27 Ocak 2013 Pazar

bir fotoğrafın hatırlattıklarındaki sadelik yahut zalim bellek üzerine

şimdiki oturduğum eve çok yakın bir öğrenci evinde ben, laz, yüksel, kadir, süleyman ve yusuf hemen her gün beraber kalırdık. nasıl oldu bilmiyorum biraz önce birkaç fotoğraf gördüm o günlerden kalma. yemek + çay faslından sonra sırasıyla futbol, güncel siyaset, marksizm, islam, freud ve tabii kadınlar (daha doğrusu aşık olduğumuz kadınlar) üzerine konuşurduk. sonra okul bitti tabii. ve şarkıda dediği gibi, "savrulup gittik ayrı yörüngelere." fotoğrafları sevmem aslında. zorlama bir şahitlik yapabilme ihtimalleri vardır çünkü onların. bu yüzden belleğe güvenirim. bellek istediği hatıraları canlı tutar istemediklerini siler. ama bazen insan istiyor işte bazı anların, kişlerin fotoğrafları olsun elinin altında. ve fakat belleğiniz benimki gibi çalışıyorsa işiniz zordur. zalimdir benim belleğim hep olmayacak şeyleri dayatır bana. belki bu yüzden enis batur'un "zalim bellek" şiirini sevmişimdir:

"Bir başına derinlemesine yaşamak yetecek sanmıştı kendisine
 - toy değildi artık, genç bile sayılmazdı:
 Sonuna kadar paylaşamadığına göre, hiç paylaşmadan, sımsıkı kendinde tutarak, geri dönemeyeceğini bildiği yolu kat edebilirdi.
 Önce geceler düğümlendi oysa.
 Sonra geceden geceye ilerleyen o telâşlı akrep.
 Fişten çektiği telefonlar, üzerini çuhayla kapladığı ayna, çıkıp boşluğa baktığı kör balkon - anahtarlarını çevirip çekmeceye kaldırdığı kapılar ağır ağır zorlandı."

bir başına derinlemesine yaşamanın provalarını epey yaptım ama başarısız oldum galiba. sonra iki kişilik yalnızlık fikri daha çok cezb etti beni. hep biliyordum zira "bende mecnundan füzun aşıklık istidadı" olduğunu.

mektup yazmıyalı epey zaman oldu. yarın bir aksilik olmazsa birkaç kişye yazmayı düşünüyorum. yollar mıyım bilmem onları muhattaplarına. kimlere ve hangi konularda yazılacağını bugün şekillendirdim kafamda.
ölünmesi gereken anlar var. hayatımda birkaç defa bunu hissettim. o anlarda ölemiyorsan epey uzun yaşamak istiyorsun sonra

20 Ocak 2013 Pazar

suyun öte yakasında yaşamak üzerine yahut her ağacın kurdu

"suyun öte yakasında yaşadı sisyphos dediler adına" genelde sanatçılar yaşar suyun öte yakasında. hatta MFÖ'nün bu minval üzere bir şarkısı da var. aha da şu şarkı:

"bu adam hep düşünür mü
bir kuş ölmüş diye üzülür mü" buradaki kabilenin topluma istiarelendiğini anlamak için öyle süper zeka olmaya falan gerek yok. topluma ya angajesindir ya da değil. buradaki tercihi bilinçli olarak yapamazsın. sonradan edinemezsin topluma karşı konumunu. dostoyevski abim "cinler" roanında şöyle dedirtir bir kahramanına "ama ben senin inandığın gibi inanamam ki tanrı'ya" çünkü kahramanımız farklı bir bir formasyondan yetişmiştir. ve suyun öte yakasında yaşamaktadır artık. zekası farklı çalışanlar genelde suyun öte yakasında yaşar. kendi değer yargılarınla onu anlamaya çalıştığın sürece onun ruhuna inkişaf edemezsin; böyle yaparak sadece yargılayabilirsin onu. bu yargılamanın sonucundaki hüküm de kesindir aslında: suyun öte yakasında yaşayanı ötekileştirmek. bil ki bu ötekileştirmede kazanan sen gibisindir AMA haklı olan suyun öte yakasında yaşayandır. bir köprü kurarsınız suyun öte yakasında yaşayanla. onu görmek onunla konuşmak için ama sonra o köprüden sizinle birlikte kendi tarafınıza gelmesini bekler, istersiniz ondan. bir balığı sudan çıkarmak gibidir bu oysa. bir benzetiş...  ya da bir ağacın özüne kurt salmak gibidir bu kendi özünüzden. pir sultanlar, yunuslar karacaoğlanlar aşkına ihtimal buyurun: ya sizin tarafınız yanlışsa? good night and good luck

12 Ocak 2013 Cumartesi

can sıkıntısı

yok öyle can sıkıntısı üzerine entel laflar etmeyeceğim. (istesem yapabilirim ama bunu biliyorsun di mi ey karî) yapacak işlerim var ama içimden hiçbir şey yapmak gelmiyor. günlerden cumartesi, erken saatler. hava kapalı. son altı ayda yaklaşık yirmi tane kitabı yarım bırakmışım. okuyacağım da ne olacak diyorum her seferinde. "Bulantı"da A. Roquentin, Autodidacte adını verdiği adamın kütüphanedeki tüm kitapları alfabetik sırayla okuduğunu farkettiğinde şöyle der içinden: "L harfine adar gelmiş. Z harfine de gelecek. peki ya sonra?" bende de böyle oluyor bazen işte. okuyacağım ya sonra diyorum kendi kendime. (gidip bi türk kahvesi yapayım kendime)
laz'la konuştum şimdi. baba oldu 4 gün önce. bi kızı oldu. üniversitedeyken lazların evinde sabahlardık. bütün arkadaşlar "oğlları olmasını istediklerini"söylerlerdi. bir tek ben kızım olmasını istediğimi söylerdim, neyse işte. geçmiş zaman.
neyse Requiem for dream babında olsun; sendeyiz mozart:


bi sikime derman olmayacak önemli işlerimi halletmek üzere şimdilik eyvallah. esen kalın

6 Ocak 2013 Pazar

die blendung yahut bir çeşit iletişimsizlik üzerine

elias canetti'nin tek romanıdır die blendung. türkçeye "körleşme" adıyla çevrildi. kısaca romana değineyim önceleyin:
 roman küçük burjuva adetlerine bir eleştirdir aslında. hayatındaki en önemli şey kitaplar olan kien adlı bir bilim adamının başından geçenlerin daha doğrusu bay kien'in düzene körleşmesinin bir kadın tarafından alaşağı edilmesinin romanıdır körleşme.

canetti, bay kien adlı hayatını sadece çin dili, yazısı ve edebiyatını araştırmaya adamış birinin sırf kitaplarına ve araştırmalarına daha fazla zaman ayırabilmek için hizmetçisiyle evlenmesi sonucunda bütün düzeninin altüst olmasını ve düzene olan körleşmişliğinin yavaş yavaş kaybolmasını, bu esnada kien'in de kaybolmaya başlamasını anlatır romanda.

kitapları haricinde hiç kimseyle konuşmayan kien'in evlendikten sonra (oysa evliliği sadece hizmetçisinin yasal olarak evde kalabilmesini sağlamak için yapmıştır kien) düzeni altüst olur. eve yeni eşyalar alınır. karısı (hizmetçisi) eve hanımlık yapmaya başlar. ve kien'in dış dünyaya olan körlüğü geçer bu olaylardan sonra; fakat kien bu defa da kendine körleşmeye başlar. ve yazarın deyimiyle "kendi kendini kemirmeye" başlar artık kien.
romanda bireyin topluma körleşmesi (iletişimsizlik diye de okuyabilirisin körleşme sözcüğünün geçtiği her yeri), toplumun bireye körleşmesi ve en sonunda bireyle toplumun iletişime geçmeye başlaması sonrası bireyin kendine körleşmesi gibi bir üç aşamalı sorunsallama var. hizmetçi ve sonradan kien'in eşi olan theresee dış dünyayı temsil eder. o, kien'in dış dünyaya açılan penceresi gibidir bir anlamda. oysa kien için dış dünya yüklemi samimiyetsizlik olan bir cümledir:  "bilim ve hakikat, eşanlamlı kavramlardı onun düşüncesinde. kişi, öteki insanlardan uzaklaştığı oranda hakikate yaklaşırdı. (vurgu bana ait) günlük yaşam,yalanlardan kurulu yüzeysel bir düzendi. yanından geçenlerin her biri yanlızca bir yalancıydı. bu yüzden zahmet edip yüzlerine bakmıyordu bile. kitleyi oluşturan şu kötü oyunculardan hangisinin yüzü daha çekici gelebilirdi ki ona!"
("yüzüne bakmak." bu satırları ilk okuduğumda çok az insanın yüzüne bakarak konuştuğumu farkettiğimi hatırlıyorum. hala da öyledir. iki kişilk yalnızlığı seçmeye karar vermem de o zamanlara rastlar. az konuşmaya karar verdiğim günler de o günlere denk gelir hatta. günlük hayatta bunun olamayacağını anlamam da hemen akabindedir bu olayların. susan birisi tehlikelidir çünkü diğerleri için. bu yüzden belki de zaman zaman gereğinden fazla konuşurum. hala da öyledir. gavurun "reaction formation" dediği bir nevi "karşıt tepki geliştirme" mekanizmasıdır bu benim için. şöyle bir şey yazmış sözlük bu savunma mekanizması için:
 "birey gerçekte hissettiği duyguların tam aksi istikametinde davranışlar gösterir. gerçek duygularını göstermek ya bireyin bulunduğu ortamda, yine bireye göre mümkün değildir ya da birey gerçek duygularını kendine bile itiraf edemiyordur bu sebeplerden dolayı davranışları duygularıyla aksi yönlerde hareket eder" konuşmak istemiyorsundur ikiyüzlülüğe bulaşmamak için ama bu anlaşılmasın diye bu defa gereğinden fazla konuşuyorsundur. tam da burada murathan mungan'ın "çember" şiirini hatırlamak gerekir:
"ya dışındasındır çemberin
ya da içinde yer alacaksın
kendin içindeyken
kafan dışındaysa..."
evet işte kendin o çemberin içindeyken kafan dışındaysa; iletişimsizlik başlıyor ve söz değerini yitriyor. ha tabii bir de,
tüm bunlar olurken tüm yüzlerden farklı bir yüze bakmaya doyamadığını da farkedebilir insan. söz anlam kazanır. işte o insan hayatında ne kadar çok yer kapsıyorsa o kadar şanslı ne kadar az yer kapsıyorsa da o kadar şansızsındır.

 bu gün pazar. öğleden sonra. "yalvarırım okuma bu yazıyı çarşamba günleri"
 dışarı çıkıp bir şeyler yiyecektim vazgeçtim.



biliyordu anlamazlardı-2 yahut bir rüyanın şiddetinde katlanan sadelik

"belli ki susmak yaratılmamış şekliydi dünyanın"çağrılmayan yakup'ta böyle der edip cansever. çağrılmayan yakup'larımız vardır hayatta. anlamadığmız her insan, bizim için bir yakup'tur. sözün değerini yitirmesine, sözün giderek anlamsızlaşmasına bir tepkidir bu şiir birazda. söz değerini yitirdiğinde şiir ve rüya devreye girer.

ilk kez üç ay önce gördüğüm bir rüya var. defatle aynı rüyayı görüyorum üç aydır: bir fare sol bacak adalemi ısırıyor. irice kahvarengi bir fare. bacağımı fareden kurtarıp kaçmaya çabalıyorum; fakat fare karşıma geçip bana bakıyor, ağzından kan damlıyor bir halde. fare soluksoluğa, arka ayakları üzerine kalkmaya çalışıyor. dişlerinin keskinliğine hayret ediyorum. dişleri kıpkırmızı kan, benim kanım diye düşünüyorum. sonra hızlı hızlı yürümeye başlıyorum bir hastahaneye gitmem gerektiğini düşünmüş olacağım ki doktora neler söylemem gerektiğini tasarlıyorum kafamda. bir evin avlusuna geliyorum. doktor var mı diyorum bahçede bir şeylerle uğraşan adama. yok diyor adam. yaramı gösteriyorum. canımın çok yandığından bahsediyorum. fare yine karşıma geliyor. işte bu fare yaptı bunu diyip fareyi gösteriyorum. farenin ağzı hala kan. bari bacağımı yıkamama izin verin diyip musluğa doğru yürümeye çalışıyorum, fare tekrar arkamdan koşup adalemi ısırmaya çalışıyor. düşüyorum. gücümün azaldığını hissediyorum. fare yavaş yavaş yiyor etimi.

yok hayır, bir şeye yormayacağım bu rüyayı. öyle tahlile gelir bir yanı var mı onu bile düşünmedim hiç. sadece yatağa girdiğimde sözümün artık değerini yitirmeye başladığını ilk kez düşündüğüm gece görmüştüm bu rüyayı. sonra hep düşündüm bu sözün değersizleşmesini ve aralıklarla da bu rüyayı gördüm. söze şiddet katmak kırar etramızdakileri, incitir. söze değerini veren biraz da onun muhattabıdır. bu tanrı fikri için bile böyledir. yuhanna incili'nin 1. bap birinci ayeti "başlangıçta söz vardı" (in principio erat verbum) neyse geçiyorum burayı ey karî.  tehlikeli sularda yüzüyorum hissine kapıldım zira.
başka yerden devamlayın, söze şiddet katmak kendini katmaktır aslında. insan kendini en çok şiddetini, nefretini kattığı sözlerinde ele verir. zeki demirkubuz'un kader filminde bekir karakterinin kadına söylediği bir söz var: " herkesin inandığı bir şey vardır, benim inandığım da sensin bu amına koduğumun hayatında!"bu sözdeki şiddetin yöneldiği nesneyi alırsan; çıkan sonucun sözü sarfedenin hayatına özne oluşuna şahit olursun ey karî. kulak ver bu dediklerime ey karî. ya da siktir et sendeki kulağa göre sözler yok bende. nerede bir deniz görse soyunduğunu söyler şair, nerede bir kulak görsem konuşmak istedim ben de. oysa en çok konuşmak istediğimizin kulağı bize en uzak. kelimelerimiz; pis bir farenin ağzından damlayan kan gibi, yahut yağmurlu bir bahar günü artık rutinleşmiş bir öksürük krizimden sonra ağzımdan yedikule göğüs hastalıkları hastahanesinin  koridoruna damlayan kan gibi; bir benzetiş.

5 Ocak 2013 Cumartesi

biliyordu, anlamazlardı

yeni bir şey söylemeye gebe insanlara özgü bir sessizlik hali vardır. biraz dikkatli bakıldığında her insanda gözlemlenebilir bu durum. o anda -işte tam o anda- söylenmek istenilenin anlaşılmayacağını ya da muhattabında istenilen sonucu uyandırmayacağını anlamak ,içinde bir çeşit hayal kırıklığı da barındırır bir halde, bir sessizlik olarak kendini dıştalar. ingmar bergman'ın oda üçlemesi'ndeki ya da michelangelo antionini'nin "iletişimsizlik üçlemesi" filmlerindekine koşut bir iletişimsizlik midir bu tam olarak bilmiyorum. bahsetmek istediğim daha yalınkat bir iletişimsizlik aslında. modernist tiyatro, sinema ya da romanın sorunsalladığı türden bir iletişimsizlik değil. çoğunlayın necatigil şiirinde bulurum bu türden iletişimsizliği. çünkü modernist sanatçıların kurmacaladığı eserlerde iletişimsizlik birey için bir kaderdir ve bu kabullenilir birey tarafından. benim demek istediğim içinde bir parça hayal kırıklığı barındıran ve kişinin kendisinden değil de dış dünyanın -belki de- art niyetliliğinden kaynaklanan bir iletişimsizlik. burada sözü kendisini tanıdığım günden beri tanımak için çabaladığım bay C'ye vermem gerekiyor.

"sustu, konuşmak gereksizdi. bundan sonra kimseye ondan bahsetmeyecekti. biliyordu; anlamazlardı." bay C.'nin serüveninin sonunda vardığı yer burası mı olmalıydı. oysa o tüm serüven boyunca buraya varmamak için çabalamıştı. paltosunun yakasını kaldırıp kalabalığa şöyle bir bakış fırlattıktan sonra yürüyüp gitmek; C için bir yazgı olmamalıydı. batılılar ve bizler için farklı türden bir iletişimsizlik sözkonusu da demek istiyorum burada tam da. batı da bireyleşen toplumun kendi kişisel adacıklarını kurmasının zorunlu bir sonucudur  iletişimsizlik bizde ise iletişimsizlik; toplum içinde bireyleşerek bir anlamda içinde bulunduğu topluma marjinallleşen bireye yine o toplum tarafından verilmiş bir tür ceza gibidir. vulgarize ederek söylersem, toplum şöyle diyordur bireye: "biz senin anlatacaklarını dinlemek istemiyoruz anlatsan da onları kendi değer yargılarımızla değerlendirip yok hükmüne çıkarıp değersizleştiririz"

(2 saat kadar ara vermişim yazmaya. iki saat oldu. bu iki saatte ne(ler)yaptığımı yazardım ama burası bir günlük değil tabii en sonunda. Bon Jovi'nin  "I'll Be There For You" şarkısını hatırlatacaktım. duruma uygun düşüyordu çok. sonra nedense özdemir asaf'ın aynı minvalde bir dizesini söylemiştim:"inanmadığım oranda sırf sen varsın diye olacağım orada"  bunu söyleyip susmuştum. chopin dinliyorum şu an. bu aralar bir chopin geliyor başka da bir şeyin gelmesine izin vermiyor, dayatıyor kendini chopin. ey karî sen de bu satırları okurken chopin dinle. farkına varmazsın belki ama chopin beni sana bağlar ey karî)

evet ne diyordum. biliyorum, anlamazsınız mı diyordum?  selim ışık'ı düşündün mü hiç ey karî? "oysa mesela selim ışık/anlatmadan anlaşılmaya aşık" olan selim ışık'ı. yani bütün bu anlattıklarımın -bay C. gibi zorunlu olarak toplum tarafından iletişimisizliğe mahkum edilmiş selim'i- öznesi olan selim'i? oysa uutmuşum sizlerin selimleri bayC.'leri tanımadaki maharetinizi. nasıl da bir bakışta tanırsınız onları. öyle ya insan sarrafısınız hepiniz. bir yalanı yaşıyorsunuz hiç düşündünüz mü? selimler bunu hatırlatır size bu yüzden sevmezsiniz onları (ya da belki de seviyormuş gibi yaparsınız.) bunu söylememe izin var mı? içinizden hep onlar tarafından bağışlanmayı dileyeceksiniz ve fakat, heyhat...

oturduğunuz üç oda bir salonların konforunu onların sustukları üzerine inşa ettiniz. bir özür olsun çok görmeyiniz onlara ey karî. bağışlanmayı dileyiniz, şüphesiz ki onlar bağışlayandır affedendir. bil ki ey karî onların da elinde bir silah var. sendekine benzeyen bir silah hem de. "mış gibi yapmak" silahı onlarda da var ve hatta onlar bu silahı kullanmada lee van cleef karşısındaki clint eastwood kadar mahirlerdir ve yalanlarınıza inanıyor"muş" gibi yaparlar.

 onların sustuklarını yazmayı kendine görev edinmiş yalvaçları var. sonya semyonovna karşısında diz çöküp bütün insanlıktan özür dileyen raskolnikov'u düşün, sonra Werther'e bir kurdelaya bir hayatı sığdırtan goethe'yi, dahi anna karannina'yı, bazarov'u, zavallı necdet'i, isa'yı, selim'i, zebercet'i, bay C'yi, behçet necatigil'i düşün ve annesi evlere temizliğe temizliğe giden çocuğu düşün. ahmet camil'i düşün sonra keşke şiirlerini okayabilseydi lamia'ya; lamia beğenseydi o şiirleri o baran-ı dürr-i siyah yağar mıydı ahmet cemil'in üzerine. okuyamadı o şiirleri ahmet cemil. bir şair düşün şiirlerini okumak yerine susan bir -susmak zorunda kalan bir şair- şair. sen ahmet cemil'i gördün mü ey karî? ben gördüm. müstehzi bir gülüş vardı yüzünde. sustuğu tüm o şiirleri dinledim. oysa o hep yanında şah damarından da yakın sana; ama görmedin. onu oraya sen koydun, nasıl görmezsin bak işte "kahve bardağınla limonatamın arasında onu oraya sen koydun..."