6 Eylül 2024 Cuma

zalim bellek yahut yaşamaya üşenmek

 aile albümlerine baktım biraz önce. annem, babam, ablam, abim, teyzeler, kuzenler, dayılar, amcalar, hiç tanımadığım aile dostlarının, komşuların falan olduğu yüzlerce fotoğraf vardı. benim 1 tane bile fotoğrafım yoktu fakat. (birkaç tane vardı onları da ben almıştım zaten) sadece türkoloji'deki 5. senemdi uzatmıştım okulu yani, o yaz ahmet muhip dıranas okuyordum, kitaptaki şiirlerden bir bölümü ufak bir not kağıdına yazmış, onu da masamın karşısına asmıştım. sadece o kağıt çıktı fotoğrafların arasından:


buydu yazdığım bölüm. 

tuhaf geldi, ne bileyim mesela bir tane bile mezuniyet fotoğrafım yok. ne lisanstan ne master'dan ne doktoradan... üçünde de diplomaları enstitü memurlarından almıştım. niye o anı ölümsüzleştirmek istememdim ki acaba? sanırım hafızamda çok kuvvetli yer ettiği için bazı şeyler, anlar fotoğrafa ihtiyaç duymadım hiç. belleğime güveniyordum bir de gün içerisinde durmadan zihnimden geçiriyordum insanları olayları.. mesela diplomaları bana veren memurlar, hatta o memurların kıyafetleri, masalarında ne olduğu falan bile aklımdadır çünkü dedim ya zihnimden geçiririm böyle anları sürekli. bir de tabii fotoğrafları değiştiremezsiniz. fotoğraf bir anı sonsuza kadar salt o anın gerçeğiyle bir daha değişmemek üzere dondurur. ama bellek öyle değildir. canlı bir şekilde dondurur o anları ve üzerinde istediğiniz gibi değişiklik yapma olanağı verir size. ("hiç kimse tarihi değiştirmeden anlatamaz" derken bunu mu kastediyordu acaba Ernest Renan? kim bilir...) söz gelimi çok sevdiğim bir anda orada olmasını istemediğim bir kişiyi, bir nesneyi çıkarırım belleğimdeki fotoğraftan yahut ne bileyim sevmediğim bir tişört varsa o anda değiştiririm o tişörtü başka tişört giydiririm kendime. ama bellek her şeye rağmen bir fotoğraftan daha zalimdir... hep yeniden yeniden üretir ve hep saklar da saklar sonsuzcasına her anı. bir fotoğraftaki an sürekli vardır ve değişmez; bellekteki bir anı ise sonrasızca, sürekli gelir hep bilince ve hep biraz değişmiş hallerde... yani başka bir deyişle fotoğrafta an; bellekte ise anı olur, bir benzetiş... 

25 yıl önce bugün bu saatlerde kuşadası'ndan adana'ya dönüyordum otobüsle. yanımda cemal süreya'nın düz yazılarının olduğu bir kitap, behçet necatigil'in bir şiir kitabı ve enis batur'un doğu - batı divanı kitabı vardı. doğu batı divanı'na bakıyordum. orada "zalim bellek" diye bir şiir vardı:

"Bir başına derinlemesine yaşamak

yetecek sanmıştı kendisine – toy

değildi artık, genç bile sayılmazdı:

Sonuna kadar paylaşamadığına göre,

hiç paylaşmadan, sımsıkı kendinde

tutarak, geri dönemeyeceğini bildiği

yolu kat edebilirdi. Önce geceler

düğümlendi oysa. Sonra geceden

geceye ilerleyen o telâşlı akrep.

Fişten çektiği telefonlar, üzerini

çuhayla kapladığı ayna, çıkıp

boşluğa baktığı kör balkon –

anahtarlarını çevirip çekmeceye

kaldırdığı kapılar ağır ağır

zorlandı.

Evlere dağılmış eşyası birden

Toplanıp doldurmuştu salonu,

Odaları ve duvarları kaplayan 

kitaplar ve resimler, eski notalar,

İlk film afişleri, o zarif İngiliz 

konsoluyla öbür ham İskandinav masası, 

Hepsinin soykütüğünde sızının payı:

kimin aldığı bu ayna, ne zaman

getirilmiş bu alpaka kutu, nereden

hangi yıllarda toplanmış bu kupkuru

gözyaşı şişeleri -herbirinin 

seyirdiği tıkanık damarlarda

bir görünüp yiten zalim bellek"

şiirin beni niye yakaladığını hemen o an anlamıştım tabi..   kurgu falan olsun diye değil hepsi bugüne denk geldi işte. yan koltukta kuşadası'ndan adana'ya atanan bir savcı oturuyordu. yol boyu konuşmuştuk. akif seviyordu o... 

epey ara verdim yazmaya aslında aklıma pek bir şey gelmedi mevzuyla alakalı. sadece aşağıdaki alıntı var işte nereden, kimden aldığımı da not almamışım aklıma da gelmiyor şimdi kimin diye ama tek gerçek trajedi gerçekten de bu: 

"Zaman insanoğlunun düşünebileceği en derin ve en trajik konu. Hatta diyebiliriz ki trajik olan tek şey. Tahmin edebildiğimiz tüm trajediler, sonuçta tek bir trajediye dönüşür: Zamanın geçmesi."

bir de niyeyse bu şarkı zamanın geçmesini hatırlatıyor durmadan özellikle girişi:



ha bir de true dedective dizisinin açılış şarkısı. 







25 Mayıs 2024 Cumartesi

veridis quo yahut quo vadis domine

 veridis quo malum daft punk'ın hayli lezzetli bir şarkısıdır hatta bence en iyi parçasıdır. latince bir söz gibi duruyor ama doğrudan bir anlamı yokmuş; zaten  şarkının adına bakar bakmaz da isa'ya yöneltilen o meşhur soruya bir atıf olduğu anlaşılıyor: "quo vadis domine?" isa birgün elinde çarmıhla yürürken aziz petrus'la karşılaşır ve petrus ona bu meşhur soruyu sorar: "quo vadis domine?" nereye bu gidiş hazretleri gibi bir anlama geliyormuş. isa da cevaben: "sen kuzularımı bırakıp uzaklaştığın için ben tekrar çarmıha gerilmek üzere roma'ya gidiyorum." bu enstantanenin Annibale Carracci tarafından şöyle resmedilmişliği de var hatta: 


ortaçağın italyan ressamlarındandır kendisi bu arada. resme bakınca rönesans döneminin klasik " insan vücudunu hareket halinde resmetme" temayülünün isa'nın resmedilişinde somutlandığını görmek mümkün. neyse konumuz bu değil.
 daft punk'ın şarkısının isminin buradan geldiğini aslında şarkının klibinden de anlamak mümkün, malum klip de gitmek üzerine kurgulanmıştır. bu minvalde bir de kuran'da tekvir suresi 26. ayet var. "fe'eyne tezhebun: nereye bu gidiş?" diye. bu üç öncülü ortak paranteze almak istesek bunu ancak gitmek sözcüğü üzerinden yapabiliriz. bu üç öncülde bahsedilen gitme eyleminin olumsuz bir gösterilen'e sahip olduğu bir hayli aşikar. bir de tabii gitmek eyleminin temel anlamı olan bir yerden uzaklaşma anlamında kullanıldığı görülüyor bu üç öncülde de. ama. gitmek eylemi -diğer diller için bilemiyorum- bir yere ulaşma, varma anlamı da vardır. yok gibi durur ama vardır. farazi kayra'nın "bir eve hangi gün gidilmez" diye çok sevdiğim bir şarkısı vardır. buradaki gitmenin bir yerden uzaklaşma anlamından ziyade bir yere ulaşma anlamında kullanıldığı açıktır. yani, gitme -başka her şeyde olduğu gibi- bir ulaşma edimidir aynı zamanda. içkin olarak varmaya da tekabül eden bir anlam katmanı var yani gitmek eyleminin. gitmek eyleminin kendindeki bu içkin diyalektiği yakalayan bir şarkı var ne zaman dinlesem içimi acıtan. murathan mungan'ın bir şiirinden mülhem yanılmıyorsam yeni türkü'nün "dönmek" şarkısı. yukarıdaki resimde isa roma'ya gidiyordur yahut roma'ya dönüyordur yani yok olduğu -aslında var olduğu- yere yani roma'ya. kuran'daki surede de aynı benzer bir durum söz konusu.  bu durum surenin adında gizli aslında. tekvir: yuvarlaklaşma, dürülme gibi bir anlama gelir. yuvarlak başlanılan yere dönmeye vurgudur pek tabii. ama bunu hiç kimse konstantin kavafis gibi anlatamamıştır sanırım:

"Başka diyarlara, başka denizlere giderim, dedin. 
Bundan daha iyi bir kent vardır bir yerde nasıl olsa. 
Sanki bir hükümle yazgılanmış bir çabam; 
ve yüreğim sanki bir ceset gibi gömülmüş oraya. 
Daha ne kadar çürüyüp yıkılacak böyle aklım? 
Nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam burada 
gördüğüm kara yıkıntılarıdır hayatımın yalnızca  
yıllar yılı yıktığım ve heder ettiğim hayatımın." 

Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler. 
Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent. Dolaşacaksın 
aynı sokaklarda. Ve aynı mahallede yaşlanacaksın 
ve burada, bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların. 
Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın, 
ne bir gemi var, ne de bir yol sana. 
Nasıl heder ettiysen hayatını bu köşecikte, 
yıktın onu, işte yok ettin onu tüm yeryüzünde. 

"Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın" tıpkı isa'nın hep roma'ya varması gibi. bir benzetiş...



yukarıda bahsettiğim şarkının bi çok versiyonu var ama en iyisi bence bu kaydı. şarkıdaki soruyu tersinden de sormak mümkün aslında gitmek ve gelmek arasındaki girift ilişkiyi anlamak için "bir eve hangi gün gidilir?" bir de hikaye bu ya tekrar çarmıha gerilmek için roma'ya giden isa'ya "quo vadis domine?" diyen aziz petrus'un roma'ya gitmesi ve burada çarmıha gerilerek öldürülmesi; yine ol riayet ki çarmıha ters duran bir çarmıha gerilmeyi istemiştir kendisi; düz çarmıh isa'ya özgü olduğu için. bu da bir başka benzetiş. 


11 Şubat 2024 Pazar

parasız yatılı yahut Fürüzan üzerine

 bugün Fürüzan ölmüş. haberi gördüğümde içimde bir şey kıyılır gibi oldu. lisansın son günleriydi hoca derste bu öyküyü tahlil ederken bu öyküyü okumuştu. öykünün sonunda "parasız yatılı imtihanlarının çocukları hep erken gelir. hiç gecikmezler" cümlesini okuduğunda içime bir yumruk gibi oturmuştu bu cümle. yıllarca yıllarca bu cümle kadar içime dert olan bir cümle daha olmamıştı desem yeridir. hislerimi anlatamam Fürüzanla ilgili. sadece kend, kişisel tarihime bir not düşmek içi yazıyorum bunları. bir yakınım, çok yakınım gibiydi hep. çok üzgünüm. 

bir de 2012'ydi sanırım. kitap fuarında dolaşıyorduk. yky standında bir kadın tek başına oturuyordu. yaklaştık standa doğru. "fürüzan bu" dedim. bir iki kitabını almıştık. imzalatmadık. onu tanıdığımızı, çok sevdiğimizi ima eden bir iki şey söylemeye çalıştık, gülümsedi, teşekkür etti. çok üzgünüm. 

19 Haziran 2023 Pazartesi

bat dünya bat

 hiç kimse gerçekten hiç kimseyi okumuyor, anlamıyor, dinlemiyor, görmüyor, sormuyor. 

Hiç kalmadı soran: Ne var insanda?

Ben duvarda ezik bir böcek miyim?

Yoksa, pırıl pırıl, tek damla kanda,

Kainatı süzen bir mercek miyim?

arabeks müzik hakkında bazı mülahazalar

başka yerlere  link eklemeyi beceremediğim için buraya ekleyeyim dedim yazıyı. neyse 

bundan sonraki postlarda yer yer küfür ve rahatsız edici ifadeler olabilir; olmayabilir de bu arada. bu yüzden sessize alabilir yahut engelleyebilirsiniz. 

çok da eski olmayan eskiden twitter'da içip içip hiç bi sike derman olmayan konularla ilgili flood yapardım bilen bilir. rastgele -aslında benim için pek de rastgele olmayan konularla ilgili olurdu bu floodlar; söz gelimi 400 darbe yahut bisiklet hırsızları gibi filmler yahut "arnold schönberg ve atonal müzik üzerine ya da ne bileyim geç dönem rus romantizminin -ah kuzum Sergei Alexandrovich Yesenin'i hatırlamak ne güzel olurdu şimdi- dünya şiiri ve müziği üzerine etkisi gibi konular olurdu bunlar. daha sistematik yazmak istediğimde makale falan yazardım, yazmaya çalışırdım diyeyim. neyse artık ne twitter ne blog kullanıyorum; makale yazmak da son derece gereksiz geliyor ama yine de bazen bir şeyler demek istiyor insan. 

arabesk müzik üzerine biriktirdiğim notlar vardı. (kafamda) onları buraya yazma isteği hasıl oldu birden bire bünyede. sarı kutu tuborg + kısa parlıament eşliğinde yazardım genelde tweetleri (camel soft paket çok bozmuştu o ara bilen bilir). ne çok şeyi bırakmışım... twitter (twitre), blog, sigara vs. kafamdan yazacağım için sistematik bir bütünlük arz etmeyecek bu yazdıklarım ama yukarıda da dediğim gibi bizim atonal müzik sevdamız epey eski ve köklüdür maşallah... resimde de 10 numara non - figuratifimdir şekerim bilen bilir. atonal müziğe ve non - figüratif resme meyyalsen belasındır bu ülke entelejensiyası için...

Arabeskin başladığı sosyoloji falan bunlar için tabii bir sürü şey söylenebilir. arabeskin müzikal altyapısı hakkında da binlerce kaynağa değinildi ama bence bakmayın adının Arabesk olmasına, Arabesk müziğin bence asıl ve tek müzikal kaynağı Hint müziğidir. Özellikle Raj Kapoor'un "Awaraa" (avare) filminin Türkiye'de gösterilmesiyle başlayan bir süreç var. (Bu arada acaip severim Raj Kapoor'un yönetmenliğini de oyunculuğunu da) Raj Kapoor'u seslendiren (playback mi demek lazım?) Mukesh diye bi şarkıcı var; şarkılarını dinleyince bu şarkıların birçok Arabesk şarkıyla neredeyse aynı altyapıya sahip olduğu net anlaşılır.

awara

Hatta Awaara filminin çıkış şarkısı "awaara hoon"un sözleri de tamamen Arabesk şarkılarla birebir benzeşir. "Bahtım kara, kara alın yazısı, vefasız sevgili...vs. gibi sözler içerir bu şarkı

Ferdi Tayfur'un avareyim şarkısı da tesadüfi bir şarkı değildir bu minvalde:

ferdi tayfur

Ayrıca Arabesk şarkıcıların yaptığı filmleri izlediyseniz şayet Raj Kapoor'un filmlerine çoğunlayın birebir benzediğini görürsünüz. 

arabesk müzik biraz da zeki demirkubuz'un "kader" filmindeki atmosferin müziğidir esasen. 

 içinde doğduğu bireysel iklimi bundan daha iyi anlatan tirad yoktur. Filmin adının da kader olması ayrıca dikkate değer.  (kader kavramı = arabesktir aslında)

kader filmi

 "Geçen gece çocuk hastaydı. İlacı bitmiş, almak için dışarı çıktım. Sağa sola saldırıp nöbetçi eczane arıyoruz. Birden durup dururken içim cız etti. Bi baktım gene aynı karın ağrısı. Öyle özlemişim ki seni. Dönerken bi meyhane gördüm. Bi tek içeri girdiğimi hatırlıyorum, bi de rakıya yumulduğumu. Arkasından en az dört cigaralık… Sonra gözümü bir açtım karşıdan karlı dağlar geçiyor. Bi daha açtım başımda bi çocuk: ‘Kalk abi.’ diyor ‘Kars’a geldik.’
Otobüsten indim, yürümeye başladım. Dedim, Allah’ım nerdeyim ben? Burası neresi? Sonra güç bela burayı buldum. Kapının önünde durup düşündüm. Dedim Bekir, bu kapı ahiret kapısı. Burası sırat köprüsü. Bu sefer de geçersen bi daha geri dönemezsin. İyi düşün dedim. Düşündüm, düşündüm… Ama olmadı, dönemedim. Sonra, bak oğlum dedim kendi kendime. Yolu yok çekeceksin. İsyan etmenin faydası yok, kaderin böyle. Yol belli, eğ başını usul usul yürü şimdi.”

arabesk müzik biraz da başa gelene katlanmanın, elden bir şey gelmeden kabullenmenin müziğidir.(aslında biraz Hegel okuyan herkes şu muhabbetin nereye gittiğini, gidebileceğini gördü ama dünkü çocuk değiliz biz çok şükür, öyle her şeyi Hegel'e bağlamayız....)  
 Erol Budan'ın "sana taptım allah gibi / söyle ne gelir elden" şarkısını burada hatırlamakta fayda var: 


arabesk müzikteki / hayat anlayışındaki arzu nesnesinin yokluğu mevzuu fransız neo freudyen zındık jacques lacan'ın "Objet petit a" dediği şeyle ya da bir başka deyişle "arzu nesnesi" kavramıyla feci derecede örtüşür. ulaşılmayan ama hep ulaşılmak istenen ama yine de ulaşmasak daha mı iyi acaba denen bir arzu nesnesinin (sevgilinin) müziğidir arabesk. Lacan deyyusu çok feci karışık anlatır bu mevzuları ama mevzuyu anlamak isteyen, merak eden olursa luis bunuel'in "Cet obscur objet du désir" ( Arzunun O Belirsiz Nesnesi) filmini izleyebilir

neyse biraz arabesk temler ve bu temlere uygun minvaldeki şarkılara bakalım:

Arabesk şarkılarda ironi çok fazla vardır ve  olumsuz bir duygu halinin fiiline olumsuzluk eki getirilerek yapılıyor genelde ironi. (üzülmedim= üzüldüm'dür aslında you know) bu arada bence yapılmış en özgün en karakteristik ve en iyi arabesk şarkı budur: (ki en sevdiklerimden biri de budur)


Bir önceki şarkıyla beraber bergen'in bu şarkısı da tipik bir arabesk şarkdıır ve arabesk müziği acaip temsil yeteneğine sahiptir: 
Bergen tanıyamadım= tanıdım aslında you know, too)


Arabesk'in ender marjinal şarkılarındandır bu ve tabii ferdi Tayfur'un henüz devlet arabeskine bulaşmadığı dönemlerin son şarkılarından. şarkıyı arabesk'in geneline marjinal yapan şarkının hatırayla yetinmeye olan vurgusudur


Aslında yeşilçam balonudur Harika Avcı malum ama arabeskin illetli ilk aşk sendromunu bundan daha iyi anlatan şarkı çok azdır. sevilmemeye alışmak müthiş bir arabesk temdir aslında. sevilmeye alışmanın verdiği hissi düşünüp bunu düşünememek insanın handikapıdır ama arabesk müzikte bu var; dahi arabesk hayat tellakisinde. "Barda" filmini izleyenler burada ne demek istediğimi daha iyi anlayacaktır. 



Arabeskin Temel sorunsallarından biridir gurbet ve bence onu en iyi, en pure anlatan şarkı da budur.


belki de elazığlı olduğu için hüseyin altın'a torpil geçtim bilemiyorum ama cidden iyidir hüseyin altın. pileli kumaş pantolon ve yumurta topuk kundura giyip saatlerce fön çektirdiği saçlarıyla tipik bir elazığlı abimizdir kendisi. 

 Seyfi Doğanay'ın gurbet'i de iyidir ama niyeyse müzikal olarak zayıf gelir biraz bana. burada teknik bir bilgiye dayalı bir şey söylemiyorum. (iddalı bir söz bu farkındayım ama Seyfi doğanay'ı 2 defa canlı izleme şerefine nail oldum: birinde istanbul bahçelievler soğanlı'da bir kanatçıda diğerinde de barajkapısı'nda güneş restoran diye bir yerde. ikisinde de sarhoştu abimiz. hatta istanbul'daki performansı sırasında "kimmiş seni benden ala mıhlarım" şarkısına eşlik ettiğim için bana 50'lik fıçı efes ısmarlamıştı rahmetli... bir de uzun malbuş yakıp vermişti... 


Bu ablamın -Tüdanya- "seni sevmeyen ölsün" şarkısı bir dönem epey meşhur oldu ama ablamın kendisi o kadar da meşhur olamadı. Neyse işte arabeskin temel teması sevilen uğruna fedakarlık tem'inin bu kadar intense olduğu başka bir şarkı yok. https://www.youtube.com/watch?v=oQctDufFouk  meraklısı varsa bu ablamın birkaç filmi de var. abartmıyorum dünyanın en kötü filmleri olabilir bu filmler ama yine de bu filmlerde yeşilçam'ın ve arabesk bileşiminin bütün uyumları net görülür.

 Cavit Karabey'in bu şarkısı 80'li yıllar yeşilçam sinemasının dolmuş sahnelerinde en çok çalınan şarkılarından biri. https://www.youtube.com/watch?v=rKReDMaCt7s
 O dönemin dolmuşlarında çalınan şarkıları = Spotify, YouTube Trend şarkıları gibi bir şey. Sevgiliye üstten bakan ama yine de ipi onun eline veren arabesk şarkı ben'ini net görürüz bu şarkıda. ayrıca arabesk şarkılardaki yoğun izleklerden biridir he bu. 

 Her dönem, her akım en sonunda kendi
  modernitesini yaratıyor, yaratır. Modern dönem arabeski varsa -ki var- bu şarkı modern arabeskin ilk ve en önemli ürünüdür bence https://www.youtube.com/watch?v=eYm1jgk375o bu modern arabesk dönemi aynı zamanda arabesk şarkıya uygun Yeşilçam filmi çekme döneminin devamı olan Şarkıyla uyumlu dizi çekme döneminin de başlangıcıdır: mahsun kırmızıgül'ün belalım'ı da var bir de aynı dönemde
   
 Arbeskin ve arabesk soslu Yeşilçam'ın en temel konusunu sorunsallayan sanırım ilk şarkı budur. https://www.youtube.com/watch?v=YfhRhqbVWJY en uzlaşmaz çelişki, en diyalektik konu olan Zengin ve şımarık kız fakir ama gururlu erkek çelişkisini işleyen bu şarkı Türk sinemasına arabesk bi pencere açıyor. Ve tabii ne zaman bitecek benim hayatım. https://www.youtube.com/watch?v=YfhRhqbVWJY şarkının klibi sayılabilcek film sahnelerindeki gecekondu ve o gecekondu mahallesine sefer yapan dolmuşçuluk im'ine dikkat bu arada ve tabii şarkının bir yerinde geçen "bir kere insanın şansı gülecek" sözü.. arabesk şarkılarda şans çok ciddi bir metafordur. Aslında arabeskin en temel tem'i  kadere isyan sanılır ama değildir; tam aksine kadere boyun eğme arabeskin temelidir. İntihar etmek insanın kendi kaderini eline alabildiği yegane eylemdir. Şarkının beni ölmek istiyor ama yapmıyor bunu yani kaderin ona çizdiği yolu kabul ediyor. 

 Bir de (Şunu söyleyen, söyleyebilen birinin devlet arabeskine bulaşması gerçekten vatana, hatta insanlığa ihanettir https://www.youtube.com/watch?v=mXk_Wf67jJc kazancı Bedih'ten sonraki son büyük çağdaş gazelhan olmak yerine parayı ve arabeski tercih etti ibo. Bedih kömür sobası zehirlenmesinden öldü yoksulluk içinde. İbo malum... İşte burası arabeskin bittiği yer oluyor aslında, pardon başladığı yer. (muhsin bey flmi son sahneyi hatırlamak, demek istediğimi anlamak açısından faydalı olur burada)

 Arabeski arabesk yapan biraz da hapishane ve kader mahkumu retoriğidir. Arabesk esasen zaten kader kavramından türer bu kavramın da en iyi somutlandığı yer hapishanedir. Bunun ilk ve en intense şarkısı Abdullah Papur'un çift camlar şarkısı: https://www.youtube.com/watch?v=7Lz7y9IyqHo

Ve tabii paşam... Arabeske bulaşmadan önceki dönemlerini yeryüzünde başka hiç bir sesle ve yorumuyla kıyaslayamayız. 3. Selim'in buselik makamından "bir pür cefa hoş dilberdir" şarkısını söyleme tarzı Süleymaniye camii'nden okunan sabah ezanından  bile daha çok ve daha iyi temsil eder Türk İslam sanatının özünü from my point of view.

Ama heyhat paşamı 80 darbesi sonrası arabeske zorlarlar ve Ahmet Selçuk İlkan gibi tıraş şairlerin şiirlerini şarkı diye Söyler paşamız. kahır mektubu en tipik örneği bahsettiğim durumun ama onun arabeske bulaştığı en somut şarkı kaderi ben mi yarattım şarkısıdır ki Müslüm Gürses, Kamuran akkor Kibariye falan da söyledi bu şarkıyı. Bunun linkini bulamadım aq neyse daha doğrusu zeki müren'i arabesk söylerken dinlemek cidden acaip üzüyor beni 
for that reason paylaşmayacağım 
"bir gün elbette
zeki müreni seveceksiniz
(zeki müreni seviniz)" evvel Arkadaş Zekai Özger'e selam olsun...

Arabesk contentin en önemli eylemlerinden biri de alışmaktır. Kötü olan, acı veren şeylere alışmak ve onunla yaşamak arabeskin alameti farikalarındandır. Bunu da en iyi Bülent Ersoy'un "alışacağım" şarkısında görürüz. https://www.youtube.com/watch?v=0d00qca8BJc  Bu acıya alışma sürecinin arabeskin özüne dair güçlü bir fenomen olduğunun en önemli kanıtlarından biri Sezen Aksu (allah'ın laneti üzerine olsun) denen müptezelin de bu minvalde bir şarkısı vardır dikkatli listenerlar anladı what I meant... Ki arabesk müziğin kendisine değil ama kültürel inşasına en fazla katkıyı da adına minik serçe denen bu misillü zındık vermiştir ya neyse..

Arabesk müziğe biraz da Bülent Ersoy kontenjanından dahil olan devran çağlar'ı da hatırlamakta faide görüyorum. Mizahın arabeskini yapan yapmak isteyen deep turkishweb'cilerin de bazı skeçlerinde devran çağlar şarkısı kullanması bence tesadüf değildir. https://www.youtube.com/watch?v=oJZ3XywfHkw


Nefret arabeskin en önemli tem'i. (burası aslında tam da "nefret, başarısızlığa uğramış bir sevgi girişimidir" diyen soren kierkegaard abimizi hatırlamanın yeridir. arabesk şarkılardaki nefret hep başarısızlığa uğramıi bir sevgi girişiminin dışavurumu şeklinde tezahür eder.)  Fakat arabeskteki nefret, öfkeyi besleyen her günkü nefretlerden biraz farklıdır, sevilen kişiyle yapılan şeylerden duyulan bir Pişmanlığın dile getirilirken belirsiz bir gelecekte tekrar mutlu olma isteğini de dışa vurması şeklindedir

https://www.youtube.com/watch?v=betVaV_DF3c (bülent ersoy'un bu beddua şarkısının filmi de vardır ve tabii ki acaip kötü bir filmdir. hiçbir zaman yapacak önemli şeyleri olmayanlar için tavsiye ederim yine de. 

Arabesk şarkılarda Félix Guattari ve Gilles Deleuze'ün Kafka incelemeleri için -özellikle de "dönüşüm" romanı için öne sürdükleri "suçun önselliği" kavramı (insan günahkar doğar adem'den ötürü. Hatta vaftiz falan da yapar hristiyan ahali yeni doğan bebeğe bu yüzden. Kierkegard'ın mevrus günah dediği şey de budur esasen. Merak eden için biraz daha derli toplu anlatımı şurada var:
:) Entry'i yazan ismi kest... Sjdgssjsjsks)

Müslüm Gürses'in doğarken günahkar olur mu dediği şu şarkı mesela:

Ya da yine Müslüm Gürses'in mahsun kul şarkısı...
Bu şarkıda sadece mevrus günah / önsel suç yok; aynı zamanda tüm insanlığın günahının acısını çeken canımın içi İsa peygamberin çarmıhtayken söylediği "eli eli lama şavaktani" (tanrım tanrım neden unuttun beni) sözlerinin de bire bir kullanılması ayrıca acaip ilginçtir. 

Arabesk şarkıların hemen hepsinin yegane ortak noktası Nostalji ve melankolidir. İkisi de aslında insanı hayata götüren, sanıldığının aksine kötü olmayan şeylerdir.  hayatın dışındaylen mutlu olduğumuzu hissettiğimiz anlarda hayat bizi nostalji ve melankoli aracılığıyla kendisine çağırır ve kendisini hatırlatır durmadan. (Martin Heidegger, "varlık ve zaman" eserine bakabilir meraklısı)  Buraya Arabesk bir şarkı değil de Kawafis'in bir şiirinden bestelenmiş Bir "Ezgi'nin Günlüğü" şarkısı almak daha doğru olacak gibi. ama almayacağım buraya. şiirde mealen hiç kasma der gibi Kawafis. Olduğunu sanıyorsun ama Yeni hiçbir şey yok, bu yüzden "Jouissance"ın sana kalacaktır güzel kardeşim. (Heidegger'in "eksiklik" tanımı da buralarda bir yerlerden başlar ama bunu anlatabilecek diyalektik zekâ ne yazık ki bende yok)

ve tabii arabeskin istilacı tür gibi toplumu, müziği ele geçirmesinin filmi muhsin bey'in final sahnesinde burada anlatmaya çalıştıklarımın bir sum up'ını görürürüz. 

Ya Bir de flood boyunca hep yanlış yazmışım arabesk değil arabeks'tir doğrusu. Arabesk dinleyen gerçek arabeskçiler arabesk demez arabeks derler. Tıpkı gaspçıların gasp yerine gaps demesi gibi. Ve onlar ki kahir ekseriyesi camlarına "bizimle çalışmak ister misiniz" yerine "istermisiniz" yazan dükkanlarda çalışan orta 2'den terk hanım kızlarımızdır ve floodumuzda "yalnızca onların hikayesi vardır" ajsjsjsjssosokadjdjsk

Neyse ama ben bunlar yerine Nazan Öncel'den bahsetmek isterdim aslında -İntihar etmeyen, edemeyen yerli sylvia plath'imiz, canımız Nazan Öncel'den-   Bahsetmek de değil de dinlemek yani

tüm bunların haricinde benim sevdiğim arabesk şarkılar var. ilki müslüm gürses'in devlet yani küçük burjuva arabesk'ine bulaşmadan önceki son dönemlerinde söylediği şu şarkı: https://www.youtube.com/watch?v=YX6BOq6g3NM
onun henüz şehirli beyaz yakalıların görece lüks meyhanelerde dinlemeye başlanmadığı; adana, tarsus pavyonlarında sahneye çıktığı, kırmızı tuborg  ve cıgaralık içilen tekkelerde dinlendiği dönemlerin son şarkılarındandır bu şarkı. (burada devlet arabeskinden kastın ne olduğunu da açıklamakta faide vardır belki. devlet arabeski 12 eylül cuntasının türk-islam sentezinin sanat anlayışını topluma dayatmak için  arabeskin varoş isyanının sesi olmaktan çıkıp Adorno'nun "the art of entertainment" dediği şeye dönüştürülmesi ve varoş isyankarlığının bernardo bertollucci'nin o nefis filmi "il conformista" da anlattığı şeye evrilmesini anlatabilmek için tarafımca yapılmış kötü bir adlandırma aslında) (il konformista = konformist yani mevcut kurumlara saygılı. mevcut kurumlara isyan etmeyen, uyumlu; yahut reaya : )

80 sonrası çekilen yeşilçam filmlerinin istisnasız hepsini izlemişimdir. bu filmlerden birçoğunda genelev sahnesi olur ve bu genelev sahnelerinde yönetmenlerin en çok tercih ettiği şarkı budur:
istisnasız yapılmış en tipik arabeks şarkı budur bence. ve yeşilçam'ın genelev sahnelerinde de en çok çalınan şarkılardan biri de budur. bu kıstas arabesk müziğin en önemli kıstaslarından biridir. çünkü geneleve düşmüş birinin düşmeden önceki duyguları ve düştükten sonraki yaşadıkları, duyguları; arabeskin en önemli hinterlandıdır. 

bi de bu şarkı var:
 

ironi is my girl dsjhşasdhşhgşsdf (ama dünyada yapılmış en iyi şarkıdır he)

kamuran akkor ve bergen'in hayatı da arabesk'ti. gerzek türk sineması bergen'i keşfetti ve filmini yaptı onun. neyse arabesk aslında türkiye'nin caz'ıdır diyen mal kültür tarihçilerinin atladığı şey şuydu of ya neyse ne 

30 Mayıs 2023 Salı

utanma yahut özgüven üzerine

 utanma'nın erdemi üzerine tolstoy'da, dostoyevski'de, ingmar bergman'da, tarkovski'de, oğuz atay'da, kierkegaard'da heidegger'de bir şeyler görürsünüz, bulabilirsiniz; özgüven'in iyi bir şey olduğuna ise kişisel gelişim kitaplarında, 2. sınıf psikologların yazdığı kerameti kendinden menkul metinlerde, dünyanın kendi etrafında döndüğünü zanneden şımarık insanların cümlelerinde rastlayabilirsiniz. dünyayı utanma duygusu olan insanlar iyi bir yer yaptı; özgüvenli insanlar ise onu berbat etti kişisel çıkarları, hisleri için. türk eğitim sistemi ve dünyanın geri kalan diğer tüm eğitim sistemleri özgüvenli insanlar (birey demiyorum özellikle çünkü özgüvenli birisi birey olamaz; zira özgüven insana kendini fark ettirebilecek bir şey değildir bu yüzden de bireyde olamaz özgüven. 

burada zaten bolca anlatmaya çalıştığım bir şeyi farklı cümle ve örneklerle tekrar etmenin bir kıymet-i harbiyesi yok. tüm bunların farkındayım da ne oluyor hissi geliyor bu ara sık sık. yukarıdaki denklemin utanma tarafında olduğumu söylememe gerek yok sanırım. ama özgüven adı altında kendini dayatan insanları artık idare etmeme kararı aldım. daha doğrusu kendini dayatan, karşısındakini kendisi için varolan olarak kodlayan insanları artık uzak tutacam kendimden. gitsin başka yerde oynasın her kimse bunlar. feci yorulmuşum. bunu bir kez daha fark ettiğimde çok geç olmasını istemiyorum. bütün bir  hayatımın yüklemi "bir başkasına ağırlık vermemek" oldu. bunu anlayıp böyle kabul edenlerle bir şekilde ilişkimin boyutu her ne ise devam etti, edecek, eder; ama başkasına ağırlık vermeme hasletimi "eziklik" olarak algılayanlarla mesafe koyma zamanı geldi. aslında 20'li yaşlarda yapmak gerek bunu ama ben pek beceremedim şimdiye kadar.

geçen gün bilgisayar başında öyle mal mal bakınırken birden kalkıp kitaplıktan roland barthes'in "bir aşk söyleminden parçalar" kitabını aldım ve rastgele bir yerden açıp okumaya başladım. sonra istemsizce hiçbir mantığı yok ama ulus baker'in kitaplarını aldım kitaplıktan. 90'ların sonunda soğuk bir kış günü bir barda ulus baker'le bira içip sigarayı sigarayla yakarken soğuk, estetik ve aşk acısı üzerine konuşmayı çok isterdim. öğrencisi olmayı en çok istediğim kişidir kendisi. şayet üniversiteye hazırlanırken ulus hocadan haberim olsaydı kesinlikle tek tercih odtü yazacak şekilde hazırlanırdım sınava. "hiçbir şey kendini olduğu gibi yani asıl olduğu haliyle sunamaz bize, bu yüzden estetiğe ihtiyaç duyarız; o şeyin içkin olanını ortaya çıkarabilmek için" diyorsunuz mealen hocam, peki şu halde aşk da bu değil mi? karşımızdaki kişide ve kendimizde olanı tüm yönleriyle dışa vurma isteği değil mi aşk, diye sormak isterdim hocaya. tabii ki hoca çakal, inceden inceye anlardı ne demeye çalıştığımı. sonra bir sigara daha yakıp birasından bir yudum alıp "arzu..." diye başlardı muhtemelen sonu bucağı olmayan bir cümleye.

neyse, kitaplıktaki raflarda aranırken nietzsche'yle göz  göze geldim. kendimi kandırmaktan vazgeçmek için daha erken diye geçti içimden ve almadım onu raftan. doktora tezimin yaklaşık bir 30 sayfalık bölümü, "varoluşsal bir fenomen olarak yalan" başlığını taşıyordu ve başlığın girişi de şu şekildeydi:

 "bizi çok iyi tanıyan insanlara söylediğimiz yalanlar aslında yalan değildir. bir tür kendimizi affettirmek biçimidir, bunu yalanın aslında kurgusal bir gerçek olması gerçeği de tamamlar. benliği tehlikeden korumanın bir yöntemi (belki de en kurgusal yöntemi)  olması hasebiyle aynı zamanda bazı durumlarda ben'in olmak isteyeceği ben'i imlemesi hasebiyle de yalan'ı varoluşçuluk tahlillerinde bir aygıt (fenomen) olarak kullanmak yerinde olacaktır."

sonradan komple çıkardım bu bölümü tezden. hatta tez danışmanıma da söylememiştim bunu. zaten aslında ben kendi birkaç derdimi söyleyebilmek için yazıyordum bu tezi. öyle akademik kariyer falan çok da sikimde değildi, hala da değil. kim siker türk akademisini, açıkçası zerre kadar umurumda değil akademi falan. ben kendime yalan söylüyordum sürekli ve bunu kendimle barışmak için yaptığımı fark etmiştim. bir şey bana kendimi fark ettirmenin aracı olabiliyorsa şayet; o halde bu şey bir varoluşsal fenomen olmalıydı. nietzsche, dostoyevski ve hans holbein'in "the ambassadors" tablosu üzerinden "yalan"ı anlatmaya çalışmıştım. yalan'ın gerçeğe bir çeşit bakma olduğun falan anlatmaya çalışmıştım. kendime bakarken yalan'ın dolayımına başvurduğumu bunun da yalanın temel işlevi olduğu ve saire ve saire.. Şeylere, kimselere doğrudan bakabiliyordum ama kendime bakamıyordum. "Yalanla birlikte insanın kendine özel bir alan açama çabası esasen insanın Kendi gibi olma çabasına tekabül ediyor fakat bunu olmayan bir şey yani yalan bir gerçek üzerinden yaptığı için Kendi olmaya çalışırken de aslında bir başkası oluyor insan ve böylece ortaya dehşetli bir paradoks çıkıyor: insan Kendi olmaya çalışırken bile bir başkası oluyordur." burada bir yerde orhan pamuk alıntısı vardı "benim adım kırmızı"dan. kendime yalan söyledikçe kendim olamamakla lanetlendiğimi fark ettiğimi hatırlıyorum. 

"Yo, hayır

yapamaz bunu, yapmasın bana dünya

söyleyin

aynada iskeletini

görmeye kadar varan kaç

kaç kişi var şunun şurasında?"

malum bu satırlar bu bloğa da adını veren "celladıma gülümserken" şiirinden. ismet özel'e göre çok da yalnız değildim bu konuda bu dizelere bakarsak ama neyse kendi gibi olamayan milyarlarca insan olsa da bu bir şeyi değiştirmiyor açıkçası. kendi gibi olamayan milyarlarca insanın oluşturacağı bir küme en sonunda boş kümedir. içi tıka basa dolu boş bir küme. 






21 Mayıs 2023 Pazar

duvar yahut dinleyemediğim şarkılar

"kendinden az bahseden insanlar soylu ikiyüzlülerdir." der nietzsche. beni bunun kadar iyi anlatan başka bir cümle okumadım şimdiye değin. aslında tabii nietzche bunu kendinden az bahseden bahsettiğinde de  aslında amacı karısındakini kendine dair bir fikir edenimesin diye onu  manipüle eden kişiler için kullanmıştır. bu yüzden de bu kişilere yaptıkları şeyin içerisinde zeka olduğu için sadece ikiyüzlü demez soylu ikiyüzlü der. benim durumum biraz daha farklı sanırım. yüzeysel biriyim ben. o yüzden de pek de bahsedecek bir şey çıkmıyor benden. öğretmenler odasında falan çok olur sürekli kendinden bahseden "ben şöyle biriyimdir ben böyle biriyimdir" diye. kahvaltı yaparkenki yiyecek tercihlerini bile 20 dakika anlatabilen öğretmenler olur. burada kastettiğim şey kahvaltıda yemeyi sevdiği bir yiyecekten yahut güzel bir kahvaltı yapılabilecek bir mekandan bahseden kişiler değil. çünkü burada bir paylaşım söz konusudur. "ben şuradan alınmış şu olmadan kahvaltıya oturmam" diyen kişidir burada bahsettiğim kişi. bu kişi, bunu öyle bir anlatır ki tavırlarından, ses tonundan nasa'nın mars misyonunun başındaki kişinin mars'a yumuşak inişle ilgili yaptığı basın toplantındaki halinden bile daha önemli bir şey anlatıyor gibidir ama hepitopu peynirden yahut zeytinden bahsediyordur aslında. ben buna soysuz ikiyüzlülük diyorum. tabii bunun bir önemi yok ama öyle. 

house md final yapalı bugün 10 yıl olmuş. asla izlemedim finali, izleyemedim daha doğrusu. massive attack'ın dizi için kullanılan soundtrack'ini de bir daha hiç dinleyemedim dizi bittikten sonra.


bugün 21.05. 2023. ne kötü bir gündü bir sene sonra ondan önce ne güzel bir gündü. I am stumbling in the dark. gerçi şarkıda you are diyordu ama ben bu kısmı üzerime alıyorum çünkü niye almayayım because tökezliyorum karanlıkta sometimes. 

soylu bir ikiyüzlü olmamak için bazen burada kendimden bahsediyorum ama yine de  ben ikiyüzlü biriyim. 21.05'in benim için ne anlam ifade ettiğini dahi ima bile etmiyorum sadece önemli bir gün bugün diyorum o kadar. 

ama 

"Ben oysa 

herkes gibi

herkesin ortasında

burada, bu istasyonda, bu siyah

paltolu casusun eşliğinde

en okunaklı çehremle bekliyorum

oyundan çıkmıyorum

korkuyorum sıram geçer

biletim yanar diye"

hiçbir şeye başlayamıyorum, hiçbir şeyi yaşayamıyor; hiçbir şeyi bitiremiyorum tam olarak. sadece bir yerlerde bulunuyor, oralarda duruyorum; bunları yaparkenki tek motivasyonum "korkuyorum biletim yanar sıram geçer diye" biletim var mı yok mu onu da tam kestiremiyorum artık. yani hiçbir şeye biletim yok, almıyorum da ama biletim yanacak ve sıram geçecek diye korkuyorum. (bazen biletin yok, bu yüzden korkmana da gerek yok diyor birileri, bunu idrak etmemek için anlamamazlıktan geliyorum

 bir de peyk'in don kafa şarkısını hiç dinleyemedim 7 sene olmuş. 

7 Mayıs 2023 Pazar

“Tanrı, benimle ne kastetmiş olabilir?”


malum kierkegaard'ın meşhur bir retorik sorusudur, "tanrı benimle ne kast etmiş olabilir" sorusu. buna verilen cevap, verebileceğin cevap seni en yalın ortaya koyacak olandır. 

öncelikle bu soru kendini kendin olarak tanımlayarak gerçeği faş edemeyeceğini savlıyor. "bu akşam yorgunum, evde biraz dinleneceğim" dediğimde arkadaşım bununla ne kastettiğimi bana sormayacaktır doğrudan çünkü çok açık bir gerekçe sunuyorumdur ona ama iki olası sonuç var burada. bu cevap ona ya yetecektir ya da yetmeyecektir. bu cevap ona yeterse bir sorun yoktur ortada. fakat yetmezse cevabım; arkadaşım acaba gerçekten neden gelmek istemiyor yoksa.. diye bir soru sorduğu andan itibaren neyse sikerler ya 

bu başlığı taşıyan bir nevi şimdiye kadarki hayatımın muhasebesi de sayılabilecek bir şeyler yazacak ve tanırının benimle ne kast ettiğini söylemeye çalışacaktım ama vazgeçtim; çünkü sanırım tanrı benimle hiçbir şey kastetmedi. tanrının bizimle kastettiği şey aslında biraz da bizden sonra geriye kalacak olanlardır; bu yüzden benden geriye pek de bir şey kalmayacağı için tanrının benimle pek de bir şey kastetmediğini anladım. edip cansever'in kendinden sonra geriye hiçbir şey kalmadığını anlatan:

"Ne kalır benden geriye, benden sonrası kalır / Asıl bu kalır." dediği yerdeyim; baya bi aşikar. 

gülmenin bana yakıştığını söyleyen birkaç kişi olmuştu; güldüğüm kalsın. bir de birkaç şarkı. yeni türkü'nün bir şarkısı vardı o geldi aklıma tam buraya gider:


benden geriye kalır dediğim şarkılardan biri bu değildi sadece yazdıklarıma çağrışım yaptı. olur da merak eden varsa o şarkıların qr kodunu vereyim :) 



27 Ocak 2023 Cuma

taşların yerli yerine oturması yahut her şey yerli yerinde

 tanpınar'ın çok sevdiğim bir şiiridir "her şey yerli yerinde" şiiri. bahsetmek istediğim asıl şey bu değil ama bu defa gerçekten buraya yazdığım son yazı bu galiba. yani cidden son olmasını bu defa gerçekten istiyorum. birkaç defa daha yazmayacağım buraya demiştim ama onlarda genellikle yazmamam gerektiğini düşündüğüm için yazmayacağım buraya artık diyordum fakat bu defa yazmamam için bir neden olduğundan değil artık yazmak istemiyorum sanırım; ondan bu defa. 

"Her şey yerli yerinde; masa, sürahi, bardak,

Serpilen aydınlıkta dalların arasından

Büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyor zaman

Sessizlik dokunuyor bir yerde yaprak yaprak…" 

bir yer geliyor aslında hayat dediğimiz şeyin herkesin kendi hayatındaki şeyleri yerli yerine koyma çabasından ibaret olduğunu fark ediyor insan. (bugün 26 ocak çarşamba. saat sabah 10. kahve içiyorum şu an. perdeyi açtım; yakmayan bir güneş odaya hem çok güzel bir sıcaklık hem de güzel bir doğal ışık veriyor.) hiç kimse kendi hayatı söz konusu olduğunda düzensizliğe ve boşluğa tahammül edemiyor. hemen her şeyi yerli yerine koyma çabasına girişiyor en ufak bir sarsıntıda herkes. iş arkadaşları şuraya / aile şuraya / eski arkadaşlar şuraya / bu koltuk buraya / ev işleri / yatırımlar / çocuğun okulu / vs. hemen bunları yerli yerine koyup sonra da bunları yerli yerine koymamış  (koyamamış belki de) insanların hayatına özenmek, bazen kıskanmak ama tüm bunları hiçbir şekilde kendi düzenini bozmadan yapmak... (çünkü aslında hepimiz köpek gibi biliyoruz ki tutku dediğimiz yahut yaşama sevinci dediğimiz şey düzensiz olanda hissedilebiliyor sadece.)

 (izlediğimiz filmler, okuduğumuz romanlar falan da  hep böyle değil mi ya? her şeyin yerli yerinde olduğu bir hayatları, evleri olan birileri mesela, para verip hayatındaki hiçbir şeyin yolunda gitmediği insanların hikayesini anlatan filmleri izliyor, romanları okuyor. "eternal sunshine of the spotless mind"* filmi burada söylemek istediğim her şeyi o kadar güzel özetler ki; her şeyi darmadağın olmuş birinin her şeyi yerli yerine koyma çabasının beyhudeliğini; her şeyini yerli yerine koyabilmiş milyonlarca insan konforlu bir şekilde izledi / izliyor / izleyecek. 

"tüm bunları yeni mi fark ettin sığır" diyebilirsiniz. hayır yeni fark etmedim tabii ki, yeni kabullendim diyelim. bu basit gerçeği fark etmemek için salak olmak gerekir; ortalama bir zeka seviyesine sahip herkes bu yalın gerçeği çok rahat fark eder fakat bazıları kabullenemez ya da geç kabullenir demek istiyorum. 

tanpınar'ın yukarıdaki dörtlüğünde zaman bir ceylanın bakışı üzerinden somutlanmış. günlük hayatımız içinde zamanı fark etmeyiz. (süreyi kast emiyorum) fark ettiğimizde ise zamanı -işte burası filmin koptuğu yer oluyor- durdurmak isteriz ama nasıl ki ormanda gördüğümüz bir ceylana uzun süre bakamazsak zamanı da uzun süre duyumsayamayız ve bu gerçeklik her şeyi yerli yerinde görmeye iter bizi. her şey ya yerli yerindedir ya da olmalıdır. hepsi bu. her şey yerli yerindeyken kaçırdıklarını da sanat gösterir insana ve kısa bir katarsisle onarır ruhunu insanın ve her şeyin yerli yerinde olduğu dünyaya huzurla gitmesini sağlar. 

"New Orleans'taki bu uzun, yağmurlu akşamüstlerini sevmez misiniz? Hani saatin gerçek zaman olmayıp elimize bırakılmış sonsuzluktan bir parça olduğu.. ve hiçbirimizin onunla ne yapması gerektiğini bilmediği anları" hangi filmden ya da romandan aklımda kalmış bu cümle bilmiyorum, bakmak da istemedim şimdi neyse ne sikerler... ne yapmam gerektiğini bilmediğim sorumsuzluk zamanlarından ne yapmam gerektiğini... öf neyse ya 

 son yazı olduğu için vurucu bir şeyler yazıp vurucu bir şarkıyla bitirmek istiyordum ama aklıma çok da bir şey gelmedi. yani ne güzel bir şarkı ne de vurucu bir cümle. gerçi bazen öyle dümdüz, iddiasız bir şekilde bitirmek gerekir, sıradan bir insan gibi. hadi eyvallah.

 28 ocak sabah editi: yukarıda anlatmaya çalıştığım şeyleri estetik olarak bir cümleyle özetlemiş aşık ruhsati, o geldi sabah sabah dilime. türkü sevmem bilen bilir -aslında sevmemeye çalışırım sanırım- ama binlerce türküyü hiç abartısız binlerce türküyü değil sözleriyle yöresiyle biliyorum of ya sikerler hala kendimi anlatmaya çalışıyorum, aşık ruhsati yukarıda anlatmaya çalıştığım şeyi bir cümleyle şöyle özetlemiş bunu yazıp çıkacam: 

"Herkes diyarında muhabbetinde / Bilmem bizi ne civara yazmışlar" 

şu lavuklar güzel söylemiş daha doğrusu istisnasız okuyan herkes hızlı okumuş hatta müslüm gürses bile ilginç bir şekilde hızlı okumuştu bu koşma'yı; bir tek bu lavuklar yavaş ve düzgün okumuş:



"Herkes diyarında muhabbetinde" yani herkesin her şeyi yerli yerinde, bence. :) 


22 Ocak 2023 Pazar

tanıdığım herkesten alacaklı olmam üzerine

 Kendimi herkesten alacaklı olarak hissediyorum ama ortada alınacak bir şey de yok.  aklıma gelmiyor yani alacaklı olduğum şey. Bundan alacaklıyım evet ama ne almalıydım; bu kişi bana neden borçluydu onu bilemiyorum, hatırlayamıyorum bir türlü. her şey çok kötü ya. daha da kötüsü; çok güzel şeylerin bizatihi kendisi çok kötü. "içinde kötülük barındırmayan bir güzelliği anlayamıyorum" derken bunu mu kast ediyordu acaba baudelaire? cümleyi eksik kurmuşum: çok güzel olması gereken bir şeyin içerisinde gizil olarak bir kötülük barındırması ve benim bundan ötürü kendimi o şeyden / kişiden alacaklı hissetmem; tüm bunlar yeterince kötü. belki de böyle olması da iyidir bir yönüyle; çünkü insanı hayata bağlayan bir yönü de var böyle hissetmenin ama yine de alacaklı olmak aslında bir çeşit eksik olmaklığa da işaret ediyor doğal olarak. 

eğitim fakültelerinin geri zekalı bir argümanı vardır, kendini gerçekleştirme diye. bütün eğitim fakültelerinin ana mottosu gibidir adeta bu. eğitim fakültesi hocalarının kahir ekseriyesi bu mevzuyu yanlış anlamıştır kanımca. çünkü kendini gerçekleştirmekle tamamlanmak aynı şey değildir. söz gelimi iyi bir atlet olmak isteyen birinin iyi bir atlet olma çabası ve sonunda iyi bir atlet olması kişinin kendini gerçekleştirmesidir but iyi bir tenisçi olan bu kişi eksik olduğu şey ya da şeylere dönük olarak tamamlanmış olmayacaktır iyi bir tenisçi olduğunda. somut bir şey olmak kendini gerçekleştirmek değildir sayın onun bunu çocuğu eğitim bilimciler. kendini gerçekleştirmek asla ve asla, hiçbir zaman, hiçbir surette başkasının yerinde olmak istemeden hayatını yaşayabilmek demektir. doktora yapmak istiyordum, yaptım. kendimi gerçekleştirmiş ol(a)madım ben. ben sadece şu an doktora yapmış ve fakat x'in yerinde olmak isteyen eksik biriyim. 

"You know the rest" tamamını göstermeye / anlatmaya gerek yok. Gerisini biliyor bi şekilde beni tanıyan herkes zaten. Tanıyan Herkesin zihninde bir şekilde ilk tanıdıkları halimle kalmak isterim feci şekilde; çünkü gerçekten bilen bilir sadece başlangıçlarda iyiyimdir. aslında herkes sadece başlangıçta iyidir ama hiç kimse ilk başta olduğu haliyle uzun süre tekrar edemez kendini. etse bile hiç kimse kendini tekrar eden birini ilgi çekici bulmaz bir süre sonra. sadece utanma hissi olan insanlar kendini tekrar etmeden devam edebilir bir süre daha. onları da severiz zaten. mai ve siyah'ın ahmet cemil'ini sevmekten yorulamaz kimse çünkü o ve onun gibiler hep bir taze edayla karşılar bizi. ("bir taze edaya kailiz biz" derken şeyh galip yoksa?) 

"Verdiği utangaçlık için Tanrı'ya şükrediyorum. Utangaçlığım beni yozlaşmaktan koruyor." 

 


14 Ocak 2023 Cumartesi

durduk yerde adamın... yahut sadece ayağım kaydı Noddles sadece ayağım kaydı

 en azından başlıkta biraz kibar olmak... ola ki okuyan varsa ürkütmek istemedim sanırım ama bilen bilir ki bu çok eski bir ekşi sözlük klişesidir ve tamamı "durduk yerde adamın amına koyan şarkılardır". herkesin vardır (mıdır) bilemem tabii ama böyle çok patetik olmasa da hatta bazen neşeli bile olabilen ama bir yerinde yahut bir yönüyle durduk yerde adamın amına koyan şarkılar var. 2 hafta önce cumartesi sabah okula giderken natalie imbruglia çalmaya başladı birden radyoda. istanbul'da istiklal'de bi yerde dinlerken çok sonra bu şarkıyı seveceğim aklıma gelmezdi. aslında niye sevdiğimi falan da bilmiyorum. öyle harika bir melodisi yahut harika sözleri falan yok ama müthiş bir ironisi vardı. eğlenceli gibi bir şarkıydı ritmi falan ama sözleri böyle tam da eğlenceli değil gibiydi. hafif bir hüzün vardı, bir sitem bile denemez belki. bir hüznü kocaman bir hüznü  kabullenmenin verdiği bir rahatlık vardı sanki. bir pop müzik şarkısı için biraz iddialı ama değil gibi de. askere gitmeden önceki son günlerdi. bi arkadaşın evinde yabancı müzik yayını yapan bir kanalda klibini de izlemiştim. klip, benim şarkıyı algılayışımla uyumlu gibiydi; daha bi sevmiştim bu yüzden şarkıyı. torn sözcüğünün anlamına bakmıştım sözlükten.  "yırtılmak, kopmak" gibi  anlamları vardı sözcüğün.. sürüden ayrılmak yani genel olana aykırı düşmek gibi çevirebiliriz sanırım türkçeye sözcüğü. neyse

"You are a little late, I am already torn" diyordu şarkının bir yerinde natalie abla. binlerce parçadan oluşan çok büyük bir puzzle'ın eksik bir parçasının veya yüz parçasının eksik olması arasında niceliksel olarak olsa da niteliksel olarak herhangi bir fark yoktur. sen biraz geciktin ben de tamamlanamadım ve bu yüzden de genele angaje olamadım gibi bir anlam verilebilir işte as i know. 



istanbul'a ilk atandığımda daha doğrusu atanmadan hemen önce sonbaharın ilk günlerinde yeni bir şarkı dönmeye başlamıştı müzik kanallarında. sonra istanbul'a atanmıştım işte, istiklal caddesinde gezerken falan kitapçılarda çalmaya başlamıştı bu şarkı, yani baya popüler olmuştu. Starsailor'un - Poor Misguided Fool şarkısı işte. cd'sini almıştım hemen. sonra da gidip sony discman almıştım bir tane ilk maaşım yatmıştı; o zamanlardı işte.  yüzlerce kez dinlemiştim sanırım bu şarkıyı. 

neyse vazgeçtim bu mevzudan yani 1 hafta önce yazmıştım yukarıdakileri ama bilmem devam ettirmek gelmedi içimden. 

bu çok garip -peculiar mı demeliydim ksfdgsfgia- e.e. cummings, faulkner okumak istiyorum orijinal dilinden hepsi bu dedim geçenlerde bir yerde. ana dili ingilizceydi bunu dediğim kişi, üstelik de amerikalıydı eleman ama muhtemelen hiç okumadı bunları ve bu yüzden de anlamadı beni ihtimal. ben de çok uzatmadım. kitap okumanın gereksiz bir şey olduğunu anlayabilecek kadar okudum. (gerçekten ingilizce mütercim tercümanlık okuma isteğimin altında  bundan başka bir neden yatmıyor. neyse bunu anlatmak çok da kolay değil; aslında daha doğrusu bu bir sebep de değil ya sanırım. 

neyse durduk yerde adamın amına koyan şarkılara devam edeyim. türkçede böyle bir şarkı yapılma olasılığı sıfırdır. tabii ki melodi anlamında demiyorum çok da sağlam bir melodisi yok zaten bu şarkının ama sözlerle uyumu enfestir enfes.. türkçedeki şarkılarda biz aşkı ya verdiği acıyla yahut da coşku ve mutlulukla anlatırız. tabii çoğunlayın batı edebiyatı ve şarkılarında da böyledir bu ama bu şarkıda joan baez abla buruk bir acı ve hak edilmemiş bir lüksün verdiği haz gibi hatırlıyor. bunu da ancak joan baez abla yapabilirdi zaten tabii bunda aşık olduğu kişinin bob dylan olmasının da etkisi vardır; kim bilir... dsadhfhsş şarkıcı olup da  nobel edebiyat ödülünü alabilen birine şarkı yapıyorsan ve üstelik de ona aşıksan sike sike iyi bir şarkı yapmak zorundasın. 


"our breath comes out white clouds

mingles and hangs in the air

speaking strictly for me

we both could have died then and there" bunu türkçe bir şarkıda bulamazsınız. mealen: "nefeslerimiz havada beyaz bulutlar gibi / birbirlerine dolanıyor ve asılı kalıyorlar / sadece kendi adıma diyorum / ikimiz de o an orada ölebilirdik" bunu türkçe bir şarkıda duyamayız. sürrealist benzetmeler bizde pek olmadı ne rock şarkılarda ne de popta. belki biraz teoman'ın baladlarında vardır bu tarz benzetmeler ama onlar bu kadar güçlü ve nesnel bağlılaşımı bu kadar kuvvetli değildir. (türkiye'de nesnel bağlılaşım'ı cümle içerisinde kullanabilen 8 kişiden biriyim kısdjfasdjlfjsadikias e o kadar t.s. eliot okuduk aq fsdgjsidfisdf)  

bir de sebebini bilmediğim,  bir şekilde beni sarsan bir şarkı var


kendimi tanıdığımdan beri  nasıl bir cümle bu aq ama cidden böyle bir şey var işte bir yer geliyor insan kendini tanımaya başlıyor. bu acaip bir şey, acaip bir ilgi.. başkası olma isteği ya da daha düzgün bir ifadeyle başkasının yerinde olma isteği: bütün bir sanat budur aslında. bunu umberto eco ve orhan pamuk'tan daha iyi anlayan çıkmadı; belki bir de ben ha bir de pink floyd var ya... kendimi konumladığım yere bak: umberto eco, ben, orhan pamuk, pink floyd... good squad ha? :) benim adım kırmızı'yı okuyanlar anladı ne denemek istediğimi gerçi çok karmaşık şeyler söylememişimim okumayanlar da anlamıştır... 



Sahnede çalan Müziğin, Rodrigo'nun "concierto de aranjuez"e benzerliği ilginç. Bir rivayete göre Rodrigo, ispanya iç savaşı sırasında vurulup düşen bir gerillanın düşme anına yaktığı bir ağıta;   bu sahnenin müziğini yapan ennio morricone'nin çocuk yaştaki bir mafya adayının vurulup düşme anıyla "selam çakması" niyeyse yadırgatıcı gelmiyor. Ama derdim bu değil.  Malum sergio leonne'nin "once upon a time in america" filminden bir sahne bu. Çocuk vurulmuştur ama Noddles'a "sadece ayağım kaydı Noddles" der. Vurulduğu için değil ayağı kaydığı için düştüğünü söylemektedir çocuk ; üstelik bunu vurularak düştüğünü kesinkes bilen birine söylemektedir. son nefesini verirken bile kendini kandırma çabası... Daha doğrusu kendini kandırırken başkasını da buna inandırma çabası, üstelik son nefesini verdiğini bildiğin anda bile bunu yapma motivasyonu... Nietzsche, Bütün felsefesini insanın bu motivasyonunu kırmaya adadı ama insanda niye böyle bir motivasyon var? niye "sadece ayağım kaydı Noddles; sadece ayağım kaydı"?

bir de bu şarkı var durduk yerde değil her zaman adamnın amına koyan şarkılardandır. klibi de her zaman adamın amına koyar. kadın adamı öptüğünde denize bakar. nehir denize kavuşmuştur (mudur) I don't know, neyse her neyse... 


devam edebilirim çünkü bir sürü şarkı var durduk yerde adamın amına koyan ama gerek yok sanırım. 10'larca şarkıyı not almıştım buraya ekleyeyim diye ama garip bir şekilde sıkıldım ve zaten konu da dağılmış yazdıklarıma bir baktım da. ve tabii buradan da klasik bir bülent aytok özaltıok özelliğine daha şahit oluyoruz: bekleneni verememek :) kimsenin benden bir şey beklediği falan yoktur tabii demek istediğim bu değil. kendimden beklediğim şeyi ben kendime veremiyorum













29 Aralık 2022 Perşembe

eksiklik üzerine yahut

 "Noksanlık: birbirine ait olanın henüz bir arada olamayışıdır.” der heidegger; belki de tüm zamanların en özgün ve anlaşılması en güç metni olan varlık ve zaman'da. (doktora tezimi bu metni esas alarak yani doğrudan varlık zaman'dan alıntılar yaparak yazdığımı; ve tezimin bu yönüyle türkiye'de neredeyse tek olduğunu söylemiş miydim? jsdhfjksdhkfvhasdkhfşs) neyse eksiklik mefhumuna kafayı yormam teorik olarak yani "aylak adam" ve "anayurt oteli"ni okumama rastlar -ki yüksek lisans tezimi de bu romanlar üzerine yapmıştım-  her iki romanda da karakterler eksiktir. aylak adam'da bay c. bayan b.'den; anayurt oteli'nde zebercet "gecikmeli ankara treniyle gelen kadın"dan eksiktir ve bu yüzden tamamlanmamış olarak yaşama -yaşayamama-ya çalışırlar. neyse işte derdim bunları anlatmak değil aslında yeterince anlattım zaten ama dönüp dolaşıp eksik şarkı'yı dinliyorum ve bundan acaip yoruldum. bir şeyin, bir kimsenin eksik olduğunu bilmek; yani bu bilginin bizde olabilmesinin sağladığı şeydir eksiklik duygusu. bir şeyin tam olduğunda nasıl olduğuna dair bir bilgi bende yoksa eksikliğe dair bilgim de yoktur. (aslında gereksiz bir info vereyim mi? aşk dediğimiz şeyin de temelinde bu söylediğime dair bir yanılsama yatar. kendimizin tamamlanmış halini karşımızdaki kişiyle birlikte olmak üzerinden tasarlayıp o kişiden eksik olmaklığımıza yani; aşk diyoruz. Bunu biraz daha karmaşık anlatınca adınız Jacques Lacan oluyor nsgsksdhslslslsaş

çok konuştum şu sıralar. instagram'da bile aktiftim baya bu bir iki haftadır :) kapatmanın zamanı gelmiş demek ki tekrardan.  rahatsız oldum bugün instagram'a attığım postlara bakınca. instagram bana normal olanı, makul olanı hatırlatıyor. makul olandan, normal olandan sapmalarımın ispatı oluyor çoğu zaman orada gördüğüm başkalarına ait fotoğraflar falan. bi eleştiri yok burada daha doğrusu kendim dışında kimseye bir eleştiri yok. insanlar neşeli, huzurlu, esprili vs. olduğunu düşündükleri anları paylaşıyor bunda ne var ki? benim de  neyse ya bir yere bağlayamayacağım sanırım bu yazıyı da. kendimi anlatabilmek isteğinden yoruldum galiba ama neyse her neyse. Sikerler... Biraz susma zamanı gelmiş sanırım. 

Michael Stipe reisin o meşhur şarkısında da  dediği gibi:  "oh no, I've said too much."




17 Aralık 2022 Cumartesi

şu durmadan kurulup dağılan evren üzerine

 geçen gün ayak üstü bir muhabbet sırasında "sadece müzik gerçek bir sanattır diğerleri tali sanatlardır belki de sanat bile değildir" gibi bir şey dedim. tabii ki temellendiremedim yani öyle ayaküstü bir konuşma sırasında edilmiş bir laftı. desteksiz sallıyormuşum gibi duruyor böyle söyleyip geçince ama çok da desteksiz sallamadım aslında. yüzde yüz böyle düşünüyorum. 

diğer sanatlar için such as resim, müzik, edebiyat... her zaman bir ön hazırlığa ihtiyaç vardır but for music sadece duyan bir kulağınızın olması kafi gelir. müzikten zevk almak için hiçbir ön hazırlığa ihtiyaç yoktur. söz gelimi bir modigliani yahut matisse resmi için alt yapınız olmalıdır yani o resmi zihninizde yeniden üretebilmek için demek istiyorum. yahut ne bileyim ulysses okumak marcel proust okumak ve bunlardan zevk alabilmek için yıllar boyu entelektüel alt yapı oluşturmalısınız ama müzik için buna ihtiyaç yoktur. müziği duyduğun andan itibaren zevk almaya başlayabilirsin. Neitzsche'ydi yanlış hatırlamıyorsam "aforizmalar" kitabında söyler buna benzer şeyleri. kendi felsefesini Wagner'le nasıl da örtüştürür ama neitzsche? neyse.. aynı eserdeydi yine yanlış hatırlamıyorsam ve buraya da yazmıştım bu aforizmayı daha önce, "her son bir erek değildir. ezginin sonu ereği değildir onun. oysa ezgi sonuna da ulaşamadı ereğine de, bir benzetiş" bir romanı, bir filmi, tiyatroyu, hep sonuna varmak için izleriz; çünkü asıl vurgu hep sonda yahut sonlara doğrudur. müzik haricindeki her sanat eseri katarsisini sonuna saklar oysa hiçbir şarkıyı sonuna varmak için dinlemeyiz. çünkü bir şarkının yahut müzik paçasının katarsisi onun içerisinde hiç bitmeyecek gibi olmaklığındadır. neitzsche'nin müzik ve müziğin bu yönüne dair soyut tespitini jean paul sartre tüm zamanların belki de en iyi ve en rahatsız edici romanı "bulantı"da (La Nausse)  bir caz şarkısı üzerinden somutlar. romanın bir yerinde kahraman bir kafeye gelmiş ve bir şarkı dinlemek istediğini söylemiştir kafede çalışan kadına:

Hemen az sonra nakarat başlayacak: zaten benim en çok sevdiğim de denize karşı yalıyarlar gibi dimdik yükselen bu nakarat. Şu an caz çalıyor, söz yok henüz, yalnızca notalar var, sayısız küçük sarsıntılardan oluşan notalar. Durup dinlenmek nedir bilmiyorlar, çelik gibi sapasağlam bir düzene bağlılar, bu düzen gereğince doğup, bu düzen gereğince son buluyorlar, bu düzen toparlanacakları, kendileri için var olacakları bir zaman tanımıyor onlara. Koşuyor notalar, acele davranıyorlar ve geçerken kuru bir vuruşla çarpıyorlar bana, sonra da yok olup gidiyorlar. Uzanıp tutmak isterim elbette onları, ama biliyorum, bir tekini bile durdurmaya kalksam rezil ve bitkin bir sesten başka bir şey kalmayacak parmaklarımda. Ölüp gitmelerini kabul etmem gerekiyor; hattâ istemeliyim bu ölümü: bu kadar acı ve bu kadar güçlü pek az izlenimim oldu.

Canlanmaya, kendimi mutlu duymaya başlıyorum. Olağanüstü bir yan yok bunda, küçük bir Bulantı mutluluğu bu: yapışkan sıvının dibinde, bizim çağımızın dibinde - mor askılar ve bir yanı çökmüş banketler çağının dibinde - yayılıyor. Geniş ve gevşek anlardan yapılmış, kıyılarından yağ lekeleri biçiminde yayılan.. 

... Bir kaç saniye daha geçsin, zenci şarkıya başlayacak. Kaçınılmaz geliyor insana bu, bu müzik gereksinimi öylesine güçlü duyuruyor kendini: hiç bir şey kesemez bu müziği, dünyamızın demir attığı çağımızdan gelen hiçbir şey; bu müzik ancak, kendi düzeniyle, kendi kendini durdurabilir. Bu güzel sesi neden mi seviyorum? Ne genişliği, ne içliliği yüzünden. Nice notanın, kendileri uzaktan uzağa can çekişirken bir olguyu doğurmaya hazırlanışını seviyorum. Yine de endişeliyim; en küçük bir olayla plâk durdurulabilir:, yaylardan biri kırılabilir, Adolphe iş olsun diye, susturun şunu diyebilir. Bir şeyin sürebilirliği-nin böylesi hafif şeylerle kesilebilmesi ne kadar garip, ne kadar heyecanlandırıyor insanı. Hem hiçbir şey durduramaz, hem her şey kesebilir müziği. Sonuncu bölüm de can çekişmekte. Ardından kesin bir sessizlik başladı. Çok iyi duyuyorum bunu, bir şey var, bir şeyler oldu. Sessizlik.

Some of these days You'll miss me honey..

Ne mi oldu? Bulantı kayboldu. Sessizlik içinde, ses yükselmeye başladığında bedenimin katılaştığımı, sertleştiğini. Bulantının yitip gittiğini duydum."

bu uzun alıntıda tam da demeye çalıştığım şeyi vurguluyor Sartre: bir ezginin kendini var etmek için yok olması gereken notalardan oluşuyor olması... bir cümleye başladığımda yahut bir tabloya başladığımda onu sonuna vardırmam gerekir ki karşıdakinde istediğim his ve anlam oluşabilsin. oysa müzikte böyle değildir bu. bir nota başlar devam eder ve biter bir sonraki nota da aynı süreci yaşayabilsin diye. ve sonra binlerce nota aynı başlama devam etme ve ölme sürecinden geçerek ortaya bir parça çıkarır. bundandır belki de müzik, kişinin kritik anlarında dönüşüm yahut kabullenişle birlikte kullanılır başka sanat dallarında. benim çok sevdiğim bir filmdir, "philedelphia" filmde tom hanks eşcinsel olduğu için çalıştığı şirketten kovulan ve fakat pes etmeyip hukuk yoluyla hakkını arayan biridir. hanks bu arada aids de olmuştur ve ömrünün de sonlarına doğru yaklaşmaktadır. her şey çok çok kötüdür. ve o tarihi sahne



"müzik sever misin? opera sever misin?" der tom hanks avukatına ve maria callas'ın ölümü anlatan o nefis "la mama morta" parçasını çalmaya başlar... bir an bütün hava dağılır, ölümü unutur hanks... birkaç gün içinde öleceğini kesinkes bilmesine rağmen ölümü anlatan bir parçayı dinleyerek kendi ölüm fikrinden uzaklaşır... bunu bir roman yahut bir tablo yapamaz asla. ben bunu demek istiyordum aslında müzik dışındaki sanatlar ikincil sanatlardır derken. 

dünya sinema tarihinin belki de en iyi yönetmenlerinden iranlı  abbas kiyaroustami'nin -ki fransız sinemasının hatta dünya sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri olan jean luc godard kiyarustemi için şöyle der: sinema dediğiniz şey benim filmlerimle kiyaroustami'nin filmleri arasındaki bir şeydir"- ölüm döşeğindeyken son kez hafız'ın bir gazelini dinlemek ister:


gerçi sanırım mohseen namjoo, o dönemlerde -gerçi hala yasaklı- iran'da olmadığı için bu abladan dinlemiştir bu parçayı bence kiyaroustemi yoksa kesin namjoo'dan dinlerdi bence: 


demem o ki ölüm döşeğinde yahut ölümün eşiğinde hiç kimse son bir kez roman okumak istemez mesela ama son bir şarkı dinlemek isteyebiliriz. 

tüm zamanların belki de en iyi, en mükemmel edebi eserlerinden biri kabul edilen Faust'ta mesela intihar etmek üzereyken dışarıdan gelen ilahilerin ezgilerini duyunca intihardan vazgeçme sahnesi vardır. intihar etmek için ipi boynuna geçiren birini çok iyi bir ressamın bir tablosuyla hayata döndüremezsiniz; bunu ancak bir müzik parçasıyla yapabilirsiniz... 

yahut şu sahne: 


bir aşkın başlamasına vesile olabilerek bir dönüşümü de müzikle yapılması dikkate değerdir. (Summer'ın burada elemana "merhaba ben hayatının amına koyacak olan kadınım" der gibi gülümsemesi de nefistir nefis... she said i love the smiths )  şarkıyı da hatırlayalım:



çeviren de iyi çevirmiş ha bu arada şarkıyı. neyse işte.,

 hayatımı filme falan alacak olsaydım şu anki dönemlerimi anlatan sahnelere astor piazzola reisin şu parçasını koyardım sanırım.


şarkının kendisi kadar ismi de nefistir bu arada. 



10 Aralık 2022 Cumartesi

 sanırım okulu bıraktım. yani ingilizce mütercim tercümanlığı bıraktım. sınavlardan -main course mu ne öyle bir ders- çok kötü geldi. 40 soruluk bir sınavdı, dinleme falan da var içinde işte neyse salı günü açıklandı. çalışmıştım da aslında ama yapamadım. çarşamba günü sabah 1 derse girdim sonra ilk ders bitince çantayı alıp çıktım bir daha da sonraki günler de yani gitmedim. ders programım değişti dedim hocanın birine ne yapacağıma dair bir fikrim yok. yani belki ara sınavlarına girerim orada geçer not alınınca bölüme devam edilebiliyormuş sanırım, neyse. henüz karar vermedim ne yapacağıma yahut yapmayacağıma. geride kaldı işte bu da öyle veya böyle. iyi oldu galiba ne bileyim gerçekleştirme yapma isteğini bu kez pek de çaba sarf etmeden savmış oldum başımdan. cuma günü yotube'dan bir şeyler dinlerken yemek yapıp yedim. özlemişim yavaş yavaş bir şey hazırlayıp yerken yotube'dan. neyse. yök'ün tez veri tabanı ve makale veri tabanından arabesk müzikle ilgili yayınlara baktım epey. bi sikim yok, gerçekten kelimenin tam anlamıyla bi sikim yok. arabesk denince aklına müslüm gürses, ferdi tayfur, ibo, orhan gencebay falan gelen net bu işten anlamıyordur. tüdanya'nın adı bile geçmemiş hiçbir tezde, makalede..  şundan daha kıral (biliyoruz kral) bir arabesk şarkı varm'ola ya:


salih kırmızı'yla bir filmi vardı bu ablanın. çekim kalitesi, diyaloglar falan çok kötüdür ama arabesk müziği ortaya çıkaran bütün klişeler vardır filmde. 2000'lerin başıydı adana'nın gerzek yerel kanallarından birinde izlemiştim filmi. adı da "sen yaşa". filmin adı bile arabesk özü verir. "beni siktir et, benim hayatım sikildi ama boş ver; sen yaşa" arabesk budur tam da. 

tekrar gitmeye başladım üniversiteye. gitmemekten de sıkıldım. daha doğrusu bilsem'den sıkıldım. üniversiteye gideyim bari dedim. robotik kodlama, yapay zeka, makine öğrenmesi, kodlama, yazılım, patent, proje vs. bunları duymaktan gına geldi. gerçi kimse zorla anlatmıyor ama maruz kalıyorum bir şekilde. benim için de önemliymiş gibi dinliyorum falan ama içimden... neyse işte. herkes çok iyi kendi halinde. akademik kariyere önem vermeyen de yok gibi neredeyse de işte bende ondan kalmamış. bugün kendi kendime niçin yüksek lisans, doktora törenlerine gitmedim acaba diye düşündüm. iki diplomayı da enstitüdeki memurlardan aldım. içime sinmedi galiba ikisi de. yani daha iyisini yapabilirdim ama beceremedim ondandır belki de. ama bir fotoğrafım da olsa olabilirdi en azından. gerçi ne kadar çok fotoğrafım olmadı. yani önemli anlara dair fotoğrafım hiç yok neredeyse. eskisi kadar küfür etmediğimi fark ettim bir de. burada da dışarıda da sosyal medyada gerçi. bir de vega ve sakin dinlemeye başladım çok fazla. laleler beyaz'ın nasıl da güzel bir şarkı olduğunu fark ettim tekrardan. 
"hoş senin de bir varoluş sebebin var
yakından uzaktan
alakam olsa mutluyum" böyle sözler barındırabilen şarkılar yapılmıyor pek artık galiba.

 François Truffaut, "400 Darbe" filmini 1959'da çekmiş. filmde çocuk yaşında fırtınalı bir hayat yaşayan ve kendini sınırlayan aile, okul gibi şeylerden kaçarak denize ulaşmaya çalışan Antoine'ın öyküsü var. bu filmden bir yıl sonra Nazım Hikmet şöyle bir şiir yazıyor: 

RUHUN

Ruhun bir ırmaktır, gülüm,

akar yukarda dağların arasında,

dağların arasından ovaya doğru,

ovaya doğru, ovaya kavuşamadan bir türlü,

bir türlü kavuşamadan uykusuna söğütlerin,

geniş köprü gözlerinin rahatlığına,

sazlıklara, yeşil başlı ördeklere,

düzlüklerin yumuşak kederine kavuşamadan,

kavuşamadan ay ışığındaki buğday tarlalarına,

ovaya doğru akar,

akar yukarıda dağların arasından,

bir yığılan bir dağılan bulutları sürükleyip,

geceleri iri iri yıldızları taşıyarak,

dağbaşı yıldızlarını,

mavi güneşlerini de dağbaşı karlarının,

akar köpüklene köpüklene,

dibinde ak taşları kara taşlara karıştırıp,

akar akıntıya karşı yüzen balıklarıyla,

dönemeçlerde kuşkulu,

uçurumlara düşüp şahlanarak,

kendi uğultusuyla deli divane

akar yukarda dağların arasından,

dağların arasından ovaya doğru,

ovaya doğru, ovayı kovalayıp

        ovaya kavuşamadan bir türlü."

filmin sonunda Truffaut, fırtınalı ruhu (Antoine) denizin sakinliğine ulaştırıyor; Nazım ise ovanın dinginliğine ulaştırmıyor fırtınalı ruhu. Bir benzetiş, benzetemeyiş ya da. 

neyse bi sikim çıkmaz bu yazıdan da nereye bağlayacağımı unuttum yine aq. küçük iskender'in bir şiiriyle bağlayayım bari:

"gece oldu mu
sev beni. sev beni tarantula
hüznünle zehirle beni.
beni intihar et tarantula.
acıma itaat et
hep bana gül!
hayatı unutturma" 
akademiden hiç kimse şu adama saygı duymadı, duyanları da dışladınız olm siz nasıl ezik böceklersiniz ya. tutmuşlar köşe başlarını kendileri gibi olmayanları almıyorlar içeri. sizin tuttuğunuz o köşe başlarını sikeyim. küçük iskender'den sacrifice okuyup elton john abiden sacrifice dinlemek varken size ram olanın da allah belasını versin.

sacrifice:

sana bugün bir abajur aldım:
bir şeyin ucunda durur da yeşil chevrolet
kapıları açık, baltimor plakalı, usta işi
teybinde elton john'dan sacrifice
biz sahile doğru yürümüşüz
ayak izlerimizde ölüp erimiş peri pelerinleri
periler birbirine düşman, pelerinler birbirine küs

sana bugün bir mektup yazdım:
en çok
en çok güllerden söz ettim
saydam, renksiz, özgür güllerden
bir gül olmak korkusundan
nedenini hatırlamıyorum ama ağladım
sağda solda yakılıp unutulmuş sönmüş sigaralar
'canım...' diye başlanılıp
yarım bırakılmış bir sürü kâğıt parçası
ruh parçası
aşk parçası
buğu parçası
haz parçası
paramparça içime paramparça bir kış gelmiş
biliyor musun ben daima
kışları saklanırım kan

kan ödüldür açıkçası
sana bugün bir kurban kestim
hala ağrıyor ve akıyor bileklerim
gelip geçici bir seyahat
üzerinde konuşulmamış bir sevgi
karşılıklı hoyrat kullanılmış bedenler
aynı dalda karşılaşan iki çocuk sincap
dal, ağacına düşman, sincaplar birbirine küs
dudaklarda müstehzi bir hal
yani bir yere vurup kaybolan far ışığı gibi
bir an aklıma vurup kaybolan o fevkalade hayal
vurup kaybolan ruh ve aşk parçaları
beyaz ve terli alnımda belirip dolaşan
delikanlı tanrının eli
usulca düzeltirken ıslak kahkülümü
otuz yıllık ömrümde ilk kez düşledim ölümü
bugün sana abajur aldım, bir mektup yazdım
sana, diyorum, bugün bir abajur ve mektup
ben bugün sana öldüm başkasına değil
hani o chevrolet yeşil, kapıları açık
teybinde elton john'dan sacrifice
avcumda, pembe, ziftli bir alyans
vurup kaybolan buğu ve haz parçaları,
biriktirdiğimiz
zamanla biriktirenle biriktirilenin
birbirine karıştığı

ben de bir eşya mıyım diye düşündüğü
üzüldüğü şey
bir tüy gibi yanınıza gelip
bir tüy gibi dokunup ürpertip
sonra
sonra geri çekildiği... sacrifice...

koskoca bir aralık ayını müzikle geçirmiştik
sokaklarda elimizde şarap şişeleri
adlarımızın yan yana olduğu
kalpler kazımıştık ağaçlara
modern çağın gereklerine inat,
biz romantiktik biz birbirimizi seviyorduk
biz ayrılmayacaktık biz arabesktik biz...
bugün bir abajur aldım sana
eve geldim
yatağın hep sol tarafında yatardın
sol taraftaki başucu sehpasına yerleştirdim onu
bir ampul taktım sarı soft hep istediğin gibi
ışığında bir mektup yazdım sana
teypte elton john'dan sacrifice
beni terk ettiğini bildirdiğin o telefon konuşması
gözlerinin gencecik mavisi
birden başlayan, o telaşla, bütün gece yağan
yağmur geldi hatırıma
nedenini hatırlamıyorum ama ağladım
yüzüme kapanan ellerin
yüzümü yeryüzüne karşı perdeleyen ellerin
o okyanus ellerin geldi hatırıma
kaset sustu kapandı yeşil chevrolet'nin kapıları

tuvalette sarıldım jilete hasretle öptüm
ampul patladı bir anda alev aldı abajur
kan ödüldür
kanımı bu gece dışarı gezmeye çıkarttım
tenler birbirine düşman, âşıklar birbirine küs
nedenini hatırlamıyorum ama utandım
utandım



neyse ilhan irem'in çok sevdiğim bir şiiri vardı -niye şarkı yapmamıştı bunu acaba-  ondan da sonra bahsederim. 



19 Kasım 2022 Cumartesi

aytok blogçuluk ve turizm ltd. şti. yahut kendi üzerime düşünmem

 bir an durup ne yaptığımı fark ettiğim anlardan nefret ediyorum; ne yapmadığımla, neler yapamadığımla yüzleşiyorum o anlarda çünkü. bazen çok güçlü bir "yapma" isteği geliyor bu yapmadığım yahut yapamadığım şeylere dair;  bir harekete geçme isteği hasıl oluyor tam da böyle anlarda ama hemen bir yerlere uzanıp  bu hissin geçmesini bekliyorum. oblomovluk bile değil bu sanırım. Yoldaş Lenin görse feci kızardı bana da. hep birlikte yer altından notların o meşhur girişini hatırlayalım mı birlikte "ben hasta bir adamım. gösterişsiz, içi hınçla dolu bir adamım ben." oysa içinde bir hınç varsa gösterişli olmak lazım gelir. ah kuzum makar devuşkin. yalçın küçük nasıl da görmüştü bu ilişkiyi -çelişki mi demeliydim?- aşkında şiddet yoktu bu yüzden de kaybetti diyordu makar devuşkin, ah kuzum makar devuşkin... (buradaki şiddet sözcüğünü eyleme geçme anlamında kullanıyor tabi ki yalçın hoca yoksa kaba kuvvet uygulama falan değil)  

acı verse de yani verebilme ihtimali olsa da bir bekleyişten daha kolay daha doğrusu gücü bir başkasının eline verip ondan bir şey beklemek kadar kolay başka bir şey yoktur sanırım bu insan ilişkilerinde. birinin bir şey için adım atmasını beklemek diyorum yani hayatı acaip anlamlı kılar. bunun kadar konforlu başka bir şey yoktur. üstelik acı çekme konforu bile verir bu şey insana. pek de hırpalamayan bir melankolinin yani yüzeysel bir melankolinin pençe-i ızdırabı kadar konforlu başka bir ruhsal durum yoktur. bütün bir hayatımı tek bir cümleyle anlatabilmem gerekseydi; iş bu cümlenin öznesi "yüzeysel bir melankolinin pençe- i ızdırabında pek o kadar da inleyemeyen ..." -bu tabii ki şeklen olmasa da mealde sözde öznedir- gibi bir özne olabilirdi galiba. orta okulda mıydım ilkokulda mı tam hatırlamıyorum ama kıştı. 15 tatilde ilk defa ablamın yanına istanbul'a gitmiştim. dönüşte topkapı otogarı'ndan tek başıma "lüks adana" seyahatin yazıhanesine gidip bilet almıştım adana'ya dönmek için. otobüs akşam kalkacaktı. yazıhanede oturup otobüsün kalkma saatini bekledim epey bir zaman. sonra ablamın verdiği parayla bir cüzdan almıştım kendime. her neyse. sonra bir ara karnım acıktı. topkapı otogarının içindeki dönercilerin birine gidip döner yedim. bütün dükkanın aynalarla kaplı olduğu dönercilerdendi. içeri girdiğimde cavit karabey'in "uğrunda ölürüm lafımı olur" (mı soru eki bitişikti orijinalinde; ki bence  arabesk bir şarkıda mı soru eki bitişik olmalı bir sakıncası yok bunun) 


şarkısı çalıyordu. şarkıyı hatırlamıştım. elazığ'daki dayımın oğlu "x abi" dinlerdi bu şarkıyı sürekli. internet güzel bir şey ya bir foto buldum 1992 tarihli tam da lüks adana yazıhanesinin fotosu. 

bütün bunları biraz önce bütün notlarını hemen hemen çıkardığım doçentlik için gerekli olan kitabı yazma isteği geldiğinde bilgisayarın yanındaki koltuğa uzanıp bu hissin geçmesini bekledikten sonra yazdım. demin de demiştim, ne zaman içimden bir şeyler yapmak gelse hemen bir yerlere uzanıp  bu hissin geçmesini bekliyorum.


arka plan fotosunu da değiştirdim, tarkovski'nin bir filminden bir sahne. neyse işte, batmak üzere olan esnafın dükkanında son bir tadilat yapması gibi. yerel radyolara reklam mı versem acaba? "yenilenen mekanı ve güler yüzlü hizmet anlayışıyla sizlere hizmet vermekten onur duyan "aytok blogçuluk ve turizm ltd. şti." fjklsadajlkaslkgsd 



5 Kasım 2022 Cumartesi

"ben bu kadar değilim" yahut üç ev görsem şehir sanmam üzerine

 son baharın ilk günleri. güneşin hafiften batmaya yüz tutmasına rağmen ısıtmaya -yakmaya değil- ama sonbahar günleri. kolum ve ayağımın bir kısmı güneşte kalmış, rüzgar çok hafiften hızını artırmış; güneşin yakmasına izin vermiyor. tek tük insanlar var rüzgarın şiddetiyle hafiften yükselmeye başlayan dalgalarla boğuşuyor olmalılar. eğlendiklerine işaret eden çığlıkların şiddeti artınca hemen ardından dalganın sahile vurma sesi geliyor. hafifçe doğrulup güneşe bakmak istiyorum ama sonsuza kadar bu anı yaşamak isteyeceğim için bakmıyorum. son baktığım yerde olmayacak güneş biliyorum çünkü. bana zamanı hatırlatacak hiçbir şeyin olmadığı bu sahilde güneş zamanın ilerlediğini hatırlatabilir bana şayet bakarsam. ne düşünmeliyim acaba şimdi diyorum içimden. hiçbir şey düşünemiyorum fakat. ayağıma yapışan kumları şezlongun ucuna hafifçe vurarak dökmeye çalışıyorum .döküldü mü dökülmedi mi anlayamıyorum ama bakmak da gelmiyor içimden. birazdan kolumdaki ve bacağımdaki güneşin yakma hissi kaybolacak; bu anın sonsuza kadar süremeyeceğini bildirmek ister gibi bana. bir şeyler düşünmek istiyorum olmuyor. olsa ölürüm / olmasa ölürüm dediğim şeyler uzakta bile değiller sanki. bir türlü dönemiyorum o anlara. beni o anlara ve başka tüm anlara götürebilecek yegane şey güneşin birazdan tenime değmeği bırakması olacak. bundan zamanın ilerlediğini güneşin batmaya iyice yaklaştığını anlayacağım. 

    bu ana bir müzik yakışacak olsaydı Astor Piazzolla'nın  Oblivion'u yakışırdı sanırım. yine de emin değilim sonuçta astor piazzola denen adam da arjantin'in kerhane müziğini yapıyordu. bizim kerhane müziğimiz de arabesk aslında. burada yazmıştım daha önce de yanlış hatırlamıyorsam 80'ler türk sinemasında çoğunlayın bir kerhane sahnesi bulunur ve bu sahnelerde hep arabesk çalar. orada çalan arabeskler müslüm gürses, ibrahim tatlıses, orhan gencebay, ferdi tayfur gibi arabeskin popüler isimleri değildir genelde. merkeze yaklaşma hayaliyle bir şekilde albüm yapmış ama pek de başarılı olamamış tüdanya, attila kaya, hüseyin altın, kamuran akkor, bergen vs. gibi isimlerdir. şimdilerde bergen'in popüler olmasına aldanmamak lazım 80'lerde falan baya bi itilip kakılmış kaset camiasında ve hep 3. sınıf yerlerde çıkmış. (çocukken niyeyse bizim apartmana gelmişti hatta bir ara ne alaka aq gerçi müslüm gürses de gelmişti)  genelevlerle gerçek arabeskin kaderi ortaktır aslında. her ikisinde de sınıf atlama isteğinin tezahürünü okuruz. yukarıda yazdığım müslüm ve türevi arabeskçiler sınıf atlamaya vukuf olmuş arabeskçiler; o yüzden onların yeri yok genelev sermayeleri arasında artık. genelev sermayeleri de sınıf atlama isteğiyle kötü yola düşmüş ve bunu aşamamış insanlar bir nevi. tıpkı tüdanya, bergen vs. gibi işte. 

    elimde bir istatistiki veri yok tabii ki ama uzun yıllara dayanan bir gözlemin sonucudur ki bu üçüncü sınıf arabesk şarkıcıların şarkılarının leitmotiv'i kesinlikle "kader"dir. genelev sermayelerinin de adı hakeza kader'dir çoğunlayın.




ama yine de illa yukarıdaki gibi bir sahilde hiçbir şeye yakın olmadığım her şeye uzak olduğum bir zamanın müziği galiba eleni karaindrou ablanın "sonsuzluk ve bir gün"ü olurdu. angelapulos yoldaş nasıl da seçmiş bu müziği bu sahneye ama çakal.. 




"Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza" ki aslında ben  bunu yazacaktım bununla alakalı yani ama başka bir yere savruldu her zamanki gibi yazı. fakat yine de şunu söylemden geçmemeliyim ki ne zaman üç güvercin görsem meksika geliyor aklıma ve hatta ne zaman üç ev görsem bir şehir sanıyorum. tabii ki

"ben bu kadar değilim."

16 Ekim 2022 Pazar

Sarabande yahut ah keşke ben bir toprak olsaydım...

 görüldüğü üzere son derece gereksiz bir temayı daha hayatımın anlamıymış gibi hissediyor olmanın coşkusuyla huzurlarınızdayım. (artık buraya bir şey yazmayacağım

gerçekten burayı unutmaya karar vermiştim. barry lyndon'dan bir sahne aklıma takıldı bir ara bugün okuldayken pardon merkezdeyken. sahneyi hatırlamaya çalışırken handel'in "sarabande"si.. derken karanfil elden ele... yani çok acaip! gerçekten anlamakta zorlanıyorum; bundan 350 sene önce almanya'da doğmuş bir besteci nasıl oluyor da benim hayat hikayemi notalara dökmüş olabiliyor? yahut stanley kubrick efendi niye böyle bir film çektin yahut nasıl aklına geldi böyle bir film çekebilmek hadi bunu akıl ettin sarabande'i nasıl akıl ettin filmine müzik olarak kullanmayı? 

whatever.. "Oh my lord, I wish I were dust." 

8 Ekim 2022 Cumartesi

son yazı yahut içimdeki şarkının bitmesi üzerine veyahut bu da bir nesr-i muhzin- i diğer

 çok eskiden dinleyip sevdiğin, ezberlediğin bir şarkıyı mırıldanırken  şarkının bazı kısımlarını hatırlayamadığını fark ettiği bir an var insanın. tuhaf bir an oluyor bu unutuşu fark etme anı. ilk dinlediğin anın sonra şarkıyı daha çok sevmene neden olan anıların o şarkıya bir şekilde eklenmesi falan her şeyin bir çok şeyin temerküz ettiği şarkıyı içinden söylerken bir yerde sözlerin kesildiğini fark etmek adını ancak marcel proust gibi birinin koyabileceği bir anın yaşanmasına neden oluyor. otobüsle şehirler arası yolculuklar yaptığım sıralarda çok uzak bir yere gözüm takılırdı. otobüs ne kadar giderse gitsin asla yaklaşılamayacak asla geçilemeyecek gibi gelirdi başlangıçta o yer. ama bir yer gelir orayı da geçersin. nasıl geçtiğini fark edemeyeceğin kadar uzun bir andır o an. gideceğim yere vardıktan bir zaman  sonra zihnimde işaretlediğim o uzak yeri nasıl ve ne zaman geçtiğimizi düşünüp bulamam hiç. fark etmeden geçip gitmişizdir o uzak yeri bir şekilde.

bugün -yani 8 ekim 2022- sonbahar geldi adana'ya. ayaklarımın üşüdüğünü hissederek uyandım bugün ilk defa.  ince bir soğuk vardı. bugün adana'ya sonbaharın geldiğini hissettim. dilime dolanan çok sevdiğim bir şarkının bazı bölümlerini hatırlayamadığım bir gün de oldu bugün. büyük bir ceviz ağacı var apartmanın arka bahçesinde. bütün yaprakları sararmıştı onu fark ettim sabah camdan bakarken. adana'ya sonbahar gelmiş dedim içimden. sonra şarkı dolandı dilime. bir yer geldi sözlerin bir kısmını hatırlayamadım.  sanırım hayatımın da sonbaharı geldi dedim; bu defa içimden değil ama mırıldanarak. bunu ilk defa bugün hissettim. adana'ya da bana da sonbahar geldi. milyonlarca yıldır adana'ya sonbahar geliyor daha da gelecek. bana ilk defa geldi. ilk defa bir istanbul sonbaharında dilime dolanan şarkı son defa bir adana sonbaharında bu defa eksik bir şekilde tekrardan dolandı. 

  sanırım hayatımın da sonbaharı geldi dedim sonra içimden (bu defa içimden) demiştim. bunu ilk defa bugün hissettim. adana'ya da bana da sonbahar geldi dedim. 

içimdeki şarkı falan bitmedi aslında ama galiba bitmiş gibi (bütün bir doktora tezimde bunu anlamaya anlatmaya çalışmıştım: mış gibi yapmayı yani. oğuz atay yazabilmişti mış gibi yapmanın romanını ben de tezini yazarım onun romanları üzerinden dedim ama pek olmamıştı malum. 

başlıkta hala humour kovalamaya çalışmam... ben giderim sense of humour'um kalır / dostlar beni hatırlasın :)


şarkı da buydu 





1 Ekim 2022 Cumartesi

tesadüfün imkansızlığı yahut bir mendil niye kanar adlı tübitak projesi.

uzun bir süredir görmediğimiz biriyle hiç alakası olmayan bir yerde karşılaşmak için devreye giren olasılıkları düşününce; o birisiyle tesadüfen karşılaşmak falan neredeyse imkansız gibi bir şey olduğuyla yüzleşiyor insan. fakat bir yer geliyor karşılaşabiliyor da insan. tabii bu karşılaşma lucha de gigantes'vari bir karşılaşma da olabilir; hiçbir şey ifade etmeyen bir karşılaşma da olabilir. i don't (k)now. 

3 hafta oldu yeni okulda; daha doğrusu MERKEZ'de. buraya başlamadan önce kendi kendime "artık erken gitmeyeceğim" demiştim. çalıştığım bütün okullarda dersim başlamadan  en az 30 dakika önce okulda olmuşumdur. ama bu defa tamam bu kadar yeter artık erken gitmeyeceğim buraya dedim the kendi kendi  kendime... çünkü bu okul pardon merkez acaip large bir yer. dedim bari buraya zamanında tam ders başlarken gideyim artık ama olmadı. buraya da dersim başlamadan en az yarım saat önce gidiyorum. yol çok kısa 5 dakika falan sürüyor arabayla. acaip yoruldum bu her yere erken gitme takıntısından.

"korkuyorum biletim yanar sıram geçer diye.."

"Çok erken gelmişim seni bulamıyorum,
Bir şeyin provası yapılıyor sanki."

"Her yere yetişilir  
Hiçbir şeye geç kalınmaz"

BUUUUUUUUUUUU BİLSEM nam okul pardon merkez sanırım pek bana göre değil. kendimi orada gerekli hissedemedim. yani ben olmasam da olur. bu yüzden varsa hakkım bu yıl tayin isterim oradan. öğrenciler falan çok iyi temiz çok ahlaklı çok zeki. benim verebileceğim bir şey yok onlara. aksine bazen durup bakıyorum çocuklara nasıl da zeki ve ahlaklılar. nasıl da lab demeden labaratuvarı anlıyorlar ama ben acaip yorgunum sanırım o çocuklara bir şey verebilmek için. 

küçükköy duygu hastenesi duruyor mu hala acaba? nasıl da şüphelenip teşhis etmişti doktor hastalığımı ama. vay be... gün içerisinde belki onlarca defa doktorun akciğer filmime bakıp maskesini takması ve ardından yedikule hastanesine git demesi geliyor aklıma.  okuldan öğretmen arkadaş F'yi aramıştım sonra benimle hasteneye gelsin diye. hiç gücüm yoktu. sonra yatış işlemleri. sonra S'yi aramıştım akşam. ağlamıştım. yatış işlemlerini yapan memur "iyi mesai bitmeden geldin yoksa yarına kalırdı; zaten bu da son yataktı boş olan demişti. farkında olmadan hasteneye de erkenden gitmiştim, geç kalmamıştım. 

hiçbir yere gecikmezsen o amına koduğumun mendili kanar işte. bilsem'deki hocaların hepsi "proje yap mutlaka" diyor tamam diyorum ben de. ne diyim aq? güzel bir proje konusu aslında:

"Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar?"10 numara proje. öğrenciler ve danışman bir mendilin niye kanadığını bilimsel yöntemlerle açıklayacaklar, hepsi bu. bilimi ne aq? çok afedersin şekerim. 

heh Fuzuli'nin de dediği  gibi biraz:
 "aşk imiş her ne var alemde / ilm bir kıyl û kâl imiş ancak"