29 Aralık 2022 Perşembe

eksiklik üzerine yahut

 "Noksanlık: birbirine ait olanın henüz bir arada olamayışıdır.” der heidegger; belki de tüm zamanların en özgün ve anlaşılması en güç metni olan varlık ve zaman'da. (doktora tezimi bu metni esas alarak yani doğrudan varlık zaman'dan alıntılar yaparak yazdığımı; ve tezimin bu yönüyle türkiye'de neredeyse tek olduğunu söylemiş miydim? jsdhfjksdhkfvhasdkhfşs) neyse eksiklik mefhumuna kafayı yormam teorik olarak yani "aylak adam" ve "anayurt oteli"ni okumama rastlar -ki yüksek lisans tezimi de bu romanlar üzerine yapmıştım-  her iki romanda da karakterler eksiktir. aylak adam'da bay c. bayan b.'den; anayurt oteli'nde zebercet "gecikmeli ankara treniyle gelen kadın"dan eksiktir ve bu yüzden tamamlanmamış olarak yaşama -yaşayamama-ya çalışırlar. neyse işte derdim bunları anlatmak değil aslında yeterince anlattım zaten ama dönüp dolaşıp eksik şarkı'yı dinliyorum ve bundan acaip yoruldum. bir şeyin, bir kimsenin eksik olduğunu bilmek; yani bu bilginin bizde olabilmesinin sağladığı şeydir eksiklik duygusu. bir şeyin tam olduğunda nasıl olduğuna dair bir bilgi bende yoksa eksikliğe dair bilgim de yoktur. (aslında gereksiz bir info vereyim mi? aşk dediğimiz şeyin de temelinde bu söylediğime dair bir yanılsama yatar. kendimizin tamamlanmış halini karşımızdaki kişiyle birlikte olmak üzerinden tasarlayıp o kişiden eksik olmaklığımıza yani; aşk diyoruz. Bunu biraz daha karmaşık anlatınca adınız Jacques Lacan oluyor nsgsksdhslslslsaş

çok konuştum şu sıralar. instagram'da bile aktiftim baya bu bir iki haftadır :) kapatmanın zamanı gelmiş demek ki tekrardan.  rahatsız oldum bugün instagram'a attığım postlara bakınca. instagram bana normal olanı, makul olanı hatırlatıyor. makul olandan, normal olandan sapmalarımın ispatı oluyor çoğu zaman orada gördüğüm başkalarına ait fotoğraflar falan. bi eleştiri yok burada daha doğrusu kendim dışında kimseye bir eleştiri yok. insanlar neşeli, huzurlu, esprili vs. olduğunu düşündükleri anları paylaşıyor bunda ne var ki? benim de  neyse ya bir yere bağlayamayacağım sanırım bu yazıyı da. kendimi anlatabilmek isteğinden yoruldum galiba ama neyse her neyse. Sikerler... Biraz susma zamanı gelmiş sanırım. 

Michael Stipe reisin o meşhur şarkısında da  dediği gibi:  "oh no, I've said too much."




17 Aralık 2022 Cumartesi

şu durmadan kurulup dağılan evren üzerine

 geçen gün ayak üstü bir muhabbet sırasında "sadece müzik gerçek bir sanattır diğerleri tali sanatlardır belki de sanat bile değildir" gibi bir şey dedim. tabii ki temellendiremedim yani öyle ayaküstü bir konuşma sırasında edilmiş bir laftı. desteksiz sallıyormuşum gibi duruyor böyle söyleyip geçince ama çok da desteksiz sallamadım aslında. yüzde yüz böyle düşünüyorum. 

diğer sanatlar için such as resim, müzik, edebiyat... her zaman bir ön hazırlığa ihtiyaç vardır but for music sadece duyan bir kulağınızın olması kafi gelir. müzikten zevk almak için hiçbir ön hazırlığa ihtiyaç yoktur. söz gelimi bir modigliani yahut matisse resmi için alt yapınız olmalıdır yani o resmi zihninizde yeniden üretebilmek için demek istiyorum. yahut ne bileyim ulysses okumak marcel proust okumak ve bunlardan zevk alabilmek için yıllar boyu entelektüel alt yapı oluşturmalısınız ama müzik için buna ihtiyaç yoktur. müziği duyduğun andan itibaren zevk almaya başlayabilirsin. Neitzsche'ydi yanlış hatırlamıyorsam "aforizmalar" kitabında söyler buna benzer şeyleri. kendi felsefesini Wagner'le nasıl da örtüştürür ama neitzsche? neyse.. aynı eserdeydi yine yanlış hatırlamıyorsam ve buraya da yazmıştım bu aforizmayı daha önce, "her son bir erek değildir. ezginin sonu ereği değildir onun. oysa ezgi sonuna da ulaşamadı ereğine de, bir benzetiş" bir romanı, bir filmi, tiyatroyu, hep sonuna varmak için izleriz; çünkü asıl vurgu hep sonda yahut sonlara doğrudur. müzik haricindeki her sanat eseri katarsisini sonuna saklar oysa hiçbir şarkıyı sonuna varmak için dinlemeyiz. çünkü bir şarkının yahut müzik paçasının katarsisi onun içerisinde hiç bitmeyecek gibi olmaklığındadır. neitzsche'nin müzik ve müziğin bu yönüne dair soyut tespitini jean paul sartre tüm zamanların belki de en iyi ve en rahatsız edici romanı "bulantı"da (La Nausse)  bir caz şarkısı üzerinden somutlar. romanın bir yerinde kahraman bir kafeye gelmiş ve bir şarkı dinlemek istediğini söylemiştir kafede çalışan kadına:

Hemen az sonra nakarat başlayacak: zaten benim en çok sevdiğim de denize karşı yalıyarlar gibi dimdik yükselen bu nakarat. Şu an caz çalıyor, söz yok henüz, yalnızca notalar var, sayısız küçük sarsıntılardan oluşan notalar. Durup dinlenmek nedir bilmiyorlar, çelik gibi sapasağlam bir düzene bağlılar, bu düzen gereğince doğup, bu düzen gereğince son buluyorlar, bu düzen toparlanacakları, kendileri için var olacakları bir zaman tanımıyor onlara. Koşuyor notalar, acele davranıyorlar ve geçerken kuru bir vuruşla çarpıyorlar bana, sonra da yok olup gidiyorlar. Uzanıp tutmak isterim elbette onları, ama biliyorum, bir tekini bile durdurmaya kalksam rezil ve bitkin bir sesten başka bir şey kalmayacak parmaklarımda. Ölüp gitmelerini kabul etmem gerekiyor; hattâ istemeliyim bu ölümü: bu kadar acı ve bu kadar güçlü pek az izlenimim oldu.

Canlanmaya, kendimi mutlu duymaya başlıyorum. Olağanüstü bir yan yok bunda, küçük bir Bulantı mutluluğu bu: yapışkan sıvının dibinde, bizim çağımızın dibinde - mor askılar ve bir yanı çökmüş banketler çağının dibinde - yayılıyor. Geniş ve gevşek anlardan yapılmış, kıyılarından yağ lekeleri biçiminde yayılan.. 

... Bir kaç saniye daha geçsin, zenci şarkıya başlayacak. Kaçınılmaz geliyor insana bu, bu müzik gereksinimi öylesine güçlü duyuruyor kendini: hiç bir şey kesemez bu müziği, dünyamızın demir attığı çağımızdan gelen hiçbir şey; bu müzik ancak, kendi düzeniyle, kendi kendini durdurabilir. Bu güzel sesi neden mi seviyorum? Ne genişliği, ne içliliği yüzünden. Nice notanın, kendileri uzaktan uzağa can çekişirken bir olguyu doğurmaya hazırlanışını seviyorum. Yine de endişeliyim; en küçük bir olayla plâk durdurulabilir:, yaylardan biri kırılabilir, Adolphe iş olsun diye, susturun şunu diyebilir. Bir şeyin sürebilirliği-nin böylesi hafif şeylerle kesilebilmesi ne kadar garip, ne kadar heyecanlandırıyor insanı. Hem hiçbir şey durduramaz, hem her şey kesebilir müziği. Sonuncu bölüm de can çekişmekte. Ardından kesin bir sessizlik başladı. Çok iyi duyuyorum bunu, bir şey var, bir şeyler oldu. Sessizlik.

Some of these days You'll miss me honey..

Ne mi oldu? Bulantı kayboldu. Sessizlik içinde, ses yükselmeye başladığında bedenimin katılaştığımı, sertleştiğini. Bulantının yitip gittiğini duydum."

bu uzun alıntıda tam da demeye çalıştığım şeyi vurguluyor Sartre: bir ezginin kendini var etmek için yok olması gereken notalardan oluşuyor olması... bir cümleye başladığımda yahut bir tabloya başladığımda onu sonuna vardırmam gerekir ki karşıdakinde istediğim his ve anlam oluşabilsin. oysa müzikte böyle değildir bu. bir nota başlar devam eder ve biter bir sonraki nota da aynı süreci yaşayabilsin diye. ve sonra binlerce nota aynı başlama devam etme ve ölme sürecinden geçerek ortaya bir parça çıkarır. bundandır belki de müzik, kişinin kritik anlarında dönüşüm yahut kabullenişle birlikte kullanılır başka sanat dallarında. benim çok sevdiğim bir filmdir, "philedelphia" filmde tom hanks eşcinsel olduğu için çalıştığı şirketten kovulan ve fakat pes etmeyip hukuk yoluyla hakkını arayan biridir. hanks bu arada aids de olmuştur ve ömrünün de sonlarına doğru yaklaşmaktadır. her şey çok çok kötüdür. ve o tarihi sahne



"müzik sever misin? opera sever misin?" der tom hanks avukatına ve maria callas'ın ölümü anlatan o nefis "la mama morta" parçasını çalmaya başlar... bir an bütün hava dağılır, ölümü unutur hanks... birkaç gün içinde öleceğini kesinkes bilmesine rağmen ölümü anlatan bir parçayı dinleyerek kendi ölüm fikrinden uzaklaşır... bunu bir roman yahut bir tablo yapamaz asla. ben bunu demek istiyordum aslında müzik dışındaki sanatlar ikincil sanatlardır derken. 

dünya sinema tarihinin belki de en iyi yönetmenlerinden iranlı  abbas kiyaroustami'nin -ki fransız sinemasının hatta dünya sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri olan jean luc godard kiyarustemi için şöyle der: sinema dediğiniz şey benim filmlerimle kiyaroustami'nin filmleri arasındaki bir şeydir"- ölüm döşeğindeyken son kez hafız'ın bir gazelini dinlemek ister:


gerçi sanırım mohseen namjoo, o dönemlerde -gerçi hala yasaklı- iran'da olmadığı için bu abladan dinlemiştir bu parçayı bence kiyaroustemi yoksa kesin namjoo'dan dinlerdi bence: 


demem o ki ölüm döşeğinde yahut ölümün eşiğinde hiç kimse son bir kez roman okumak istemez mesela ama son bir şarkı dinlemek isteyebiliriz. 

tüm zamanların belki de en iyi, en mükemmel edebi eserlerinden biri kabul edilen Faust'ta mesela intihar etmek üzereyken dışarıdan gelen ilahilerin ezgilerini duyunca intihardan vazgeçme sahnesi vardır. intihar etmek için ipi boynuna geçiren birini çok iyi bir ressamın bir tablosuyla hayata döndüremezsiniz; bunu ancak bir müzik parçasıyla yapabilirsiniz... 

yahut şu sahne: 


bir aşkın başlamasına vesile olabilerek bir dönüşümü de müzikle yapılması dikkate değerdir. (Summer'ın burada elemana "merhaba ben hayatının amına koyacak olan kadınım" der gibi gülümsemesi de nefistir nefis... she said i love the smiths )  şarkıyı da hatırlayalım:



çeviren de iyi çevirmiş ha bu arada şarkıyı. neyse işte.,

 hayatımı filme falan alacak olsaydım şu anki dönemlerimi anlatan sahnelere astor piazzola reisin şu parçasını koyardım sanırım.


şarkının kendisi kadar ismi de nefistir bu arada. 



10 Aralık 2022 Cumartesi

 sanırım okulu bıraktım. yani ingilizce mütercim tercümanlığı bıraktım. sınavlardan -main course mu ne öyle bir ders- çok kötü geldi. 40 soruluk bir sınavdı, dinleme falan da var içinde işte neyse salı günü açıklandı. çalışmıştım da aslında ama yapamadım. çarşamba günü sabah 1 derse girdim sonra ilk ders bitince çantayı alıp çıktım bir daha da sonraki günler de yani gitmedim. ders programım değişti dedim hocanın birine ne yapacağıma dair bir fikrim yok. yani belki ara sınavlarına girerim orada geçer not alınınca bölüme devam edilebiliyormuş sanırım, neyse. henüz karar vermedim ne yapacağıma yahut yapmayacağıma. geride kaldı işte bu da öyle veya böyle. iyi oldu galiba ne bileyim gerçekleştirme yapma isteğini bu kez pek de çaba sarf etmeden savmış oldum başımdan. cuma günü yotube'dan bir şeyler dinlerken yemek yapıp yedim. özlemişim yavaş yavaş bir şey hazırlayıp yerken yotube'dan. neyse. yök'ün tez veri tabanı ve makale veri tabanından arabesk müzikle ilgili yayınlara baktım epey. bi sikim yok, gerçekten kelimenin tam anlamıyla bi sikim yok. arabesk denince aklına müslüm gürses, ferdi tayfur, ibo, orhan gencebay falan gelen net bu işten anlamıyordur. tüdanya'nın adı bile geçmemiş hiçbir tezde, makalede..  şundan daha kıral (biliyoruz kral) bir arabesk şarkı varm'ola ya:


salih kırmızı'yla bir filmi vardı bu ablanın. çekim kalitesi, diyaloglar falan çok kötüdür ama arabesk müziği ortaya çıkaran bütün klişeler vardır filmde. 2000'lerin başıydı adana'nın gerzek yerel kanallarından birinde izlemiştim filmi. adı da "sen yaşa". filmin adı bile arabesk özü verir. "beni siktir et, benim hayatım sikildi ama boş ver; sen yaşa" arabesk budur tam da. 

tekrar gitmeye başladım üniversiteye. gitmemekten de sıkıldım. daha doğrusu bilsem'den sıkıldım. üniversiteye gideyim bari dedim. robotik kodlama, yapay zeka, makine öğrenmesi, kodlama, yazılım, patent, proje vs. bunları duymaktan gına geldi. gerçi kimse zorla anlatmıyor ama maruz kalıyorum bir şekilde. benim için de önemliymiş gibi dinliyorum falan ama içimden... neyse işte. herkes çok iyi kendi halinde. akademik kariyere önem vermeyen de yok gibi neredeyse de işte bende ondan kalmamış. bugün kendi kendime niçin yüksek lisans, doktora törenlerine gitmedim acaba diye düşündüm. iki diplomayı da enstitüdeki memurlardan aldım. içime sinmedi galiba ikisi de. yani daha iyisini yapabilirdim ama beceremedim ondandır belki de. ama bir fotoğrafım da olsa olabilirdi en azından. gerçi ne kadar çok fotoğrafım olmadı. yani önemli anlara dair fotoğrafım hiç yok neredeyse. eskisi kadar küfür etmediğimi fark ettim bir de. burada da dışarıda da sosyal medyada gerçi. bir de vega ve sakin dinlemeye başladım çok fazla. laleler beyaz'ın nasıl da güzel bir şarkı olduğunu fark ettim tekrardan. 
"hoş senin de bir varoluş sebebin var
yakından uzaktan
alakam olsa mutluyum" böyle sözler barındırabilen şarkılar yapılmıyor pek artık galiba.

 François Truffaut, "400 Darbe" filmini 1959'da çekmiş. filmde çocuk yaşında fırtınalı bir hayat yaşayan ve kendini sınırlayan aile, okul gibi şeylerden kaçarak denize ulaşmaya çalışan Antoine'ın öyküsü var. bu filmden bir yıl sonra Nazım Hikmet şöyle bir şiir yazıyor: 

RUHUN

Ruhun bir ırmaktır, gülüm,

akar yukarda dağların arasında,

dağların arasından ovaya doğru,

ovaya doğru, ovaya kavuşamadan bir türlü,

bir türlü kavuşamadan uykusuna söğütlerin,

geniş köprü gözlerinin rahatlığına,

sazlıklara, yeşil başlı ördeklere,

düzlüklerin yumuşak kederine kavuşamadan,

kavuşamadan ay ışığındaki buğday tarlalarına,

ovaya doğru akar,

akar yukarıda dağların arasından,

bir yığılan bir dağılan bulutları sürükleyip,

geceleri iri iri yıldızları taşıyarak,

dağbaşı yıldızlarını,

mavi güneşlerini de dağbaşı karlarının,

akar köpüklene köpüklene,

dibinde ak taşları kara taşlara karıştırıp,

akar akıntıya karşı yüzen balıklarıyla,

dönemeçlerde kuşkulu,

uçurumlara düşüp şahlanarak,

kendi uğultusuyla deli divane

akar yukarda dağların arasından,

dağların arasından ovaya doğru,

ovaya doğru, ovayı kovalayıp

        ovaya kavuşamadan bir türlü."

filmin sonunda Truffaut, fırtınalı ruhu (Antoine) denizin sakinliğine ulaştırıyor; Nazım ise ovanın dinginliğine ulaştırmıyor fırtınalı ruhu. Bir benzetiş, benzetemeyiş ya da. 

neyse bi sikim çıkmaz bu yazıdan da nereye bağlayacağımı unuttum yine aq. küçük iskender'in bir şiiriyle bağlayayım bari:

"gece oldu mu
sev beni. sev beni tarantula
hüznünle zehirle beni.
beni intihar et tarantula.
acıma itaat et
hep bana gül!
hayatı unutturma" 
akademiden hiç kimse şu adama saygı duymadı, duyanları da dışladınız olm siz nasıl ezik böceklersiniz ya. tutmuşlar köşe başlarını kendileri gibi olmayanları almıyorlar içeri. sizin tuttuğunuz o köşe başlarını sikeyim. küçük iskender'den sacrifice okuyup elton john abiden sacrifice dinlemek varken size ram olanın da allah belasını versin.

sacrifice:

sana bugün bir abajur aldım:
bir şeyin ucunda durur da yeşil chevrolet
kapıları açık, baltimor plakalı, usta işi
teybinde elton john'dan sacrifice
biz sahile doğru yürümüşüz
ayak izlerimizde ölüp erimiş peri pelerinleri
periler birbirine düşman, pelerinler birbirine küs

sana bugün bir mektup yazdım:
en çok
en çok güllerden söz ettim
saydam, renksiz, özgür güllerden
bir gül olmak korkusundan
nedenini hatırlamıyorum ama ağladım
sağda solda yakılıp unutulmuş sönmüş sigaralar
'canım...' diye başlanılıp
yarım bırakılmış bir sürü kâğıt parçası
ruh parçası
aşk parçası
buğu parçası
haz parçası
paramparça içime paramparça bir kış gelmiş
biliyor musun ben daima
kışları saklanırım kan

kan ödüldür açıkçası
sana bugün bir kurban kestim
hala ağrıyor ve akıyor bileklerim
gelip geçici bir seyahat
üzerinde konuşulmamış bir sevgi
karşılıklı hoyrat kullanılmış bedenler
aynı dalda karşılaşan iki çocuk sincap
dal, ağacına düşman, sincaplar birbirine küs
dudaklarda müstehzi bir hal
yani bir yere vurup kaybolan far ışığı gibi
bir an aklıma vurup kaybolan o fevkalade hayal
vurup kaybolan ruh ve aşk parçaları
beyaz ve terli alnımda belirip dolaşan
delikanlı tanrının eli
usulca düzeltirken ıslak kahkülümü
otuz yıllık ömrümde ilk kez düşledim ölümü
bugün sana abajur aldım, bir mektup yazdım
sana, diyorum, bugün bir abajur ve mektup
ben bugün sana öldüm başkasına değil
hani o chevrolet yeşil, kapıları açık
teybinde elton john'dan sacrifice
avcumda, pembe, ziftli bir alyans
vurup kaybolan buğu ve haz parçaları,
biriktirdiğimiz
zamanla biriktirenle biriktirilenin
birbirine karıştığı

ben de bir eşya mıyım diye düşündüğü
üzüldüğü şey
bir tüy gibi yanınıza gelip
bir tüy gibi dokunup ürpertip
sonra
sonra geri çekildiği... sacrifice...

koskoca bir aralık ayını müzikle geçirmiştik
sokaklarda elimizde şarap şişeleri
adlarımızın yan yana olduğu
kalpler kazımıştık ağaçlara
modern çağın gereklerine inat,
biz romantiktik biz birbirimizi seviyorduk
biz ayrılmayacaktık biz arabesktik biz...
bugün bir abajur aldım sana
eve geldim
yatağın hep sol tarafında yatardın
sol taraftaki başucu sehpasına yerleştirdim onu
bir ampul taktım sarı soft hep istediğin gibi
ışığında bir mektup yazdım sana
teypte elton john'dan sacrifice
beni terk ettiğini bildirdiğin o telefon konuşması
gözlerinin gencecik mavisi
birden başlayan, o telaşla, bütün gece yağan
yağmur geldi hatırıma
nedenini hatırlamıyorum ama ağladım
yüzüme kapanan ellerin
yüzümü yeryüzüne karşı perdeleyen ellerin
o okyanus ellerin geldi hatırıma
kaset sustu kapandı yeşil chevrolet'nin kapıları

tuvalette sarıldım jilete hasretle öptüm
ampul patladı bir anda alev aldı abajur
kan ödüldür
kanımı bu gece dışarı gezmeye çıkarttım
tenler birbirine düşman, âşıklar birbirine küs
nedenini hatırlamıyorum ama utandım
utandım



neyse ilhan irem'in çok sevdiğim bir şiiri vardı -niye şarkı yapmamıştı bunu acaba-  ondan da sonra bahsederim.