20 Ağustos 2018 Pazartesi

En kötü belirsizlik netlikten daha iyidir yahut bir tereddüdün romanı

Ameliyata girmeden önce cüzdanı, telefonu, araba anahtarını falan hemşireye emanet etmek. bunu düşünüyorum kaç zamandır ve bunu idrak ettim geçenlerde.  Bu burada dursun.

 bir de  Kaptan ahab bir de bekir bir de belirsizlik bir de hamlet. bunlar da burada dursun.

ilk kez sözümde durup tamamlayacağım dediğim bir postu tamamlayacağım sanırım. son birkaç gündür aynı tip rüyalar görüyorum. ana temaları birbirine benzeyen bu rüyalar arasında net olarak tüm ayrıntılarına kadar hatırladığım bir tanesi şöyle.

birleşince mükemmel bir daire oluşturan böyle havuç dilimi denen baklavalar şeklinde dilimlenmiş bir nesne var. çobanların giydiğine benzer tuğla rengi  kepenek giymiş birisi bu mükemmel daireyi bel hizasında iki eliyle tutmuş bekliyor. sonra birisi -kim olduğunu bilmediğimi düşündüğüm biri- tam o anda bu daireden bir dilim çekiyor ve daire eksiliyor. epey bir süre 'yoksa çeken ben miyim?' diye düşünüyorum. elimde sanki biraz önce bir dilim vardı ve kimse görmeden onu bir yere attım gibi hissediyorum ama emin değilim. sorarlarsa daireyi ben bozmadım demeyi düşünüyorum.

aynı minval üzere hatırladığım diğer bir rüya da şöyleydi:

bir okulun bahçesinde çember olmuş şekilde bilmediğim bir oyun oynayan çocuklar var. çocuklar kara önlüklü. başlarında bir öğretmen yok ama son derece nizami bir şekilde -yine daire şeklinde- dizilmişler. çocuklar aksayan hiçbir sesin olmadığı mükemmel uyumla bilmediğim bir şarkı söylüyorlar aynı zamanda. sonra çocuklardan biri binaya doğru koşmaya başlıyor. 'bozuldu' diyorum içimden. çünkü çocuk koşmaya başlayınca daire şeklini almış olan çocuklar şarkıyı kesiyorlar. şarkı da daire de bitiyor o anda.

eksiklik yahut tamlığın bozulmuşluğu yahut ne bileyim yoksun olma hissi.. kaptan ahab'ın uçsuz bucaksız okyanuslarda beyaz bir balinayı bulmak için gece gündüz pupa yelken yol almasına sebep olur. burada eksik olan kaptan ahab'ın ayağıdır. bu ayağın eksik olmasının sebebi ise beyaz bir balinadır (moby dick). malum hikaye, moby dick kaptan ahab'ın ayağını koparmıştır ve ahab da intikam almak için moby dick'i bulup öldürmek istemektedir. oysa kaptan ahab da biz okuyucular da biliriz ki kaptan ahab balinayı öldürse de kaptanın bacağı yerine gelmeyecektir. fakat buna rağmen ne ahab'ın tayfası ne de okur olarak biz ahab'ın uçsuz bucaksız okyanuslarda tek bir balinayı arama isteğini yadırgamayız. samanlıkta iğne aramaktan bile daha saçma daha imkansız bu eylemi bize yadırgatmayan nedir tanrım? ne zaman kendimi bu soruyla (belki sorunsal demek daha doğru) karşı karşıya bulsam luis bunuel'in "That Obscure Object of Desire" (Arzunun Şu Belirsiz Nesnesi diye çevrilmişti türkçeye) filmini hatırlıyorum ve  cevabın bu filmde olduğunu düşünüyorum. filmi bi kaç kere izledim ama tekrardan salt bu soruya cevap olup olmayacağını anlamaya çalışacak şekilde izlemedim. böylece bunuel'in benim sorduğum bu soruya cevap verip vermediğini net bir şekilde bilmiyorum. sadece belli belirsiz cevap orada o filmde sanki ama bilmiyorum net değil bu. aynı minval üzere bir film daha var bekir'in uğur'un biteviye peşinden  gittiği film: kader.

Mathieu'nün Conchita'nın peşinden, bekir'in uğur'un peşinden kaptan ahab'ın moby dick'in peşinden gitmesi... bu üçünü eksik olma parantezine alabiliriz. varlığın en önemli yanı eksik olma halidir ve tek net olan da budur varlık için. başka hiçbir şey eksik olmaklık kadar net değildir.  bu yüzden en kötü belirsizlik bile netlikten iyidir daima. siz bakmayın insanların en kötü netlik belirsizlikten iyidir demelerine, boş laf bunlar.. ötesi berisi yoktur bu basmakalıp sözlerin. Asghar Ferhadi'nindi yanlış hatırlamıyorsam "elly hakkında" filminde geçiyordu ''kötü bir son, sonsuz bir umutsuzluktan daha iyidir.'' diye bi repliği vardı. hep nietzsche yüzünden oluyor bu. buna benzer sözleri vardır nietzsche'nin de. insanlar sınamadıkları gerçekliğe dair büyük büyük sözler etmeyi seviyorlar. ferhadi de böyle yapmış. büyük büyük laflar ama hayatta karşılığı yok bunların ne yazık ki.

malum peyami safa'nın romanıdır "bir tereddüdün romanı". kendisinden beklenmeyecek kadar da iyi bir romandır bu roman. anlattığı konu özgün olmasa da iyi anlatır konuyu. konu: tereddüt. kararsızlık ya da diğer bir deyişle. mevzunun en iyi işlendiği yer şüphesiz hamlet'tir. hatta hamlet'e "bir tereddüdün tiyatrosu" dense yeridir. (peyami safa da farkındadır bunun bu arada, yani romanda anlatmaya çalıştığı mevzuunun shakespeare tarafından kusursuz anlatıldığının) kaptan ahab hamlet'ten farklıdır tereddüt konusunda. ahab asla tereddüt etmez moby dick'i bulup intikam almak hususunda. hatta kaptan ahab kendini demir raylar üzerinde giden bir lokomotife benzetir moby dick'i ararken. yani bu kadar nettir ahab. ahab'ın netliğini besleyen onun eksikliğiyidi. hamlet'in tereddüdünü besleyen yine onun eksikliğidir bilen bilir. ee yani diyebilirsiniz... e'si falan yok öyle işte.

eksiğim
eksiksin
eksik
eksiğiz
eksiksiniz
eksikler

bu yani işte hepsi bu. bir sorunu çözmek istediğimizde öncelikle çözmek istediğimiz şeyin gerçekten bir sorun olup olmadığından emin olmalıyız. yani her düğümlenip önümüzde duran şey sorun olmayabilir. intikam konusunda ahab bunu bir sorun olarak kabul etti ve eyleme geçti. hamlet de aynı konudan yani intikam konusundan muzdaripti fakat o harekete geçemedi. yalçın küçük'ün yerinde tabiriyle aydın kararsızlığı içinde dönüp durdu ortalıklarda hamlet. Martin Luther, "harekete geçirmeyen düşünce gereksizdir" der. intikam, kaptan ahab'ı harekete geçirdi; hamlet'i ise tereddütler içinde hareketsiz kıldı. şu halde intikam hem gerekli hem de gereksiz bir duygudur gibi salakça bir çıkarım yapmayacam tabii. ama anlamaya çalıştığım şey, bizi harekete geçiren şey bizim eksikliğimizden beslenen bir şey midir? bizi tereddütte bırakan şey  eksikliğimizden beslenir daima. burada düğümleniyor gibi sanki mevzu. ama sorun olan eksikliğinin üzerine düşünüp onu bir sorun halinden bir sorunsallığa evrilten kişi için tereddüt kaçınılmazdır tespiti yapılabilir. diğer bir deyişle kaptan ahab, moby dick'i öldürmeyi düşünür; hamlet ise intikam kavramının bizatihi kendisini. bir balinayı öldürmek sorunsal haline gelemez fakat intikam duygusu üzerine düşünmek bir sorunsal halini alabilir. kişi zaman zaman intikam çok da gerekli mi acaba diye sorabilir kendine. sorunsal haline getirdiğimiz şeyler için de harekete geçmeyiz. çok acıktığında ne yesem diye düşünüp sonunda düşündüğü şeylerin hiçbirini yemeyen insanı düşünelim. ya aslında bana böyle oluyor bunu konuyla bağlamayacam ama iskender mi yesem kebap mı tavuk döner mi yoksa pizza falan mı derken evde çorba falan yaparken bulurum kendimi. konuyu toparlayamadığım için saçma bir örnekle mevzuyu sulandırmaya çalışıyorum, anladınız kaçmaz sizden biliyorum. ama şimdi şöyle bol soslu, tereyağlı iskender (1.5) olsa fena olmazdı. ya da yeşil kapı'da  karışık bi kebap...

imkanlar dahilinde ve zaman sıkıntısını aşmış olmayı umduğum -böyle bir zaman dilimi hiç olmayacak olmadı da- bir zamanda bu yazdıklarımı Lacan'ın "objet petit a" tezi üzerinden temellendirip açıklamayı umuyorum. "büyük öteki" bak bak adlandırmaya bak çakal lacan.. herkesin bildiği şeye böyle havalı adlar vererek ne yapmak nereye varmak istemektesin? sanırım türkiye'de kimse lacan hakkında tam bir fikre sahip değil. ben de dahilim tabii buna. ama temelde söylediği şeyler kaptan ahab'ın yahut bekir'in falan yaşadığı şeyden çok uzak değil. onun tek farkı sanırım her iyi avrupalı entelektüel gibi bunları sistematik bir şekilde anlatabilmesi ve süsleyebilmesi. benim asla ve asla iyi yapamadığım bir şeydir bu. ha türkiye'de bunu yapabilen aydın / entelektüel sayısı 10'u da geçmez ya neyse mevzuu bu değil. mevzunun ne olduğuna dair kafanda bir şey şekillenmedi mi hala? olsun sorun değil bu ama yine de tekrar etmekte faide görüyorum ki aslolan eksik olmak ve bizim bununla baş etme yöntemimizin adına hayat denmesi. (hadi bakalım verdim gittim hayatın sırrını bedevaya hem de) olm acaip laf ettim farkında değilsin. yaz bunu bi yere ya da  yazma sen bilirsin.

kolay karar alabilen insanları kıskandığımı takdir etiğimi defaetle dile getirdim burada. ama kolay karar alabilen ,gerçi kolay olmasa da genel anlamda karar alabilen insanlar diyeyim, insanlara dair en sevmediğim şey yani bu tip insanların en sevmediğim özelliği kolay karar alamadıklarını iddia etmeleridir. oysa bu büyük bir yalandır. karar alabilen insan karar alabilmiştir.

epey olmuş buraya dönmeyeli. tezi verdim. doktorum artık. ne sikime derman olacak bilmiyorum ama öyleyim. türkolog olmak gibi bir amacım yoktu fakülteye başlarken ama bir şekilde oldum işte 6 aralıkta. ne olduğunu da anlayamadım açıkçası yani tadına da varamadım sanki doktor olmanın. bi tadı var mı onu da bilmiyorum açıkçası.

tolstoy'a atfedilen bir söz var: (sözün ona ait olup oladığını teyit edemedim ne yazık ki, okuduğum hiçbir tolstoy eserinde böyle bir söze de rastlamadım) "tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar:
ya bir insan bir yolculuğa çıkar; ya da şehre bir yabancı gelir."
"Selim yaşamıyordu artık ve gene aynı evde oturuyorlardı. Bu olayın etkisini eşyada görmek imkansızdı." tutunamayanlar'da geçer bu cümle. Tezi yazarken fark etmiştim. Sartre'ın nesnelerin şahitliği tabiriyle okuyunca... Geçmişine şahitlik eden eşyayı koruma iç güdüsü..

iki şey var anlatmayı istediğim. belki bir kitap olarak da yazabilirim bunlardan birini doçentlik tezi için. eksiklik duygusunun edebiyat için oluşturduğu motivasyonu yazabilirim bu minval üzere. yukarıda ana hatlarını verdim bu olası yazının.  diğeri ise bilimsel bir yön taşımayacak bir kitabın konusu olabilir. deneme, anlatı tarzı gibi bir şey yani. konu trajedisizlik. bunu anlatmak zor ama bir o kadar da her günkü hayatın içinde bir gerçek. biraz önce balkondan aile içi bir kavgayı izledim baya. tezin düzeltmeleri üzerine çalışıyordum. bir kadının çığlığıyla irkildim desem yalan olmaz. 10. katta oturan birini irkiltecek kerte güçlü bir çığlık... karşı apartmanın altında bir oyun merkezi var onun önünde bir kadın başka bir kadınla -diğer kadının yaşı biraz büyük gibiydi- saç saça baş başa kavga ediyor bir tane erkek onları ayırmaya çalışıyor ve 4 yaşlarında bir çocuk ağlıyordu "anne  anne " diye. tam bu esnada polis geldi ve çığlık atan kadın, bunlar çocuğumu kaçırıyor diye şikayette bulunmaya başladı polise, adam ben babasıyım diyor, diğer yaşlıca kadın saçını başını yoluyor kenarda ve çocuk anne anne diye ağlıyor. hal bu hal üzre. adam çocuğu arabaya bindirip arabayı kitledi bir an. çocuğun annesi olan kadın arabayı tekmelemeye başladı, kendini arabanın önüne attı. diğer yaşlı kadın üstüne atıldı annenin. polis sadece mal gibi izliyor ayırmaya çalışıyordu bu anlarda. çocuğun babası arabaya binip kaçmaya çalıştı polis durdurdu. ama çocuğun çığlığı kulağımı yırtıyor, yırtıyor... kadın sürekli "vermem çocuğumu" diye bağırıyordu. diğer yaşlıca kadın -sanırım çocuğun halasıydı- tekrar atıldı annenin üstüne ve polis de zıvanadan çıktı o andan itibaren ve herkesi susturdu. adamı ve diğer yaşlı kadını arabaya bindirip karakola gönderdiler. sonra ekip arabasına anneyi bindirip gittiler. işte  burada ANNENİN, ÇOCUĞUN, BABANIN, YAŞADIĞI ŞEY TAM DA TRAJEDİDİR; ama bunu değil trajedisizliği anlatmak istiyorum ben. (1 yıldır yazmıyordum buraya. 2019'a girdik. nasıl espiri ama süper di mi? sense of humour'umu kaybetmedim hala görüleceği üzere.) trajedisizlik. bunu zihnimdeki bazı fotoğraflarla anlatmak çok kolay olurdu ama bir şartla: zihnimdeki fotoğrafların çıktısını alabilmem gerekirdi. yazarak anlatabilirim bu fotoğrafları ama sadece fotoğraftaki kişiler anlayabilir bunu; üçüncü kişilere çok bir şey ifade etmez o yüzden bu da beyhude bir çaba olur. acıyı saf acıyı yıllarca beslemeye yetebilecek potansiyele sahip birkaç fotoğraf zihnimde dönüp duruyor ve fakat bende bir trajediye tevdi olmuyor bir türlü bu fotoğraflardaki acı. sanırım bütün bir ilm- i psikiyatri ve ilm- i psikoloji ve dahi müsekkin sanayii bu trajedisizlik durumunu tesis için çaba sarf etmek üzere müteşekkil olmuştur.

 "hiçbir şey tutkuya dönmüyor bende" demiştim bir zaman. bunu da zeki olmamama ve korkak olmama yormuştum. bir de benliğime düşkün biri olmam tabi. hem zeki değilsin hem cesur değilsin bir de üstüne üstlük bencilsin. bir olayın trajediye dönmesi çoğu zaman kişilerin olayla ilgili tutumlarında... diye başlayıp bir yığın afili laflar edecektim ama insanın annesi hastaysa çok hastaysa içinden hiçbir şey yapmak gelmiyor. gün boyu çocukken yaşadığım, annemle olan anlar geliyor gözümün önüne. insan yabancılaşarak hayatta kalabiliyor diğer bir deyişle trajedisizleşebiliyor. trajedisizleşebilmek tabirini, bir çeşit "her şey yerli yerindeymiş gibi yaşayabilmek" anlamında kullanıyorum. sevdiklerimize verebileceğimiz en güzel hediye onlara karşı her şey yerli yerindeymiş gibi davranabilmemizdir sanırım.

çok eskiye dair anlar, bir şekilde zihnimde belirdiğinde -ki bu yerli yersiz zamanlarda olur genellikle- merak ettiğim bir şeyle karşı karşıya kalırım hep. beliren anın öncesi ve sonrasındaki herhangi bir an değil de neden o an kalmıştır belleğimde? mesela ara ara şöyle bir an belirir zihnimde. babamla başımdaki ameliyat dikişlerini aldırmak için üniversite hastenesine gidiyoruz. setin üzerindeyiz. an bu. ana dair bütün ayrıntılar var zihnimdeki fotoğrafta. babamın kıyafetinden benim kıyafetime, tam o an nereye baktığıma, teypte çalan müziğe kadar... ama mesela bu anın ne öncesi ne de sonrası var zihnimde. ne bileyim babamın eve gelmesi, hasteneye varmamız, dikişlerin alınması eve dönmemiz vs. vs. hiç birine dair bir görüntü yok belleğimde ama setin üstündeki o an mıh gibi duruyor zihnimde. niye diğer anlar değil de o an ille de zihnimde yer etmiş ve zaman zaman kendini dayatıyor bana?

niye parça parça yazıyorsun konu bütünlüğü yok yazdıklarında diye düşüneneler olabilir (olmadı). yaşadığım şu son bir iki ayı sanki binlerce kez zihnimde yaşamıştım. arkadaş zekai özger'in bir şiirinden arta kaldı bu his de.

Sonra bir gün anneler de ölür
Böcekler ve kertenkeleler ölür
Boşalır suyu havuzun kum seddi yıkılınca
Sivrisinekler ve kağıttan kayıklar ölür
Sonra o gün çocuklar da ölür

Biz hepimiz önce küçük bir çocuktuk

Sonra büyüdük hepimiz çocuk olduk
Balçıktan bir külçe olan dölleri
En iri elleriyle kepçeliyen
Ve biçimliyen
Ve hep önce kendidiyle biçimliyen
O dehşetli yontucuyu
Doğumu ve gebelik sanatının bütün hünerlerini
Sütten bir mermere eşsiz bir incelikle işliyen
Anneyi o usta nakkaşı
Unutmadık

Önce anne doğurdu çocuğu acıya
Sonra çocuk acıya anneyi ve ölümü kattı
Sonra herşey ve herkes çocuktan var oldu

Geçti sarp kayalardan aştı nice dağlar
İçti ağulu sütünü hayat denen annenin
Sıkıntının kutsal kabında yıkadı ellerini
Hüznü kuşlara dağıttı unutmasınlar diye onu
Acıyı gömdü toprağa gayrı açar mezarlık çiçekleri

Böyle vardı bir ırmak kıyısına
Anne bir tedirginliktir nerede olsa
Bağırgan bir karmaşadır onun sesi
takılır gibi eski bir gıramafona titrek bir iğne
- bu ayıp bu günah
bu çok ayıp günah
-el ne der sonra
ayak ne der
bırakmaz çoçuğu çocukça yaşamıya

ama bir gün anneyle de hesaplaşılır

çocuk yalnız annesine yaşar çocukken
anne yalnız çocuğuna yaşamaz anneyken
bölüşür anneliği babanın kasığında
çocuğun bakışında çelişkidir büyüyen
ağlamak bir soru olur sevginin yarım payında
-ah baba
niye baba

ve bir gün babalar ölür.

şimdi işin içine freud'u falan katıp hakemli dergide yayımlatmalık devasa bir makale çıkar bu şiirden ama gerek yok buna çünkü bu şiir aklıma annemle hastane koridorlarında beklerken geldi durdu. o yüzden girmeyecem bu şiirin teşrihine ve fakat annem çok hasta. ve benim bunun için yapabilecek hiçbir şeyim yok; doktorların ise var. nerden duydum bilmiyorum aklıma gelmiyor bir türlü: "uykuyla dinlenemeyecek kadar yorgunum artık" diye bir söz kalmış zihnimde. buradan dahi bir trajedi devşiremiyorum. yazıklar olsun bana. ama bir şey devşirebildim yine de bu son günlerde yaşadıklarımdan: neden trajedisizlik bazı insanların varoluş biçimi oluyor, bunu anladım. bilahare anlatacağım ama başım çok fena ağrıyor ve acaip yorgunum acaip.

9 Temmuz 2018 Pazartesi

van gogh, eksiklik vs. vb. vd.

epeydir van gogh'un bu tablosu dönüyor zihnimde. başkaca şeyler de çok döndüğü için midir nedir bir türlü odaklanamadım bu resme ama yine de durmuyor, dağıtıyor; endazeye gelmiyor bir türlü bu resimdeki kompozisyon bende.

zaman: günün hangi saatleri olduğu tam olarak anlaşılamıyor. ağaçların gölgesine bakarak, güneş
 -resme göre- sanırım sol arka tarafta ve tepede değil. bu da mevsimin sonbahar olduğunu düşündürtüyor. resimdeki insan eve doğru değil de evden giderken verildiğine göre vakit sabahla öğle arası bir zaman olmalı. akşam hava kararmaya yakın bir an olsaydı eve giderken resmedilirdi sanki.

mekan: ağaçların bittiği yerde -başladığı yerde mi yoksa?- bir ev var resme göre sağ altta kapı mı pencere mi tam belli olmayan bir açıklık var. zeminden biraz yüksekte olduğuna göre pencere olmalı bu açıklık. pencere açık olduğuna göre ya evde biri ya da birileri var ya da ne evde ne de etrafta kimseler yok. ama resimdeki kişiden başka birileri daha yaşıyor olmalı bu evde; çünkü eve doğru giden sağa doğru kavisli bir tekerlek izi var. insan olmasa da; en azından o tekerlekli arabayı çeken bir hayvan var orada yaşayan.

insan, (dasein) zaman içinde orada bulunandır heidegger'e göre ve bunlar onun varoluşunu belirleyendir. bu tablodaki kişi ve zaman ve mekan tam da heidegger'in anlatmaya çalıştığını kompoze ediyor aslında. evet insan bir zaman içinde orada bulunandır fakat hangi hal üzere? tamamlanmış bir hal üzere mi yoksa eksik bir hal üzere mi? heidegger buna eksik hal üzere cevabını verir. o halde dasein için şöyle bir gerçeklik söz konusu oluyor: insan bir zaman içinde eksik bir şekilde orada bulunandır. eksik bir şekilde orada bulunanı belli belirsiz mi yoksa apaçık, net bir şekilde mi kompoze etmek daha akla uygundur? bence belli belirsiz.


“Unutulmuş gibiyim ben
Ve insan bir bakıma
unutulmuş gibidir.
Bilmem ki nasıl anlatmalı?
Yalnız bile değilim.”

şiirin beni, başkasının zihninden veriyor kendini önce. şiirin beni birileri tarafından unutulmuş olduğunu edilgen bir fiille belirtiyor zira. sonra bu unutulmuşluğu tüm insanlara teşmil ediyor şiirin beni. ve ardından mevzuyu yine kendine döndürüyor ve yalnız dahi olmadığını söylüyor. yalnız bile olamamak: yani eksikliğin eksikliğinin söz konusu olması. yalnız olmak için eksik olmak gerekir oysa şiirin beni yalnız bile olamıyor o halde eksik olması gerektiği şey dahi eksiktir şiirin beni için.

şu halde yalnız olan: bir şeyden eksik olan.
yalnız bile olamayan: eksikliğin eksikliğini çeken. diyebiliriz.

 insan eksiklik üzere olduğuna göre neden tam olarak yalnız olamaz şiirin beninde olduğu gibi? burada eksikliğinin nedenini bilen ve bilemeyen insan ayrımına gitmek gerekiyor sanırım. eksikliğinin nedenini bilen biri yalnız olabiliyor çünkü mahrumdur ve bu mahrumluğuyla orada - bulunandır o. yalnız bile olamayan ise henüz eksikliğini tam bir eksiklik haline getiremediği için yani eksikliğin eksikliği söz konusu olduğu için yalnız olamamakkta. şu halde yalnızlığı bir dolaylı tümleç olarak kabul edersek: yalnız bile olamayan, yalnızlıkta orada - bulunamayan olduğunu söyleyebiliriz. (son cümledeki "yalnızlıkta" sözcüğü dolaylı tümleç görevindedir) insan hiçbir şekilde kendi gibi olamayandır da demek istiyorum aslında. insan kendi gibi olmak istediğinde şu halinde olamayandır; şu halinde olamadığı gibi olmak istediği de olmayandır. tıpkı "yalnız bile değilim" diyen şiirin beni gibi tıpkı van gogh'un tablosundaki insan gibi. bu da işte "bizim büyük çaresizliğimiz" oluyor en sonunda.

çalkantılı bir dönemin vasatlığı diye bir şey var. bende fazlasıyla mevcut bu. çalkantılı bir dönemin vasatlığı!

tekrar van gogh'un tablosuna dönmek istiyorum. resimdeki ben için hala "orada bulunan" diyebiliyor muyuz? tehlikeli oyunlar'da hikmet her şeyin rutin üzre akıp gittiği dönemlerden albaya bahsederken "içimde bir H. vardı suskun ve kızgın orada duruyordu" der. asıl ben'inden bahsederken hikmet değil H. diyen hikmet'e bakanlar orada bulunan hikmet'i mi görmekte yahut tersinde söyleyecek olursak hikmet orada bulunan mıdır? şayet orada bulunansa hikmet, içinde olan H. kimdir? van gogh'un bu tablosundaki kişi kimdir? bizim orada bulunduğu hal üzere gördüğümüz kişi midir? neyin eksikliği üzerine biridir resimdeki kişi? anlayan anladı: Heidgger'in dasein tanımı eksiktir diyorum.



nuri iyem'in şu tablosundaki kadın bir hikayeyle canlanmıyor mu içimizde? neyin eksikliği üzere bir hal içerisinde olduğuna dair koca bir yaşar kemal romanı yazılmaz mı? hangi özgürlüğün karşısında yapıp yapmamanın tereddüdünü duyumsamış olabilir bu kadın? bu tablo bende hep şu şarkıyla birlikte gelir:



çocuğuna nenni derken çocuğunun ileride yaşayacağı kötülüklere iç çeken bu yüzden ninnisine sesinin titremesi sinmiş bir kadın değil mi İyem'in tablosundaki kadın? tarlada sırtında bebeğiyle buğdaya orak sallayan bu kadın hangi eksiklik hali üzeredir? tarladan eve dönüp yemeği ocağa vurmanın eksikliği üzere mi sadece?

"her şey olacağına varır" annemden birkaç defa duymuştum bu sözü. hayatım boyunca abartmadan söylüyorum bu kadar yalın ve fakat bu kadar bilgece bir söz duymadım. her şey olacağına varıyorsa niçin namaz kılıyorsun demedim. bir fakih gibi "dua kaderi bozar" yanıtını bu cümlelere veremese de yaşamıyla bu yanıtı veriyordu çünkü. yahut her şey olacağına varıyırsa her şey eksiklik üzre bir haldedir o zaman diye de sormadım tabii. kendime sakladım sanırım bu soruyu. her şey eksiklik hal üzere... çok acaip ve çok uzun bir cümle bu, çok eski bir şarkıyı hatırlatan:


8 Mayıs 2018 Salı

bugün doğan çocuklara isimler

"bakarsınız bir çocuğun yokluğu elinizden tutmuş lunaparka sürüklüyor sizi" (bunu bir yerde daha duymuştum ama hatırlamıyorum şimdi nereden duyduğumu belki de duymadım da duyumsadım emin değilim.) bu yalnızlık değil yalnız kılınmışlıktır.

kişi, başkaları üzerinden kendini duyumsayamadığında artık yalnızdır.

kız için: yane
erkek için: selim

23 Mart 2018 Cuma

uzun bir yolculuktan gelmiş gibi

uzun bir yolculuktan gelmiş gibiyim bugün. bir sorunu çözmek için çıkılan yolculuklardan dönmüş gibi değil ama. yine de uzun bir yolculuktan gelmiş gibiyim.


kaç gündür bu şiir -nedendir bilmem- dönüp duruyor beynimin içinde.

bir de bir şekilde alınmış ama hiç kullanılmamış / kullanılamamış eşyalarla göz göze gelmek var evde. asıl bundan bahsedeceğim ama şimdi değil. sonra.


5 Mart 2018 Pazartesi

ölmek yahut bir günün sonunda arzu

Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek

Oradan,

Oradan düşmek, ölmek istiyorum

Cevf-i ye’s-âşinâ-yı hüsrâna…


Titrek

Parıltılarla yanan bir mesâ-yı mezbaha-renk

Dağılırken suhûr-ı uryâna,

Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek

Oradan,

Oradan düşmek, ölmek istiyorum

Cevf-i yes-âşinâ-yı hüsrâna…


Kanlı bir gömlek

Gibi hârâ-yı şemsi arkamdan

Alıp sürükleyerek,

O dem ki refref-i hestîye samt olur kâim,

Ve bir günün dem-i âlâyiş-i zevâlinde

Sürüklenir sular âfâka şu’le hâlinde,

O dem ki kollar açar cism-i nâ-ümîde adem,

Bir derin sesle “haydi!” der uçurum,

O dem,

Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek

Oradan,

Savt-ı ümmîd-i kalbi dinlemeden,

Cevf-i hüsrana düşmek istiyorum.

kim demiş haşim içeriği ıskalar, biçimde kalır sadece diye. kimsenin böyle bir şey dediği yok ben uydurdum bunu.belki tüm türk şiirinde musikinin bu denli yoğun olduğu bir başka şiir daha yoktur diyebilirim. mozart yahut ne bileyim chopin şiir yazsaydı ancak bu denli bir şiir yazabilirdi.

26 şubat pazartesi. gece geç saat. aslında 27 şubat salı oldu. teze dair tutunamayanlar okuması yapıyordum. selim'le günseli'nin tanıştığı bölüme geldim boğazıma bir şey düğümlendi. okuyamadım daha fazla, selim'in günseli'yi ilk tanışmalarından bir ay sonra arayıp telefonda ilkin "onu aradığı için rahatsız edip etmediğini sorması" ne bileyim bu rikkat boğdu beni sanki (tez yazarken olabilecek en tehlikeli şeylerden biri metne kendini kaptırmaktır bilen bilir, kendimi kaptıracağımı hissettiğim için bıraktım okumayı.) selim'in hep "Savt-ı ümmîd-i kalbi dinlemeden, cevf-i hüsrana" düşerek öldüğü, rikkatin bu dünyada karşılığı olmadığını düşündüm. haşim ve selim ışık yanılıyor olamaz di mi sevgili kâri?

başkalarının anılarını unutamamaktan bahsedecektim. elimden gelse tanıştığım herkese bana anılarınızı anlatmayın sonra ben onları unutamıyorum demek isterdim. bunun saygısızlık addedileceğini bildiğim için demedim hiç tabii. belki bu yüzden kendimden bahsetmedim yahut az bahsettim, bilemiyorum. küçük bir çocuğun ilk okuldaki bir koşu yarışı sırasında yarışı bitirdikten sonra koşmayı kesmeyip öğretmenine doğru koştuğunu dinlemiştim. geçen gün geldi aklıma küçük bir çocuğun kişisel zaferini (yarışta birinci olamamış zira) öğretmenine doğru koşarak göstermesindeki inceliğe içim burkuldu. (hüsran'ın boşluğuna düşerek kimse ölmez sevgili ahmet haşim.) başkalarının anılarındaki hüsran kendi anılarımdaki hüsranlardan daha çok yoruyor, üzüyor beni.


bir haftalık bir araya bir sabahattin ali şiirinden mütevellit şarkıyla devamlayın. başkalarının anılarını unutamamaktan bahsediyordum. ben de sizi bir anıma ortak edeyim. çocuktum, okula gitneyecek kadar çocuktum. yaza doğru olsa gerek şort giymiştim. annem mutfakta bana yemek yapıyordu. ben de sandalyede oturmuş ayaklarımı sallayarak yemeğin olmasını bekliyordum. yemek dediysem patates kızartıyordu annem. bir yandan da şu türküyü söylüyordu:




fırına yakın sandalyede oturuyordum. sabırsızca sallıyordum ayaklarımı yemeği bir an önce yiyip aşağı inmek, oynamak istiyordum. sonra aşağı indim yemeği yiyip. kubilay diye bir arkadaşım vardı. onla öyle mal mal yürüyorduk, yürürken "yoğurt koydum dolaba.." diye bu türküyü söylüyordum. (bu da böyle bir anımdır) anı diyince çok matah bir şey bekliyor insan. epeydir "önemsiz" anı bile olmayan sadece belli belirsiz zamanlarda zihnimden gelip geçen görüntüleri not almak istiyorum. biraz yapmıştım bunu ama sonra vazgeçtim. belki 30 yıl geçti üzerinden bu anlattığım anı parçasının. hala anneme yemeğe gittiğimde o sandalyeye otururum. fakat epey oldu annem yemeği hazırlarken türkü söylemiyor artık. nasıl güzeldi halbuki annemin sesi türkü söylerken.

2003 kışıydı. ev arkadaşıyla ankara'ya gitmiştik. nazım'ın "kurşun gibi ağır"dediği türden bir hava vardı. ev arkadaşının bir arkadaşının evinde kaldık gece. sabah erken kalkmıştım. yağmur çiseliyordu. camdan dışarıyı izlemiştim epey. canım ankara'da bir evde yağmurun yağmasını izlemek çekti gece gece. oktay rıfat'ın bir şiiri geldi aklıma:

ne parası pulu
ne dikili ağacı
yol göründü mü gidecek
kendinin değil ev
kiracı

büyük cümleler kurmaktan korkan biriyim. bu yüzden orhan veli, oktay rıfat falan severim. yine de büyük büyük laflar ettiğim, büyük büyük sözler verdiğim zamanlar oldu; altında ezildiğim laflardı ve tutamadığım sözlerdi bunlar. oysa ezilmemek ve tutabilmek isterdim. bu sözleri sarf ettiğim zamanları verdiğim sözlerin muhattapları aklıma geldikçe utanıyorum. içimden özür diliyorum ama nafile. borcumu da ödemek istiyorum ama bu da nafile, ödemek imkanım yok. bütün utançlarımdan zamanın kefareteleri boşa çıkarıcı gücüne sığınırım. tanrı sadece günahları affedebilir utançları değil. bu yüzden utançlarımı zamanın gücüne bırakabiliyorum sadece. çünkü zaman hiç kimseyi haklı çıkarmaz; o, olsa olsa her şeyi boşa çıkarabilir sadece.

18 Şubat 2018 Pazar

kaygı yahut şirazlı hafız

yazılmış ve dahi yazılacak olan tüm kitapları ikiye ayırabiliriz, hafız divanı ve diğerleri diye. bi iran filmi vardı kimin hatırlayamadım şimdi. bir ayakkabıcının çocuğunun başından geçenler anlatılıyordu filmde. çocuk filmin bir yerinde babasından bahsederken "sıradan biriydi, gündüzleri ayakkabı dükkanında akşamları da evde hafız okuyarak geçti bütün hayatı" diyordu. bu hayatı bir yönüyle anladığımı bir yönüyle de ıskaladığı düşünüyorum.
tezin asıl kısmına geçtim birkaç gündür. yani varoluşçuluk teorisini atay romanlarına tatbiki kısmına. içimden hiç gelmiyor yazmak. tezi değil buraya yazmayı kastediyorum. gerçi tezi yazmak için de pek bir istek olduğunu söyleyemem. bir şeyler bekliyorum, bir şeyler olmasını hiçbir şey olmuyor ama sadece zaman geçiyor. zaman biteviye geçiyor bir şeyler olmadan. ama yine de olacak gibi. (olmayacak ama) bir şeyler sadece kelimelerde oluyor, olur. gerçekte  ise bir şeyler olmaz sadece geçip gider bir şeyler. biz bu geçip giden şeyleri kelimelere döktüğümüzde bir şeyler olmuş sanırız hepsi bu. ya saçma geliyor di mi sana bu yazdıklarım. yohanna incili niye "başlangıçta söz vardı" diye başlıyor sanıyorsun? tanrının en büyük yanılgısı bizlerle salt kelimelerle konuşmasaydı. (gerçi o da bu hatasını fark etmiş olacak ki çeşitli mucizeler gösterip durumu kurtarmaya çalıştı ama nafile. daha baştan hatasını ifşa etmişti hatasını "başlangıçta söz vardı" diye. görüleceği üzere sadece hatasız kul olmaz değil hatasız tanrı da olmuyor. neyse ben bağışlaması bol biri olduğum için tanrının bu hatasını affediyorum. onca galaksi, gezegen vs. yaratan birinin bunca hatası görmezden gelinebilir. gerçi affediyorum diyorum ama bunca kötülük varken yeryüzünde bunca alçaklık, tecavüz, kötülük, cinayet bunlara hiçbir şey yapamayan sadece yapacağını söyleyen sayın tanrıya "tanrım kutsal kitaplarda kötülükleri cezalandıracağım derken kelimelerle mi konuşuyorsun sadece eleştirisini yöneltmek de hakkımız sanırım. ama yine de mucize göstermeye çalışan tanrıyı yani sözlerini samimiyete dökmeye çalışan tanrıyı bu çabasından ötürü takdir ediyor ve yerine uğurluyoruz. öyle işte "kelimeler, gerçeğim beceriksiz avcıları"

3 Şubat 2018 Cumartesi

511 yahut 5. koğuş 11 numaralı yatak

her şey çok çabuk geçiyor. daha doğrusu çabuk geçiyor gibi. hiç bilmediğim bir dilde alt yazısı da olmayan bir filmi izliyormuşum gibi geçip gidiyor hayat. bir şeyler anlıyor gibiyim ama ne anladığıma dair bir fikrim yok.

bugün kabus gibi çöktü bu 511 sayısı. trafikte önümdeki arabanın plakasında vardı bu sayı. üstelik trafik de milim milim akıyordu. belki bi 20 dakika bu plakaya bakarak seyrettim trafikte akşamüstü. tabii yedi kule göğüs hastalıklarındaki günleri çağrıştırdı sürekli bu sayı. 5. koğuşun 11 numaralı yatağında yatıyordum. her şey saçmaydı o günlerde hayat dışında. bir tek hayat saçma değildi. bir de neyse işte. geçip gidiyordu hayat ama dursun istiyordum. biraz daha bakayım gökyüzüne, çam ağaçlarına (hep çam ağacı vardı sanki hastanede) vs. (bu vs. önemli. vs'nin neleri ihtiva ettiğine daha sonra değineceğim, bir sonraki yazıda ama şimdi değil) trafik açılana kadar önümdeki arabayı sollamanın imkanı olmadı bir türlü. sonra trafik açıldı. geçip gittim önümdeki 511 plakalı arabayı.

neyse 15 gün falan oldu tezle uğraşmadım hiç. acaip bir öz güven var ama. ne yapacağımı biliyorum. tezin % 50'lik kısmı bitti. yani varoluşçuluğun teorisine dair kısım bitti. bunları mezkur romanlara tatbik edecem ki bu da kolay iş. ama kolay olmayan işler de var bu süreçte:

1- yarım bıraktığım filmleri izlemek.
2- yarım bıraktığım ve hiç başlamadığım kitapları okumak
3- sigarayı bırakmak
4- spora başmak
5-yarım bıraktığım makaleleri tamamlamak
6-