4 Ekim 2020 Pazar

"geriye çekilirken herkesi öldürmek gibi" yahut "side av - sinyal yok"

 hikaye anlatmanın sırrını umberto eco kadar iyi kavramış bir başka kişi daha yok desem abartmış olmam galiba. yani şunu demek istemiyorum: " Eco en iyi hikaye anlatandır"; hayır sadece Eco, hikaye anlatmanın nasıl bir şey olduğunu biliyor demek istiyorum bunu derken. bunu bi de Bakhtin iyi biliyor sanırım. bir hikaye anlatılmaya başlandığında onu besleyen yan hikayeler ana hikayeye nazaran  ayrıntısız, göndermesiz olmalı. fakat buna mukabil yan hikayeler - ana hikaye isterse fantastik olsun-  ana hikayenin gerçekle ilişkisini kurar. tabii ki bunu anlatmak değil derdim. bunları merak ediyorsan Eco yahut Bakhtin okursun zaten ne işin var burada. kaldı ki ben de bahsetmek istemiyorum bunlardan fakat ben bir kez geri çekilmeye karar veren bir kovboyun rastgele herkese her şeye ateş etmesini anlatmak istiyorum: küçükken pazar sabahları erken kalkıp trt 1'deki kovboy filmlerini izlerdim mutlaka. çok fazla rastlamadım ama kasaba ortasında başlayan bir çatışma esnasında kovboylardan birinin artık kaybedeceğini anladığından mıdır nedir rastgele ateş etmeye başladığı bazı sahneler gelir ara ara gözümün önüne. hayatın değerinin anlaşılmasını imleyen bir refleks gibi düşünüyorum ben bunu. tabii çocukken böyle düşünmüyordum. şimdilerde işte. daha doğrusu akira kurosawa'nın "Ikiru" filmini izlerken kovboy filmlerindeki bu sahne ve küçük iskender'in "bir organ nakli gibi sevmiştim seni" şiiri çağrıştı birden. bak işte allah'ın işi... sonra "ıkiru" filminde kanser olduğunu anlayan adamın, o güne kadar sadece çalışmaktan başka hiçbir şey yapmamış adamın kanser olduğunu öğrendikten sonra bankadaki parasını çekip 30 yıldır aralıksız gittiği işe gitmeyi bırakması ve parayı türlü batakahanelerde ezmeye çalışması... işte hayatın, gerçekten ama gerçekten hayatın, değerini idrak eden birinin her şeyi yapmayı göze alması. (yüklem bilerek kullanmıyorum son birkaç cümlede) büyük yönetmenlik, sanatçılık böyle bir şey sanırım: en insani olanı yakalayıp onu estetik olarak anlatabilmek. turgut özben de böyledir mesela bak. tugut özben, selim ışık'ın intiharına kafa yormaya başladıktan sonra yaşayan bir ölü olduğunu anlar. ardından bir sabah arabasına biner, bankadaki bütün parasını çekip - ıkiru filminin başkahramanı gibi tıpkı- bir yolculuğa çıkar... ıkiru filmindeki başkahraman gibi o da batakhanelere gider falan... aslında bence insanın temel trajedisi olabileceğini düşündüğüm bir mefhumun etrafında dolaşıyorum sanırım. çünkü okuduğum izlediğim hemen en büyük anlatılar hep burada anlatmaya çalıştığım şeyin etrafında dönüyor. zebercet bak mesela. "Küçük ayrıntıların tekdüze şaşmazlığında nerdeyse takıntılarla sürüklenen bir yaşamın öfkesi de, çaresizliği de büyük oluyor." zebercet'i anlatan en keskin cümle bu sanırım. zebercet'in bu tekdüze hayatıyla "ıkiru"daki başkahramanın (adına bakacam ya valla lavuğun hah evet kanji watanabe'ymiş) hayatının tekdüzeliği neredeyse birebir aynı tarif edilir ilgili eserlerde. dahi aynı şey turgut özben için de geçerlidir. ve tabii geriye çekilirken herkesi vuran küçük iskender şiirindeki ben ve pazar sabahları yayınlanan kovboy filmlerindeki düelloda yenileceğini anlayan kovboy gibi... kanji watanabe, deyim yerindeyse bütün hayatını çalışarak geçirmiş dolayısıyla ot gibi yaşamış biridir. sadece işten eve evde işe bir hayatı yaşamıştır watanabe. bir gün mide kanseri olduğunu öğrenir ve her şey alt üst olur watanebe için. çünkü hayatın değerini anlamıştır sevgili watanabe. hayatını bitirecek olan tümör; hayatın değerini hatırlatmıştır watanabe'ye. 

kısa bi ara


istanbul'a ilk atandığım zamanlarda konser için istanbul'a gelmişti Feidman. kesin gidecektim sonra vazgeçip gitmemiştim. ne çok şey kaçırmışım. kaçırmadığım konserler de oldu tabi... orta iki'deydim.  apartmandan komşumuzun oğlu Y. ile şimdi yerinde adana merkez camii olan lunaparka gitmiştik. bu lunaparkın gazinosu da vardı. dolaşırken falan gazinoda müslüm gürses'in konseri olduğunu görmüştük. Y. gazinonun müdürünü görünce yanına koşup bir şeyler demişti adama. Y'nin babası da pavyoncuydu zaten. sonra gel lan giriyoz konsere demişti Y. tam biz içeri girerken müslüm gürses sahneye ağır ağır gelip "yıkıla yıkıla"yı söylemeye başlamıştı. türk genelevlerinde üzülmedim ki veya elimde duran fotoğrafın gibi  şarkıların çaldığı yeşilçam filmlerinin video kasetlerden izlendiği dönemlerdi. bu dönemler aynı zamanda yeşilçam'ın "sanatsal" filmler çekmeye de çalıştığı dönemlerdi. bir şey yapmaya çabalamış olmalarından mıdır nedir türk sinema tarihinin en son derece sanatsal olmayan filmleri  de bu filmler arasından çıkmıştır. 


"üzülmedim ki"nin en güzel versiyonu bu sanırım. "kaderimdir dedim üzülmedim ki" şarkının tam da bu kısmı genelevlerde niye çok dinlenildiğini anlatıyor ya. yine asıl anlatmak istediğim şeyi / şeyleri anlatamadığım bir yazı oluyor ya. ama kaderimdir kısmı fena halde türk fena halde ortadoğulu. vasat bir tespit yaptım ama durumun kendisi vasat elden bir şey gelmiyor. tabii  ben de vasatım. buradaki"ben de vasatım" tespiti bir samimiyet pornosu barındırmıyor. okuyan! her kimsen ben gerçekten tam bir vasatım. bütün bunların, yazdığım birkaç makalenin, tezin hiçbir kıymet-i harbiyesi yok. çünkü onlar da vasat şeylerdi. ama iyi olmalarını çok isterdim; hatta iyi olduklarını düşündüğüm zamanlar da oldu ama bir yer geldi düşüncelerimi derinleştiremedim. bunun da sebebi çok açıktı aslında; çünkü ben derin biri değildim. sadece bir şeyleri sezebildim ve sezebildiğim şeyleri özne - tümleç- yüklem'lerden oluşan cümlelerle giriş - gelişme - sonuç şeklinde anlatabildim. dedim ya daha iyi anlatabilirdim tüm bunları ama olmadı. mal bu ne yazık ki. 

epeydir uzaktan eğitim denen ucube şeyden mustarip bir dönemden geçiyor tüm türkiye ve ben. nasıl da kendimi tüm türkiye'den ayırdım ama. binbir gece masalları'nı okumaya başladım tekrardan. ece ayhan  yazısının bana ait kısmı bitti. hikaye anlatmanın inceliklerini anlama çabasına girmeden okumayı umuyorum bu defa binbir gece masalları'nı fakat daha eserin adına dikkat eder etmez fark ettiğim bir şey var bu defa: belirsizlik. "binbir" kesin bir anlama işaret eden bir sayıdan ziyade belirsizliğe vurgu yapan bir sayı. doğuya özgü masallar da böyle olmalı. aslına bakılırsa masallarda her şey belirsizdir ya batı masalları da belirsizlik üzerine kurulmuş. yer, zaman, tarih hep belirsizdir masallarda. çünkü masal, insanlığın çocukluğunun bir dışa vurumu.  "tanrım gerçekten çocukluk günlerinizde mi?" 

gerçekten aklıma yazacak bir şey gelmiyor. istanbul'da gazi mahallesinde kalırken "kevir"i okurdum. sonra yeter bu kadar deyip bırakmıştım kitabı. sonra bikaç defa daha okudum kitabı ama ne bileyim gereksiz geldi. fazla acı vardı kitapta. ve fazla teselli vardı. islamcıların klasik numarasıdır. acı ve ona uygun teselli icat etmek. bir acının tesellisi yoktur. acı, acıdır ve diyalektikten varestedir. sadece vardır. geçmesini beklemekten başka da yapacak bir şey yoktur. çok sevdiğin birini toprağa vermenin acısına uygun teselli var mıdır? belki cennet işte. öldü ama cennete gidecek falan. eceliyle ölen birinin cennete inanma ihtimali = 0. geçelim bunu. diri diri derisi yüzülen bir koyunun acısından bahseder ali şeriati aynı kitabın bir yerlerinde. köydeydik. dayımın adağı olan kurban kesilecekti. hayvan direniyordu; çünkü acı çekeceğini biliyordu. dayım, "allah'a kurban olacağını anlayınca acısı dinecek" demişti bana. çocuktum. acaip ağlamıştım koyunu o halde görünce. sanırım koyun, son ana kadar allah'a kurban olacağını anlayamamıştı çünkü neyse işte. islamcılarda bu hep var: her acıya bir teselli. oysa acı diyalektik değil yani sanırım değil. bence değil diyip bağlayayım sözü, bi yere varmayacak çünkü. 
tv kendiliğinden kapanınca ekranda mavi bir dikdörtgen kutucuk içinde " "side av - sinyal yok" yazısı tv'yi kapatıncaya kadar hareketli bir şekilde neyse ya bunu da bi yere bağlayacaktım da unuttum