircinin kişilerle, olaylarla değil doğrudan bahse konu kişilerin, olayların yarattığı doğal atmosferle empati kurmasını sağlamakta yatıyor (bknz: bu iletinin neon ışıklarla ilgili olan bahsi).  bunu tarkovski yapabiliyordu bir de. en azından benim bildiğim; olayların, kişilerin oluşturabileceği olası atmosfer üzerinden seyirciyi yakalayabilen başkaca yönetmen(ler) yok. neyse böyleyken böyle... radyo yayını esnasında çocuklarının kurtarılmasını bekleyen anne baba ve radyo yayınını canlı takip eden bütün Amerika, çocuğun cansız bedeninin çıkarılma haberini duyuyor ve herkeste derin bir üzüntü hali galebe çalıyor. şimdi o anne babaya soralım, bu ölüm haberini aldığınız anda mı yoksa çocuğun hala yaşayabiliyor olma ihtimaline sarıldığınız anda mı olmak isterdiniz? netlik iyidir der bütün psikiyatrlar. uzaktan bakınca bence de öyle. kör bir kuyunun başında yavrularının neyse ya öyle işte. 

ben,  malca gelecek ama -çünkü bana da öyle geliyor epeydir- dünya tarihine yön verebileceğimi, yoksul halkların zenginlerden alacağını tahsil edebileceğimi düşünüyordum. And Dağlar'ından Sierra'lara yürüyenlerin Çukurova şubesi olabileceğimi hayal ediyordum baya baya 30 yaşına kadar. olmadı. hep nietzsche'nin yüzündendi ya da benim mallığım yüzünden, bilemiyorum. "bir yerde tanrı varsa ben tanrı olamamaya nasıl katlanırım" diyordu nietzsche. kutsal metinlerde yahut sol tarihte bahsedilenler kadar mükemmel devrimciler varsa şayet  ben de olabilirdim onlar gibi. tabii ki olamadım. birkaç yök protestosu falan. sonra kpss'ye girdim. dünyayı değiştireceğime olan inançla çıktığım yolu kpss'ye girerek hitama erdirdim. 
 

"The man who comes back through the Door in the Wall will never be quite the same as the man who went out." bacım ya valla herkes yüreğinin ekmeğini yiyor yani.