23 Mart 2018 Cuma

uzun bir yolculuktan gelmiş gibi

uzun bir yolculuktan gelmiş gibiyim bugün. bir sorunu çözmek için çıkılan yolculuklardan dönmüş gibi değil ama. yine de uzun bir yolculuktan gelmiş gibiyim.


kaç gündür bu şiir -nedendir bilmem- dönüp duruyor beynimin içinde.

bir de bir şekilde alınmış ama hiç kullanılmamış / kullanılamamış eşyalarla göz göze gelmek var evde. asıl bundan bahsedeceğim ama şimdi değil. sonra.


5 Mart 2018 Pazartesi

ölmek yahut bir günün sonunda arzu

Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek

Oradan,

Oradan düşmek, ölmek istiyorum

Cevf-i ye’s-âşinâ-yı hüsrâna…


Titrek

Parıltılarla yanan bir mesâ-yı mezbaha-renk

Dağılırken suhûr-ı uryâna,

Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek

Oradan,

Oradan düşmek, ölmek istiyorum

Cevf-i yes-âşinâ-yı hüsrâna…


Kanlı bir gömlek

Gibi hârâ-yı şemsi arkamdan

Alıp sürükleyerek,

O dem ki refref-i hestîye samt olur kâim,

Ve bir günün dem-i âlâyiş-i zevâlinde

Sürüklenir sular âfâka şu’le hâlinde,

O dem ki kollar açar cism-i nâ-ümîde adem,

Bir derin sesle “haydi!” der uçurum,

O dem,

Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek

Oradan,

Savt-ı ümmîd-i kalbi dinlemeden,

Cevf-i hüsrana düşmek istiyorum.

kim demiş haşim içeriği ıskalar, biçimde kalır sadece diye. kimsenin böyle bir şey dediği yok ben uydurdum bunu.belki tüm türk şiirinde musikinin bu denli yoğun olduğu bir başka şiir daha yoktur diyebilirim. mozart yahut ne bileyim chopin şiir yazsaydı ancak bu denli bir şiir yazabilirdi.

26 şubat pazartesi. gece geç saat. aslında 27 şubat salı oldu. teze dair tutunamayanlar okuması yapıyordum. selim'le günseli'nin tanıştığı bölüme geldim boğazıma bir şey düğümlendi. okuyamadım daha fazla, selim'in günseli'yi ilk tanışmalarından bir ay sonra arayıp telefonda ilkin "onu aradığı için rahatsız edip etmediğini sorması" ne bileyim bu rikkat boğdu beni sanki (tez yazarken olabilecek en tehlikeli şeylerden biri metne kendini kaptırmaktır bilen bilir, kendimi kaptıracağımı hissettiğim için bıraktım okumayı.) selim'in hep "Savt-ı ümmîd-i kalbi dinlemeden, cevf-i hüsrana" düşerek öldüğü, rikkatin bu dünyada karşılığı olmadığını düşündüm. haşim ve selim ışık yanılıyor olamaz di mi sevgili kâri?

başkalarının anılarını unutamamaktan bahsedecektim. elimden gelse tanıştığım herkese bana anılarınızı anlatmayın sonra ben onları unutamıyorum demek isterdim. bunun saygısızlık addedileceğini bildiğim için demedim hiç tabii. belki bu yüzden kendimden bahsetmedim yahut az bahsettim, bilemiyorum. küçük bir çocuğun ilk okuldaki bir koşu yarışı sırasında yarışı bitirdikten sonra koşmayı kesmeyip öğretmenine doğru koştuğunu dinlemiştim. geçen gün geldi aklıma küçük bir çocuğun kişisel zaferini (yarışta birinci olamamış zira) öğretmenine doğru koşarak göstermesindeki inceliğe içim burkuldu. (hüsran'ın boşluğuna düşerek kimse ölmez sevgili ahmet haşim.) başkalarının anılarındaki hüsran kendi anılarımdaki hüsranlardan daha çok yoruyor, üzüyor beni.


bir haftalık bir araya bir sabahattin ali şiirinden mütevellit şarkıyla devamlayın. başkalarının anılarını unutamamaktan bahsediyordum. ben de sizi bir anıma ortak edeyim. çocuktum, okula gitneyecek kadar çocuktum. yaza doğru olsa gerek şort giymiştim. annem mutfakta bana yemek yapıyordu. ben de sandalyede oturmuş ayaklarımı sallayarak yemeğin olmasını bekliyordum. yemek dediysem patates kızartıyordu annem. bir yandan da şu türküyü söylüyordu:




fırına yakın sandalyede oturuyordum. sabırsızca sallıyordum ayaklarımı yemeği bir an önce yiyip aşağı inmek, oynamak istiyordum. sonra aşağı indim yemeği yiyip. kubilay diye bir arkadaşım vardı. onla öyle mal mal yürüyorduk, yürürken "yoğurt koydum dolaba.." diye bu türküyü söylüyordum. (bu da böyle bir anımdır) anı diyince çok matah bir şey bekliyor insan. epeydir "önemsiz" anı bile olmayan sadece belli belirsiz zamanlarda zihnimden gelip geçen görüntüleri not almak istiyorum. biraz yapmıştım bunu ama sonra vazgeçtim. belki 30 yıl geçti üzerinden bu anlattığım anı parçasının. hala anneme yemeğe gittiğimde o sandalyeye otururum. fakat epey oldu annem yemeği hazırlarken türkü söylemiyor artık. nasıl güzeldi halbuki annemin sesi türkü söylerken.

2003 kışıydı. ev arkadaşıyla ankara'ya gitmiştik. nazım'ın "kurşun gibi ağır"dediği türden bir hava vardı. ev arkadaşının bir arkadaşının evinde kaldık gece. sabah erken kalkmıştım. yağmur çiseliyordu. camdan dışarıyı izlemiştim epey. canım ankara'da bir evde yağmurun yağmasını izlemek çekti gece gece. oktay rıfat'ın bir şiiri geldi aklıma:

ne parası pulu
ne dikili ağacı
yol göründü mü gidecek
kendinin değil ev
kiracı

büyük cümleler kurmaktan korkan biriyim. bu yüzden orhan veli, oktay rıfat falan severim. yine de büyük büyük laflar ettiğim, büyük büyük sözler verdiğim zamanlar oldu; altında ezildiğim laflardı ve tutamadığım sözlerdi bunlar. oysa ezilmemek ve tutabilmek isterdim. bu sözleri sarf ettiğim zamanları verdiğim sözlerin muhattapları aklıma geldikçe utanıyorum. içimden özür diliyorum ama nafile. borcumu da ödemek istiyorum ama bu da nafile, ödemek imkanım yok. bütün utançlarımdan zamanın kefareteleri boşa çıkarıcı gücüne sığınırım. tanrı sadece günahları affedebilir utançları değil. bu yüzden utançlarımı zamanın gücüne bırakabiliyorum sadece. çünkü zaman hiç kimseyi haklı çıkarmaz; o, olsa olsa her şeyi boşa çıkarabilir sadece.