20 Kasım 2017 Pazartesi

teraziyle ölçülen uzaklık yahut beyaz plastik sandalye

epeydir yazmıyorum buraya. geçen gün bir rüya gördüm. aslında bir rüyadan ziyade birebir yaşadığım bir anın tekrarını rüyada gördüm tekrar. kıştı. karlı ve soğuk bir akşam vakti arabayla giderken sağa dönmem gerekirken dönmeyip üst geçitten devam etmiştim. sonra aniden fark edip fren yaptım yokuşta arabayı geri saldım, yokuş bitene kadar ve sonra dönmem gereken sapaktan dönüp az kalmış yolu tamamladım. bunu niye gördüm rüyamda. dahası aynen neredeyse saniyesi saniyesine neden gördüm bilmiyorum.

bugün pazar. biteviye yağıyor yağmur. hava da soğudu artık. en sevdiğim pazar günü modelidir bu. yağmurlu, karanlık bir pazar. televizyonda iskoçya'daki vahşi yaşamı anlatan bir belgesel vardı sabah. ora da hep yağmurluydu. yağmur şiddetlendi bir ara. izlemek için balkona çıktım. beyaz plastik bir sandalye vardır hep balkonda. ona oturup izleyecektim ama yağmurdan ıslanmıştı hafif. oturmadım.  geriye çektim sandalyeyi biraz daha fazla ıslanmasın diye. beş altı sene oldu neredeyse o sandalye hep oradadır. daha ne kadar orada durur bilmiyorum.

arkadaşlık kurmakta hep sıkıntılı biriydim oldum bittim. son zamanlarda iyice ayyuka çıktı bu. kimsenin eksikliğini hissetmiyorum. kimsenin de benim eksikliğimi hissettiğini sanmıyorum. varlığım yokluğum bir sanırım; dahası kendim için de öyleyim. tanıdığım ve sevdiğimi düşündüğüm birkaç kişi vardı. son zamanlarda midemi bulandırıyorlar sadece artık. bunu onlara belli etmiyorum tabii. belki de ediyorumdur bilmiyorum. aslında şu günleri sorulardan, imalardan uzak geçirmek istiyorum galiba. kimseye cevap vermek istemiyorum herhangi bir şey için. eve geç vakit yorgun argın geliyorum. bu da bana dışarıdaki insanlardan uzak kalmak için bir bahane veriyor. yorgunum. o yüzden sizlerden uzağım, deme bahanesi gibi yani bir anlamda. aslında gerçekten de yorgunum. önceleri söz gelimi okulda falan insanların konuştuklarına ortak olmaya çabalardım. almak istedikleri evler, arabalar, eşyalar; çocuklarının sorunları hakkında konuşmaya çalışırdım. şimdi de yapıyorum bunları ama bir farkla. bana soru sormasınlar diye yapıyorum bunları artık. ola ki konuşmazsam bana niye konuşmadığımı sorarlar diye korkuyorum. oysa ne sorunları ne de sevinçleri falan sikimde bile değil hiçbirinin. benden uzak olmaları dışında hiçbir beklentim yok kimseden. tabii bunda çoğunlukla az buçuk zekalarıyla birbirlerinin arkalarından iş çevirmeye çalışmalarını fark etmemin yarattığı tiksinme duygusu da var. tabi nötr olduğum hatta saygı duyduğum insanlar da var. hiç kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayıp kendi halinde yaşayıp giden, sadece gördüğüm zaman var olan
 - tersinden ben de onlar için gördükleri zaman var olan biriyim- insanlara garip bir şekilde saygı duyuyorum. (benim de ikiyüzlü olduğumu düşünebilirsin ey kâri. madem öyle bunları o insanların yüzlerine söylesene diyebilirsin. haklısın ama inan buna sabrım ve gücüm yok. kaldı ki ikiyüzlüyüm sanırım ben de.) önceleri yok farz edilmeme içerlerdim. şimdi tam tersi yok farz edilmek istiyorum. beni yok farz etsinler sorun değil. ben sadece balkondaki beyaz sandalyeye oturup dışarıyı izlemek istiyorum. başka bir sandalye olmaz ama. küçükken camdan dışarıyı izlerdim. ne düşünürdüm o zamanlar bilmiyorum, hatırlamıyorum. şimdi balkondaki beyaz plastik sandalyeye oturup düşünmek istiyorum. anlamak istediğim, kaçırdığım bir şeyler var biliyorum. onları yakalamak istiyorum. yakalarsam sanki onları -her neyse onlar- pişmanlıklarım bir nebze olsun hafifleyecek gibi. koca bir pişmanlık gibiyim ama neye pişman olduğunu olması gerektiğini bilmeyen. sanki sadece balkondaki beyaz plastik sandalyeye oturup düşünürsem bunları bulacakmışım gibi bir his var içimde.

mutfakta yemek yaparken bir gün birden o beyaz sandalyeye ilişmişti gözüm. 2015'ti. kıştı. bir şeyleri yanlış yaptığım fikri oturdu bir an içime. yanlış yaptığım bir şeyler vardı. (buradan sonrasını okurken yan sekmede George Frideric Handel'in "sarabande"sini açmanı salık veririm ey okuyan, bu beni genel anlamda olmasa da şu anda bunları yazarken nasıl bir halet- i ruhiyede olduğum konusunda sana bir nebze yaklaştırır.) bazı nedenlerin beni bıraktığını daha doğrusu bırakacağını hissetmiştim o beyaz sandalyeye bakarken. heyhat aslında çoktan bıraktığını da biliyordum, bilmezden geldim sadece o zaman. epeydir izlemeyi ihmal ettiğim bir film gelmişti tam o an aklıma. barry lyndon diye bir film. beyaz plastik bir sandalye, stanley kubrick'in bir filmi, ocakta bir türlü pişmeyen patatesli kereviz... rüya atmosferi gibiydi hepsi birbirine karışıyordu ben bir şeylerin elimden kayıp gittiğini hissediyordum. (birazdan sarabande biter, dilersen arkasına astor piazzola'nın oblivion'unu dinleyebilirsin ey kâri) dış dünya hep çağırır. yemek pişmeye yakındı, pilav ve salata yapmak lazım gelirdi yanına yemeğin. pilava ve salataya başladım. sonra balkona çıkıp sandalyeyi görmeyeceğim bir yere çektim. (çok sonra bu sandalyeyi görmeyeceğim bir yere çekmemi hiç alakasız bir anda tekrar hatırladım. kıştı. sulu sepken kar yağıyordu. arabanın silecekleri yetişemiyordu sulu sepkenin yağışına. iç anadolu'da bozkırdaydım. ağır ağır biteviye uzayıp giden yolda o o plastik beyaz sandalyeyi hatırlamıştım. müthiş bir özgürlük duygusu kaplamıştı içimi. (müthiş sözcüğünü burada arapça aslında olduğu gibi dehşet kökünden gelen anlamıyla düşün ama ey kâri) sonu hiçbir şeye varmayacak bir özgürlük tam yanı başımdaydı. sulu sepken dinmiyordu bir türlü. arabanın içi sıcaktı. bir şey yaptırmayan bir özgürlük tam karşımdaydı. bir şeyler yapmam gerektiğini hissediyordum bu hissi bana dayatan tek şey beyaz plastik sandalyeydi. ama yapılacak bir şey yok gibiydi. -olsun isterdim- her şeyi hiçleyen bir özgürlük kemiriyordu beynimi. yol da kar da bitmiyordu. bir şey olsun hayat beni çağırsın istiyordum. araba karda kaysın mesela yahut ne bileyim hatalı sollayan bir kamyon karşıdan bodoslama gelsin isterdim o an. hiçbiri olmadı. hayat çağırmadı, çağıramadı belki kim bilir.

kasımın 13. peyder pey yazıyorum. ayağım üşüdü biraz önce ilk defa. kalın çorap giydim kalkıp. kış geliyor artık. gelsin. mayısa kadar ısınmaz artık ayaklarım. tezin üçte biri bitti. geri kalanı da zihnimde dönüyor, yani kalan kısmı da bitti sayılır. özgürlükten bahsetmişim yukarıda. musallat olan bir özgürlükten bahsetmek isterdim oysa ama etmeyeceğim sanırım bundan. sadece isa yaşasaydı ve tanısaydım onu belki ona bahsedebilirdim bundan. (şimdi çıkıp da isa göklerdeki evinde yaşıyor ama deme bana ey kâri, isa göğe ağdığında öldü aslında.* keşke ölmeseydi ama öldü.) bu yazıyı ne zaman yayınlayacağım acaba? ya da yayınlayacak mıyım, bundan bile emin değilim. hiçbir şey ölmüyor içimde, her şey yaşıyor. ölsün isterdim ama birçok şey. ölsün de rahat bıraksınlar beni. görüntüler var aniden zihnimde bir şimşek gibi çakıp geçen görüntüler var. bırakmıyorlar yakamı bir türlü. hakka suresinin 1. ve 2. ayetleri geliyor aklıma durduk yere:

1. gerçekleşecek olan;

2. nedir o gerçekleşecek olan?

bu ayetlerle birlikte kierkegaard'ın "kaygı gelecektir" sözü sonra. iki anlama gelecek şekilde kullanılmış gibi bu söz: ne yapsan etsen de kaygı sana gelecektir; gelecek, bir kaygıdır.
bir de "yaklaşıyor yaklaşmakta olan" ayeti. bu ayet niye geldi ki şimdi durduk yerde aklıma? aslında biliyorum. bak sana da anlatayım ey kâri. söz gelimi sulu sepken kar yağıyorken bir menzile doğru gittiğini düşün. her saniye yaklaşıyorsun menzile. bazen ayağını gazdan çekmek istiyorsun. mezile varmayı geciktirmek için. heyhat neye yarar bu? kaçınılmazı geciktirmenin bir anlamı var mıdır? "vardır" dediğini duyar gibiyim. demesen de varoluşunla vardır diyorsundur zaten ne fayda? ama olsun ben bunu sana soru sormak için yazmadım. çok zaman birkaç saniye bakmam yeterlidir yüzüne insanın ne düşündüğünü anlamam için. yüzü bende belirsiz birkaç insan kaldı ama. anlayamadım ne düşündüklerini bir türlü onların. neyse bu başka bahsin konusu.

19.11.2017 olmuş tarih. sanki birazdan çok önemli şeyler söyleyecekmişim gibi bir his var içimde. oysa hayatım boyunca önemli bir şeyler söyleyemedim hiç. önemli bir şeyler söylemeye yaklaştığım anlar oldu sadece. "mataramda tuzlu su" gibiydi o anlar. gözümün önüne geldikçe kovduğum bu anlarda bir kez olsun hayatımı kendi ellerime alma şansım olduğunu hissettiğimi hatırlıyorum. dostoyevski'nin tabiriyle "insancık" olmaktan insan olmaya evrilebilirdim, beceremedim. insancık olarak kaldım. makar devuşkin'im ben. ah kuzum makar alekseyeviç devuşkin. "HAYIR" diyemeyen insanlar bir din kursaydı hiç şüphesiz peygamberi makar alekseyeviç devuşkin olurdu. isa bir dönem makar devuşkin olarak dostoyevski'nin satırlarına konuk olmuş. saf sevgidir makar devuşkin.

ertesi gün:

pazar bugün. 20'si oldu sanırım. yok hala 19'uymuş. birkaç saat sonra 20'si olacak. keşke günlük tutabilmeye devam edebilseydim. daha iyi olacaktı buraya örtük örtük yazmaktansa oraya açık açık yazardım her şeyi. tezin "oyun" başlığının eskizlerini yazmaya başladım bugün. insan hep başkası olmak isteyendir: dinlediği bir şarkıda, izlediği bir filmde, okuduğu bir romanda hep bir başkası olmak isteyendir. aynı zamanda insan bunu kontrol edebilendir de. yani başkası olabilmeyi kontrol edebiliyor insan. edemeyenler ne oluyor peki? onları da şizofren diye yaftalayıp akıl hastanelerine tıkıyoruz sanırım. ah kuzum golatkin, oynayabileceğin oyunlar yok muydu ki hiç niye böyle oldu? bir romancı olabilseydim hiç kimsenin özdeşim kuramayacağı bir karakter yaratmaya çalışırdım. bunu yapabilen romancının adı cervantes - dostoyevski - ? bu soru işaretinin yerine yazılabilir. james joyce,  bir nebze olsun yapabiliyor sanki bunu, her günkü hal üzere bulunan insanı anlatmaya çalışarak. ama neyse konumuz bu değil. konumuz insanın sadece ve sadece özdeşim kurabilerek "sağlıklı" bir şekilde hayatta kalabileceği gerçeği. bunu yapmayan insan var mıdır acaba? yani hiç başkasının yerinde olmayı istemeden yaşayabilen bir insan var mıdır? hemen cevap vereyim yoktur. destan dönemi kahramanlarını saymazsak tabii ki onlar da gerçek olmadığına göre saymayabiliriz onları da. leopold bloom'un yerinde olmak isteyen birisi oldu mu hiç acaba? sanmam ben istemedim mesela. o halde cervantes - dostoyevski - james joyce diyebiliriz.

neyse konu bunlar değil aslında. herhangi bir konu da kalmadı pek yazmaya değer. bunlar var ama beni aşar şimdilik bunları yazmak. (aslında yazarım da senin bunları okumanı istemiyorum şimdilik ey kâri) "bizi gerçeklerden ayıran algının kapılarıdır." william blake. yahut "if the doors of perception were cleansed everything would appear to man as it is: infinite"  neyse bilen bilir benim sorunum, kendimi diğerlerinin beni gördüğü gibi görememem de yatıyor. bu çok kötü, dahası dayanılacak gibi değil.