30 Ocak 2014 Perşembe

Maria Callas dinlerken katlanan sadelik

fevkalade memnunum dünyaya geldiğim için diyebildiğimiz anlar önemli. neitzsche gibi söylersek bu anlar "sonrasızca yeniden gelmeli" anlardır. bu anlarda yaşamı duyumsar ve iyi ki gelmişim dünyaya derim. buraya yazamam o anları, sen de merak etmiyorsundur zaten ey kari. ama var öyle anlar. başkaları için önemlş anlar, günler pek bir şey ifade etmez bana. gereksiz,saçmadır doğum günleri, evlilik yıldönümleri vs. aslolan bir iki an vardır o anlar önemlidir sadece. o anların yüzü suyu hürmetine yaşarız çoğunlayın. bir an vardı mesela o an aklıma geldikçe hep "sigara içmeseydim, başlardım o an" derim her hatırladığımda o anı. neyse bu başka bahis, anın sahibine bir gün anlatırım belki bunu kim bilir.

çocuktum. cuma akşamı trt 1'de şu dizi başlarken televizyon karşısında kendimi her şeyi unutup diziyi izlerdim:


hastaydım maddie'ye (cybill shepherd). belki de ilk aşık olduğum kadındı kendisi, çocuktum, onu düşünmeden uyuyamıyordum. ne bileyim işte..
sonra istanbul'da galip abiyle mavi köşk diye bi birahanede içerdik. gaziosmanpaşa'da bi birahane. bir de lodos vardı. sonra benim tek başıma gittiğim bakırköy'de martı diye bi birahane vardı. iğrenç bir yerdi ama gidiyordum. sonra çıkıp yürüyordum gri bir paltom vardı. kırmızı winston içiyordum.

o amına koduğumun uçağı orada düşecekti ya

29 Ocak 2014 Çarşamba

requiem for a birthday

epeydir bir gelenek oldu. evde yalnız başına içerek doğum günüme girmek. ben bu satırları yazarken şunu dinliyorum:



ortam şu halde: (ışığı açtım tabii): "masa da masaymış ha" gördüğün gibi ey kari..



saçma işte neresinden baksan sisyhpos gibi yaşayıp gidiyoruz. bilenbilir bütün şairler bir yana sergei yesenin bir yanadır benim için sırf şu dizeleri yazdığı için olsa gerek:

"Yeni bir şey değil ölüp gitmek bu yaşamdan,
Ama yaşamak da daha yeni değil kuşkusuz." (belki bilmezsin ey kari jim morrison abimiz de çok severdi sergei yesenin abimizi ve this the end şarkısı yesenin'in "hoşçakal" şiirinden mülhemdir. 

insan kendinin değerli olmasını istiyor ve hatta en çok bunu istiyor. kendinden sonra ne
kalacağını bilmek istiyor. alkolün ve yalnızlığın şairi edip cansever "sonrası kalır" da bunu 
sorunsallar: 
On Kalır benden geriye dokuzdan önceki on 
Dokuz değil on kalır 
On çiçek, on güneş, on haziran 
On eylül, on haziran 
On adam kalır benden, onu da 
Bal gibi parlayan, kekik gibi bunalan 
On adam kalır.
....
 Ne Kalır benden geriye, benden sonrası kalır ,Asıl bu kalır. "
benden de geriye kala kala benden sonrası kalacak sadece sanırım; yani: hiçbir şey. bu da bir şey
aslında hiçbir şey bırakmadan kimsenin hayatında önemli bir yer işgal etmeden öylece göçüp gitmek. 

doğum gününde bunları düşünmek çok anlamlı değil biliyorum. gereksiz bir melankoli yaratmak gibi bir gaye de hasıl olmadı bünyede ama genç değilim artık. dünyayı değiştiremeyeceğimi anladım. artık yolda gördüğüm güzel bir kadının peşine düşmüyorum işi gücü bırakıp. rastgele bir otobüse, trene binip yolculuklar yapmıyorum. kitapları hep aynı raflara diziyorum. yaşa/yorum; sevin emi yorum. 

27 Ocak 2014 Pazartesi

çölde çay yahut fotoğraf

"çocukluğunuzun bir öğleden sonrasını, öyle ki, hayatınızı onsuz düşünemediğiniz, sizi derinden etkilemiş bir öğleden sonrayı, daha kaç kez anımsayabilirsiniz ki? belki dört, beş kez daha. belki o kadar bile değil. dolunayın çıkışını daha kaç kez izleyebileceksiniz? belki yirmi. ama yine de, her şey sonsuzmuş gibi gelir." 


gün içerisinde çağrılmaksızın gelen anlık görüntüler var. bunları yazmayı düşünüyordum, yazdım da birkaç tanesini ama sonradan vazgeçtim niyeyse. fotoğrafları anların taşıyıcısı olduğundan mıdır nedir sevdim bu yüzden. neyse işte devam edecem sonra. 

(bir gün sonra gelen edit) devamlayın,

belki de hayatım boyunca ilk defa gördüğüm bir rüyadan sonra korkup uyuyamadım dün gece. rüyamda uyuyordum. battaniyeyi kafama kadar çekmiştim. üzerime bir türlü ne olduğunu tam kestiremediğim garip bir canlı geliyordu. biraz mekanik bir şey gibiydi. sonra elini uzatıp battaniyeyi çekti tam o sırada uyandım ve ben de elinmle battaniyeyi çekip yüzümü açmıştım. rüyayla gerçeğin birleşmesi, rüyadaki benle gerçekteki ben'in birleşmesi (hadi bir edebiyat terimiyle adlandırayım bu durumu) ikizleşme çok sık olmaz bana. olsa da bu denli ürkütücü olduğunu hatırlamıyorum hiç. birkaç gün önce bir film izlemiştim bir romancının romanını yazma sürecini  izleten bir film: 


kahraman bir süre sonra bir romanın ana karakteri olduğunu anlıyor ve duruma müdahale etmek istiyordu. filmi izlerken orhan pamuk'un "beyaz kale" romanındaki ikizleşme tekniği gibi diye not almıştım. bir ara epey kafa yormuştum bu ikizleştirme tekniği üzerine. belki ondandır bu rüya bilmiyorum. sanırım başka bir hayatı (hayatları) özlemenin bir şekilde sembolik dışavurumu bu tip rüyalar, romanlar vs. bilmiyorum ama bildiğim bir şey var ki bütün bir insan ömrü başka hayatları özleyip varolan hayatı yaşamak zorunda olmaklığımızla özdeş.

dünkü rüyada belli belirsiz yatakta uyuyan beni boğmaya gelen kişinin/şeyin yine ben olduğumu düşündüm uyanınca. şu halde, rüyadaki ben olmak istediğim bendim ve gerçek olan yani uyuyan beni boğarak olmak istediğim ben'e ulaşmak istiyordum. kim bilir. 

fark etmişsindir ey kari. kafka gibi rüyalar görüyorum. yani olsun o kadar da. bir çobanın rüyasıyla benim rüyam bir olabilir mi?


4 Ocak 2014 Cumartesi

Karakterin Ölümü veya Karakterin Silinmesi

Karakterin Ölümü veya Karakterin Silinmesi
Modernizm öncesi insanın büyük idealleri, büyük davaları gerçekleştirme hayali vardı. Bu yüzden destan kahramanları hep olağanüstü özellikleri olan insanlardır. Bununla birlikte modernizmin hemen öncesi dönemin büyük paylaşım savaşlarına sahne olduğu bir dönem olması nedeniyle bu dönemin insanı da büyük idealleri, davaları olan insan modelleri çıkardı ortaya. Modernizmin hemen öncesi Avrupa’sında neredeyse birbirleriyle savaş halinde olmayan millet, ülke yok gibiydi. Bu dönemin Avrupa’sında hakim sanat akımı ise Romantizm ve Realizm’di. Romantik ve Realist aydınlar, sanatçılar, romancılar bu savaş ortamının çıkardığı kahramanların üzerine yazdı ve düşündü. Nitekim İdris Küçükömer Cuntacılıktan Sivil Topluma adlı eserinde bu durum için şöyle bir tespit yapar:
Yanılmıyorsam 1960 senesi başlarında idi, Londra’da Tate Galerisinde, Romantik döneme ait resim sergisi açılmıştı. Galeriye girince karşıda, galerinin merkezinde oda duvarı büyüklüğünde bir resim duruyordu şahlanmış bir atın üstünde uçuşan peleriniyle romantik dönem idealizmini sembolize eden herkesin tanıdığı bir Fransız generalini gösteriyordu. General Napolyon’ndu: Bu ideal öyle zorlu, sarsıcı coşkun duyguları temsil ediyordu ki, Germen Goethe, milletinin orduları Jena’da onun tarafından yenilince müteessir olmayacak: Lord Byron Elbe dönüşü Napolyon’un muvaffak olmasını arzu ettiğini ilan edecek ve Waterloo’da kendi milletinin ordularına mağlup olduğunu işitince de “bunun için kahroldum” diyebilecektir. Crlyle de bir ingiliz olarak “Bizim son Büyük Adamımız” yargısına varacaktır. Nietzsche ona hayran olacak ve “İyi Avrupalı” olarak onda, kendi idealinin en modern sembolünü görecekti. Hegel, onu “Dünyanın at üstündeki ruhu” diye kabul edecekti. (Küçükömer, 1994: 35)
İdris Küçükömer’in de işaret ettiği gibi bu dönemin (modernizmin hemen öncesi) aydınlarının, sanatçılarının hayran oldukları kahraman Napoleon Bonaparte’idi. Doğaüstü güçleri olmayan; sıradan bir askerken başarı merdivenlerini bir bir tırmanarak tüm dünyayı etkileyen bir komutan olan Napoleon’un bu karizmatik kişiliği Avrupa edebiyatının roman kahramanlarına da sirayet etti. Ahmet Hamdi Tanpınar, Bizde Roman adlı makalesinde bu durum için çok önemli bir tespit yapar:
Napoleon’dan sonra Avrupa’da kendisinde insanlığın üstüne çıkmak hakkını bulan bir tip moda olmuştur. Bu örnek bütün Avrupa’yı dolaştı ve her yerde XIX uncu asrın sonuna kadar fikir ve sanat aleminin biricik meselesi oldu ve bütün edebiyatçıları besledi  (vurgu bana ait) ve bütün bu adamlar birbirlerini okuyorlar, tekrarlıyorlar, tamamlıyorlardı. (Tanpınar, 2005: 49)
Nitekim, başarı merdivenlerini hırsla tırmanmak isteyen Balzac’ın Felix’ini, tutkulu bir aşkın esiri olmaktansa intihar etmeyi tercih eden Turgenyev’in nihilist Bazarov’unu ve Goethe’nin Genç Werther’ini, Hugo’nun çelik gibi iradeli, sağlam karakterli Jean Valjean’ını, Nietzsche’nin Zerdüşt’ünü, Dostoyevski’nin kendini bütün insanlığın üzerinde gören ve bu yüzden kendinde her şeyi yapma hakkı olduğunu iddia eden Raskolnikov’unu: Napoleon Bonaparte’nin tezahürü şeklinde okumak son derece anlamlıdır.
Yukarıda bahsedilen dönem aynı zamanda burjuvazinin devrimci çağıdır. Burjuvazinin devrimci çağı aynı zamanda devrimci roman kahramanlarını doğurdu. 20. Yüzyılla beraber artık devrimci özelliğini kaybederek insanlığa vaat ettiği özgürlüğün sadece sınırlı bir kesim için olduğu ortaya çıkan kapitalizmin sindirdiği, yabancılaştırdığı, gettolara hapsettiği insanlar için özgürlük güzel bir hayal olarak kaldı. Bu insanın değil büyük idealleri hayata geçirmek, yaşamını idame ettirebilmekten başka bir amacı kalmamıştı. Yönetici klikler için, değeri sadece planlama teşkilatlarının tuttuğu istatistiki verilerin içindeki bir rakamdan ibaret olan bireyin romanı nasıl olacaktı peki? İşte bu sıradanlaştırılmış, yok sayılmış insanın özne olduğu romanlardaki kavramlar artık ruhuna Napoleon Bonaparte’nin ruhundan üflenmiş güçlü, asil, tutkulu kahramanlar gibi değil içinde bulunduğu sistemin tam da kendini sildiği, yok ettiği gibi silik olacaktı.
Sistemin ötekileştirdiği, aidiyet sorunu çeken modern bireyin romanının kahramanını öteki tip roman kahramanlarından ayırmak için protagonist kavramı imal edilmiştir. Adına özgenliğinden ötürü protagonist denilen bu başkarakterlerin genele olan marjinalliği romanlarda birçok şekilde dile getirilebilir fakat modernist yazarlar başkarakterlerin silikleşmesini en çok karakterlerini adlandırırken ortaya koyarlar. Modrernist edebiyatın en önemli temsilcilerinden Franz Kafka’nın kahramanlarına ad seçmesi bu duruma son derece orijinal bir örnektir:
Kafka’nın kahramanlarının adları olduğunda, bu tür adlar gülünç ve anlamsız olur; belirsiz ve tartışmalı bir kökenden oldukları için tanımlayıcı olmak yerine kafa karıştırırlar. Öyle görünüyor ki, bu adların işlevi çoğunlukla adlandırmadaki anlamsızlığı ifşa etmek ve adlandırmanın imkansızlığını göstermektir. Fakat zaten Kafka’nın başlıca romanlarının kahramanlarının adı bile yoktur. (Bauman, 2003: 236)
Kafka ve genel anlamda diğer modernist yazarlar, ne kendi hayatının ne de tarihin bir öznesi olmayarak silikleşen bireye ad vermeyerek ya da gülünç adlar vererek bireyin bu durumuna işaret etmişlerdir. Elinor Fuchs, modern edebiyatçıların bu çabasını şu şekilde özetler: “Bir zamanlar aksiyonun yerini almış olan Karakter’in bu kez kendisi gölgede kalmıştır.” (Fuchs, 2003: 225) Modern yazarlar, gölgede kalan, silikleşen karakterin bu durumunu ya onlara isim vermeyerek ya da gülünç, saçma isimler vererek göstermişlerdir. Tarihi değiştiren, dönüştüren güçlü bireyden yaşamını devam ettirecek temel ihtiyaçları için bütün bir ömrünü heba eden bireydeki bu silinme/eksilme modern romanda birçok şekilde tezahür eder fakat hiç biri yazarların kahramanlarına ad verme konusundaki bu tavrı kadar açık değildir.
Bizde kahramanın silikleşmesini/ölmesini kahramanına ad vermede dıştalayan en önemli isimlerden biridir Yusuf Atılgan. Atılgan, Aylak Adam romanının baş kişilerine  bir isim vermek yerine bunları ancak istatistiki bir veride anlamlı olabilecek bir türden bir harflendirmeyle kodlamıştır: C.  ve B.. Roman boyunca kendisine bir tutamak arayan C. bu tutamağı bulamamış bu yüzden kendini gerçekleştirememiş yani eksik kalmıştır tıpkı adı gibi. Aynı durum B. için de söz konusudur. C. B.olmadan; B. de  C. olmadan eksiktir. Roman boyunca C. kendisini tamamlanmış hissettirecek tutamaklardan hiçbirini bulamamış ve bu yüzden kendisini tesadüflerin akışına bırakmıştır. Tesadüflerin akışına bırakmış olmanın sonucu olarak da kendi hayatının öznesi olamamıştır tıpkı emeğine yabancılaşmış kalabalıkları oluşturan diğerleri gibi:
─ İçiyorum da kurtulabiliyor muyum? Belki yalnız baş ağrısından…
─ Ya içmediğin zamanlar?
─ O zaman ararım.
─ Hep arayacaksın sen. Ya resim ya kitap…
─ Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı.
─ Anlamadım.
─ Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, “ – Veli ağanın öküzleri gibi öküz, yoktur,” demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın.  Birbirimize yeteceğimizi, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın! (Atılgan, 2009: 152) 
Bu satırlardan da anlaşılacağı üzere C. kendisini hayata bağlayacak tutamaktan yoksundur. C.’yi sadece gerçek sevginin bir tutamak olabileceğine inandıran şey ise C.’nin insanlara yabancılaşmasıdır. Bu yüzden C. toplumsallaşamamakta yani kendisini tamamlayacak öteki(ler)den mahrum durumdadır. Bu yüzden anlatıcı, C.’nin hayata tutunmak için verdiği bu çabada henüz bir sonuca ulaşamadığı için onun ismini eksik bırakmış, tamamlamamıştır. Aynı durum B. İçin de geçerlidir; Çünkü B.’yi tamamlayacak kişi de C.’dir. Şu halde C., B. Olmadan; B. de C. olmadan eksik, kendini tamamlayamamış bu yüzden de silik karakterlerdir.
C. ve B.’nin bu tamamlanmamışlığının, eksikliğinin adlarına yansımışlığının aksine romandaki hemen tüm kişilerin adı bellidir.  C’nin teyzesi Zehra Hanım, ressam arkadaşları Sadık, Kemal, Necmi; hizmetçisi Eleni; birlikte olduğu ama yanlış kadın olduklarına hükmedip ayrıldığı Ayşe ve Güler… Bu durum B. cephesinde de paralellik arz eder: B.’nin bir süre flört edip yanlış kişi olduğuna karar verip terk ettiği Erhan, en yakın arkadaşı Güler vs.’nin de adı verilmiştir romanda hep. Çünkü bu insanlar bir anlamda hayata tutunabilmiş insanlardır. Ya da C.’nin onları tanımladığı şekliyle “Eli Paketliler Sokağında” oturan kişilerdir bunlar. Peki ama modern hayat bu insanları da silikleştirmemiş miydi? Şüphesiz öyle fakat yine C.’nin tabiriyle bu insanlar kendilerini sisteme angaje etmenin bir yolunu bulmuş insanlardır. Sistemin kendilerine sunduğu şeyler bu insanlar için yeterli görülmüş ve bir anlamda bu insanlar sistemle zımni bir anlaşma yaparak hem sistemi onaylamışlar hem de sistem tarafından onaylanmışlardır. Diğer bir deyişle bir ev ya da bir araba satın alabilmek için bütün bir ömrünü çalışarak geçirmeyi göze almış ve böylece bir anlamda “kendilerini tamamlamıştır” romanın kişileri; fakat iki eksikle: C. ve B.
Devamlayın, yazar tarafından C.’ye isim verilmemesine neden olan bu ayrıksılığını ya da diğer bir deyişle C.’nin genele marjinallik arz eden durumunu –Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanındaki yerinde tabiriyle- C.’nin “küçük burjuva ayinleri”ne katılmayı reddetmesinde hatta bu “ayinleri” küçümsemesinde de görürüz. Örnekleyin, C.’nin parasal işlerini idare eden avukatının onu bir yılbaşı davetine çağırması; C.’nin o davetteki olası diyalogları, eğlenceleri tasavvur ederken neredeyse midesi bulanacak kadar tiksinmesi yahut Ayşe ile bir yazlık pansiyonda kalırken orada birlikte zaman geçirmek zorunda kaldığı ailenin olağan yaşantısını küçümsemesi ve kendinin oraya ait hissedememesi C.’nin genele marjinalliğine işaret eder. Bununla birlikte, yılbaşı davetine katılanların ya da pansiyondaki yazlıkçıların C.’nin küçümsediği tüm bu şeyleri adeta bir ibadet gibi telakki etmeleri de savımı desteklemesi adına dikkate değerdir.

Genelde modernist yazarların özelde Yusuf Atılgan’nın kendi hayatının öznesi olamayan insanın bu yönüne vurguyu kahramana ad verirken dıştalamasını Atılgan’ın bir diğer romanı Anayurt Oteli’nde de görüyoruz:  Yazar, burada da yalnız ve anlamdan yoksun bir hayat yaşayan Zebercet’in bu anlamdan yoksun hayatına uygun bir isim seçerek modern edebiyatın karakterin silinmesini anlatmak için seçtiği kahramanlara ad vermeme ya da saçma bir ad verme tercihine uygun bir seçim yapmıştır. Anlatıcı, tıpkı Zygmunt Baumann’ın Kafka’nın anlamdan yoksun yaşayan kahramanları için kahramanlarına anlamsız ya da gülünç isim seçme tespitine uygun bir şekilde adlandırmıştır kahramanını. Zebercet’in kelime olarak bir anlamı vardır fakat Zebercet sözcüğü bir isim olarak alışılagelmiş bir isim değildir. İşte bu isim seçimi bize, hem adlandırmanın anlamsızlığına; hem de farklı, silikleşmiş bir bireyin bu yönüne uygun bir seçim yapıldığını göstermiştir.
Anayurt Oteli’nde de yine tıpkı yukarıda Aylak Adam için söylediğimiz romanın baş kişilerine ad vermeyip diğer kişilerin adlarının verilmesine benzer bir durum söz konusudur. Fakat tek farkla: Burada baş kişilerden birine alışılmışın dışında bir ad diğer baş kişiye ise hiç ad verilmemiştir. Fakat diğer geri kalan roman kişilerindeki adlandırma durumu Aylak Adam’la paralellik arz eder: Ortalıkçı kadın Zeynep, Konağı otele çevirten Keçecizade Rüstem Bey, Zebercet’in babası Ahmet, annesi Saide (otelde kalmaya gelen ve Zebercet’in sevişmelerini izlediği öğretmen kadının adı da Saide’dir bu arada.), emekli subay olduğunu söyleyen Mahmut Görgün… Burada ismini bilmediğimiz -ismi söylenmeyen- ve romandan anlaşıldığı üzere Zebercet’in kendisini tamamlayacağını düşündüğü kişi olan kadına da Tıpkı Aylak Adam’ın B.’si gibi bir ad verilmemiş ve “Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın” gibi belirsiz bir ad verilmiştir. Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın otele gelene kadar sıradan bir hayat yaşayan Zebercet, kadının otele gelmesi, otelden ayrılması ve Zebercet’in onun otele geri döneceğine dair beklentisi içindeki dönemde önemli değişiklikler yaşar. Bu değişiklik Zebercet için bir anlamda alışkanlıkların kırılmasıdır. Zebercet bıyığını keser, hiç gitmediği yerlere gidip tanımadığı insanlarla konuşur, sinemaya gider… Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın, Zebercet’in kendini tamamlamasının ve bu yönüyle de hayatının anlamı gibi olmuştur adeta. Kadını beklerken geçen zaman, Zebercet’in hayatının en anlamlı günleri gibidir. Bu bekleyiş günleri ve bir türlü gelmeyen kadın bize Samuel Beckett’in “Godot’yu Beklerken” oyununu çağrıştırır. Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın bir anlamda Zebercet’in Godot’udur. (Burada bir ad olarak Godot’un da alışılagelmiş bir isim değil yazarın uydurduğu bir ad olduğunu anmakta fayda var.) Nasıl ki oyunda Beckett tarafından, Godot gelirse oyundakilerin hayatına bir anlam katacağı gibi bir izlenim verilmişse; yazar da bize Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın gelirse Zebercet’in hayatının anlamlanacağını, tamamlanacağını hissettirmiştir. Fakat Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın gelmez (tıpkı Godot gibi)  ve Zebercet kendini tamamlama fırsatını yitirdiğine karar vererek intihar eder. Zebercet’in intihar etmesi de savım için bir argümandır: Burada dikkat edilirse gerek C. gerekse de Zebercet kendilerini tamamlayacak, hayatlarını anlamlı kılacak kişilerden yoksunlardır; fakat bu kişilerden sadece birisi intiharı seçmiştir: Zebercet. C. ise intihara meyilli biri olmasına rağmen intihar etmiyordur çünkü B.’nin bir yerlerde yaşadığına emindir. Hatta romanın sonlarına doğru B.’yi de görür fakat aksilik yetişemez ona. Bu da C.’nin hayatta kalmasının bir dinamiği olur ve C. yaşamayı tercih eder. Oysa aynı durum zebercet için geçerli değildir. Çünkü Zebercet,  Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın’ın gelmeyeceğine emindir: “Kadın gelmezdi artık. Yürüdü, odadan çıkarken bir haftadır yanan ışığı söndürdü.” (2000: 38)