hiç kimse gerçekten hiç kimseyi okumuyor, anlamıyor, dinlemiyor, görmüyor, sormuyor.
Hiç kalmadı soran: Ne var insanda?
Ben duvarda ezik bir böcek miyim?
Yoksa, pırıl pırıl, tek damla kanda,
Kainatı süzen bir mercek miyim?
hiç kimse gerçekten hiç kimseyi okumuyor, anlamıyor, dinlemiyor, görmüyor, sormuyor.
Hiç kalmadı soran: Ne var insanda?
Ben duvarda ezik bir böcek miyim?
Yoksa, pırıl pırıl, tek damla kanda,
Kainatı süzen bir mercek miyim?
başka yerlere link eklemeyi beceremediğim için buraya ekleyeyim dedim yazıyı. neyse
bundan sonraki postlarda yer yer küfür ve rahatsız edici ifadeler olabilir; olmayabilir de bu arada. bu yüzden sessize alabilir yahut engelleyebilirsiniz.
çok da eski olmayan eskiden twitter'da içip içip hiç bi sike derman olmayan konularla ilgili flood yapardım bilen bilir. rastgele -aslında benim için pek de rastgele olmayan konularla ilgili olurdu bu floodlar; söz gelimi 400 darbe yahut bisiklet hırsızları gibi filmler yahut "arnold schönberg ve atonal müzik üzerine ya da ne bileyim geç dönem rus romantizminin -ah kuzum Sergei Alexandrovich Yesenin'i hatırlamak ne güzel olurdu şimdi- dünya şiiri ve müziği üzerine etkisi gibi konular olurdu bunlar. daha sistematik yazmak istediğimde makale falan yazardım, yazmaya çalışırdım diyeyim. neyse artık ne twitter ne blog kullanıyorum; makale yazmak da son derece gereksiz geliyor ama yine de bazen bir şeyler demek istiyor insan.
arabesk müzik üzerine biriktirdiğim notlar vardı. (kafamda) onları buraya yazma isteği hasıl oldu birden bire bünyede. sarı kutu tuborg + kısa parlıament eşliğinde yazardım genelde tweetleri (camel soft paket çok bozmuştu o ara bilen bilir). ne çok şeyi bırakmışım... twitter (twitre), blog, sigara vs. kafamdan yazacağım için sistematik bir bütünlük arz etmeyecek bu yazdıklarım ama yukarıda da dediğim gibi bizim atonal müzik sevdamız epey eski ve köklüdür maşallah... resimde de 10 numara non - figuratifimdir şekerim bilen bilir. atonal müziğe ve non - figüratif resme meyyalsen belasındır bu ülke entelejensiyası için...
Arabeskin başladığı sosyoloji falan bunlar için tabii bir sürü şey söylenebilir. arabeskin müzikal altyapısı hakkında da binlerce kaynağa değinildi ama bence bakmayın adının Arabesk olmasına, Arabesk müziğin bence asıl ve tek müzikal kaynağı Hint müziğidir. Özellikle Raj Kapoor'un "Awaraa" (avare) filminin Türkiye'de gösterilmesiyle başlayan bir süreç var. (Bu arada acaip severim Raj Kapoor'un yönetmenliğini de oyunculuğunu da) Raj Kapoor'u seslendiren (playback mi demek lazım?) Mukesh diye bi şarkıcı var; şarkılarını dinleyince bu şarkıların birçok Arabesk şarkıyla neredeyse aynı altyapıya sahip olduğu net anlaşılır.
Hatta Awaara filminin çıkış şarkısı "awaara hoon"un sözleri de tamamen Arabesk şarkılarla birebir benzeşir. "Bahtım kara, kara alın yazısı, vefasız sevgili...vs. gibi sözler içerir bu şarkı
Ferdi Tayfur'un avareyim şarkısı da tesadüfi bir şarkı değildir bu minvalde:
Ayrıca Arabesk şarkıcıların yaptığı filmleri izlediyseniz şayet Raj Kapoor'un filmlerine çoğunlayın birebir benzediğini görürsünüz.
arabesk müzik biraz da zeki demirkubuz'un "kader" filmindeki atmosferin müziğidir esasen.
içinde doğduğu bireysel iklimi bundan daha iyi anlatan tirad yoktur. Filmin adının da kader olması ayrıca dikkate değer. (kader kavramı = arabesktir aslında)
utanma'nın erdemi üzerine tolstoy'da, dostoyevski'de, ingmar bergman'da, tarkovski'de, oğuz atay'da, kierkegaard'da heidegger'de bir şeyler görürsünüz, bulabilirsiniz; özgüven'in iyi bir şey olduğuna ise kişisel gelişim kitaplarında, 2. sınıf psikologların yazdığı kerameti kendinden menkul metinlerde, dünyanın kendi etrafında döndüğünü zanneden şımarık insanların cümlelerinde rastlayabilirsiniz. dünyayı utanma duygusu olan insanlar iyi bir yer yaptı; özgüvenli insanlar ise onu berbat etti kişisel çıkarları, hisleri için. türk eğitim sistemi ve dünyanın geri kalan diğer tüm eğitim sistemleri özgüvenli insanlar (birey demiyorum özellikle çünkü özgüvenli birisi birey olamaz; zira özgüven insana kendini fark ettirebilecek bir şey değildir bu yüzden de bireyde olamaz özgüven.
burada zaten bolca anlatmaya çalıştığım bir şeyi farklı cümle ve örneklerle tekrar etmenin bir kıymet-i harbiyesi yok. tüm bunların farkındayım da ne oluyor hissi geliyor bu ara sık sık. yukarıdaki denklemin utanma tarafında olduğumu söylememe gerek yok sanırım. ama özgüven adı altında kendini dayatan insanları artık idare etmeme kararı aldım. daha doğrusu kendini dayatan, karşısındakini kendisi için varolan olarak kodlayan insanları artık uzak tutacam kendimden. gitsin başka yerde oynasın her kimse bunlar. feci yorulmuşum. bunu bir kez daha fark ettiğimde çok geç olmasını istemiyorum. bütün bir hayatımın yüklemi "bir başkasına ağırlık vermemek" oldu. bunu anlayıp böyle kabul edenlerle bir şekilde ilişkimin boyutu her ne ise devam etti, edecek, eder; ama başkasına ağırlık vermeme hasletimi "eziklik" olarak algılayanlarla mesafe koyma zamanı geldi. aslında 20'li yaşlarda yapmak gerek bunu ama ben pek beceremedim şimdiye kadar.
geçen gün bilgisayar başında öyle mal mal bakınırken birden kalkıp kitaplıktan roland barthes'in "bir aşk söyleminden parçalar" kitabını aldım ve rastgele bir yerden açıp okumaya başladım. sonra istemsizce hiçbir mantığı yok ama ulus baker'in kitaplarını aldım kitaplıktan. 90'ların sonunda soğuk bir kış günü bir barda ulus baker'le bira içip sigarayı sigarayla yakarken soğuk, estetik ve aşk acısı üzerine konuşmayı çok isterdim. öğrencisi olmayı en çok istediğim kişidir kendisi. şayet üniversiteye hazırlanırken ulus hocadan haberim olsaydı kesinlikle tek tercih odtü yazacak şekilde hazırlanırdım sınava. "hiçbir şey kendini olduğu gibi yani asıl olduğu haliyle sunamaz bize, bu yüzden estetiğe ihtiyaç duyarız; o şeyin içkin olanını ortaya çıkarabilmek için" diyorsunuz mealen hocam, peki şu halde aşk da bu değil mi? karşımızdaki kişide ve kendimizde olanı tüm yönleriyle dışa vurma isteği değil mi aşk, diye sormak isterdim hocaya. tabii ki hoca çakal, inceden inceye anlardı ne demeye çalıştığımı. sonra bir sigara daha yakıp birasından bir yudum alıp "arzu..." diye başlardı muhtemelen sonu bucağı olmayan bir cümleye.
neyse, kitaplıktaki raflarda aranırken nietzsche'yle göz göze geldim. kendimi kandırmaktan vazgeçmek için daha erken diye geçti içimden ve almadım onu raftan. doktora tezimin yaklaşık bir 30 sayfalık bölümü, "varoluşsal bir fenomen olarak yalan" başlığını taşıyordu ve başlığın girişi de şu şekildeydi:
"bizi çok iyi tanıyan insanlara söylediğimiz yalanlar aslında yalan değildir. bir tür kendimizi affettirmek biçimidir, bunu yalanın aslında kurgusal bir gerçek olması gerçeği de tamamlar. benliği tehlikeden korumanın bir yöntemi (belki de en kurgusal yöntemi) olması hasebiyle aynı zamanda bazı durumlarda ben'in olmak isteyeceği ben'i imlemesi hasebiyle de yalan'ı varoluşçuluk tahlillerinde bir aygıt (fenomen) olarak kullanmak yerinde olacaktır."
sonradan komple çıkardım bu bölümü tezden. hatta tez danışmanıma da söylememiştim bunu. zaten aslında ben kendi birkaç derdimi söyleyebilmek için yazıyordum bu tezi. öyle akademik kariyer falan çok da sikimde değildi, hala da değil. kim siker türk akademisini, açıkçası zerre kadar umurumda değil akademi falan. ben kendime yalan söylüyordum sürekli ve bunu kendimle barışmak için yaptığımı fark etmiştim. bir şey bana kendimi fark ettirmenin aracı olabiliyorsa şayet; o halde bu şey bir varoluşsal fenomen olmalıydı. nietzsche, dostoyevski ve hans holbein'in "the ambassadors" tablosu üzerinden "yalan"ı anlatmaya çalışmıştım. yalan'ın gerçeğe bir çeşit bakma olduğun falan anlatmaya çalışmıştım. kendime bakarken yalan'ın dolayımına başvurduğumu bunun da yalanın temel işlevi olduğu ve saire ve saire.. Şeylere, kimselere doğrudan bakabiliyordum ama kendime bakamıyordum. "Yalanla birlikte insanın kendine özel bir alan açama çabası esasen insanın Kendi gibi olma çabasına tekabül ediyor fakat bunu olmayan bir şey yani yalan bir gerçek üzerinden yaptığı için Kendi olmaya çalışırken de aslında bir başkası oluyor insan ve böylece ortaya dehşetli bir paradoks çıkıyor: insan Kendi olmaya çalışırken bile bir başkası oluyordur." burada bir yerde orhan pamuk alıntısı vardı "benim adım kırmızı"dan. kendime yalan söyledikçe kendim olamamakla lanetlendiğimi fark ettiğimi hatırlıyorum.
"Yo, hayır
yapamaz bunu, yapmasın bana dünya
söyleyin
aynada iskeletini
görmeye kadar varan kaç
kaç kişi var şunun şurasında?"
malum bu satırlar bu bloğa da adını veren "celladıma gülümserken" şiirinden. ismet özel'e göre çok da yalnız değildim bu konuda bu dizelere bakarsak ama neyse kendi gibi olamayan milyarlarca insan olsa da bu bir şeyi değiştirmiyor açıkçası. kendi gibi olamayan milyarlarca insanın oluşturacağı bir küme en sonunda boş kümedir. içi tıka basa dolu boş bir küme.
"kendinden az bahseden insanlar soylu ikiyüzlülerdir." der nietzsche. beni bunun kadar iyi anlatan başka bir cümle okumadım şimdiye değin. aslında tabii nietzche bunu kendinden az bahseden bahsettiğinde de aslında amacı karısındakini kendine dair bir fikir edenimesin diye onu manipüle eden kişiler için kullanmıştır. bu yüzden de bu kişilere yaptıkları şeyin içerisinde zeka olduğu için sadece ikiyüzlü demez soylu ikiyüzlü der. benim durumum biraz daha farklı sanırım. yüzeysel biriyim ben. o yüzden de pek de bahsedecek bir şey çıkmıyor benden. öğretmenler odasında falan çok olur sürekli kendinden bahseden "ben şöyle biriyimdir ben böyle biriyimdir" diye. kahvaltı yaparkenki yiyecek tercihlerini bile 20 dakika anlatabilen öğretmenler olur. burada kastettiğim şey kahvaltıda yemeyi sevdiği bir yiyecekten yahut güzel bir kahvaltı yapılabilecek bir mekandan bahseden kişiler değil. çünkü burada bir paylaşım söz konusudur. "ben şuradan alınmış şu olmadan kahvaltıya oturmam" diyen kişidir burada bahsettiğim kişi. bu kişi, bunu öyle bir anlatır ki tavırlarından, ses tonundan nasa'nın mars misyonunun başındaki kişinin mars'a yumuşak inişle ilgili yaptığı basın toplantındaki halinden bile daha önemli bir şey anlatıyor gibidir ama hepitopu peynirden yahut zeytinden bahsediyordur aslında. ben buna soysuz ikiyüzlülük diyorum. tabii bunun bir önemi yok ama öyle.
house md final yapalı bugün 10 yıl olmuş. asla izlemedim finali, izleyemedim daha doğrusu. massive attack'ın dizi için kullanılan soundtrack'ini de bir daha hiç dinleyemedim dizi bittikten sonra.
bugün 21.05. 2023. ne kötü bir gündü bir sene sonra ondan önce ne güzel bir gündü. I am stumbling in the dark. gerçi şarkıda you are diyordu ama ben bu kısmı üzerime alıyorum çünkü niye almayayım because tökezliyorum karanlıkta sometimes.
soylu bir ikiyüzlü olmamak için bazen burada kendimden bahsediyorum ama yine de ben ikiyüzlü biriyim. 21.05'in benim için ne anlam ifade ettiğini dahi ima bile etmiyorum sadece önemli bir gün bugün diyorum o kadar.
ama
"Ben oysa
herkes gibi
herkesin ortasında
burada, bu istasyonda, bu siyah
paltolu casusun eşliğinde
en okunaklı çehremle bekliyorum
oyundan çıkmıyorum
korkuyorum sıram geçer
biletim yanar diye"
hiçbir şeye başlayamıyorum, hiçbir şeyi yaşayamıyor; hiçbir şeyi bitiremiyorum tam olarak. sadece bir yerlerde bulunuyor, oralarda duruyorum; bunları yaparkenki tek motivasyonum "korkuyorum biletim yanar sıram geçer diye" biletim var mı yok mu onu da tam kestiremiyorum artık. yani hiçbir şeye biletim yok, almıyorum da ama biletim yanacak ve sıram geçecek diye korkuyorum. (bazen biletin yok, bu yüzden korkmana da gerek yok diyor birileri, bunu idrak etmemek için anlamamazlıktan geliyorum
bir de peyk'in don kafa şarkısını hiç dinleyemedim 7 sene olmuş.
malum kierkegaard'ın meşhur bir retorik sorusudur, "tanrı benimle ne kast etmiş olabilir" sorusu. buna verilen cevap, verebileceğin cevap seni en yalın ortaya koyacak olandır.
öncelikle bu soru kendini kendin olarak tanımlayarak gerçeği faş edemeyeceğini savlıyor. "bu akşam yorgunum, evde biraz dinleneceğim" dediğimde arkadaşım bununla ne kastettiğimi bana sormayacaktır doğrudan çünkü çok açık bir gerekçe sunuyorumdur ona ama iki olası sonuç var burada. bu cevap ona ya yetecektir ya da yetmeyecektir. bu cevap ona yeterse bir sorun yoktur ortada. fakat yetmezse cevabım; arkadaşım acaba gerçekten neden gelmek istemiyor yoksa.. diye bir soru sorduğu andan itibaren neyse sikerler ya
bu başlığı taşıyan bir nevi şimdiye kadarki hayatımın muhasebesi de sayılabilecek bir şeyler yazacak ve tanırının benimle ne kast ettiğini söylemeye çalışacaktım ama vazgeçtim; çünkü sanırım tanrı benimle hiçbir şey kastetmedi. tanrının bizimle kastettiği şey aslında biraz da bizden sonra geriye kalacak olanlardır; bu yüzden benden geriye pek de bir şey kalmayacağı için tanrının benimle pek de bir şey kastetmediğini anladım. edip cansever'in kendinden sonra geriye hiçbir şey kalmadığını anlatan:
"Ne kalır benden geriye, benden sonrası kalır / Asıl bu kalır." dediği yerdeyim; baya bi aşikar.
gülmenin bana yakıştığını söyleyen birkaç kişi olmuştu; güldüğüm kalsın. bir de birkaç şarkı. yeni türkü'nün bir şarkısı vardı o geldi aklıma tam buraya gider:
benden geriye kalır dediğim şarkılardan biri bu değildi sadece yazdıklarıma çağrışım yaptı. olur da merak eden varsa o şarkıların qr kodunu vereyim :)
tanpınar'ın çok sevdiğim bir şiiridir "her şey yerli yerinde" şiiri. bahsetmek istediğim asıl şey bu değil ama bu defa gerçekten buraya yazdığım son yazı bu galiba. yani cidden son olmasını bu defa gerçekten istiyorum. birkaç defa daha yazmayacağım buraya demiştim ama onlarda genellikle yazmamam gerektiğini düşündüğüm için yazmayacağım buraya artık diyordum fakat bu defa yazmamam için bir neden olduğundan değil artık yazmak istemiyorum sanırım; ondan bu defa.
"Her şey yerli yerinde; masa, sürahi, bardak,
Serpilen aydınlıkta dalların arasından
Büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyor zaman
Sessizlik dokunuyor bir yerde yaprak yaprak…"
bir yer geliyor aslında hayat dediğimiz şeyin herkesin kendi hayatındaki şeyleri yerli yerine koyma çabasından ibaret olduğunu fark ediyor insan. (bugün 26 ocak çarşamba. saat sabah 10. kahve içiyorum şu an. perdeyi açtım; yakmayan bir güneş odaya hem çok güzel bir sıcaklık hem de güzel bir doğal ışık veriyor.) hiç kimse kendi hayatı söz konusu olduğunda düzensizliğe ve boşluğa tahammül edemiyor. hemen her şeyi yerli yerine koyma çabasına girişiyor en ufak bir sarsıntıda herkes. iş arkadaşları şuraya / aile şuraya / eski arkadaşlar şuraya / bu koltuk buraya / ev işleri / yatırımlar / çocuğun okulu / vs. hemen bunları yerli yerine koyup sonra da bunları yerli yerine koymamış (koyamamış belki de) insanların hayatına özenmek, bazen kıskanmak ama tüm bunları hiçbir şekilde kendi düzenini bozmadan yapmak... (çünkü aslında hepimiz köpek gibi biliyoruz ki tutku dediğimiz yahut yaşama sevinci dediğimiz şey düzensiz olanda hissedilebiliyor sadece.)
(izlediğimiz filmler, okuduğumuz romanlar falan da hep böyle değil mi ya? her şeyin yerli yerinde olduğu bir hayatları, evleri olan birileri mesela, para verip hayatındaki hiçbir şeyin yolunda gitmediği insanların hikayesini anlatan filmleri izliyor, romanları okuyor. "eternal sunshine of the spotless mind"* filmi burada söylemek istediğim her şeyi o kadar güzel özetler ki; her şeyi darmadağın olmuş birinin her şeyi yerli yerine koyma çabasının beyhudeliğini; her şeyini yerli yerine koyabilmiş milyonlarca insan konforlu bir şekilde izledi / izliyor / izleyecek.
"tüm bunları yeni mi fark ettin sığır" diyebilirsiniz. hayır yeni fark etmedim tabii ki, yeni kabullendim diyelim. bu basit gerçeği fark etmemek için salak olmak gerekir; ortalama bir zeka seviyesine sahip herkes bu yalın gerçeği çok rahat fark eder fakat bazıları kabullenemez ya da geç kabullenir demek istiyorum.
tanpınar'ın yukarıdaki dörtlüğünde zaman bir ceylanın bakışı üzerinden somutlanmış. günlük hayatımız içinde zamanı fark etmeyiz. (süreyi kast emiyorum) fark ettiğimizde ise zamanı -işte burası filmin koptuğu yer oluyor- durdurmak isteriz ama nasıl ki ormanda gördüğümüz bir ceylana uzun süre bakamazsak zamanı da uzun süre duyumsayamayız ve bu gerçeklik her şeyi yerli yerinde görmeye iter bizi. her şey ya yerli yerindedir ya da olmalıdır. hepsi bu. her şey yerli yerindeyken kaçırdıklarını da sanat gösterir insana ve kısa bir katarsisle onarır ruhunu insanın ve her şeyin yerli yerinde olduğu dünyaya huzurla gitmesini sağlar.
"New Orleans'taki bu uzun, yağmurlu akşamüstlerini sevmez misiniz? Hani saatin gerçek zaman olmayıp elimize bırakılmış sonsuzluktan bir parça olduğu.. ve hiçbirimizin onunla ne yapması gerektiğini bilmediği anları" hangi filmden ya da romandan aklımda kalmış bu cümle bilmiyorum, bakmak da istemedim şimdi neyse ne sikerler... ne yapmam gerektiğini bilmediğim sorumsuzluk zamanlarından ne yapmam gerektiğini... öf neyse ya
son yazı olduğu için vurucu bir şeyler yazıp vurucu bir şarkıyla bitirmek istiyordum ama aklıma çok da bir şey gelmedi. yani ne güzel bir şarkı ne de vurucu bir cümle. gerçi bazen öyle dümdüz, iddiasız bir şekilde bitirmek gerekir, sıradan bir insan gibi. hadi eyvallah.
28 ocak sabah editi: yukarıda anlatmaya çalıştığım şeyleri estetik olarak bir cümleyle özetlemiş aşık ruhsati, o geldi sabah sabah dilime. türkü sevmem bilen bilir -aslında sevmemeye çalışırım sanırım- ama binlerce türküyü hiç abartısız binlerce türküyü değil sözleriyle yöresiyle biliyorum of ya sikerler hala kendimi anlatmaya çalışıyorum, aşık ruhsati yukarıda anlatmaya çalıştığım şeyi bir cümleyle şöyle özetlemiş bunu yazıp çıkacam:
"Herkes diyarında muhabbetinde / Bilmem bizi ne civara yazmışlar"
şu lavuklar güzel söylemiş daha doğrusu istisnasız okuyan herkes hızlı okumuş hatta müslüm gürses bile ilginç bir şekilde hızlı okumuştu bu koşma'yı; bir tek bu lavuklar yavaş ve düzgün okumuş:
"Herkes diyarında muhabbetinde" yani herkesin her şeyi yerli yerinde, bence. :)
Kendimi herkesten alacaklı olarak hissediyorum ama ortada alınacak bir şey de yok. aklıma gelmiyor yani alacaklı olduğum şey. Bundan alacaklıyım evet ama ne almalıydım; bu kişi bana neden borçluydu onu bilemiyorum, hatırlayamıyorum bir türlü. her şey çok kötü ya. daha da kötüsü; çok güzel şeylerin bizatihi kendisi çok kötü. "içinde kötülük barındırmayan bir güzelliği anlayamıyorum" derken bunu mu kast ediyordu acaba baudelaire? cümleyi eksik kurmuşum: çok güzel olması gereken bir şeyin içerisinde gizil olarak bir kötülük barındırması ve benim bundan ötürü kendimi o şeyden / kişiden alacaklı hissetmem; tüm bunlar yeterince kötü. belki de böyle olması da iyidir bir yönüyle; çünkü insanı hayata bağlayan bir yönü de var böyle hissetmenin ama yine de alacaklı olmak aslında bir çeşit eksik olmaklığa da işaret ediyor doğal olarak.
eğitim fakültelerinin geri zekalı bir argümanı vardır, kendini gerçekleştirme diye. bütün eğitim fakültelerinin ana mottosu gibidir adeta bu. eğitim fakültesi hocalarının kahir ekseriyesi bu mevzuyu yanlış anlamıştır kanımca. çünkü kendini gerçekleştirmekle tamamlanmak aynı şey değildir. söz gelimi iyi bir atlet olmak isteyen birinin iyi bir atlet olma çabası ve sonunda iyi bir atlet olması kişinin kendini gerçekleştirmesidir but iyi bir tenisçi olan bu kişi eksik olduğu şey ya da şeylere dönük olarak tamamlanmış olmayacaktır iyi bir tenisçi olduğunda. somut bir şey olmak kendini gerçekleştirmek değildir sayın onun bunu çocuğu eğitim bilimciler. kendini gerçekleştirmek asla ve asla, hiçbir zaman, hiçbir surette başkasının yerinde olmak istemeden hayatını yaşayabilmek demektir. doktora yapmak istiyordum, yaptım. kendimi gerçekleştirmiş ol(a)madım ben. ben sadece şu an doktora yapmış ve fakat x'in yerinde olmak isteyen eksik biriyim.
"You know the rest" tamamını göstermeye / anlatmaya gerek yok. Gerisini biliyor bi şekilde beni tanıyan herkes zaten. Tanıyan Herkesin zihninde bir şekilde ilk tanıdıkları halimle kalmak isterim feci şekilde; çünkü gerçekten bilen bilir sadece başlangıçlarda iyiyimdir. aslında herkes sadece başlangıçta iyidir ama hiç kimse ilk başta olduğu haliyle uzun süre tekrar edemez kendini. etse bile hiç kimse kendini tekrar eden birini ilgi çekici bulmaz bir süre sonra. sadece utanma hissi olan insanlar kendini tekrar etmeden devam edebilir bir süre daha. onları da severiz zaten. mai ve siyah'ın ahmet cemil'ini sevmekten yorulamaz kimse çünkü o ve onun gibiler hep bir taze edayla karşılar bizi. ("bir taze edaya kailiz biz" derken şeyh galip yoksa?)
"Verdiği utangaçlık için Tanrı'ya şükrediyorum. Utangaçlığım beni yozlaşmaktan koruyor."
en azından başlıkta biraz kibar olmak... ola ki okuyan varsa ürkütmek istemedim sanırım ama bilen bilir ki bu çok eski bir ekşi sözlük klişesidir ve tamamı "durduk yerde adamın amına koyan şarkılardır". herkesin vardır (mıdır) bilemem tabii ama böyle çok patetik olmasa da hatta bazen neşeli bile olabilen ama bir yerinde yahut bir yönüyle durduk yerde adamın amına koyan şarkılar var. 2 hafta önce cumartesi sabah okula giderken natalie imbruglia çalmaya başladı birden radyoda. istanbul'da istiklal'de bi yerde dinlerken çok sonra bu şarkıyı seveceğim aklıma gelmezdi. aslında niye sevdiğimi falan da bilmiyorum. öyle harika bir melodisi yahut harika sözleri falan yok ama müthiş bir ironisi vardı. eğlenceli gibi bir şarkıydı ritmi falan ama sözleri böyle tam da eğlenceli değil gibiydi. hafif bir hüzün vardı, bir sitem bile denemez belki. bir hüznü kocaman bir hüznü kabullenmenin verdiği bir rahatlık vardı sanki. bir pop müzik şarkısı için biraz iddialı ama değil gibi de. askere gitmeden önceki son günlerdi. bi arkadaşın evinde yabancı müzik yayını yapan bir kanalda klibini de izlemiştim. klip, benim şarkıyı algılayışımla uyumlu gibiydi; daha bi sevmiştim bu yüzden şarkıyı. torn sözcüğünün anlamına bakmıştım sözlükten. "yırtılmak, kopmak" gibi anlamları vardı sözcüğün.. sürüden ayrılmak yani genel olana aykırı düşmek gibi çevirebiliriz sanırım türkçeye sözcüğü. neyse
"You are a little late, I am already torn" diyordu şarkının bir yerinde natalie abla. binlerce parçadan oluşan çok büyük bir puzzle'ın eksik bir parçasının veya yüz parçasının eksik olması arasında niceliksel olarak olsa da niteliksel olarak herhangi bir fark yoktur. sen biraz geciktin ben de tamamlanamadım ve bu yüzden de genele angaje olamadım gibi bir anlam verilebilir işte as i know.
istanbul'a ilk atandığımda daha doğrusu atanmadan hemen önce sonbaharın ilk günlerinde yeni bir şarkı dönmeye başlamıştı müzik kanallarında. sonra istanbul'a atanmıştım işte, istiklal caddesinde gezerken falan kitapçılarda çalmaya başlamıştı bu şarkı, yani baya popüler olmuştu. Starsailor'un - Poor Misguided Fool şarkısı işte. cd'sini almıştım hemen. sonra da gidip sony discman almıştım bir tane ilk maaşım yatmıştı; o zamanlardı işte. yüzlerce kez dinlemiştim sanırım bu şarkıyı.
neyse vazgeçtim bu mevzudan yani 1 hafta önce yazmıştım yukarıdakileri ama bilmem devam ettirmek gelmedi içimden.
bu çok garip -peculiar mı demeliydim ksfdgsfgia- e.e. cummings, faulkner okumak istiyorum orijinal dilinden hepsi bu dedim geçenlerde bir yerde. ana dili ingilizceydi bunu dediğim kişi, üstelik de amerikalıydı eleman ama muhtemelen hiç okumadı bunları ve bu yüzden de anlamadı beni ihtimal. ben de çok uzatmadım. kitap okumanın gereksiz bir şey olduğunu anlayabilecek kadar okudum. (gerçekten ingilizce mütercim tercümanlık okuma isteğimin altında bundan başka bir neden yatmıyor. neyse bunu anlatmak çok da kolay değil; aslında daha doğrusu bu bir sebep de değil ya sanırım.
neyse durduk yerde adamın amına koyan şarkılara devam edeyim. türkçede böyle bir şarkı yapılma olasılığı sıfırdır. tabii ki melodi anlamında demiyorum çok da sağlam bir melodisi yok zaten bu şarkının ama sözlerle uyumu enfestir enfes.. türkçedeki şarkılarda biz aşkı ya verdiği acıyla yahut da coşku ve mutlulukla anlatırız. tabii çoğunlayın batı edebiyatı ve şarkılarında da böyledir bu ama bu şarkıda joan baez abla buruk bir acı ve hak edilmemiş bir lüksün verdiği haz gibi hatırlıyor. bunu da ancak joan baez abla yapabilirdi zaten tabii bunda aşık olduğu kişinin bob dylan olmasının da etkisi vardır; kim bilir... dsadhfhsş şarkıcı olup da nobel edebiyat ödülünü alabilen birine şarkı yapıyorsan ve üstelik de ona aşıksan sike sike iyi bir şarkı yapmak zorundasın.
"our breath comes out white clouds
mingles and hangs in the air
speaking strictly for me
we both could have died then and there" bunu türkçe bir şarkıda bulamazsınız. mealen: "nefeslerimiz havada beyaz bulutlar gibi / birbirlerine dolanıyor ve asılı kalıyorlar / sadece kendi adıma diyorum / ikimiz de o an orada ölebilirdik" bunu türkçe bir şarkıda duyamayız. sürrealist benzetmeler bizde pek olmadı ne rock şarkılarda ne de popta. belki biraz teoman'ın baladlarında vardır bu tarz benzetmeler ama onlar bu kadar güçlü ve nesnel bağlılaşımı bu kadar kuvvetli değildir. (türkiye'de nesnel bağlılaşım'ı cümle içerisinde kullanabilen 8 kişiden biriyim kısdjfasdjlfjsadikias e o kadar t.s. eliot okuduk aq fsdgjsidfisdf)
bir de sebebini bilmediğim, bir şekilde beni sarsan bir şarkı var
kendimi tanıdığımdan beri nasıl bir cümle bu aq ama cidden böyle bir şey var işte bir yer geliyor insan kendini tanımaya başlıyor. bu acaip bir şey, acaip bir ilgi.. başkası olma isteği ya da daha düzgün bir ifadeyle başkasının yerinde olma isteği: bütün bir sanat budur aslında. bunu umberto eco ve orhan pamuk'tan daha iyi anlayan çıkmadı; belki bir de ben ha bir de pink floyd var ya... kendimi konumladığım yere bak: umberto eco, ben, orhan pamuk, pink floyd... good squad ha? :) benim adım kırmızı'yı okuyanlar anladı ne denemek istediğimi gerçi çok karmaşık şeyler söylememişimim okumayanlar da anlamıştır...
Sahnede çalan Müziğin, Rodrigo'nun "concierto de aranjuez"e benzerliği ilginç. Bir rivayete göre Rodrigo, ispanya iç savaşı sırasında vurulup düşen bir gerillanın düşme anına yaktığı bir ağıta; bu sahnenin müziğini yapan ennio morricone'nin çocuk yaştaki bir mafya adayının vurulup düşme anıyla "selam çakması" niyeyse yadırgatıcı gelmiyor. Ama derdim bu değil. Malum sergio leonne'nin "once upon a time in america" filminden bir sahne bu. Çocuk vurulmuştur ama Noddles'a "sadece ayağım kaydı Noddles" der. Vurulduğu için değil ayağı kaydığı için düştüğünü söylemektedir çocuk ; üstelik bunu vurularak düştüğünü kesinkes bilen birine söylemektedir. son nefesini verirken bile kendini kandırma çabası... Daha doğrusu kendini kandırırken başkasını da buna inandırma çabası, üstelik son nefesini verdiğini bildiğin anda bile bunu yapma motivasyonu... Nietzsche, Bütün felsefesini insanın bu motivasyonunu kırmaya adadı ama insanda niye böyle bir motivasyon var? niye "sadece ayağım kaydı Noddles; sadece ayağım kaydı"?
bir de bu şarkı var durduk yerde değil her zaman adamnın amına koyan şarkılardandır. klibi de her zaman adamın amına koyar. kadın adamı öptüğünde denize bakar. nehir denize kavuşmuştur (mudur) I don't know, neyse her neyse...
devam edebilirim çünkü bir sürü şarkı var durduk yerde adamın amına koyan ama gerek yok sanırım. 10'larca şarkıyı not almıştım buraya ekleyeyim diye ama garip bir şekilde sıkıldım ve zaten konu da dağılmış yazdıklarıma bir baktım da. ve tabii buradan da klasik bir bülent aytok özaltıok özelliğine daha şahit oluyoruz: bekleneni verememek :) kimsenin benden bir şey beklediği falan yoktur tabii demek istediğim bu değil. kendimden beklediğim şeyi ben kendime veremiyorum