29 Aralık 2022 Perşembe

eksiklik üzerine yahut

 "Noksanlık: birbirine ait olanın henüz bir arada olamayışıdır.” der heidegger; belki de tüm zamanların en özgün ve anlaşılması en güç metni olan varlık ve zaman'da. (doktora tezimi bu metni esas alarak yani doğrudan varlık zaman'dan alıntılar yaparak yazdığımı; ve tezimin bu yönüyle türkiye'de neredeyse tek olduğunu söylemiş miydim? jsdhfjksdhkfvhasdkhfşs) neyse eksiklik mefhumuna kafayı yormam teorik olarak yani "aylak adam" ve "anayurt oteli"ni okumama rastlar -ki yüksek lisans tezimi de bu romanlar üzerine yapmıştım-  her iki romanda da karakterler eksiktir. aylak adam'da bay c. bayan b.'den; anayurt oteli'nde zebercet "gecikmeli ankara treniyle gelen kadın"dan eksiktir ve bu yüzden tamamlanmamış olarak yaşama -yaşayamama-ya çalışırlar. neyse işte derdim bunları anlatmak değil aslında yeterince anlattım zaten ama dönüp dolaşıp eksik şarkı'yı dinliyorum ve bundan acaip yoruldum. bir şeyin, bir kimsenin eksik olduğunu bilmek; yani bu bilginin bizde olabilmesinin sağladığı şeydir eksiklik duygusu. bir şeyin tam olduğunda nasıl olduğuna dair bir bilgi bende yoksa eksikliğe dair bilgim de yoktur. (aslında gereksiz bir info vereyim mi? aşk dediğimiz şeyin de temelinde bu söylediğime dair bir yanılsama yatar. kendimizin tamamlanmış halini karşımızdaki kişiyle birlikte olmak üzerinden tasarlayıp o kişiden eksik olmaklığımıza yani; aşk diyoruz. Bunu biraz daha karmaşık anlatınca adınız Jacques Lacan oluyor nsgsksdhslslslsaş

çok konuştum şu sıralar. instagram'da bile aktiftim baya bu bir iki haftadır :) kapatmanın zamanı gelmiş demek ki tekrardan.  rahatsız oldum bugün instagram'a attığım postlara bakınca. instagram bana normal olanı, makul olanı hatırlatıyor. makul olandan, normal olandan sapmalarımın ispatı oluyor çoğu zaman orada gördüğüm başkalarına ait fotoğraflar falan. bi eleştiri yok burada daha doğrusu kendim dışında kimseye bir eleştiri yok. insanlar neşeli, huzurlu, esprili vs. olduğunu düşündükleri anları paylaşıyor bunda ne var ki? benim de  neyse ya bir yere bağlayamayacağım sanırım bu yazıyı da. kendimi anlatabilmek isteğinden yoruldum galiba ama neyse her neyse. Sikerler... Biraz susma zamanı gelmiş sanırım. 

Michael Stipe reisin o meşhur şarkısında da  dediği gibi:  "oh no, I've said too much."




17 Aralık 2022 Cumartesi

şu durmadan kurulup dağılan evren üzerine

 geçen gün ayak üstü bir muhabbet sırasında "sadece müzik gerçek bir sanattır diğerleri tali sanatlardır belki de sanat bile değildir" gibi bir şey dedim. tabii ki temellendiremedim yani öyle ayaküstü bir konuşma sırasında edilmiş bir laftı. desteksiz sallıyormuşum gibi duruyor böyle söyleyip geçince ama çok da desteksiz sallamadım aslında. yüzde yüz böyle düşünüyorum. 

diğer sanatlar için such as resim, müzik, edebiyat... her zaman bir ön hazırlığa ihtiyaç vardır but for music sadece duyan bir kulağınızın olması kafi gelir. müzikten zevk almak için hiçbir ön hazırlığa ihtiyaç yoktur. söz gelimi bir modigliani yahut matisse resmi için alt yapınız olmalıdır yani o resmi zihninizde yeniden üretebilmek için demek istiyorum. yahut ne bileyim ulysses okumak marcel proust okumak ve bunlardan zevk alabilmek için yıllar boyu entelektüel alt yapı oluşturmalısınız ama müzik için buna ihtiyaç yoktur. müziği duyduğun andan itibaren zevk almaya başlayabilirsin. Neitzsche'ydi yanlış hatırlamıyorsam "aforizmalar" kitabında söyler buna benzer şeyleri. kendi felsefesini Wagner'le nasıl da örtüştürür ama neitzsche? neyse.. aynı eserdeydi yine yanlış hatırlamıyorsam ve buraya da yazmıştım bu aforizmayı daha önce, "her son bir erek değildir. ezginin sonu ereği değildir onun. oysa ezgi sonuna da ulaşamadı ereğine de, bir benzetiş" bir romanı, bir filmi, tiyatroyu, hep sonuna varmak için izleriz; çünkü asıl vurgu hep sonda yahut sonlara doğrudur. müzik haricindeki her sanat eseri katarsisini sonuna saklar oysa hiçbir şarkıyı sonuna varmak için dinlemeyiz. çünkü bir şarkının yahut müzik paçasının katarsisi onun içerisinde hiç bitmeyecek gibi olmaklığındadır. neitzsche'nin müzik ve müziğin bu yönüne dair soyut tespitini jean paul sartre tüm zamanların belki de en iyi ve en rahatsız edici romanı "bulantı"da (La Nausse)  bir caz şarkısı üzerinden somutlar. romanın bir yerinde kahraman bir kafeye gelmiş ve bir şarkı dinlemek istediğini söylemiştir kafede çalışan kadına:

Hemen az sonra nakarat başlayacak: zaten benim en çok sevdiğim de denize karşı yalıyarlar gibi dimdik yükselen bu nakarat. Şu an caz çalıyor, söz yok henüz, yalnızca notalar var, sayısız küçük sarsıntılardan oluşan notalar. Durup dinlenmek nedir bilmiyorlar, çelik gibi sapasağlam bir düzene bağlılar, bu düzen gereğince doğup, bu düzen gereğince son buluyorlar, bu düzen toparlanacakları, kendileri için var olacakları bir zaman tanımıyor onlara. Koşuyor notalar, acele davranıyorlar ve geçerken kuru bir vuruşla çarpıyorlar bana, sonra da yok olup gidiyorlar. Uzanıp tutmak isterim elbette onları, ama biliyorum, bir tekini bile durdurmaya kalksam rezil ve bitkin bir sesten başka bir şey kalmayacak parmaklarımda. Ölüp gitmelerini kabul etmem gerekiyor; hattâ istemeliyim bu ölümü: bu kadar acı ve bu kadar güçlü pek az izlenimim oldu.

Canlanmaya, kendimi mutlu duymaya başlıyorum. Olağanüstü bir yan yok bunda, küçük bir Bulantı mutluluğu bu: yapışkan sıvının dibinde, bizim çağımızın dibinde - mor askılar ve bir yanı çökmüş banketler çağının dibinde - yayılıyor. Geniş ve gevşek anlardan yapılmış, kıyılarından yağ lekeleri biçiminde yayılan.. 

... Bir kaç saniye daha geçsin, zenci şarkıya başlayacak. Kaçınılmaz geliyor insana bu, bu müzik gereksinimi öylesine güçlü duyuruyor kendini: hiç bir şey kesemez bu müziği, dünyamızın demir attığı çağımızdan gelen hiçbir şey; bu müzik ancak, kendi düzeniyle, kendi kendini durdurabilir. Bu güzel sesi neden mi seviyorum? Ne genişliği, ne içliliği yüzünden. Nice notanın, kendileri uzaktan uzağa can çekişirken bir olguyu doğurmaya hazırlanışını seviyorum. Yine de endişeliyim; en küçük bir olayla plâk durdurulabilir:, yaylardan biri kırılabilir, Adolphe iş olsun diye, susturun şunu diyebilir. Bir şeyin sürebilirliği-nin böylesi hafif şeylerle kesilebilmesi ne kadar garip, ne kadar heyecanlandırıyor insanı. Hem hiçbir şey durduramaz, hem her şey kesebilir müziği. Sonuncu bölüm de can çekişmekte. Ardından kesin bir sessizlik başladı. Çok iyi duyuyorum bunu, bir şey var, bir şeyler oldu. Sessizlik.

Some of these days You'll miss me honey..

Ne mi oldu? Bulantı kayboldu. Sessizlik içinde, ses yükselmeye başladığında bedenimin katılaştığımı, sertleştiğini. Bulantının yitip gittiğini duydum."

bu uzun alıntıda tam da demeye çalıştığım şeyi vurguluyor Sartre: bir ezginin kendini var etmek için yok olması gereken notalardan oluşuyor olması... bir cümleye başladığımda yahut bir tabloya başladığımda onu sonuna vardırmam gerekir ki karşıdakinde istediğim his ve anlam oluşabilsin. oysa müzikte böyle değildir bu. bir nota başlar devam eder ve biter bir sonraki nota da aynı süreci yaşayabilsin diye. ve sonra binlerce nota aynı başlama devam etme ve ölme sürecinden geçerek ortaya bir parça çıkarır. bundandır belki de müzik, kişinin kritik anlarında dönüşüm yahut kabullenişle birlikte kullanılır başka sanat dallarında. benim çok sevdiğim bir filmdir, "philedelphia" filmde tom hanks eşcinsel olduğu için çalıştığı şirketten kovulan ve fakat pes etmeyip hukuk yoluyla hakkını arayan biridir. hanks bu arada aids de olmuştur ve ömrünün de sonlarına doğru yaklaşmaktadır. her şey çok çok kötüdür. ve o tarihi sahne



"müzik sever misin? opera sever misin?" der tom hanks avukatına ve maria callas'ın ölümü anlatan o nefis "la mama morta" parçasını çalmaya başlar... bir an bütün hava dağılır, ölümü unutur hanks... birkaç gün içinde öleceğini kesinkes bilmesine rağmen ölümü anlatan bir parçayı dinleyerek kendi ölüm fikrinden uzaklaşır... bunu bir roman yahut bir tablo yapamaz asla. ben bunu demek istiyordum aslında müzik dışındaki sanatlar ikincil sanatlardır derken. 

dünya sinema tarihinin belki de en iyi yönetmenlerinden iranlı  abbas kiyaroustami'nin -ki fransız sinemasının hatta dünya sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri olan jean luc godard kiyarustemi için şöyle der: sinema dediğiniz şey benim filmlerimle kiyaroustami'nin filmleri arasındaki bir şeydir"- ölüm döşeğindeyken son kez hafız'ın bir gazelini dinlemek ister:


gerçi sanırım mohseen namjoo, o dönemlerde -gerçi hala yasaklı- iran'da olmadığı için bu abladan dinlemiştir bu parçayı bence kiyaroustemi yoksa kesin namjoo'dan dinlerdi bence: 


demem o ki ölüm döşeğinde yahut ölümün eşiğinde hiç kimse son bir kez roman okumak istemez mesela ama son bir şarkı dinlemek isteyebiliriz. 

tüm zamanların belki de en iyi, en mükemmel edebi eserlerinden biri kabul edilen Faust'ta mesela intihar etmek üzereyken dışarıdan gelen ilahilerin ezgilerini duyunca intihardan vazgeçme sahnesi vardır. intihar etmek için ipi boynuna geçiren birini çok iyi bir ressamın bir tablosuyla hayata döndüremezsiniz; bunu ancak bir müzik parçasıyla yapabilirsiniz... 

yahut şu sahne: 


bir aşkın başlamasına vesile olabilerek bir dönüşümü de müzikle yapılması dikkate değerdir. (Summer'ın burada elemana "merhaba ben hayatının amına koyacak olan kadınım" der gibi gülümsemesi de nefistir nefis... she said i love the smiths )  şarkıyı da hatırlayalım:



çeviren de iyi çevirmiş ha bu arada şarkıyı. neyse işte.,

 hayatımı filme falan alacak olsaydım şu anki dönemlerimi anlatan sahnelere astor piazzola reisin şu parçasını koyardım sanırım.


şarkının kendisi kadar ismi de nefistir bu arada. 



10 Aralık 2022 Cumartesi

 sanırım okulu bıraktım. yani ingilizce mütercim tercümanlığı bıraktım. sınavlardan -main course mu ne öyle bir ders- çok kötü geldi. 40 soruluk bir sınavdı, dinleme falan da var içinde işte neyse salı günü açıklandı. çalışmıştım da aslında ama yapamadım. çarşamba günü sabah 1 derse girdim sonra ilk ders bitince çantayı alıp çıktım bir daha da sonraki günler de yani gitmedim. ders programım değişti dedim hocanın birine ne yapacağıma dair bir fikrim yok. yani belki ara sınavlarına girerim orada geçer not alınınca bölüme devam edilebiliyormuş sanırım, neyse. henüz karar vermedim ne yapacağıma yahut yapmayacağıma. geride kaldı işte bu da öyle veya böyle. iyi oldu galiba ne bileyim gerçekleştirme yapma isteğini bu kez pek de çaba sarf etmeden savmış oldum başımdan. cuma günü yotube'dan bir şeyler dinlerken yemek yapıp yedim. özlemişim yavaş yavaş bir şey hazırlayıp yerken yotube'dan. neyse. yök'ün tez veri tabanı ve makale veri tabanından arabesk müzikle ilgili yayınlara baktım epey. bi sikim yok, gerçekten kelimenin tam anlamıyla bi sikim yok. arabesk denince aklına müslüm gürses, ferdi tayfur, ibo, orhan gencebay falan gelen net bu işten anlamıyordur. tüdanya'nın adı bile geçmemiş hiçbir tezde, makalede..  şundan daha kıral (biliyoruz kral) bir arabesk şarkı varm'ola ya:


salih kırmızı'yla bir filmi vardı bu ablanın. çekim kalitesi, diyaloglar falan çok kötüdür ama arabesk müziği ortaya çıkaran bütün klişeler vardır filmde. 2000'lerin başıydı adana'nın gerzek yerel kanallarından birinde izlemiştim filmi. adı da "sen yaşa". filmin adı bile arabesk özü verir. "beni siktir et, benim hayatım sikildi ama boş ver; sen yaşa" arabesk budur tam da. 

tekrar gitmeye başladım üniversiteye. gitmemekten de sıkıldım. daha doğrusu bilsem'den sıkıldım. üniversiteye gideyim bari dedim. robotik kodlama, yapay zeka, makine öğrenmesi, kodlama, yazılım, patent, proje vs. bunları duymaktan gına geldi. gerçi kimse zorla anlatmıyor ama maruz kalıyorum bir şekilde. benim için de önemliymiş gibi dinliyorum falan ama içimden... neyse işte. herkes çok iyi kendi halinde. akademik kariyere önem vermeyen de yok gibi neredeyse de işte bende ondan kalmamış. bugün kendi kendime niçin yüksek lisans, doktora törenlerine gitmedim acaba diye düşündüm. iki diplomayı da enstitüdeki memurlardan aldım. içime sinmedi galiba ikisi de. yani daha iyisini yapabilirdim ama beceremedim ondandır belki de. ama bir fotoğrafım da olsa olabilirdi en azından. gerçi ne kadar çok fotoğrafım olmadı. yani önemli anlara dair fotoğrafım hiç yok neredeyse. eskisi kadar küfür etmediğimi fark ettim bir de. burada da dışarıda da sosyal medyada gerçi. bir de vega ve sakin dinlemeye başladım çok fazla. laleler beyaz'ın nasıl da güzel bir şarkı olduğunu fark ettim tekrardan. 
"hoş senin de bir varoluş sebebin var
yakından uzaktan
alakam olsa mutluyum" böyle sözler barındırabilen şarkılar yapılmıyor pek artık galiba.

 François Truffaut, "400 Darbe" filmini 1959'da çekmiş. filmde çocuk yaşında fırtınalı bir hayat yaşayan ve kendini sınırlayan aile, okul gibi şeylerden kaçarak denize ulaşmaya çalışan Antoine'ın öyküsü var. bu filmden bir yıl sonra Nazım Hikmet şöyle bir şiir yazıyor: 

RUHUN

Ruhun bir ırmaktır, gülüm,

akar yukarda dağların arasında,

dağların arasından ovaya doğru,

ovaya doğru, ovaya kavuşamadan bir türlü,

bir türlü kavuşamadan uykusuna söğütlerin,

geniş köprü gözlerinin rahatlığına,

sazlıklara, yeşil başlı ördeklere,

düzlüklerin yumuşak kederine kavuşamadan,

kavuşamadan ay ışığındaki buğday tarlalarına,

ovaya doğru akar,

akar yukarıda dağların arasından,

bir yığılan bir dağılan bulutları sürükleyip,

geceleri iri iri yıldızları taşıyarak,

dağbaşı yıldızlarını,

mavi güneşlerini de dağbaşı karlarının,

akar köpüklene köpüklene,

dibinde ak taşları kara taşlara karıştırıp,

akar akıntıya karşı yüzen balıklarıyla,

dönemeçlerde kuşkulu,

uçurumlara düşüp şahlanarak,

kendi uğultusuyla deli divane

akar yukarda dağların arasından,

dağların arasından ovaya doğru,

ovaya doğru, ovayı kovalayıp

        ovaya kavuşamadan bir türlü."

filmin sonunda Truffaut, fırtınalı ruhu (Antoine) denizin sakinliğine ulaştırıyor; Nazım ise ovanın dinginliğine ulaştırmıyor fırtınalı ruhu. Bir benzetiş, benzetemeyiş ya da. 

neyse bi sikim çıkmaz bu yazıdan da nereye bağlayacağımı unuttum yine aq. küçük iskender'in bir şiiriyle bağlayayım bari:

"gece oldu mu
sev beni. sev beni tarantula
hüznünle zehirle beni.
beni intihar et tarantula.
acıma itaat et
hep bana gül!
hayatı unutturma" 
akademiden hiç kimse şu adama saygı duymadı, duyanları da dışladınız olm siz nasıl ezik böceklersiniz ya. tutmuşlar köşe başlarını kendileri gibi olmayanları almıyorlar içeri. sizin tuttuğunuz o köşe başlarını sikeyim. küçük iskender'den sacrifice okuyup elton john abiden sacrifice dinlemek varken size ram olanın da allah belasını versin.

sacrifice:

sana bugün bir abajur aldım:
bir şeyin ucunda durur da yeşil chevrolet
kapıları açık, baltimor plakalı, usta işi
teybinde elton john'dan sacrifice
biz sahile doğru yürümüşüz
ayak izlerimizde ölüp erimiş peri pelerinleri
periler birbirine düşman, pelerinler birbirine küs

sana bugün bir mektup yazdım:
en çok
en çok güllerden söz ettim
saydam, renksiz, özgür güllerden
bir gül olmak korkusundan
nedenini hatırlamıyorum ama ağladım
sağda solda yakılıp unutulmuş sönmüş sigaralar
'canım...' diye başlanılıp
yarım bırakılmış bir sürü kâğıt parçası
ruh parçası
aşk parçası
buğu parçası
haz parçası
paramparça içime paramparça bir kış gelmiş
biliyor musun ben daima
kışları saklanırım kan

kan ödüldür açıkçası
sana bugün bir kurban kestim
hala ağrıyor ve akıyor bileklerim
gelip geçici bir seyahat
üzerinde konuşulmamış bir sevgi
karşılıklı hoyrat kullanılmış bedenler
aynı dalda karşılaşan iki çocuk sincap
dal, ağacına düşman, sincaplar birbirine küs
dudaklarda müstehzi bir hal
yani bir yere vurup kaybolan far ışığı gibi
bir an aklıma vurup kaybolan o fevkalade hayal
vurup kaybolan ruh ve aşk parçaları
beyaz ve terli alnımda belirip dolaşan
delikanlı tanrının eli
usulca düzeltirken ıslak kahkülümü
otuz yıllık ömrümde ilk kez düşledim ölümü
bugün sana abajur aldım, bir mektup yazdım
sana, diyorum, bugün bir abajur ve mektup
ben bugün sana öldüm başkasına değil
hani o chevrolet yeşil, kapıları açık
teybinde elton john'dan sacrifice
avcumda, pembe, ziftli bir alyans
vurup kaybolan buğu ve haz parçaları,
biriktirdiğimiz
zamanla biriktirenle biriktirilenin
birbirine karıştığı

ben de bir eşya mıyım diye düşündüğü
üzüldüğü şey
bir tüy gibi yanınıza gelip
bir tüy gibi dokunup ürpertip
sonra
sonra geri çekildiği... sacrifice...

koskoca bir aralık ayını müzikle geçirmiştik
sokaklarda elimizde şarap şişeleri
adlarımızın yan yana olduğu
kalpler kazımıştık ağaçlara
modern çağın gereklerine inat,
biz romantiktik biz birbirimizi seviyorduk
biz ayrılmayacaktık biz arabesktik biz...
bugün bir abajur aldım sana
eve geldim
yatağın hep sol tarafında yatardın
sol taraftaki başucu sehpasına yerleştirdim onu
bir ampul taktım sarı soft hep istediğin gibi
ışığında bir mektup yazdım sana
teypte elton john'dan sacrifice
beni terk ettiğini bildirdiğin o telefon konuşması
gözlerinin gencecik mavisi
birden başlayan, o telaşla, bütün gece yağan
yağmur geldi hatırıma
nedenini hatırlamıyorum ama ağladım
yüzüme kapanan ellerin
yüzümü yeryüzüne karşı perdeleyen ellerin
o okyanus ellerin geldi hatırıma
kaset sustu kapandı yeşil chevrolet'nin kapıları

tuvalette sarıldım jilete hasretle öptüm
ampul patladı bir anda alev aldı abajur
kan ödüldür
kanımı bu gece dışarı gezmeye çıkarttım
tenler birbirine düşman, âşıklar birbirine küs
nedenini hatırlamıyorum ama utandım
utandım



neyse ilhan irem'in çok sevdiğim bir şiiri vardı -niye şarkı yapmamıştı bunu acaba-  ondan da sonra bahsederim. 



19 Kasım 2022 Cumartesi

aytok blogçuluk ve turizm ltd. şti. yahut kendi üzerime düşünmem

 bir an durup ne yaptığımı fark ettiğim anlardan nefret ediyorum; ne yapmadığımla, neler yapamadığımla yüzleşiyorum o anlarda çünkü. bazen çok güçlü bir "yapma" isteği geliyor bu yapmadığım yahut yapamadığım şeylere dair;  bir harekete geçme isteği hasıl oluyor tam da böyle anlarda ama hemen bir yerlere uzanıp  bu hissin geçmesini bekliyorum. oblomovluk bile değil bu sanırım. Yoldaş Lenin görse feci kızardı bana da. hep birlikte yer altından notların o meşhur girişini hatırlayalım mı birlikte "ben hasta bir adamım. gösterişsiz, içi hınçla dolu bir adamım ben." oysa içinde bir hınç varsa gösterişli olmak lazım gelir. ah kuzum makar devuşkin. yalçın küçük nasıl da görmüştü bu ilişkiyi -çelişki mi demeliydim?- aşkında şiddet yoktu bu yüzden de kaybetti diyordu makar devuşkin, ah kuzum makar devuşkin... (buradaki şiddet sözcüğünü eyleme geçme anlamında kullanıyor tabi ki yalçın hoca yoksa kaba kuvvet uygulama falan değil)  

acı verse de yani verebilme ihtimali olsa da bir bekleyişten daha kolay daha doğrusu gücü bir başkasının eline verip ondan bir şey beklemek kadar kolay başka bir şey yoktur sanırım bu insan ilişkilerinde. birinin bir şey için adım atmasını beklemek diyorum yani hayatı acaip anlamlı kılar. bunun kadar konforlu başka bir şey yoktur. üstelik acı çekme konforu bile verir bu şey insana. pek de hırpalamayan bir melankolinin yani yüzeysel bir melankolinin pençe-i ızdırabı kadar konforlu başka bir ruhsal durum yoktur. bütün bir hayatımı tek bir cümleyle anlatabilmem gerekseydi; iş bu cümlenin öznesi "yüzeysel bir melankolinin pençe- i ızdırabında pek o kadar da inleyemeyen ..." -bu tabii ki şeklen olmasa da mealde sözde öznedir- gibi bir özne olabilirdi galiba. orta okulda mıydım ilkokulda mı tam hatırlamıyorum ama kıştı. 15 tatilde ilk defa ablamın yanına istanbul'a gitmiştim. dönüşte topkapı otogarı'ndan tek başıma "lüks adana" seyahatin yazıhanesine gidip bilet almıştım adana'ya dönmek için. otobüs akşam kalkacaktı. yazıhanede oturup otobüsün kalkma saatini bekledim epey bir zaman. sonra ablamın verdiği parayla bir cüzdan almıştım kendime. her neyse. sonra bir ara karnım acıktı. topkapı otogarının içindeki dönercilerin birine gidip döner yedim. bütün dükkanın aynalarla kaplı olduğu dönercilerdendi. içeri girdiğimde cavit karabey'in "uğrunda ölürüm lafımı olur" (mı soru eki bitişikti orijinalinde; ki bence  arabesk bir şarkıda mı soru eki bitişik olmalı bir sakıncası yok bunun) 


şarkısı çalıyordu. şarkıyı hatırlamıştım. elazığ'daki dayımın oğlu "x abi" dinlerdi bu şarkıyı sürekli. internet güzel bir şey ya bir foto buldum 1992 tarihli tam da lüks adana yazıhanesinin fotosu. 

bütün bunları biraz önce bütün notlarını hemen hemen çıkardığım doçentlik için gerekli olan kitabı yazma isteği geldiğinde bilgisayarın yanındaki koltuğa uzanıp bu hissin geçmesini bekledikten sonra yazdım. demin de demiştim, ne zaman içimden bir şeyler yapmak gelse hemen bir yerlere uzanıp  bu hissin geçmesini bekliyorum.


arka plan fotosunu da değiştirdim, tarkovski'nin bir filminden bir sahne. neyse işte, batmak üzere olan esnafın dükkanında son bir tadilat yapması gibi. yerel radyolara reklam mı versem acaba? "yenilenen mekanı ve güler yüzlü hizmet anlayışıyla sizlere hizmet vermekten onur duyan "aytok blogçuluk ve turizm ltd. şti." fjklsadajlkaslkgsd 



5 Kasım 2022 Cumartesi

"ben bu kadar değilim" yahut üç ev görsem şehir sanmam üzerine

 son baharın ilk günleri. güneşin hafiften batmaya yüz tutmasına rağmen ısıtmaya -yakmaya değil- ama sonbahar günleri. kolum ve ayağımın bir kısmı güneşte kalmış, rüzgar çok hafiften hızını artırmış; güneşin yakmasına izin vermiyor. tek tük insanlar var rüzgarın şiddetiyle hafiften yükselmeye başlayan dalgalarla boğuşuyor olmalılar. eğlendiklerine işaret eden çığlıkların şiddeti artınca hemen ardından dalganın sahile vurma sesi geliyor. hafifçe doğrulup güneşe bakmak istiyorum ama sonsuza kadar bu anı yaşamak isteyeceğim için bakmıyorum. son baktığım yerde olmayacak güneş biliyorum çünkü. bana zamanı hatırlatacak hiçbir şeyin olmadığı bu sahilde güneş zamanın ilerlediğini hatırlatabilir bana şayet bakarsam. ne düşünmeliyim acaba şimdi diyorum içimden. hiçbir şey düşünemiyorum fakat. ayağıma yapışan kumları şezlongun ucuna hafifçe vurarak dökmeye çalışıyorum .döküldü mü dökülmedi mi anlayamıyorum ama bakmak da gelmiyor içimden. birazdan kolumdaki ve bacağımdaki güneşin yakma hissi kaybolacak; bu anın sonsuza kadar süremeyeceğini bildirmek ister gibi bana. bir şeyler düşünmek istiyorum olmuyor. olsa ölürüm / olmasa ölürüm dediğim şeyler uzakta bile değiller sanki. bir türlü dönemiyorum o anlara. beni o anlara ve başka tüm anlara götürebilecek yegane şey güneşin birazdan tenime değmeği bırakması olacak. bundan zamanın ilerlediğini güneşin batmaya iyice yaklaştığını anlayacağım. 

    bu ana bir müzik yakışacak olsaydı Astor Piazzolla'nın  Oblivion'u yakışırdı sanırım. yine de emin değilim sonuçta astor piazzola denen adam da arjantin'in kerhane müziğini yapıyordu. bizim kerhane müziğimiz de arabesk aslında. burada yazmıştım daha önce de yanlış hatırlamıyorsam 80'ler türk sinemasında çoğunlayın bir kerhane sahnesi bulunur ve bu sahnelerde hep arabesk çalar. orada çalan arabeskler müslüm gürses, ibrahim tatlıses, orhan gencebay, ferdi tayfur gibi arabeskin popüler isimleri değildir genelde. merkeze yaklaşma hayaliyle bir şekilde albüm yapmış ama pek de başarılı olamamış tüdanya, attila kaya, hüseyin altın, kamuran akkor, bergen vs. gibi isimlerdir. şimdilerde bergen'in popüler olmasına aldanmamak lazım 80'lerde falan baya bi itilip kakılmış kaset camiasında ve hep 3. sınıf yerlerde çıkmış. (çocukken niyeyse bizim apartmana gelmişti hatta bir ara ne alaka aq gerçi müslüm gürses de gelmişti)  genelevlerle gerçek arabeskin kaderi ortaktır aslında. her ikisinde de sınıf atlama isteğinin tezahürünü okuruz. yukarıda yazdığım müslüm ve türevi arabeskçiler sınıf atlamaya vukuf olmuş arabeskçiler; o yüzden onların yeri yok genelev sermayeleri arasında artık. genelev sermayeleri de sınıf atlama isteğiyle kötü yola düşmüş ve bunu aşamamış insanlar bir nevi. tıpkı tüdanya, bergen vs. gibi işte. 

    elimde bir istatistiki veri yok tabii ki ama uzun yıllara dayanan bir gözlemin sonucudur ki bu üçüncü sınıf arabesk şarkıcıların şarkılarının leitmotiv'i kesinlikle "kader"dir. genelev sermayelerinin de adı hakeza kader'dir çoğunlayın.




ama yine de illa yukarıdaki gibi bir sahilde hiçbir şeye yakın olmadığım her şeye uzak olduğum bir zamanın müziği galiba eleni karaindrou ablanın "sonsuzluk ve bir gün"ü olurdu. angelapulos yoldaş nasıl da seçmiş bu müziği bu sahneye ama çakal.. 




"Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza" ki aslında ben  bunu yazacaktım bununla alakalı yani ama başka bir yere savruldu her zamanki gibi yazı. fakat yine de şunu söylemden geçmemeliyim ki ne zaman üç güvercin görsem meksika geliyor aklıma ve hatta ne zaman üç ev görsem bir şehir sanıyorum. tabii ki

"ben bu kadar değilim."

16 Ekim 2022 Pazar

Sarabande yahut ah keşke ben bir toprak olsaydım...

 görüldüğü üzere son derece gereksiz bir temayı daha hayatımın anlamıymış gibi hissediyor olmanın coşkusuyla huzurlarınızdayım. (artık buraya bir şey yazmayacağım

gerçekten burayı unutmaya karar vermiştim. barry lyndon'dan bir sahne aklıma takıldı bir ara bugün okuldayken pardon merkezdeyken. sahneyi hatırlamaya çalışırken handel'in "sarabande"si.. derken karanfil elden ele... yani çok acaip! gerçekten anlamakta zorlanıyorum; bundan 350 sene önce almanya'da doğmuş bir besteci nasıl oluyor da benim hayat hikayemi notalara dökmüş olabiliyor? yahut stanley kubrick efendi niye böyle bir film çektin yahut nasıl aklına geldi böyle bir film çekebilmek hadi bunu akıl ettin sarabande'i nasıl akıl ettin filmine müzik olarak kullanmayı? 

whatever.. "Oh my lord, I wish I were dust." 

8 Ekim 2022 Cumartesi

son yazı yahut içimdeki şarkının bitmesi üzerine veyahut bu da bir nesr-i muhzin- i diğer

 çok eskiden dinleyip sevdiğin, ezberlediğin bir şarkıyı mırıldanırken  şarkının bazı kısımlarını hatırlayamadığını fark ettiği bir an var insanın. tuhaf bir an oluyor bu unutuşu fark etme anı. ilk dinlediğin anın sonra şarkıyı daha çok sevmene neden olan anıların o şarkıya bir şekilde eklenmesi falan her şeyin bir çok şeyin temerküz ettiği şarkıyı içinden söylerken bir yerde sözlerin kesildiğini fark etmek adını ancak marcel proust gibi birinin koyabileceği bir anın yaşanmasına neden oluyor. otobüsle şehirler arası yolculuklar yaptığım sıralarda çok uzak bir yere gözüm takılırdı. otobüs ne kadar giderse gitsin asla yaklaşılamayacak asla geçilemeyecek gibi gelirdi başlangıçta o yer. ama bir yer gelir orayı da geçersin. nasıl geçtiğini fark edemeyeceğin kadar uzun bir andır o an. gideceğim yere vardıktan bir zaman  sonra zihnimde işaretlediğim o uzak yeri nasıl ve ne zaman geçtiğimizi düşünüp bulamam hiç. fark etmeden geçip gitmişizdir o uzak yeri bir şekilde.

bugün -yani 8 ekim 2022- sonbahar geldi adana'ya. ayaklarımın üşüdüğünü hissederek uyandım bugün ilk defa.  ince bir soğuk vardı. bugün adana'ya sonbaharın geldiğini hissettim. dilime dolanan çok sevdiğim bir şarkının bazı bölümlerini hatırlayamadığım bir gün de oldu bugün. büyük bir ceviz ağacı var apartmanın arka bahçesinde. bütün yaprakları sararmıştı onu fark ettim sabah camdan bakarken. adana'ya sonbahar gelmiş dedim içimden. sonra şarkı dolandı dilime. bir yer geldi sözlerin bir kısmını hatırlayamadım.  sanırım hayatımın da sonbaharı geldi dedim; bu defa içimden değil ama mırıldanarak. bunu ilk defa bugün hissettim. adana'ya da bana da sonbahar geldi. milyonlarca yıldır adana'ya sonbahar geliyor daha da gelecek. bana ilk defa geldi. ilk defa bir istanbul sonbaharında dilime dolanan şarkı son defa bir adana sonbaharında bu defa eksik bir şekilde tekrardan dolandı. 

  sanırım hayatımın da sonbaharı geldi dedim sonra içimden (bu defa içimden) demiştim. bunu ilk defa bugün hissettim. adana'ya da bana da sonbahar geldi dedim. 

içimdeki şarkı falan bitmedi aslında ama galiba bitmiş gibi (bütün bir doktora tezimde bunu anlamaya anlatmaya çalışmıştım: mış gibi yapmayı yani. oğuz atay yazabilmişti mış gibi yapmanın romanını ben de tezini yazarım onun romanları üzerinden dedim ama pek olmamıştı malum. 

başlıkta hala humour kovalamaya çalışmam... ben giderim sense of humour'um kalır / dostlar beni hatırlasın :)


şarkı da buydu 





1 Ekim 2022 Cumartesi

tesadüfün imkansızlığı yahut bir mendil niye kanar adlı tübitak projesi.

uzun bir süredir görmediğimiz biriyle hiç alakası olmayan bir yerde karşılaşmak için devreye giren olasılıkları düşününce; o birisiyle tesadüfen karşılaşmak falan neredeyse imkansız gibi bir şey olduğuyla yüzleşiyor insan. fakat bir yer geliyor karşılaşabiliyor da insan. tabii bu karşılaşma lucha de gigantes'vari bir karşılaşma da olabilir; hiçbir şey ifade etmeyen bir karşılaşma da olabilir. i don't (k)now. 

3 hafta oldu yeni okulda; daha doğrusu MERKEZ'de. buraya başlamadan önce kendi kendime "artık erken gitmeyeceğim" demiştim. çalıştığım bütün okullarda dersim başlamadan  en az 30 dakika önce okulda olmuşumdur. ama bu defa tamam bu kadar yeter artık erken gitmeyeceğim buraya dedim the kendi kendi  kendime... çünkü bu okul pardon merkez acaip large bir yer. dedim bari buraya zamanında tam ders başlarken gideyim artık ama olmadı. buraya da dersim başlamadan en az yarım saat önce gidiyorum. yol çok kısa 5 dakika falan sürüyor arabayla. acaip yoruldum bu her yere erken gitme takıntısından.

"korkuyorum biletim yanar sıram geçer diye.."

"Çok erken gelmişim seni bulamıyorum,
Bir şeyin provası yapılıyor sanki."

"Her yere yetişilir  
Hiçbir şeye geç kalınmaz"

BUUUUUUUUUUUU BİLSEM nam okul pardon merkez sanırım pek bana göre değil. kendimi orada gerekli hissedemedim. yani ben olmasam da olur. bu yüzden varsa hakkım bu yıl tayin isterim oradan. öğrenciler falan çok iyi temiz çok ahlaklı çok zeki. benim verebileceğim bir şey yok onlara. aksine bazen durup bakıyorum çocuklara nasıl da zeki ve ahlaklılar. nasıl da lab demeden labaratuvarı anlıyorlar ama ben acaip yorgunum sanırım o çocuklara bir şey verebilmek için. 

küçükköy duygu hastenesi duruyor mu hala acaba? nasıl da şüphelenip teşhis etmişti doktor hastalığımı ama. vay be... gün içerisinde belki onlarca defa doktorun akciğer filmime bakıp maskesini takması ve ardından yedikule hastanesine git demesi geliyor aklıma.  okuldan öğretmen arkadaş F'yi aramıştım sonra benimle hasteneye gelsin diye. hiç gücüm yoktu. sonra yatış işlemleri. sonra S'yi aramıştım akşam. ağlamıştım. yatış işlemlerini yapan memur "iyi mesai bitmeden geldin yoksa yarına kalırdı; zaten bu da son yataktı boş olan demişti. farkında olmadan hasteneye de erkenden gitmiştim, geç kalmamıştım. 

hiçbir yere gecikmezsen o amına koduğumun mendili kanar işte. bilsem'deki hocaların hepsi "proje yap mutlaka" diyor tamam diyorum ben de. ne diyim aq? güzel bir proje konusu aslında:

"Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar?"10 numara proje. öğrenciler ve danışman bir mendilin niye kanadığını bilimsel yöntemlerle açıklayacaklar, hepsi bu. bilimi ne aq? çok afedersin şekerim. 

heh Fuzuli'nin de dediği  gibi biraz:
 "aşk imiş her ne var alemde / ilm bir kıyl û kâl imiş ancak"



25 Eylül 2022 Pazar

Kendine Dışarıdan bakmak yahut bakamamak

 Akşam yemeklerinden sonra bir türlü ne kadar mücadele edersem edeyim vazgeçemediğim bir alışkanlık var, uyumak. Yani bi yarım saat falan. Bu öyle bir tutku haline döndü ki gün içersinde akşam yiyeceğim yemeği ve ardından çekeceğim uykuyu düşünüp heyecanlanıyorum.

Bugün de yaptım aynısını fazla uyuyamadım ama kapı çaldı aşağıdan. Yanlış zile basmış biri. Geri uyumaya çalıştım ama olmadı, garip bi sinir vardı üzerimde. Zile sinirliyimdir diye düşündüm ama huzursuzluk da vardı. Gördüğüm rüyayı hatırladım. Yemek üzerine uyunmuş birkaç dakikalık bir uykuda gördüğümü rüyayı.  

Morgtaydım. Morg yetkilisi ölünün yattığı dolabı açıp mevtayı gösteriyordu. Ölü bendim. Fakat bakan kimdi yani kime teşhis ettiriliyordu bedenim? bir an cesedime bakanın kendim olduğunu sandım fakat ben gibi de değildim bakan çünkü daha önce duyumsadığım türden bir acı duymuyordu  cesedime bakan kişi. (bakan kişinin acısını hissedebildiğime göre bakan ben olmalıyım aslında) Sonra morgun çekmecesi kapatıldı. (boğuluyor gibi oldum uyandıktan sonra hatırlayınca bu rüyayı.) bir süre morg çekmecesinde yatan cansız bedenime baktım. kelimenin tam anlamıyla kan ter içinde uyandım sonra. daha önce bu kadar kesik ve sık soluğumu hatırlamıyorum. 

 düşündüğüm belli belirsiz yaptığım, daha sonra derinleştiririm dediğim  tespitlerimden biri de insanın kendine dışarıdan bakmasının onu hareketsizleştirdiğine dair olandır. o yüzden ben kariyer planlamacısı, danışmanı yahut ne bileyim kişisel gelişim uzamanı falan olsam danışanlara diyeceğim ilk şey "kendinize dışarıdan bakmayın" olurdu. kendine dışarıdan bakabilen insanlar müthiş yaratıcı bir bilim yahut sanat insanı olabilir. bakmayanlar da ne bileyim mesela müthiş iş insanı olabilir onlardan da. bir de benim gibiler vardır; kendine dışarıdan yarım yamalak bakabilenler. okuyanlar hemen hatırladı dostoyevski'nin "insancıklar" romanındaki makar devuşkin'i. şöyle der bir yerde makar: "fakat herkes eser verecek olsaydı, kim yazıları temize çekecekti? ama ne yazık ki müsvedde diyerek bir benzerlik buluyorlar! tamam da bu müsvedde lazım size, bu müsvedde işinize yarıyor, bu müsvedde sayesinde işler yolunda gidiyor, bu müsveddeye ikramiye vermeniz lazım; müsvedde olsa bile!" sanatçılar eser veriyor insancıklar ise olsa olsa bir eseri redakte edebilen canlılar. kaldı ki insancıklar da aslında insan müsveddeleridir, başka bir şey değil. (tam olarak hangi bağlamdaydı hatırlayamıyorum ama Michelangelo Antonioni'nin "il grido filmi de aklıma gelmişti insancıklar romanıyla beraber. neyse yine ve yeniden ne kadar entelektüel olduğumu göstermeye çalışıyormuş gibi yazmaya başlamışım. oysa sevgili okurlarıma bunu bir daha asla yapmayacağıma dair söz vermiştim ama neyse.. 

üniversite 3. sınıftaydım. adana'nın yerel kanallarının birinde bir filmin başlangıcına denk gelmiştim. yönetmen nesli çölgeçen yazıyordu. tabii ki kumandayı bırakıp izlemeye başladım. "imdat ile zarife" diye iyi bir filmdi. daha açılışta bir şaheser izleyeceğinizi garanti ediyordu film. nefisti açılışı filmin. neyse derdim filmi anlatmak değil aslında filmin görüntüleriyle oluşturulmuş bir ezginin günlüğü şarkısı var o takıldı dilime birkaç gündür.  


bir de "Requiem For A Dream" zenci elamanın eroin yoksunluğu çektiği sıra pencereden ağaçları izleyen annesinin kucağına atlayıp kulağına bir şeyler fısıldadığı ve annenin çocuğa müthiş bir sevgiyle sarıldığı sahne geliyor aklıma. kişinin aktüel zamanıyla kişisel zamanının bu denli kuvvetli çatıştığı bir sahne hatırlamıyorum sanırım. sahnenin devamında zenci elaman yatakta cenin pozisyonunda ağlıyordu. film üzerine yazılan tüm yazıları -tabii ki internette olanları- okudum sanırım. bir kişi de çocukların hayatı yasadışı uyuşturucuyla kararırken annenin hayatı yasal uyuşturucularla (televizyon ve zayıflama hapları) kararıryor ikiliği üzerinden açıklamamış filmi. film "okuma" sevdalısı geri zekalılardan olup da buraya yolu düşen olursa alıp kullansın bu ikiliği.


3 Eylül 2022 Cumartesi

bir şeyin orada olmadığını unutmak

 bir şeyin var olmadığını bilmekle bir şeyin orada olmadığını unutmak aynı şeyler değil; çünkü bir şeyin orada olmadığını unutmak aslında bir çeşit  hatırlama sürecidir. hatırlama da denmez aslında buna; tam olarak onu yaşamaktır.  orada olmayanın (bu satırları yazarken inanılmaz bir şekilde coen'lerin "the man who wasn't there" filmini tekrardan izlemek hissi hasıl oluyor) yani aslında o anda orada olmayan bir şey için oradaymış gibi davranmak yani onun orada olmadığını unutmak en kesif hatırlamadır. şu halde hatırlamak unutmaktan türeyen bir eylemdir diyebiliriz. 

 rastgele bir yerinden açıp binbir gece masalları okumak kadar zevkli çok az şey var bu dünyada. hikaye uydurmayı bu kadar iyi bilip de sineması, romanı araplar kadar başka bir millet daha yoktur galiba. yani neyse ne tabii gerçekten bu tespiti okumak için mi giriyor insanlar bu bloğa (3 kişi)? tabii ki hayır. 

yalan söylemek yahut sık sık yalanlara başvurmak aslında kişinin  hikaye anlatma isteğinin bir nevi dışavurumu gibi bir şey. (nietzsche'nin yalan söyleyen birine müdahele etmemek gerektiğini salık vermesi de bundandır belki kim bilir? değil aslında da neyse nietzsche okuduğumu falan araya sıkıştırmak istedim galiba) fakat hikaye anlatmak, film çekmek insanlara bir şeyin orada olmadığını unutturmak süreci aslında. 

bir şeyin orada olmadığını unutarak yaşamak. böyle belli belirsiz duyumsayıp söze gelmeyen ya da getirilemeyen şeyler vardır. beni aşar bunu anlatmak dediğiniz. benim ilmim "bir şeyin orada olmadığını unutarak yaşamak"ı duyumsamaya yetse de görüleceği üzre anlatmaya yetmiyor. 

29 Ağustos 2022 Pazartesi

bir soyutlamayı somutlaştırarak somutlamak yahut la notte

 "Evvel bahar yaz ayları gelende" karacaoğlan'ın bu "evvel" kalıbıyla başlayan onlarca koşması var. 99-2000 gibi yaz geldiğinde saatlerce tv karşısında kanal değiştirip (zap?) akşamı ederdim. en çok da müzik kanallarında oyalanırdım. evde bilgisayar dönemi başlamıştı ama yaygın değildi. gerçekten türk popu için bile çok iyi sayılabilecek bir şarkıya denk gelmiştim:


güzel şarkıdır.. düzenlemesini de sevgili ozan çolakoğlu yapmıştı sanırım sdnfsdjnsjnjn neyse ya ne diyordum. o yaz epey dönmüştü bu klip ekranlarda. aslında 20 yıl sonraya kalabildiğine göre bu şarkıya artık pop dememeli belki de bilmiyorum. neyse her neyse...

Michelangelo Antonioni'nin "la notte"sini (gece) izlemiştim geçen hafta tekrardan. filmin bir yerinde -gece sabaha varmış yahut varmak üzere bir saat dilimidir. adam kadına (aslında kadın adama) uyurken uykundan öpmek istedim seni gibi bir cümle kuruyor. uyku somut bir şeydir fakat onu öpemezsin. birinin uyuyuşu da somuttur fakat onu da öpemezsin. 

"bu sabah uyandığımda sen hala uyuyordun. uyanır uyanmaz yumuşak soluğunu duydum. dağınık saçlarının altında kapalı gözlerini gördüm, bu beni derinden etkiledi. haykırarak seni uyandırmak istedim ama öyle derin bir uykudaydın ki... loş ışıkta tenin capcanlı, öyle sıcak ve tatlı ışıldıyordu ki öpmek istedim ama seni uyandırmaktan korktum... uyanırsın diye kollarıma almadım. bunun yerine kimsenin benden alamayacağı, sadece benim olan şeyle yetindim: senin sonsuz görüntünle. yüzünün ötesinde, tüm ömrümün ışığında bizim saf, güzel halimizi gördüm: geleceği ve hatta bütün geçmişimizi. bu en mucizevi olaydı; ilk kez hep benim olduğunu hissetmek, senin sıcaklığın, düşüncen ve isteklerinle bu gecenin sonsuza kadar süreceğini hissetmek. lidia, o anda seni ne kadar sevdiğimi fark ettim. duygularımın yoğunluğu beni ağlattı. bunun asla bitmemesi için ömrümüz boyunca böyle kalmalıyız. sadece yakın değil, birbirimize ait halde. tek tehdit alışkanlığın yaratacağı bir kayıtsızlık olacaksa da hiçbir şeyin bozamayacağı bir halde.


o anda sen uyandın, tebessümle, kolların boynumda, beni öptün. ve artık korkulacak hiçbir şey olmadığını hissettim. hep o anki gibi kalacaktık; zamandan ve alışkanlıktan bile güçlü bağlarla.


- bu mektubu kim yazdı?

- sen yazdın."


yazdığım tezlerde kullandığım kalıp bir ifade var: "bu paragrafta / alıntıda vurgunun ..... üzerine olduğu açıktır" şeklinde.  bence yani gerçekten çölde çay filminin sonundaki daha önce buraya da aldığım bir paragraf vardı "hayatınızı derinden etkilemiş bir öğleden sonrayı, daha kaç kez anımsayabilirsiniz?" şeklinde vurucu bir cümle barındıran  tirad.  bu ondan da iyi. yahut bir aşkı bundan daha güzel anlatabilmek imkansızdır. ve antonioni'nin yazdığı bu mektupta vurgunun "kimsenin benden alamayacağı, sadece benim olan şeyle yetindim: senin sonsuz görüntünle." cümlesine olduğu açıktır.

 kısa ve gereksiz bir tatil girişiminden sonra biraz önce nihayet adana'ya ulaştım. şu an bu satırları yazamıyor olabilirdim. hayatımın en ciddi kaza tehlikesini atlattım gelirken. toroslardan çukurova'ya inerken orta şeritten giden bir tırı sollamak üzereydim. tam tırın yanından geçerken yolda bir şey gördüm, insan bedeni yahut hayvan bedeni gibi bir şeydi. tır ezmemek için sola yani benim şeride kırdı. ben de hayatımın refleksini gösterip iyice sola kırdım, bariyer yoktu en solda, araba savrulur gibi oldu sonra kendi kendine toparladı ve devam etti ve kontrolü aldım sonra ben. kurtardım diye bağırmaktan sesim kısıldı. hızım 130'du. belki 50'ye yakın araç birbirine girmişti tam bu olayın olduğu yerde. eve 40 km falan vardı. gelene kadar bağıra bağıra yüzlerce defa "kurtardım" diye bağırdım arabayı sürerken. ama sanırım tırcı kurtaramadı ve yerdeki her neyse ezdi onu. şayet onu ezmese beni alacaktı altına. beyaz mercedes actors tır.. ne diyeyim sayende şu an ikimizde hayattayız. ama cidden şöyle bir an oldu. tır orta şeritten giderken solundan onu geçmeye doğru yaklaşıyordum ve seri selektör yaptım, çünkü tır hafiften sola kayıyor gibi gelmişti bana. tıra "ben sol şeritteyim bu şeride geçme" demek için yaptım selektörü. yani muazzam bir andı ya milim kaldı tırla aramla milim. tabii bir de jeep mühendislerine teşekkür etmem gerek. arabayı aniden sola kırınca hızım 130 olmasına rağmen milim kaymadı araba. i love you jeep... 

bir aksilik olmazsa yarın birkaç şey daha yazıp yayınlarım bu yazıyı.

bugün yayınlayacam demişim dün. yani artık bugün. böyle bir dizi vardı attila ilhan'dı senarist. çocuktum. hayal meyal hatırlıyorum bu diziden bazı sahneleri ama hep görüntü şeklinde. böylesi daha iyi yani en iyi hatırlama biçimi salt görüntülerle olanlar galiba. böyle belli belirsiz gelip geçen görütüler şeklinde olanlar. bir de 5. katta oturan türkan teyzelerde izlediğim bir film vardı. daha doğrusu videoda bir film izliyorladı ben de oradaydım. bundan da salt bir şarkı sözü kalmış aklımda "dünden önce yarından sonra" deyu. dshfksl  bu da yanlış kalmış aklımda dünden sonra yarından önce'ymiş şarkının adı.


hatta şimdi 1. bölümünü buldum dizinin onu izleyim bari, sikerler. sürekli zaman geçirmeye çalışıyor ve bir şeyleri erteliyorum. sanki her şey için erkenmiş gibi geliyor. ne yaparsam yapayım erkenmiş gibi geliyor ve fakat aslında her şey için acaip geç kalmışım gibi. 







6 Ağustos 2022 Cumartesi

"fi'lhakika bloğunuz ilme de hizmet etmeli"

 ekşi sözlük'te binlerce entryim varmış. yedeğini alıp hepsini sildiğimi söylemiştim bir vesileyle. bu entrylerden bir meseleye yahut bir konuya, isme değinen ve salt bilgi içerenleri buraya aynen aktarmaya karar verdim. kamu malı olsun. kamuya ait olmayan bilgi de gereksizdir zaten. ayrıca akademik dergiler için yazdığım birkaç yazıyı da dergilere göndermekten vazgeçtim. hepsi birbirinden gerizekalı akademisyen tayfanın hakemliğinden icazet alıp yayınlanan makalenin hiçbir kıymet-i harbiyesi yok gözümde. o yüzden onları da buraya ekleyecem. tabii ki eklemeyebilirim de ama eklerim galiba. 

bildiğini göstermek, görülmesini istediğimiz başka her şey gibi görmesini istediklerimizin üzerinde kurmak istediğimiz tahakküme tekabül eder, bence tabii. öğrencilere dahi soru sormaktan çekinen biriyim. kendimle ilgili en övündüğüm şeydir bu sanırım. hatta kendimi başkalarına karşı tek üstün gördüğüm özelliğim de budur. tabii bu birilerinden üstün olabilmek için kabul gören genel geçer bir kriter değil; bunun farkındayım ama ne bileyim işte olsun o kadar da kendime iltimasım yani. hiç soru sormadan iletişim kurabildiğimiz insanlar gerçekten içselleştirebildiğimiz insanlardır. "nerede oturuyorsun? bu bile zora dayalı bir müdahaledir aslında. (dürüst olayım benim tespitim değil bu, elias canetti'nin "kitle ve iktidar'da yaptığı bir tespit. soru sormak zora dayalı bir müdahaledir diyordu mealen kitapta. ki bence de öyle. neyse tanık gösterdim yine ama mecburdum; göstermeseydim bu defa tespit benimmiş gibi olacaktı; bu da yalana girerdi yani haliyle) adana'yı bilenler için (amerika'dan, kanada'dan, fransa'dan falan bile takip eden var olm bu biloğu) nerede oturuyorsun sorusuna aldığımız cevap hürriyet mahallesinde yahut ziya paşa bulvarında olmasına göre bir intiba oluşturacaktır soruyu soran kişide kaçınılmaz olarak. burada bir polis sorgusunu yahut bir savcılık sorgusunu ya da ne bileyim öğrencisine  "neden geç kaldın?" diyen bir öğretmenin öğrencisine sorabileceği türen soruları bile hatıra getirmekte fayda var ne demeye çalıştığımın  anlaşılabilmesi için. sırf ödev kontrolü yapmamak için çok az ödev verdim hep. öğrenciye "neden yapmadın ödevini" sorusunu sormamak için verdiğim ödevleri de hep kontrol edeceğim dediğim tarihten sonra ettim. öğrenciye soru sormamak için hep ders anlattım. (bu söylediklerim fen lisesinde yahut üst düzey anadolu liselerinde  falan okuyan çocuklar için geçerli değil tabii ki; bilakis onlara sürekli ödev verip verilen ödevi de kontrol etmeli; zeki insanları soruyla demoralize edemezsiniz çünkü) orta ikinci sınıftaydım, felaket ders çalışıyordum felaket... kısa saçlı yaşlıca bir matematik öğretmenimiz vardı. polinom anlatıp tahtaya soru yazmıştı. kim çözmek istiyor gibi bir soru sormamıştı. soruyu yazdı, sınıfa baktı ve göz göze geldik hocayla. işaret etti bana "gel" der gibisinden, kalktım ve soruyu çözdüm. nasıl da müşfik bir şekilde "aferin otur bakim yerine" demişti. sonra ingilizce dersinde, yine orta iki'deydim, öğretmen have / has v3 konusunu  anlatırken  içerisinde "pink floyd" geçen bir cümle yazmıştı tahtaya. "pop saati" diye bir program vardı trt 2'de oradan hatırlıyorum grubu. " The Wall" diye bağırdım sınıfta. hoca gülümsedi. nereden biliyorsun sen bu şarkıyı yahut grubu falan gibi bir soru sormadı bana. sadece yanımdan geçerken başımı okşadı. (ben şefkatin bilgiden üstün olduğunu anladığımı hissediyorum bugün bu olaya bakarak) o gün müydü sonrası mıydı tam hatırlayamıyorum. öğlenciydim ama eve erken gelmiştim. annem komşudaydı. anahtarı verdi, ben eve geçtim tek. o zamanlar yeni çift kaset çalar almıştık loewe marka. radyoyu açmıştım.

 bu çalıyordu radyoda. neyse çağrışımların kolaycılığına kurban etmeyeyim bu yazıyı da. çağrışımlar özden uzaklaştırıyor her ne kadar özden türeseler de. soru sormak yahut soru sormamak; "that is the question". soru sormak sorulan kişiyi rahatsız etmenin ve yine sorulanda bir iktidar kurmanın aracı olduğu için masum değildir; öz buydu. foucault nasıl oldu da ıskaladı bunu? canetti okumamış mıydı acaba? mümkün değil okumuştur. hatta ilk başlarda "özne ve iktidar" kitabının adının canetti'nin "kitle ve iktidar"ına bir anıştırma olduğunu da düşünmüştüm. neyse... diyelim ki bir arkadaş grubu dışarıda bir yerlerde oturuyor. masaya sonradan gelen kişi "ee naptınız bakalım, nasıl gidiyor?" gibi bir soru soruyor ortama. bilgi talep ediyor yani. burada bir üstten bakma söz konusudur. soru sormak bilgi talep etmektir. bu burada dursun. bir öğrenci mesela anlamadığı bir şeyi öğretmenine sorduğunda bu zora dayalı bir müdahale olmuyor çünkü bu sorulan soru biraz sonra öğretmenin öğrenciye yönelteceği ve iktidar ilişkisini pekiştirecek olan sorulara cevap verebilmenin malzemesini sağlıyordur öğrenciye. ya sıkıldım bunları anlatmaktan.
 e.e. cummings okuyacam bu yaz daha doğrusu amerikan şairleri okuyacam. 

"we are for each other: then
laugh, leaning back in my arms
for life's not a paragraph"

derken cummings, kimse de çıkıp abi naptın dememiş mi bu adama? (keşke 1900'lerin başında Misissipi'de doğmuş olsaydım da cummings'i, faulkner'i falan orijinaliden okuyabilseydim. 

uzun bir yolculuğa çıkmak istiyorum bu aralar. nereye olduğu hakkında bir fikrim yok. çıkayım yola fark etmez. yanıma sadece e.e. cummings'in şiirlerini alacam. amerikan dili ve edebiyatı kadar güçlü bir edebiyat daha doğrusu güçlü demeyeyim beni çeken bir edebiyat yok ya. "blaze" diye bir film izlemeye başladım bu gün. izlemeye başladım diyorum çünkü artık oturup öyle saatlerce film izleyemiyorum yahut kitap okuyamıyorum. film amerika kırsalında şiir yazan blaze lakaplı birini anlatıyor. şiir değil aslında country müzik yapan bir eleman ama yazdığı şarkılar feci şiirsel öz barındırıyor. ethan hawke de iyi çekmiş ya. tam faulkner'in ya da cummings'in yahut  ne bileyim sallinger'in yaşadığı anlattığı yerlerde geçiyor film. 

yks açıklandı geçen hafta. iyi bir puan geldi dilden. sanırım btü' mütercim tercümanlık geliyor ve yazacam galiba o bölümü. bir de adana bilsem'e atandığıma dair kararname de geldi, pazartesi de toki'den ilişiği kesip oraya başlayacağım artık. toki defteri de kapandı böylece. 
 
nazik yahut düşünceli davranınca bunu eziklik olarak algılayıp o şekilde muamele eden insanlardan acaip yoruldum. şimdi bunu böyle söyleyince türkiye'nin neredeyse tamamı buna "evet ben de" diyecektir. bir filozofla ilgili bir şeyler konuşuluyordu bir ara. ben de arkadaş konuşmasını daha da açsın diye bir iki soru sordum. bir süre sonra arkadaş konuşmayı oraya kendisini dinlemek için gelmişiz gibi sürdürmeye devam etti. hatta kendini iyice kaptırıp .....'yı okumadığınız için bu söylediklerim havada kalabilir o yüzden açmayim bu kısmı dedi. "yok aç ya sen külliyatını okudum, bilirim mevzuyu anlat" dedim. sonra kendisinin aslında ikincil kaynaklardan okuduğu falan anlaşıldı, haliyle bozuldu biraz; ben de kendime kızdım. aslında daha en başından anlamıştım elemanın okumadan yalapşap bilgiyle ahkam kestiğini ama nazikçe bunu görmezden geldim. devamında elemanı dinledikçe ezik muamelesi yapmaya başladı. gerçekten ne gerek vardı ki? bir yere gidip oturduğunda ihtimal buyurmak gerekir ki oraya insanlar seni dinlemeye gelmiyordur senle bir şeyler paylaşmaya geliyordur diye durup düşünmek gerekir. aman neyse ne ya  felaket sıkıldım bu mevzulardan da felsefeden edebiyattan falan da. cidden kimseyle kimselerle konuşmayacam bir daha bu türden şeyler.  ne biliyorsan biliyorsun -biliyorsam biliyorum- ne yapalım yani.

"Beklemek gövde gösterisi zamanın;
Çok erken gelmişim seni bulamıyorum,
Bir şeyin provası yapılıyor sanki" cemal süreya'nın bu dizeleriyle ismet özel'in 
"korkuyorum sıram geçer
biletim yanar diye" dizeleri geldi aklıma öğlen özal'da kahve içerken. gerçi ikincisi zaten sürekli gelir aklıma gün içerisinde de birinciyle olan benzerliğini yeni fark ettim. bütün hayatım boyunca hiçbir yere geç kalmadım; hatta hep çok erken gittim. mesela okulda ders 8.40'ta başlardı. ben saat 8'de okuldaydım istisnasız her gün. niye? bilmiyorum. italya'dan dönerken uçak sabah saat 10'daydı. roma'da bir otelde kalıyordum gece. saati 6.30'a kurmuştum. resepsiyona da beni 6'da uyandırın demiştim. ve 5.30'da kalkıp havaalanına gitmiştim. saatlerce uçağı beklemiştim havaalanında. bir şeyleri kaçırma, ıskalama korkusuyla hiçbir şey yaşamamayı becerdim sanırım. üstelik bütün bunları normalmiş gibi kendime de etrafıma da yutturdum. kimse de saçmalama bu kadar erken gitmene gerek yok hiçbir yere demedi. deselerdi dinler miydim? dinlemesem bile acaip etkilenirdim. çünkü bana denen her şeyden hep çok etkilenmişimdir. 

gerçek sevginin ne olmadığını anladığım zamanı hatırlıyorum. (gerçek sevginin ne olduğuna dair dahası böyle bir şeyin olup olmadığına dair en ufak bir fikrim yok) 
2009'da adana'ya tayinim çıkmıştı. otobüs saatine kadar galip abi, ilker, ben lodos diye bir birahanede bira içmiştik. sonra ben kalktım esenler otogarına gittim onlar içmeye devam etmişlerdir muhtemelen. neyse otobüs aksaray özeller dinlenme tesislerinde mola vermişti. sabaha karşı, eksi bilmem kaç soğuk.. sigara içmeye indim. 37 ekran bir tv'de kral tv açıktı. grup gündoğarken'in "sen benim şarkılarımsın" şarkısı çalıyordu. şarkıda "beni bir şeylerden aklar gibi" gibi bir cümle geçer. böyle müstehzi bir ifade oluşmuştur sanırım o an şarkının bu kısmını duyduğumda. sevdiğimiz kişilerin bir şeylerini, kusurlarını yani aklarız hep ve buna da sevgi deriz. sonra bir  yer gelip  o kusurları aklayamadığımızda artık o kişinin sevilmeye layık olmadığına hükmedip sevmekten vazgeçeriz o kişiyi. ve bir zaman sonra da o kişinin (bir zamanlar hatalardan münezzeh kıldığımız o kişinin) ne kadar değiştiğinden falan bahsederiz etrafımızdakilere. onlar da bize hak verir. başka bir aklayacak kişi bulana kadar da devam edilir buna.
 
mamafih bir tel kopar ahenk ebediyen kesilir. 










 



25 Haziran 2022 Cumartesi

hesap lütfen

 çok uzun ve yer yer dramatik yükseliş ve düşüşlerle dolu bir yazıyı okumak üzeresiniz. 

  "başlangıçta söz vardı"

"söyledim ve ruhumu kurtardım." ecinniler (doğrusu "ecinni" olmalıydı aslında) romanında dostoyevski, stavrogin'e söyletir bu cümleyi. vera tulyakova, nazım'a yazdığı bir mektubunu bu cümleyle bitirir. incil'den bir ayet, vera'yla nazım arasında bir köprü kuruyor. yuhanna bir balıkçıydı. onu isa'yla buluşturan ruhunu kurtarma arzusuydu. raskolnikov'u (kimilerine göre raskolnikov, dostoyevski'nin ta kendisidir) sorgu hakimiyle buluşturan hisse benzer bir histi yuhanna'nınki. umdukları gibi olmadı sonuç her ikisi için de. meramlarını anlatamadılar istedikleri gibi ruhlarını teslim etmedikleri kişilere... söyleyip ruhu kurtarmak,  çarlık rusyasından sovyetlere geçiş dönemi romanının başat teması oldu. ehrenburg ve ondan sonra gelenler ruhu kurtarmak yerine dünyayı kurtarmayı tercih etmenin romanını yazdılar. lermantov gibi şairler buna dirense de edebiyat komiserleri ehrenburg ve ardıllarını destekliyordu ne yazık ki... müthiş bir baskı (hatta istibdat bile diyebiliriz buna) uygulandı lermantov gibilere ve ne yazık ki teslim oldu lermantovlar.

yukarıdaki paragrafı epey önce yazmışım ama tamamlamadan taslaklara kaydetmişim. biraz önce başka bir şeye bakarken gördüm. araya gitmesin diye koydum buraya. yoksa bağlamla falan bir alakası yok yani. ama yine de başlangıçta söz olması beni hep etkilemiştir. yüksek lisans tezimin de giriş cümlesi buydu. "in principio erat verbum et verbum erat apud deum et deus erat verbum = başlangıçta söz vardı ve söz tanrı ile beraberdi ve tanrı söz'dü." sözle anlatılan, anlatılabilen hiçbir şey yeterince özgün ve iyi olamıyor aslında. yukarıdaki ayeti ben yazsam tanrı notaydı derdim galiba.  bazı günler ezan okunurken artık okuyan her kimdir bilemiyorum ama başkaca her şeyi susturup ezanı dinlemek istiyorum. müthiş bir ezgi müthiş dahi müthiş bir ses. adana'da belli aralıklarla ezanı okuyan kişiler değişiyor sanırım. ama bir tanesi var ki istanbul'da dahi böyle güzel bir nağme ve edayla ezan okuyan yoktur sanırım.

 buraya kadarını 5 martta yazmışım. bugün 24 nisan. 26 nisan yedikule'ye yatış günüm. bu kadar ruhumu esir alan ne yaptığımı ne yapacağımı bilemediğim bir başka gün daha olmamıştır hiç galiba. neyse artık bahsetmek istemiyorum bundan. 

19 mayıs 2022. arzu, düzene boyun eğer. düzene boyun eğdirebildiğimiz ölçüde arzularımız suç olmaktan çıkar. düzene boyun eğmeyen arzu: işte bunun için sözlüklerde bir yığın adlandırma mevcuttur. (arzu, düzene boyun eğmeli mi demeliydim? bu daha doğru sanki.

15 haziran 2022 çarşamba. hafta sonu tyt'ye gireceğim. başlangıçtaki motivasyonum yok sınav sonrası için. ingilizce çeviri bilim okumayı düşünüyordum ama ilk zamanlardaki kadar güçlü değil bu istek. yine de girecem ama sınava tabii, bakalım. başkalarını şahit tutarak yapılan tespitler saçma geliyor bana artık. bir şey anlatmak isterken mesela "bergson da böyle diyor, marx'ta da şöyle denir bununla alakalı" gibi şahitli cümleler kurmak, söylemek istenen şeyden daha ziyade söyleyeni ön plana çıkarmayı hedefliyor gibi. bir şey anlatmak istemiyor bu tür şahitli cümleler kuran; kendini anlatmak istiyor. marx'ı dinlemek yerin neden seni dinleyeyim ki? 

senaryoda acaip boşluklar var. hem de ne acaip ama işte tam da bu yüzden izletiyor kendini. tıpkı hayatın bizatihi kendisi gibi, yığınla boşluklar var dizinin akışında. bu niye böyle oldu derken geçip gidiyor hayat; dizide de bu niye böyle oldu derken geçip gidiyor sahneler birbirinin peşi sıra. hiçbir devamlılık, tutarlılık yok dizide. başlarken yani bu doktora mevzularına, eleştiri kuramları okumalarına falan "ulysses'ler, marcel proust'lar, e.e. cummings'ler, rus biçimcileri, yeni dalga sineması falan hep böyle devam ederim sanıyordum; ama geldiğim yer çekirdek yerken youtube'dan fox tv'deki son yaz isimli dizinin tekrarlarını izlemekten keyif almak oldu.  ha bazen atlayarak izliyorum ama olsun bazı kitapları da atlayarak okurdum ben zaten.

19 haziran pazar. dün tyt'ye girdim. türkçe paragraf soruları ne kadar zordu ya... bugün de ydt'ye girdim. ingilizce paragraf soruları da epey zordu ya da ben okuduğumu anlamıyorum artık bilmiyorum. bugünkü ingilizce sınavında, soruyu çözüp cevap anahtarına her işaretlediğimde içimden best fm'in "haaa best fm"  cingılını söyleyerek kodladım. 10 numara aktiviteydi ya benim için. 


merak edenler için bu videonun 24. saniyesinde başlayan kısmı söylüyordum içimden her cevap kodlayışımda. sanırım  ösym sınavlarına da son iştirakimdi bugünkü iştirakim. ösym'nin "sonuçlarım" sekmesinde 3. sayfa açılıyor artık. yine merak eden olursa diye söylüyorum, dünkü tyt'te de her cevap kodlayışımda poetry'n motion diye bir grubun "romoeo & juliet" şarkısının introsundan hemen sonraki "today" deyişini içimden taklit ederek işaretliyordum seçenekleri. soruyu okuyorum, cevabı buluyorum, cevabı tam optiğe kodlarken "today" diyordum her seferinde. 


aha da bu şarkının 28. saniyesindeki gibi "today"  diyordum. şarkı da nefistir he bu arada. rap'in aslında ne kerre şiirsel olduğuna da ispattır bu şarkı ve dahi grubun adı. (yine örnek verdim. poetry'n motion bilecek kadar rafine müzik zevkim var doğal sonucu çıkıyor tabii bu satırlardan ama gerçekten amacım bu değil. böyle şeyler yazmaktan bir amacım olmadığını en azından artık bir amacım olmadığını ben biliyorum, sanırım o yüzden rahat rahat örnek veriyorum ama yine de demin yukarıda da dediğim gibi konuşurken örnek vermek tanık göstermek, kaynakça belirtmek yavşaklıktır. cidden bir entelektüellik değil bu. öyleyse bile entelektüelliğin en aşağısına tekabül ediyor böyle kaynakçalı, şahitli konuşmak.

 "pratiwandi" diye bir film izlemiştim epey oluyor. sinek (sinema klübü) vardı bizim çukurova'da sanırım orada izlemiştim. (ya farkındayım yine entelektüel yavşaklık yapıyor gibiyim ama değil yeminlen. sadece bir şeyi somutlamak istiyorum. entelektüel sinefiller çok sever bu filmi, bu filmi bilmek prestij de sağlar he izleyene ama bence tıraş bir film. herhangi bir ayırt edici özelliği yok filmin sinema tekniği açısından yahut hikaye anlatma başarısı bakımından. fakat filmin baş kahramanı elemanın kendi üzerine sürekli düşünmesinin kendine dair bir bilinç oluşturduğunu fark ettiğimde sanırım heidegger'i anladım ya demiştim. bilen bilir doktora tezim de bu minval üzere şekillenmiştir. fdfksdafljgifdsi gerçekten böyle de neyse.. kendi üzerine düşündükçe kişinin eylemden kopması falan filan... tabii tüm bunları anlatırken yine bir yandan türkiye'de bollywood dışında kalan hint sinemasını bilen 5 kişilik ekiptenim alt mesajını da verdim yine ama amacım gerçekten bu değil. bak amacım şu:

kendi üzerine düşünen ve bunun yarattığı sorunsallığı bir türlü aşamayan bireyin kişinin filmini çektiler, romanını, şiirini yazdılar; eyvallah fakat kendi üzerine düşünmekten vazgeçen birey hiç sorunsallanmadı. (sikecem bu sorunsal sözcüğünü de neyse) pratidvandi'nin kahramanı tam vazgeçecektir kendi üzerine düşünmekten, yönetmen verir bunu ipuçlarını izleyiciye ama film biter. eee? iyi hikaye anlatabilen toplumların sanat eserlerinde kendi üzerine düşünen kahramanlara pek rastlamıyoruz. söz gelimi amerikan sinemasında öyle bir tip yok; akla gelmez yani ilk etapta ama mesela fransız sinemasında, edebiyatında çok vardır böyle tip, çünkü fransızlar hiç beceremiyor hikaye anlatabilmeyi. neyse bunları merak edenler yallah psikeart, altyazı, varlık gibi dergiler okumaya; burası yarı aydın birinin bildiği birkaç şeyi vulagarize ederek anlattığı bir yer. vulgarize :) 

bir ara augustinus'un itiraflar'ını okurdum harıl harıl. dünya edebiyatında, felsefesinde neyse ne işte kendi içi üzerine yani kendisi üzerine düşünüp bunun üzerinden bir şeyler anlatmaya çabalayan ilk insan olabilir kendisi. doğal haliyle ilk varoluşçu diyebiliriz kendisine aslında. bunu biliyordum. fakat buna rağmen teze almamıştım bunu. çok iddialı olur diye sanırım. bizim türkoloji camiasında iddalı yeni şeyler söylenmesini pek sevmiyorlar. epey de açıklamıştım bunun üzerinden varoluşçuluğu ama sonra çıkarıp başka yazarların varoluşçulukla ilgili söylediği şeyleri kaynakça göstererek yazmıştım. böylesi daha iyiydi, jürinin gereksiz saçma salak eleştirilerinden de kurtaracaktı bu beni. ben de bu yolu seçtim. beklediğim gibi de oldu, savunmada hiç eleştiri gelmedi kuram kısmından. "beni ben yapan bütünü kavrayamıyorum" böyle diyordu bir yerlerde st. augustinus. işte tam da buradan kuracaktım tezin kuramını ama türkoloji camiasıyla uğraşmak işime gelmedi. bunları şunun için anlattığım düşünülmesin -ben düşünmüyorum çünkü- ben acaip önemli şeyler söyleyecektim de zalım türkooji bana engel oldu. alakası bile yok. kim siker türkoloji camiasını ya da beni; işim olmaz. 

ekşi sözlük hesabını açtım biraz önce. yazdığım entry'lerin yedeğini aldım. ve sonsuza kadar tekrardan kapadım hesabı. içim bir tuhaf oldu. bir insanı sever gibi seviyordum orayı. hesabımın onaylandığına dair mail geldiği anı hatırlıyorum da doktorayı bitirdiğimde falan bile bu kadar sevinmemiştim. (gerçi doktorayı bitirdiğimde hiç bir şey hissetmemiştim ya yanlış bir örnek oldu bu) üniversite sınavını kazandığımda dahi bu kadar sevinmemiştim desem daha doğru bir örnek olur sevincimin kesafetini anlatmak açısından. neyse oradaki bazı entryleri buraya yükleyeceğim kalanları da silerim artık. hiç tanımadığım adlarını bile bilmediğim insanlar tanımıştım ekşi sözlük'ten daha doğrusu tanışmamıştım. ve bu tanışmadığım insanlar tezlerim için bana yardımcı olup almancadan, franszıcadan makale çevirip yollamışlardı bana. hatta yüksek lisans tezimin teşekkür kısmında ekşi sözlük'e de teşekkür etmiştim. tez jürimden bazı hocalar silmemi söylemişlerdi o teşekkürü ama silmemiştim. benden geriye kalsın istemiştim ekşi sözlük'e bu teşekkür. ama kapattım işte hesabı. gofret beyin diye bi abi vardı.  ankara sbf yahut odtü falan mezunuydu. entelektüel anlamda ufkumu bu kadar açan biri daha olmamıştır desem yeridir. yazık adını bile öğrenemedim. oysa karanfil sokak'ta falan yürürken sohbet etmek isterdim onunla. yusuf akçura'nın "üç tarz- ı siyaset" makalesiyle ilgili bir entry girmiştim. ve hayatımda aldığım en sağlam ayarlardan birini almıştım. öyşe şeylerle çürütmüştü ki yazdığım şeyi diyecek bir şey bulamamıştım. hala duruyor entry'si gofret beyin'in ama ben entrylerimi sildiği için yazdığı şey havada kalmış gibi olmuş. "türkiye'de ismi çok bilinen, ama tabii ki pek az kişinin orjinalini okduğu metin. bu yüzden hakkında yapılan yorumların pek çoğu yanlıştır. önce en büyük yanlış: "akçura bu metinde üç tarz-ı siyaseti tartışır ve türkçülüğü seçer". yanlış. birazdan neden yanlış olduğunu da göstereceğim." diye başlıyordu. mesaj attı sonra bana. aslında makaleyi okuduğunu biliyorum, anladım fakat.. diye başlayıp birkaç isim, kitap verdi ve entelektüel anlamda hayatım değişti desem yeridir. "akçura bu metinde üç tarz-ı siyaseti tartışır ve türkçülüğü seçer" gofret beyin'in tırnak içine aldığı bu cümle bana ait bu arada :)) mesajına cevaben ekşi'nin o zamanki kalıplarından biriyle cevap vermiştim "abi yazdıklarından tiksindim mamafih verecek bir ayar bulamadım" şeklinde. neyse geçmiş zaman işte. tüm zamanların en iyi romanının geçmiş zamanın peşinde olması tesadüf değil sanırım ya ama neyse geçmiş zaman işte.

2006 yılıydı galiba. ekim ayının sonlarına doğru adana'ya gelmiştim. artık bayram tatili mi vardı ne vardı bilmiyorum. şu 9 günlük tatillerden biriydi sanırım. istanbul'a dönecektim, cumartesi günüydü. yağmurlu bir öğleden sonra. camdan dışarı bakıyordum. otogar'a gideceğim saati bekliyordum aslında. annem içeride bir şeylerle uğraşıyordu. -hep bir şeylerle uğraşırdı- elimde tv kumandası kanalları dolaşıyordum. kral tv.'ye geldiğimde teoman'ın bir şarkısı başlamak üzereydi. 


adana'da da sonbahar başlamıştı. gerçi şarkı bir istanbul sonbaharına güzellemeydi ama adana'da da güzeldi sonbahar. geçmiş sonbaharlardaki cumartesi öğleden sonralarımı düşündüğümü hatırlıyorum. üniversite 1. sınıftaydım. yağmur yağıyordu yine, biraz durulsun da çıkarım diyordum. gazipaşa bulvarında arkadaşlarla buluşacaktık. kimler olduğunu hatırlamıyorum. neyse bu da geçmiş zaman işte. bir de bence  teoman'ın en iyi şarkısı bu ya. niye bilmiyorum ama bu kadar melankoli olan başka bir şarkı yok gibi. tabii melankoli diyince kayahan'ın şu şarkısını anmamak da suçtur:



geç ergenlikten muzdarip bir yetişkinin facebook hesabı gibi olmaya başladı burası. 

"gerçi sessiz ve ünü olmayan bir yaratıktım, biliyorum

ve onlar güçlüydüler, biliyorum

ne zaman biraz öfkelenmeye kalksam, bu bile

onların istediği bir öfke oluyordu ki

sonra ben susuyordum

ama bir suçluluk da duyuyordum ki, bu da bir başkaca düşmanımdı benim

ben neydim."

 türk şiirinin doruğu bu şiir ya, bu şiirin de bu kısmı. ama yine de küçük iskender'in şu satırları da korkunç yarabbi:

 şimdi sessizce uzaklaşmalıyım. çünkü beni anlamadığını, anlamak için uğraşmadığını, hatta bunu önemsemediğini biliyorum. aynı otobandaydık ve birimiz birimizin yanından geçip gitti. hafızasızlığı, gurur saymanın adil yanı!  hangimiz süratliydik; önemi kalmadı. hangimiz daha özveriliydik; bunun da.. umarım mutlu olursun. bunu bir çöküntü anında da söylemiyorum. hiç kimse aldatmadı ötekini; yalnızca böyleydik işte!  yüzüme öyle bakma nefretle."









5 Şubat 2022 Cumartesi

Güz Sonatı

 "seni şefkat yerine isteklerimle karşıladım" kızı annesine yazdığı bir mektubuna böyle başlıyordu. yeryüzünde böyle bir cümleyi tabii ki kursa kursa bergman kurabilir. sonra akira kurosawa'nın kendi filmleri için bir röportajında söylediği şöyle bir tespit var: "sanırım tüm filmlerimin ortak bir teması var. ne kadar düşünsem, düşünebildiğim tek tema sadece bir soru: neden insanlar birlikte daha mutlu olamıyor?" aslında, galiba  kurosawa'nın sorunsalladığı bu "neden insanlar birlikte daha mutlu olamıyor?" teması cevabını bergman'ın "güz sonatı" filmindeki bu replikte buluyor gibi.

 filmde uzun süredir görüşmeyen bir anne kızın epey bir zaman sonraki ilk buluşmalarında yaşadıklarına odaklanılıyor. epey bir tartışmayla, karşılıklı öfke nöbetleriyle geçen bir iki günün sonunda -ki ki bu tartışmalar sırasında kız hep annesini, onun geçmişte yapmadıklarıyla ve yaptıklarıyla suçlamaktadır- anne bir turne için yurt dışına gitmek üzere vedalaşır kızıyla ve kızı bir mektup yazar annesine ve şöyle der:  "seni şefkat yerine isteklerimle karşıladım." uzun süredir görüşmeyen anne ve kızın ilk görüşmelerinde ne kadar da mutlu olması gerekir oysa ki fakat mutsuz olmuşlardır. bunun nedeni de kızın annesini şefkatle değil istekle beklemesidir. işte  tam da burası  bergman'ın kurosawa'ya cevap verdiği - yer. ayrıca benim hayatın anlamını -sanırım- duyumsadığımı düşündüğüm yer de aynı zamanda burasıdır. 

birilerinin yanındayken hep isteklerimizle orada bulunuyoruz ve bu yüzden de daha da mutlu olmamız gerekirken daha bir mutsuz oluyoruz hep birileriyleyken. birilerinin yanına isteklerimizle gidip isteklerle karşılanıyorsak o birileri tarafından, işte yani kurosawa'nın o meşhur temasındaki durum ortaya çıkıyor:

 "neden insanlar birlikte daha mutlu olamıyor?"

bundandır ki birilerinin yanına giderken ahmet telli'nin "geldim işte" şiirindeki gibi gitmeli ve karşılanmalıyız sanırım. 

"Sülfür inceldi ve en yorgun yerinden kırıldı ayna

Tenhaydı düşlerim, geceydi, çıkıp geldim işte

Su ve ateş bir de gülünç yalnızlığım var sana

Getirebildiğim, kokularını yitirmişti çünkü güller

Suyu dinle  ateşi yak özledim demek bu"

şiirin girişi bu. bir şey getirememenin karşılığında bir şey denmemesinin anlatıldığı şiirin sonu da tam yukarıda anlatılanlarla tenasüp içinde.

"Sülfür inceldi ve en yorgun yerinden kırıldı ayna

Ayna pusluydu bunca yıl nice sır taşımaktan

Kırılmanın sesini duydum ve onu getirdim sana

Unutulmaya geldim işte onarılmaya değil


Kov beni kabilenden ama bekliyorum demek bu"

"onarılma" beklentisiyle gelmiyor şiirdeki ben; aksine unutulmaktan söz ediyor. hafıza yoksa istek de yoktur. 

yukarıda anlatılanlarla uyumlu olması hasebiyle: 


in memoriam, "... anısına" demekmiş. 

neyse böyleyken böyle, o kadar okuduk bu biloğu bi hayatın anlamını vermedi de demezsiniz artık.