29 Aralık 2019 Pazar

requiem for a dream yahut yeşilpınar'da bir apartman dairesi

yeşil pınar, istanbul eyüp sınırlarında bir  muhit, semt yahut. bitişik yazılıyor da olabilir bilmiyorum. bu filmi ilk kez izlediğimde hayatımda her şeyin kötü gideceğini hissetmiştim. istanbul'da yeşilpınar'da bir evde, bir odadaydım filmi izlerken. elim bir hastalığın pençe- i ızdırabından yeni kurtulmuştum. bir daha hiç hasta olmamayı ve mutlu olmayı düşünüyordum. mamafih hasta oldum ve pek mutlu olduğum da söylenemez cereyan eden zamanda. handel'in sarabande'sini dinledim bilmem kaç defa. sonra -utanarak söylüyorum ama- bilmem kaç kez sezen aksu dinledim. bir de behçet necatigil'in, reşat nuri güntekin'in radyo oyunlarını dinledim. okulda bir kedi var. son bir sene falandır peyda oldu. sabahları beni kapıda karşılıyor çoğunlayın. ıslak mama veriyorum erken gittiğim zamanlarda. yedikten sonra görmezlikten geliyor. bir anlam yüklemedim kediye de yaptığım işe de. sadece burada dursun istedim bu teferruat. kediye bir ad da vermedim; versem "roket"olurdu adı. roket ya da füze. bir kedi için son derece manasız adlar ama olsun yine de güzel adlar.
resim 1: bahse konu mal kedi 


yarı aydın yönetmenlerin çektiği 80'li yılların yeşilçam filmlerinde mutlaka bir genelev sahnesi vardır. bu sahnelerde de aktüel sahnede genelde bergen çalar. genelev "sermaye"leri bergen dinler genelde. (genelevden bahsederken ne çok genel demişim) müslüm gürses, ibrahim tatlıses, ferdi tayfur, orhan gencebay falan değil de ille de bergen  çalar bu sahnelerde. yönetmen tercihi değildir (yönetmenlere kalsa mezkur erkek arabeskçilerden birinin şarkıları çalınırdı bu kerhane sahnelerinde. geneleve düşmüş bir kadının diğer arabeskçileri değil de bergen dinleyebileceğini ön görebilecek bir yönetmen = türkiye'de yok) 




bu şarkıyı geneleve "düşmüş" bir kadının tüm iliklerine, kalmışsa -heyhat kalmamıştır- tüm ruhuna kadar hissederek dinlemesinden daha doğal ne olabilir ki? aşık olduğu erkek tarafından yahut bizatihi anne babası tarafından geneleve "satılan" bir kadın, bergen dinlemeyecek de kimi dinleyecek. tanrının ve dünyanın hatası buydu. fahişelik gibi tüm insanlık tarihinin en büyük bug'u olan bir şey, varsa  şayet bunun suçlusu bizatihi tanrıdır. isa bunu fark etti ve babasının bu hatasını düzeltmek için kutsadı maria magdelana'yı. maria magdelana demişken bir maria magdelana dinler miyiz?




çocuktum hatta okuma yazmayı dahi yeni öğrendiğim zamanlardı, bu şarkıyı tv'de izlediğimde. ana brittanica ansiklopedisi vardı oradan maria magdelana'ya bakmıştım. isa'nın baba'sına rağmen büyük biri olduğunu daha o zaman anlamıştım tabii ki. çok sonra anladım isa'nın babasının hatalarını örtbas etmek için çabaladığını. tabi ki tanrısal hataları sadece bizatihi tanrının kendisi düzeltebilir. "tanrım kötü kullarını sen affetsen ben affetmem" derken bergen; bak ey kâri, burası tanrı fikrinin bittiği yer. benim de "bir tanrı varsa bu onun problemi" dediğim yer tam da burası. ey tanrım gel itiraf et: dünyayı ve onun sistemini yaratırken çuvalladın. telafi etmek için de cenneti vaat ettin. ama yemiyoruz biz artık bunu. bana günahlarımı soracağını söylüyorsun, peki ama inandığı, aşık olduğu genç bir delikanlı tarafından geneleve satılan bir kadının hesabını kimden soracağız biz? senden değil mi? neden müdahale etmedin o kadın o batakhaneye düşerken? o yüzden bergen'i senden daha çok seviyorum tanrım. çift kaset çalar loewe bi teyp vardı, radyoda bu çalmıştı bir kere. ortaokuldaydım sanırım bilmiyorum felaket yer etti zihnimde bu şarkı felaket.  bir de hüseyin altın vardı. dayımın çocukları falan dinlerdi bunu elazığ'da. sürekli bunu dinlerlerdi çift kaset çalar teyiplerinde. öldü hüseyin altın. ben sonra caz falan dinlemeye başladım. ne bergen kaldı ne hüseyin altın. blues, rock and roll dinleyip hegel, kant falan okuyordum. böyle tuhaf bir şey var anlatamadığım. hüseyin altın dinleyip hüseyin neyse gereksiz bir tespit yapacaktım vazgeçtim. instagramdan , facebooktan, twitterdan falan bir sürü kişiyi engelledim yine gece gece. tahammülsüz biri olmaya başlamadım genel anlamda ("genel" dedim yine) bir şeylere karşı ilgim azaldı. nedir bu bir şeyler? işte her şey sanırım. 




böyleyken böyle. "evin evime, evim evine karşı mehmet efendi" bakmayın bunları paylaştığıma ben punk falan dinlerdim, sex pistols dinleyen adamdım ben ne ara 657'ye tabi oldum, ne ara onu benimsedim ve ne ara onu yani 657'yi) kaybetmekten korktuğum için kendime ket vurdum?

Sartre, Varlık ve Hiçlik adlı eserinde mealen, güç'ü ona gösterilen mukavemmetten anlayabilirsiniz der. bu tespitin hayatın her alanına teşmil edilebileceğini fark ettiğimde iş işten geçmişti. bütün diktatörlerden tutun da hayatınızdaki alelade bir arkadaş dahi gücünü Sartre'ın kurduğu bu tespit üzerinden vazediyor. (türkçeye hakim kari "vazediyor" yapısının buraya uymadığını hemen anladı) 

"i don't think you trust,
in, my, self righteous suicide," bi de böyle bir şey var; fakat onu da sonra anlatırım. aralıksız yağmur yağıyor günlerdir. "yağmur yağıyordu adana kaldırımlarına.." diye başlayan bir cahit sıtkı şiiri vardı. tabii ki paris kaldırımlarına olacak o. sadece bir şiir yazma hakkım olsaydı, kemal burkay'ın "gülümse" şiirini yazmak isterdim. tabii ki bundan daha iyi yüzlerce şiir var ama vasat biri olmamdan mütevvelit bu şiiri yazmak isterdim işte. her şey yarım yamalak anlatılıyor şiirde. ortalama insanın varoluşudur yarım yamalak olmak, yarım aydın olmak, yarı dürüst olmak vs. yarım aydın olmaklığımı herkeslerden gizlemek için verdiğim mücadeleyi aydın olmak çabasına evirseydim fevkalade bir aydın olabilirdim. ama böylesi daha zevkli. tipik bir küçük burjuva yarı aydınıyım ben. yarım bıraktığım kitapların sayısı tamamını okuduklarımın iki katıdır belki de. keza yarım bıraktığım filmlerde de durum bununla paralel seyretmekte. almost blue. buradan devam etmek istiyorum. ama etmeyecğimi adım gibi biliyorum. amına koyim, genel.