veridis quo malum daft punk'ın hayli lezzetli bir şarkısıdır hatta bence en iyi parçasıdır. latince bir söz gibi duruyor ama doğrudan bir anlamı yokmuş; zaten şarkının adına bakar bakmaz da isa'ya yöneltilen o meşhur soruya bir atıf olduğu anlaşılıyor: "quo vadis domine?" isa birgün elinde çarmıhla yürürken aziz petrus'la karşılaşır ve petrus ona bu meşhur soruyu sorar: "quo vadis domine?" nereye bu gidiş hazretleri gibi bir anlama geliyormuş. isa da cevaben: "sen kuzularımı bırakıp uzaklaştığın için ben tekrar çarmıha gerilmek üzere roma'ya gidiyorum." bu enstantanenin Annibale Carracci tarafından şöyle resmedilmişliği de var hatta:
25 Mayıs 2024 Cumartesi
veridis quo yahut quo vadis domine
11 Şubat 2024 Pazar
parasız yatılı yahut Fürüzan üzerine
bugün Fürüzan ölmüş. haberi gördüğümde içimde bir şey kıyılır gibi oldu. lisansın son günleriydi hoca derste bu öyküyü tahlil ederken bu öyküyü okumuştu. öykünün sonunda "parasız yatılı imtihanlarının çocukları hep erken gelir. hiç gecikmezler" cümlesini okuduğunda içime bir yumruk gibi oturmuştu bu cümle. yıllarca yıllarca bu cümle kadar içime dert olan bir cümle daha olmamıştı desem yeridir. hislerimi anlatamam Fürüzanla ilgili. sadece kend, kişisel tarihime bir not düşmek içi yazıyorum bunları. bir yakınım, çok yakınım gibiydi hep. çok üzgünüm.
bir de 2012'ydi sanırım. kitap fuarında dolaşıyorduk. yky standında bir kadın tek başına oturuyordu. yaklaştık standa doğru. "fürüzan bu" dedim. bir iki kitabını almıştık. imzalatmadık. onu tanıdığımızı, çok sevdiğimizi ima eden bir iki şey söylemeye çalıştık, gülümsedi, teşekkür etti. çok üzgünüm.
19 Haziran 2023 Pazartesi
bat dünya bat
hiç kimse gerçekten hiç kimseyi okumuyor, anlamıyor, dinlemiyor, görmüyor, sormuyor.
Hiç kalmadı soran: Ne var insanda?
Ben duvarda ezik bir böcek miyim?
Yoksa, pırıl pırıl, tek damla kanda,
Kainatı süzen bir mercek miyim?
arabeks müzik hakkında bazı mülahazalar
başka yerlere link eklemeyi beceremediğim için buraya ekleyeyim dedim yazıyı. neyse
bundan sonraki postlarda yer yer küfür ve rahatsız edici ifadeler olabilir; olmayabilir de bu arada. bu yüzden sessize alabilir yahut engelleyebilirsiniz.
çok da eski olmayan eskiden twitter'da içip içip hiç bi sike derman olmayan konularla ilgili flood yapardım bilen bilir. rastgele -aslında benim için pek de rastgele olmayan konularla ilgili olurdu bu floodlar; söz gelimi 400 darbe yahut bisiklet hırsızları gibi filmler yahut "arnold schönberg ve atonal müzik üzerine ya da ne bileyim geç dönem rus romantizminin -ah kuzum Sergei Alexandrovich Yesenin'i hatırlamak ne güzel olurdu şimdi- dünya şiiri ve müziği üzerine etkisi gibi konular olurdu bunlar. daha sistematik yazmak istediğimde makale falan yazardım, yazmaya çalışırdım diyeyim. neyse artık ne twitter ne blog kullanıyorum; makale yazmak da son derece gereksiz geliyor ama yine de bazen bir şeyler demek istiyor insan.
arabesk müzik üzerine biriktirdiğim notlar vardı. (kafamda) onları buraya yazma isteği hasıl oldu birden bire bünyede. sarı kutu tuborg + kısa parlıament eşliğinde yazardım genelde tweetleri (camel soft paket çok bozmuştu o ara bilen bilir). ne çok şeyi bırakmışım... twitter (twitre), blog, sigara vs. kafamdan yazacağım için sistematik bir bütünlük arz etmeyecek bu yazdıklarım ama yukarıda da dediğim gibi bizim atonal müzik sevdamız epey eski ve köklüdür maşallah... resimde de 10 numara non - figuratifimdir şekerim bilen bilir. atonal müziğe ve non - figüratif resme meyyalsen belasındır bu ülke entelejensiyası için...
Arabeskin başladığı sosyoloji falan bunlar için tabii bir sürü şey söylenebilir. arabeskin müzikal altyapısı hakkında da binlerce kaynağa değinildi ama bence bakmayın adının Arabesk olmasına, Arabesk müziğin bence asıl ve tek müzikal kaynağı Hint müziğidir. Özellikle Raj Kapoor'un "Awaraa" (avare) filminin Türkiye'de gösterilmesiyle başlayan bir süreç var. (Bu arada acaip severim Raj Kapoor'un yönetmenliğini de oyunculuğunu da) Raj Kapoor'u seslendiren (playback mi demek lazım?) Mukesh diye bi şarkıcı var; şarkılarını dinleyince bu şarkıların birçok Arabesk şarkıyla neredeyse aynı altyapıya sahip olduğu net anlaşılır.
Hatta Awaara filminin çıkış şarkısı "awaara hoon"un sözleri de tamamen Arabesk şarkılarla birebir benzeşir. "Bahtım kara, kara alın yazısı, vefasız sevgili...vs. gibi sözler içerir bu şarkı
Ferdi Tayfur'un avareyim şarkısı da tesadüfi bir şarkı değildir bu minvalde:
Ayrıca Arabesk şarkıcıların yaptığı filmleri izlediyseniz şayet Raj Kapoor'un filmlerine çoğunlayın birebir benzediğini görürsünüz.
arabesk müzik biraz da zeki demirkubuz'un "kader" filmindeki atmosferin müziğidir esasen.
içinde doğduğu bireysel iklimi bundan daha iyi anlatan tirad yoktur. Filmin adının da kader olması ayrıca dikkate değer. (kader kavramı = arabesktir aslında)
30 Mayıs 2023 Salı
utanma yahut özgüven üzerine
utanma'nın erdemi üzerine tolstoy'da, dostoyevski'de, ingmar bergman'da, tarkovski'de, oğuz atay'da, kierkegaard'da heidegger'de bir şeyler görürsünüz, bulabilirsiniz; özgüven'in iyi bir şey olduğuna ise kişisel gelişim kitaplarında, 2. sınıf psikologların yazdığı kerameti kendinden menkul metinlerde, dünyanın kendi etrafında döndüğünü zanneden şımarık insanların cümlelerinde rastlayabilirsiniz. dünyayı utanma duygusu olan insanlar iyi bir yer yaptı; özgüvenli insanlar ise onu berbat etti kişisel çıkarları, hisleri için. türk eğitim sistemi ve dünyanın geri kalan diğer tüm eğitim sistemleri özgüvenli insanlar (birey demiyorum özellikle çünkü özgüvenli birisi birey olamaz; zira özgüven insana kendini fark ettirebilecek bir şey değildir bu yüzden de bireyde olamaz özgüven.
burada zaten bolca anlatmaya çalıştığım bir şeyi farklı cümle ve örneklerle tekrar etmenin bir kıymet-i harbiyesi yok. tüm bunların farkındayım da ne oluyor hissi geliyor bu ara sık sık. yukarıdaki denklemin utanma tarafında olduğumu söylememe gerek yok sanırım. ama özgüven adı altında kendini dayatan insanları artık idare etmeme kararı aldım. daha doğrusu kendini dayatan, karşısındakini kendisi için varolan olarak kodlayan insanları artık uzak tutacam kendimden. gitsin başka yerde oynasın her kimse bunlar. feci yorulmuşum. bunu bir kez daha fark ettiğimde çok geç olmasını istemiyorum. bütün bir hayatımın yüklemi "bir başkasına ağırlık vermemek" oldu. bunu anlayıp böyle kabul edenlerle bir şekilde ilişkimin boyutu her ne ise devam etti, edecek, eder; ama başkasına ağırlık vermeme hasletimi "eziklik" olarak algılayanlarla mesafe koyma zamanı geldi. aslında 20'li yaşlarda yapmak gerek bunu ama ben pek beceremedim şimdiye kadar.
geçen gün bilgisayar başında öyle mal mal bakınırken birden kalkıp kitaplıktan roland barthes'in "bir aşk söyleminden parçalar" kitabını aldım ve rastgele bir yerden açıp okumaya başladım. sonra istemsizce hiçbir mantığı yok ama ulus baker'in kitaplarını aldım kitaplıktan. 90'ların sonunda soğuk bir kış günü bir barda ulus baker'le bira içip sigarayı sigarayla yakarken soğuk, estetik ve aşk acısı üzerine konuşmayı çok isterdim. öğrencisi olmayı en çok istediğim kişidir kendisi. şayet üniversiteye hazırlanırken ulus hocadan haberim olsaydı kesinlikle tek tercih odtü yazacak şekilde hazırlanırdım sınava. "hiçbir şey kendini olduğu gibi yani asıl olduğu haliyle sunamaz bize, bu yüzden estetiğe ihtiyaç duyarız; o şeyin içkin olanını ortaya çıkarabilmek için" diyorsunuz mealen hocam, peki şu halde aşk da bu değil mi? karşımızdaki kişide ve kendimizde olanı tüm yönleriyle dışa vurma isteği değil mi aşk, diye sormak isterdim hocaya. tabii ki hoca çakal, inceden inceye anlardı ne demeye çalıştığımı. sonra bir sigara daha yakıp birasından bir yudum alıp "arzu..." diye başlardı muhtemelen sonu bucağı olmayan bir cümleye.
neyse, kitaplıktaki raflarda aranırken nietzsche'yle göz göze geldim. kendimi kandırmaktan vazgeçmek için daha erken diye geçti içimden ve almadım onu raftan. doktora tezimin yaklaşık bir 30 sayfalık bölümü, "varoluşsal bir fenomen olarak yalan" başlığını taşıyordu ve başlığın girişi de şu şekildeydi:
"bizi çok iyi tanıyan insanlara söylediğimiz yalanlar aslında yalan değildir. bir tür kendimizi affettirmek biçimidir, bunu yalanın aslında kurgusal bir gerçek olması gerçeği de tamamlar. benliği tehlikeden korumanın bir yöntemi (belki de en kurgusal yöntemi) olması hasebiyle aynı zamanda bazı durumlarda ben'in olmak isteyeceği ben'i imlemesi hasebiyle de yalan'ı varoluşçuluk tahlillerinde bir aygıt (fenomen) olarak kullanmak yerinde olacaktır."
sonradan komple çıkardım bu bölümü tezden. hatta tez danışmanıma da söylememiştim bunu. zaten aslında ben kendi birkaç derdimi söyleyebilmek için yazıyordum bu tezi. öyle akademik kariyer falan çok da sikimde değildi, hala da değil. kim siker türk akademisini, açıkçası zerre kadar umurumda değil akademi falan. ben kendime yalan söylüyordum sürekli ve bunu kendimle barışmak için yaptığımı fark etmiştim. bir şey bana kendimi fark ettirmenin aracı olabiliyorsa şayet; o halde bu şey bir varoluşsal fenomen olmalıydı. nietzsche, dostoyevski ve hans holbein'in "the ambassadors" tablosu üzerinden "yalan"ı anlatmaya çalışmıştım. yalan'ın gerçeğe bir çeşit bakma olduğun falan anlatmaya çalışmıştım. kendime bakarken yalan'ın dolayımına başvurduğumu bunun da yalanın temel işlevi olduğu ve saire ve saire.. Şeylere, kimselere doğrudan bakabiliyordum ama kendime bakamıyordum. "Yalanla birlikte insanın kendine özel bir alan açama çabası esasen insanın Kendi gibi olma çabasına tekabül ediyor fakat bunu olmayan bir şey yani yalan bir gerçek üzerinden yaptığı için Kendi olmaya çalışırken de aslında bir başkası oluyor insan ve böylece ortaya dehşetli bir paradoks çıkıyor: insan Kendi olmaya çalışırken bile bir başkası oluyordur." burada bir yerde orhan pamuk alıntısı vardı "benim adım kırmızı"dan. kendime yalan söyledikçe kendim olamamakla lanetlendiğimi fark ettiğimi hatırlıyorum.
"Yo, hayır
yapamaz bunu, yapmasın bana dünya
söyleyin
aynada iskeletini
görmeye kadar varan kaç
kaç kişi var şunun şurasında?"
malum bu satırlar bu bloğa da adını veren "celladıma gülümserken" şiirinden. ismet özel'e göre çok da yalnız değildim bu konuda bu dizelere bakarsak ama neyse kendi gibi olamayan milyarlarca insan olsa da bu bir şeyi değiştirmiyor açıkçası. kendi gibi olamayan milyarlarca insanın oluşturacağı bir küme en sonunda boş kümedir. içi tıka basa dolu boş bir küme.
21 Mayıs 2023 Pazar
duvar yahut dinleyemediğim şarkılar
"kendinden az bahseden insanlar soylu ikiyüzlülerdir." der nietzsche. beni bunun kadar iyi anlatan başka bir cümle okumadım şimdiye değin. aslında tabii nietzche bunu kendinden az bahseden bahsettiğinde de aslında amacı karısındakini kendine dair bir fikir edenimesin diye onu manipüle eden kişiler için kullanmıştır. bu yüzden de bu kişilere yaptıkları şeyin içerisinde zeka olduğu için sadece ikiyüzlü demez soylu ikiyüzlü der. benim durumum biraz daha farklı sanırım. yüzeysel biriyim ben. o yüzden de pek de bahsedecek bir şey çıkmıyor benden. öğretmenler odasında falan çok olur sürekli kendinden bahseden "ben şöyle biriyimdir ben böyle biriyimdir" diye. kahvaltı yaparkenki yiyecek tercihlerini bile 20 dakika anlatabilen öğretmenler olur. burada kastettiğim şey kahvaltıda yemeyi sevdiği bir yiyecekten yahut güzel bir kahvaltı yapılabilecek bir mekandan bahseden kişiler değil. çünkü burada bir paylaşım söz konusudur. "ben şuradan alınmış şu olmadan kahvaltıya oturmam" diyen kişidir burada bahsettiğim kişi. bu kişi, bunu öyle bir anlatır ki tavırlarından, ses tonundan nasa'nın mars misyonunun başındaki kişinin mars'a yumuşak inişle ilgili yaptığı basın toplantındaki halinden bile daha önemli bir şey anlatıyor gibidir ama hepitopu peynirden yahut zeytinden bahsediyordur aslında. ben buna soysuz ikiyüzlülük diyorum. tabii bunun bir önemi yok ama öyle.
house md final yapalı bugün 10 yıl olmuş. asla izlemedim finali, izleyemedim daha doğrusu. massive attack'ın dizi için kullanılan soundtrack'ini de bir daha hiç dinleyemedim dizi bittikten sonra.
bugün 21.05. 2023. ne kötü bir gündü bir sene sonra ondan önce ne güzel bir gündü. I am stumbling in the dark. gerçi şarkıda you are diyordu ama ben bu kısmı üzerime alıyorum çünkü niye almayayım because tökezliyorum karanlıkta sometimes.
soylu bir ikiyüzlü olmamak için bazen burada kendimden bahsediyorum ama yine de ben ikiyüzlü biriyim. 21.05'in benim için ne anlam ifade ettiğini dahi ima bile etmiyorum sadece önemli bir gün bugün diyorum o kadar.
ama
"Ben oysa
herkes gibi
herkesin ortasında
burada, bu istasyonda, bu siyah
paltolu casusun eşliğinde
en okunaklı çehremle bekliyorum
oyundan çıkmıyorum
korkuyorum sıram geçer
biletim yanar diye"
hiçbir şeye başlayamıyorum, hiçbir şeyi yaşayamıyor; hiçbir şeyi bitiremiyorum tam olarak. sadece bir yerlerde bulunuyor, oralarda duruyorum; bunları yaparkenki tek motivasyonum "korkuyorum biletim yanar sıram geçer diye" biletim var mı yok mu onu da tam kestiremiyorum artık. yani hiçbir şeye biletim yok, almıyorum da ama biletim yanacak ve sıram geçecek diye korkuyorum. (bazen biletin yok, bu yüzden korkmana da gerek yok diyor birileri, bunu idrak etmemek için anlamamazlıktan geliyorum
bir de peyk'in don kafa şarkısını hiç dinleyemedim 7 sene olmuş.
7 Mayıs 2023 Pazar
“Tanrı, benimle ne kastetmiş olabilir?”
malum kierkegaard'ın meşhur bir retorik sorusudur, "tanrı benimle ne kast etmiş olabilir" sorusu. buna verilen cevap, verebileceğin cevap seni en yalın ortaya koyacak olandır.
öncelikle bu soru kendini kendin olarak tanımlayarak gerçeği faş edemeyeceğini savlıyor. "bu akşam yorgunum, evde biraz dinleneceğim" dediğimde arkadaşım bununla ne kastettiğimi bana sormayacaktır doğrudan çünkü çok açık bir gerekçe sunuyorumdur ona ama iki olası sonuç var burada. bu cevap ona ya yetecektir ya da yetmeyecektir. bu cevap ona yeterse bir sorun yoktur ortada. fakat yetmezse cevabım; arkadaşım acaba gerçekten neden gelmek istemiyor yoksa.. diye bir soru sorduğu andan itibaren neyse sikerler ya
bu başlığı taşıyan bir nevi şimdiye kadarki hayatımın muhasebesi de sayılabilecek bir şeyler yazacak ve tanırının benimle ne kast ettiğini söylemeye çalışacaktım ama vazgeçtim; çünkü sanırım tanrı benimle hiçbir şey kastetmedi. tanrının bizimle kastettiği şey aslında biraz da bizden sonra geriye kalacak olanlardır; bu yüzden benden geriye pek de bir şey kalmayacağı için tanrının benimle pek de bir şey kastetmediğini anladım. edip cansever'in kendinden sonra geriye hiçbir şey kalmadığını anlatan:
"Ne kalır benden geriye, benden sonrası kalır / Asıl bu kalır." dediği yerdeyim; baya bi aşikar.
gülmenin bana yakıştığını söyleyen birkaç kişi olmuştu; güldüğüm kalsın. bir de birkaç şarkı. yeni türkü'nün bir şarkısı vardı o geldi aklıma tam buraya gider:
benden geriye kalır dediğim şarkılardan biri bu değildi sadece yazdıklarıma çağrışım yaptı. olur da merak eden varsa o şarkıların qr kodunu vereyim :)
27 Ocak 2023 Cuma
taşların yerli yerine oturması yahut her şey yerli yerinde
tanpınar'ın çok sevdiğim bir şiiridir "her şey yerli yerinde" şiiri. bahsetmek istediğim asıl şey bu değil ama bu defa gerçekten buraya yazdığım son yazı bu galiba. yani cidden son olmasını bu defa gerçekten istiyorum. birkaç defa daha yazmayacağım buraya demiştim ama onlarda genellikle yazmamam gerektiğini düşündüğüm için yazmayacağım buraya artık diyordum fakat bu defa yazmamam için bir neden olduğundan değil artık yazmak istemiyorum sanırım; ondan bu defa.
"Her şey yerli yerinde; masa, sürahi, bardak,
Serpilen aydınlıkta dalların arasından
Büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyor zaman
Sessizlik dokunuyor bir yerde yaprak yaprak…"
bir yer geliyor aslında hayat dediğimiz şeyin herkesin kendi hayatındaki şeyleri yerli yerine koyma çabasından ibaret olduğunu fark ediyor insan. (bugün 26 ocak çarşamba. saat sabah 10. kahve içiyorum şu an. perdeyi açtım; yakmayan bir güneş odaya hem çok güzel bir sıcaklık hem de güzel bir doğal ışık veriyor.) hiç kimse kendi hayatı söz konusu olduğunda düzensizliğe ve boşluğa tahammül edemiyor. hemen her şeyi yerli yerine koyma çabasına girişiyor en ufak bir sarsıntıda herkes. iş arkadaşları şuraya / aile şuraya / eski arkadaşlar şuraya / bu koltuk buraya / ev işleri / yatırımlar / çocuğun okulu / vs. hemen bunları yerli yerine koyup sonra da bunları yerli yerine koymamış (koyamamış belki de) insanların hayatına özenmek, bazen kıskanmak ama tüm bunları hiçbir şekilde kendi düzenini bozmadan yapmak... (çünkü aslında hepimiz köpek gibi biliyoruz ki tutku dediğimiz yahut yaşama sevinci dediğimiz şey düzensiz olanda hissedilebiliyor sadece.)
(izlediğimiz filmler, okuduğumuz romanlar falan da hep böyle değil mi ya? her şeyin yerli yerinde olduğu bir hayatları, evleri olan birileri mesela, para verip hayatındaki hiçbir şeyin yolunda gitmediği insanların hikayesini anlatan filmleri izliyor, romanları okuyor. "eternal sunshine of the spotless mind"* filmi burada söylemek istediğim her şeyi o kadar güzel özetler ki; her şeyi darmadağın olmuş birinin her şeyi yerli yerine koyma çabasının beyhudeliğini; her şeyini yerli yerine koyabilmiş milyonlarca insan konforlu bir şekilde izledi / izliyor / izleyecek.
"tüm bunları yeni mi fark ettin sığır" diyebilirsiniz. hayır yeni fark etmedim tabii ki, yeni kabullendim diyelim. bu basit gerçeği fark etmemek için salak olmak gerekir; ortalama bir zeka seviyesine sahip herkes bu yalın gerçeği çok rahat fark eder fakat bazıları kabullenemez ya da geç kabullenir demek istiyorum.
tanpınar'ın yukarıdaki dörtlüğünde zaman bir ceylanın bakışı üzerinden somutlanmış. günlük hayatımız içinde zamanı fark etmeyiz. (süreyi kast emiyorum) fark ettiğimizde ise zamanı -işte burası filmin koptuğu yer oluyor- durdurmak isteriz ama nasıl ki ormanda gördüğümüz bir ceylana uzun süre bakamazsak zamanı da uzun süre duyumsayamayız ve bu gerçeklik her şeyi yerli yerinde görmeye iter bizi. her şey ya yerli yerindedir ya da olmalıdır. hepsi bu. her şey yerli yerindeyken kaçırdıklarını da sanat gösterir insana ve kısa bir katarsisle onarır ruhunu insanın ve her şeyin yerli yerinde olduğu dünyaya huzurla gitmesini sağlar.
"New Orleans'taki bu uzun, yağmurlu akşamüstlerini sevmez misiniz? Hani saatin gerçek zaman olmayıp elimize bırakılmış sonsuzluktan bir parça olduğu.. ve hiçbirimizin onunla ne yapması gerektiğini bilmediği anları" hangi filmden ya da romandan aklımda kalmış bu cümle bilmiyorum, bakmak da istemedim şimdi neyse ne sikerler... ne yapmam gerektiğini bilmediğim sorumsuzluk zamanlarından ne yapmam gerektiğini... öf neyse ya
son yazı olduğu için vurucu bir şeyler yazıp vurucu bir şarkıyla bitirmek istiyordum ama aklıma çok da bir şey gelmedi. yani ne güzel bir şarkı ne de vurucu bir cümle. gerçi bazen öyle dümdüz, iddiasız bir şekilde bitirmek gerekir, sıradan bir insan gibi. hadi eyvallah.
28 ocak sabah editi: yukarıda anlatmaya çalıştığım şeyleri estetik olarak bir cümleyle özetlemiş aşık ruhsati, o geldi sabah sabah dilime. türkü sevmem bilen bilir -aslında sevmemeye çalışırım sanırım- ama binlerce türküyü hiç abartısız binlerce türküyü değil sözleriyle yöresiyle biliyorum of ya sikerler hala kendimi anlatmaya çalışıyorum, aşık ruhsati yukarıda anlatmaya çalıştığım şeyi bir cümleyle şöyle özetlemiş bunu yazıp çıkacam:
"Herkes diyarında muhabbetinde / Bilmem bizi ne civara yazmışlar"
şu lavuklar güzel söylemiş daha doğrusu istisnasız okuyan herkes hızlı okumuş hatta müslüm gürses bile ilginç bir şekilde hızlı okumuştu bu koşma'yı; bir tek bu lavuklar yavaş ve düzgün okumuş:
"Herkes diyarında muhabbetinde" yani herkesin her şeyi yerli yerinde, bence. :)
22 Ocak 2023 Pazar
tanıdığım herkesten alacaklı olmam üzerine
Kendimi herkesten alacaklı olarak hissediyorum ama ortada alınacak bir şey de yok. aklıma gelmiyor yani alacaklı olduğum şey. Bundan alacaklıyım evet ama ne almalıydım; bu kişi bana neden borçluydu onu bilemiyorum, hatırlayamıyorum bir türlü. her şey çok kötü ya. daha da kötüsü; çok güzel şeylerin bizatihi kendisi çok kötü. "içinde kötülük barındırmayan bir güzelliği anlayamıyorum" derken bunu mu kast ediyordu acaba baudelaire? cümleyi eksik kurmuşum: çok güzel olması gereken bir şeyin içerisinde gizil olarak bir kötülük barındırması ve benim bundan ötürü kendimi o şeyden / kişiden alacaklı hissetmem; tüm bunlar yeterince kötü. belki de böyle olması da iyidir bir yönüyle; çünkü insanı hayata bağlayan bir yönü de var böyle hissetmenin ama yine de alacaklı olmak aslında bir çeşit eksik olmaklığa da işaret ediyor doğal olarak.
eğitim fakültelerinin geri zekalı bir argümanı vardır, kendini gerçekleştirme diye. bütün eğitim fakültelerinin ana mottosu gibidir adeta bu. eğitim fakültesi hocalarının kahir ekseriyesi bu mevzuyu yanlış anlamıştır kanımca. çünkü kendini gerçekleştirmekle tamamlanmak aynı şey değildir. söz gelimi iyi bir atlet olmak isteyen birinin iyi bir atlet olma çabası ve sonunda iyi bir atlet olması kişinin kendini gerçekleştirmesidir but iyi bir tenisçi olan bu kişi eksik olduğu şey ya da şeylere dönük olarak tamamlanmış olmayacaktır iyi bir tenisçi olduğunda. somut bir şey olmak kendini gerçekleştirmek değildir sayın onun bunu çocuğu eğitim bilimciler. kendini gerçekleştirmek asla ve asla, hiçbir zaman, hiçbir surette başkasının yerinde olmak istemeden hayatını yaşayabilmek demektir. doktora yapmak istiyordum, yaptım. kendimi gerçekleştirmiş ol(a)madım ben. ben sadece şu an doktora yapmış ve fakat x'in yerinde olmak isteyen eksik biriyim.
"You know the rest" tamamını göstermeye / anlatmaya gerek yok. Gerisini biliyor bi şekilde beni tanıyan herkes zaten. Tanıyan Herkesin zihninde bir şekilde ilk tanıdıkları halimle kalmak isterim feci şekilde; çünkü gerçekten bilen bilir sadece başlangıçlarda iyiyimdir. aslında herkes sadece başlangıçta iyidir ama hiç kimse ilk başta olduğu haliyle uzun süre tekrar edemez kendini. etse bile hiç kimse kendini tekrar eden birini ilgi çekici bulmaz bir süre sonra. sadece utanma hissi olan insanlar kendini tekrar etmeden devam edebilir bir süre daha. onları da severiz zaten. mai ve siyah'ın ahmet cemil'ini sevmekten yorulamaz kimse çünkü o ve onun gibiler hep bir taze edayla karşılar bizi. ("bir taze edaya kailiz biz" derken şeyh galip yoksa?)
"Verdiği utangaçlık için Tanrı'ya şükrediyorum. Utangaçlığım beni yozlaşmaktan koruyor."
14 Ocak 2023 Cumartesi
durduk yerde adamın... yahut sadece ayağım kaydı Noddles sadece ayağım kaydı
en azından başlıkta biraz kibar olmak... ola ki okuyan varsa ürkütmek istemedim sanırım ama bilen bilir ki bu çok eski bir ekşi sözlük klişesidir ve tamamı "durduk yerde adamın amına koyan şarkılardır". herkesin vardır (mıdır) bilemem tabii ama böyle çok patetik olmasa da hatta bazen neşeli bile olabilen ama bir yerinde yahut bir yönüyle durduk yerde adamın amına koyan şarkılar var. 2 hafta önce cumartesi sabah okula giderken natalie imbruglia çalmaya başladı birden radyoda. istanbul'da istiklal'de bi yerde dinlerken çok sonra bu şarkıyı seveceğim aklıma gelmezdi. aslında niye sevdiğimi falan da bilmiyorum. öyle harika bir melodisi yahut harika sözleri falan yok ama müthiş bir ironisi vardı. eğlenceli gibi bir şarkıydı ritmi falan ama sözleri böyle tam da eğlenceli değil gibiydi. hafif bir hüzün vardı, bir sitem bile denemez belki. bir hüznü kocaman bir hüznü kabullenmenin verdiği bir rahatlık vardı sanki. bir pop müzik şarkısı için biraz iddialı ama değil gibi de. askere gitmeden önceki son günlerdi. bi arkadaşın evinde yabancı müzik yayını yapan bir kanalda klibini de izlemiştim. klip, benim şarkıyı algılayışımla uyumlu gibiydi; daha bi sevmiştim bu yüzden şarkıyı. torn sözcüğünün anlamına bakmıştım sözlükten. "yırtılmak, kopmak" gibi anlamları vardı sözcüğün.. sürüden ayrılmak yani genel olana aykırı düşmek gibi çevirebiliriz sanırım türkçeye sözcüğü. neyse
"You are a little late, I am already torn" diyordu şarkının bir yerinde natalie abla. binlerce parçadan oluşan çok büyük bir puzzle'ın eksik bir parçasının veya yüz parçasının eksik olması arasında niceliksel olarak olsa da niteliksel olarak herhangi bir fark yoktur. sen biraz geciktin ben de tamamlanamadım ve bu yüzden de genele angaje olamadım gibi bir anlam verilebilir işte as i know.
istanbul'a ilk atandığımda daha doğrusu atanmadan hemen önce sonbaharın ilk günlerinde yeni bir şarkı dönmeye başlamıştı müzik kanallarında. sonra istanbul'a atanmıştım işte, istiklal caddesinde gezerken falan kitapçılarda çalmaya başlamıştı bu şarkı, yani baya popüler olmuştu. Starsailor'un - Poor Misguided Fool şarkısı işte. cd'sini almıştım hemen. sonra da gidip sony discman almıştım bir tane ilk maaşım yatmıştı; o zamanlardı işte. yüzlerce kez dinlemiştim sanırım bu şarkıyı.
neyse vazgeçtim bu mevzudan yani 1 hafta önce yazmıştım yukarıdakileri ama bilmem devam ettirmek gelmedi içimden.
bu çok garip -peculiar mı demeliydim ksfdgsfgia- e.e. cummings, faulkner okumak istiyorum orijinal dilinden hepsi bu dedim geçenlerde bir yerde. ana dili ingilizceydi bunu dediğim kişi, üstelik de amerikalıydı eleman ama muhtemelen hiç okumadı bunları ve bu yüzden de anlamadı beni ihtimal. ben de çok uzatmadım. kitap okumanın gereksiz bir şey olduğunu anlayabilecek kadar okudum. (gerçekten ingilizce mütercim tercümanlık okuma isteğimin altında bundan başka bir neden yatmıyor. neyse bunu anlatmak çok da kolay değil; aslında daha doğrusu bu bir sebep de değil ya sanırım.
neyse durduk yerde adamın amına koyan şarkılara devam edeyim. türkçede böyle bir şarkı yapılma olasılığı sıfırdır. tabii ki melodi anlamında demiyorum çok da sağlam bir melodisi yok zaten bu şarkının ama sözlerle uyumu enfestir enfes.. türkçedeki şarkılarda biz aşkı ya verdiği acıyla yahut da coşku ve mutlulukla anlatırız. tabii çoğunlayın batı edebiyatı ve şarkılarında da böyledir bu ama bu şarkıda joan baez abla buruk bir acı ve hak edilmemiş bir lüksün verdiği haz gibi hatırlıyor. bunu da ancak joan baez abla yapabilirdi zaten tabii bunda aşık olduğu kişinin bob dylan olmasının da etkisi vardır; kim bilir... dsadhfhsş şarkıcı olup da nobel edebiyat ödülünü alabilen birine şarkı yapıyorsan ve üstelik de ona aşıksan sike sike iyi bir şarkı yapmak zorundasın.
"our breath comes out white clouds
mingles and hangs in the air
speaking strictly for me
we both could have died then and there" bunu türkçe bir şarkıda bulamazsınız. mealen: "nefeslerimiz havada beyaz bulutlar gibi / birbirlerine dolanıyor ve asılı kalıyorlar / sadece kendi adıma diyorum / ikimiz de o an orada ölebilirdik" bunu türkçe bir şarkıda duyamayız. sürrealist benzetmeler bizde pek olmadı ne rock şarkılarda ne de popta. belki biraz teoman'ın baladlarında vardır bu tarz benzetmeler ama onlar bu kadar güçlü ve nesnel bağlılaşımı bu kadar kuvvetli değildir. (türkiye'de nesnel bağlılaşım'ı cümle içerisinde kullanabilen 8 kişiden biriyim kısdjfasdjlfjsadikias e o kadar t.s. eliot okuduk aq fsdgjsidfisdf)
bir de sebebini bilmediğim, bir şekilde beni sarsan bir şarkı var
kendimi tanıdığımdan beri nasıl bir cümle bu aq ama cidden böyle bir şey var işte bir yer geliyor insan kendini tanımaya başlıyor. bu acaip bir şey, acaip bir ilgi.. başkası olma isteği ya da daha düzgün bir ifadeyle başkasının yerinde olma isteği: bütün bir sanat budur aslında. bunu umberto eco ve orhan pamuk'tan daha iyi anlayan çıkmadı; belki bir de ben ha bir de pink floyd var ya... kendimi konumladığım yere bak: umberto eco, ben, orhan pamuk, pink floyd... good squad ha? :) benim adım kırmızı'yı okuyanlar anladı ne denemek istediğimi gerçi çok karmaşık şeyler söylememişimim okumayanlar da anlamıştır...
Sahnede çalan Müziğin, Rodrigo'nun "concierto de aranjuez"e benzerliği ilginç. Bir rivayete göre Rodrigo, ispanya iç savaşı sırasında vurulup düşen bir gerillanın düşme anına yaktığı bir ağıta; bu sahnenin müziğini yapan ennio morricone'nin çocuk yaştaki bir mafya adayının vurulup düşme anıyla "selam çakması" niyeyse yadırgatıcı gelmiyor. Ama derdim bu değil. Malum sergio leonne'nin "once upon a time in america" filminden bir sahne bu. Çocuk vurulmuştur ama Noddles'a "sadece ayağım kaydı Noddles" der. Vurulduğu için değil ayağı kaydığı için düştüğünü söylemektedir çocuk ; üstelik bunu vurularak düştüğünü kesinkes bilen birine söylemektedir. son nefesini verirken bile kendini kandırma çabası... Daha doğrusu kendini kandırırken başkasını da buna inandırma çabası, üstelik son nefesini verdiğini bildiğin anda bile bunu yapma motivasyonu... Nietzsche, Bütün felsefesini insanın bu motivasyonunu kırmaya adadı ama insanda niye böyle bir motivasyon var? niye "sadece ayağım kaydı Noddles; sadece ayağım kaydı"?
bir de bu şarkı var durduk yerde değil her zaman adamnın amına koyan şarkılardandır. klibi de her zaman adamın amına koyar. kadın adamı öptüğünde denize bakar. nehir denize kavuşmuştur (mudur) I don't know, neyse her neyse...
devam edebilirim çünkü bir sürü şarkı var durduk yerde adamın amına koyan ama gerek yok sanırım. 10'larca şarkıyı not almıştım buraya ekleyeyim diye ama garip bir şekilde sıkıldım ve zaten konu da dağılmış yazdıklarıma bir baktım da. ve tabii buradan da klasik bir bülent aytok özaltıok özelliğine daha şahit oluyoruz: bekleneni verememek :) kimsenin benden bir şey beklediği falan yoktur tabii demek istediğim bu değil. kendimden beklediğim şeyi ben kendime veremiyorum
29 Aralık 2022 Perşembe
eksiklik üzerine yahut
"Noksanlık: birbirine ait olanın henüz bir arada olamayışıdır.” der heidegger; belki de tüm zamanların en özgün ve anlaşılması en güç metni olan varlık ve zaman'da. (doktora tezimi bu metni esas alarak yani doğrudan varlık zaman'dan alıntılar yaparak yazdığımı; ve tezimin bu yönüyle türkiye'de neredeyse tek olduğunu söylemiş miydim? jsdhfjksdhkfvhasdkhfşs) neyse eksiklik mefhumuna kafayı yormam teorik olarak yani "aylak adam" ve "anayurt oteli"ni okumama rastlar -ki yüksek lisans tezimi de bu romanlar üzerine yapmıştım- her iki romanda da karakterler eksiktir. aylak adam'da bay c. bayan b.'den; anayurt oteli'nde zebercet "gecikmeli ankara treniyle gelen kadın"dan eksiktir ve bu yüzden tamamlanmamış olarak yaşama -yaşayamama-ya çalışırlar. neyse işte derdim bunları anlatmak değil aslında yeterince anlattım zaten ama dönüp dolaşıp eksik şarkı'yı dinliyorum ve bundan acaip yoruldum. bir şeyin, bir kimsenin eksik olduğunu bilmek; yani bu bilginin bizde olabilmesinin sağladığı şeydir eksiklik duygusu. bir şeyin tam olduğunda nasıl olduğuna dair bir bilgi bende yoksa eksikliğe dair bilgim de yoktur. (aslında gereksiz bir info vereyim mi? aşk dediğimiz şeyin de temelinde bu söylediğime dair bir yanılsama yatar. kendimizin tamamlanmış halini karşımızdaki kişiyle birlikte olmak üzerinden tasarlayıp o kişiden eksik olmaklığımıza yani; aşk diyoruz. Bunu biraz daha karmaşık anlatınca adınız Jacques Lacan oluyor nsgsksdhslslslsaş
çok konuştum şu sıralar. instagram'da bile aktiftim baya bu bir iki haftadır :) kapatmanın zamanı gelmiş demek ki tekrardan. rahatsız oldum bugün instagram'a attığım postlara bakınca. instagram bana normal olanı, makul olanı hatırlatıyor. makul olandan, normal olandan sapmalarımın ispatı oluyor çoğu zaman orada gördüğüm başkalarına ait fotoğraflar falan. bi eleştiri yok burada daha doğrusu kendim dışında kimseye bir eleştiri yok. insanlar neşeli, huzurlu, esprili vs. olduğunu düşündükleri anları paylaşıyor bunda ne var ki? benim de neyse ya bir yere bağlayamayacağım sanırım bu yazıyı da. kendimi anlatabilmek isteğinden yoruldum galiba ama neyse her neyse. Sikerler... Biraz susma zamanı gelmiş sanırım.
Michael Stipe reisin o meşhur şarkısında da dediği gibi: "oh no, I've said too much."
17 Aralık 2022 Cumartesi
şu durmadan kurulup dağılan evren üzerine
geçen gün ayak üstü bir muhabbet sırasında "sadece müzik gerçek bir sanattır diğerleri tali sanatlardır belki de sanat bile değildir" gibi bir şey dedim. tabii ki temellendiremedim yani öyle ayaküstü bir konuşma sırasında edilmiş bir laftı. desteksiz sallıyormuşum gibi duruyor böyle söyleyip geçince ama çok da desteksiz sallamadım aslında. yüzde yüz böyle düşünüyorum.
diğer sanatlar için such as resim, müzik, edebiyat... her zaman bir ön hazırlığa ihtiyaç vardır but for music sadece duyan bir kulağınızın olması kafi gelir. müzikten zevk almak için hiçbir ön hazırlığa ihtiyaç yoktur. söz gelimi bir modigliani yahut matisse resmi için alt yapınız olmalıdır yani o resmi zihninizde yeniden üretebilmek için demek istiyorum. yahut ne bileyim ulysses okumak marcel proust okumak ve bunlardan zevk alabilmek için yıllar boyu entelektüel alt yapı oluşturmalısınız ama müzik için buna ihtiyaç yoktur. müziği duyduğun andan itibaren zevk almaya başlayabilirsin. Neitzsche'ydi yanlış hatırlamıyorsam "aforizmalar" kitabında söyler buna benzer şeyleri. kendi felsefesini Wagner'le nasıl da örtüştürür ama neitzsche? neyse.. aynı eserdeydi yine yanlış hatırlamıyorsam ve buraya da yazmıştım bu aforizmayı daha önce, "her son bir erek değildir. ezginin sonu ereği değildir onun. oysa ezgi sonuna da ulaşamadı ereğine de, bir benzetiş" bir romanı, bir filmi, tiyatroyu, hep sonuna varmak için izleriz; çünkü asıl vurgu hep sonda yahut sonlara doğrudur. müzik haricindeki her sanat eseri katarsisini sonuna saklar oysa hiçbir şarkıyı sonuna varmak için dinlemeyiz. çünkü bir şarkının yahut müzik paçasının katarsisi onun içerisinde hiç bitmeyecek gibi olmaklığındadır. neitzsche'nin müzik ve müziğin bu yönüne dair soyut tespitini jean paul sartre tüm zamanların belki de en iyi ve en rahatsız edici romanı "bulantı"da (La Nausse) bir caz şarkısı üzerinden somutlar. romanın bir yerinde kahraman bir kafeye gelmiş ve bir şarkı dinlemek istediğini söylemiştir kafede çalışan kadına:
Hemen az sonra nakarat başlayacak: zaten benim en çok sevdiğim de denize karşı yalıyarlar gibi dimdik yükselen bu nakarat. Şu an caz çalıyor, söz yok henüz, yalnızca notalar var, sayısız küçük sarsıntılardan oluşan notalar. Durup dinlenmek nedir bilmiyorlar, çelik gibi sapasağlam bir düzene bağlılar, bu düzen gereğince doğup, bu düzen gereğince son buluyorlar, bu düzen toparlanacakları, kendileri için var olacakları bir zaman tanımıyor onlara. Koşuyor notalar, acele davranıyorlar ve geçerken kuru bir vuruşla çarpıyorlar bana, sonra da yok olup gidiyorlar. Uzanıp tutmak isterim elbette onları, ama biliyorum, bir tekini bile durdurmaya kalksam rezil ve bitkin bir sesten başka bir şey kalmayacak parmaklarımda. Ölüp gitmelerini kabul etmem gerekiyor; hattâ istemeliyim bu ölümü: bu kadar acı ve bu kadar güçlü pek az izlenimim oldu.
Canlanmaya, kendimi mutlu duymaya başlıyorum. Olağanüstü bir yan yok bunda, küçük bir Bulantı mutluluğu bu: yapışkan sıvının dibinde, bizim çağımızın dibinde - mor askılar ve bir yanı çökmüş banketler çağının dibinde - yayılıyor. Geniş ve gevşek anlardan yapılmış, kıyılarından yağ lekeleri biçiminde yayılan..
... Bir kaç saniye daha geçsin, zenci şarkıya başlayacak. Kaçınılmaz geliyor insana bu, bu müzik gereksinimi öylesine güçlü duyuruyor kendini: hiç bir şey kesemez bu müziği, dünyamızın demir attığı çağımızdan gelen hiçbir şey; bu müzik ancak, kendi düzeniyle, kendi kendini durdurabilir. Bu güzel sesi neden mi seviyorum? Ne genişliği, ne içliliği yüzünden. Nice notanın, kendileri uzaktan uzağa can çekişirken bir olguyu doğurmaya hazırlanışını seviyorum. Yine de endişeliyim; en küçük bir olayla plâk durdurulabilir:, yaylardan biri kırılabilir, Adolphe iş olsun diye, susturun şunu diyebilir. Bir şeyin sürebilirliği-nin böylesi hafif şeylerle kesilebilmesi ne kadar garip, ne kadar heyecanlandırıyor insanı. Hem hiçbir şey durduramaz, hem her şey kesebilir müziği. Sonuncu bölüm de can çekişmekte. Ardından kesin bir sessizlik başladı. Çok iyi duyuyorum bunu, bir şey var, bir şeyler oldu. Sessizlik.
Some of these days You'll miss me honey..
Ne mi oldu? Bulantı kayboldu. Sessizlik içinde, ses yükselmeye başladığında bedenimin katılaştığımı, sertleştiğini. Bulantının yitip gittiğini duydum."
bu uzun alıntıda tam da demeye çalıştığım şeyi vurguluyor Sartre: bir ezginin kendini var etmek için yok olması gereken notalardan oluşuyor olması... bir cümleye başladığımda yahut bir tabloya başladığımda onu sonuna vardırmam gerekir ki karşıdakinde istediğim his ve anlam oluşabilsin. oysa müzikte böyle değildir bu. bir nota başlar devam eder ve biter bir sonraki nota da aynı süreci yaşayabilsin diye. ve sonra binlerce nota aynı başlama devam etme ve ölme sürecinden geçerek ortaya bir parça çıkarır. bundandır belki de müzik, kişinin kritik anlarında dönüşüm yahut kabullenişle birlikte kullanılır başka sanat dallarında. benim çok sevdiğim bir filmdir, "philedelphia" filmde tom hanks eşcinsel olduğu için çalıştığı şirketten kovulan ve fakat pes etmeyip hukuk yoluyla hakkını arayan biridir. hanks bu arada aids de olmuştur ve ömrünün de sonlarına doğru yaklaşmaktadır. her şey çok çok kötüdür. ve o tarihi sahne
"müzik sever misin? opera sever misin?" der tom hanks avukatına ve maria callas'ın ölümü anlatan o nefis "la mama morta" parçasını çalmaya başlar... bir an bütün hava dağılır, ölümü unutur hanks... birkaç gün içinde öleceğini kesinkes bilmesine rağmen ölümü anlatan bir parçayı dinleyerek kendi ölüm fikrinden uzaklaşır... bunu bir roman yahut bir tablo yapamaz asla. ben bunu demek istiyordum aslında müzik dışındaki sanatlar ikincil sanatlardır derken.
dünya sinema tarihinin belki de en iyi yönetmenlerinden iranlı abbas kiyaroustami'nin -ki fransız sinemasının hatta dünya sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri olan jean luc godard kiyarustemi için şöyle der: sinema dediğiniz şey benim filmlerimle kiyaroustami'nin filmleri arasındaki bir şeydir"- ölüm döşeğindeyken son kez hafız'ın bir gazelini dinlemek ister:
gerçi sanırım mohseen namjoo, o dönemlerde -gerçi hala yasaklı- iran'da olmadığı için bu abladan dinlemiştir bu parçayı bence kiyaroustemi yoksa kesin namjoo'dan dinlerdi bence:
demem o ki ölüm döşeğinde yahut ölümün eşiğinde hiç kimse son bir kez roman okumak istemez mesela ama son bir şarkı dinlemek isteyebiliriz.
tüm zamanların belki de en iyi, en mükemmel edebi eserlerinden biri kabul edilen Faust'ta mesela intihar etmek üzereyken dışarıdan gelen ilahilerin ezgilerini duyunca intihardan vazgeçme sahnesi vardır. intihar etmek için ipi boynuna geçiren birini çok iyi bir ressamın bir tablosuyla hayata döndüremezsiniz; bunu ancak bir müzik parçasıyla yapabilirsiniz...
yahut şu sahne:
bir aşkın başlamasına vesile olabilerek bir dönüşümü de müzikle yapılması dikkate değerdir. (Summer'ın burada elemana "merhaba ben hayatının amına koyacak olan kadınım" der gibi gülümsemesi de nefistir nefis... she said i love the smiths ) şarkıyı da hatırlayalım:
çeviren de iyi çevirmiş ha bu arada şarkıyı. neyse işte.,
hayatımı filme falan alacak olsaydım şu anki dönemlerimi anlatan sahnelere astor piazzola reisin şu parçasını koyardım sanırım.
10 Aralık 2022 Cumartesi
sanırım okulu bıraktım. yani ingilizce mütercim tercümanlığı bıraktım. sınavlardan -main course mu ne öyle bir ders- çok kötü geldi. 40 soruluk bir sınavdı, dinleme falan da var içinde işte neyse salı günü açıklandı. çalışmıştım da aslında ama yapamadım. çarşamba günü sabah 1 derse girdim sonra ilk ders bitince çantayı alıp çıktım bir daha da sonraki günler de yani gitmedim. ders programım değişti dedim hocanın birine ne yapacağıma dair bir fikrim yok. yani belki ara sınavlarına girerim orada geçer not alınınca bölüme devam edilebiliyormuş sanırım, neyse. henüz karar vermedim ne yapacağıma yahut yapmayacağıma. geride kaldı işte bu da öyle veya böyle. iyi oldu galiba ne bileyim gerçekleştirme yapma isteğini bu kez pek de çaba sarf etmeden savmış oldum başımdan. cuma günü yotube'dan bir şeyler dinlerken yemek yapıp yedim. özlemişim yavaş yavaş bir şey hazırlayıp yerken yotube'dan. neyse. yök'ün tez veri tabanı ve makale veri tabanından arabesk müzikle ilgili yayınlara baktım epey. bi sikim yok, gerçekten kelimenin tam anlamıyla bi sikim yok. arabesk denince aklına müslüm gürses, ferdi tayfur, ibo, orhan gencebay falan gelen net bu işten anlamıyordur. tüdanya'nın adı bile geçmemiş hiçbir tezde, makalede.. şundan daha kıral (biliyoruz kral) bir arabesk şarkı varm'ola ya:
19 Kasım 2022 Cumartesi
aytok blogçuluk ve turizm ltd. şti. yahut kendi üzerime düşünmem
bir an durup ne yaptığımı fark ettiğim anlardan nefret ediyorum; ne yapmadığımla, neler yapamadığımla yüzleşiyorum o anlarda çünkü. bazen çok güçlü bir "yapma" isteği geliyor bu yapmadığım yahut yapamadığım şeylere dair; bir harekete geçme isteği hasıl oluyor tam da böyle anlarda ama hemen bir yerlere uzanıp bu hissin geçmesini bekliyorum. oblomovluk bile değil bu sanırım. Yoldaş Lenin görse feci kızardı bana da. hep birlikte yer altından notların o meşhur girişini hatırlayalım mı birlikte "ben hasta bir adamım. gösterişsiz, içi hınçla dolu bir adamım ben." oysa içinde bir hınç varsa gösterişli olmak lazım gelir. ah kuzum makar devuşkin. yalçın küçük nasıl da görmüştü bu ilişkiyi -çelişki mi demeliydim?- aşkında şiddet yoktu bu yüzden de kaybetti diyordu makar devuşkin, ah kuzum makar devuşkin... (buradaki şiddet sözcüğünü eyleme geçme anlamında kullanıyor tabi ki yalçın hoca yoksa kaba kuvvet uygulama falan değil)
acı verse de yani verebilme ihtimali olsa da bir bekleyişten daha kolay daha doğrusu gücü bir başkasının eline verip ondan bir şey beklemek kadar kolay başka bir şey yoktur sanırım bu insan ilişkilerinde. birinin bir şey için adım atmasını beklemek diyorum yani hayatı acaip anlamlı kılar. bunun kadar konforlu başka bir şey yoktur. üstelik acı çekme konforu bile verir bu şey insana. pek de hırpalamayan bir melankolinin yani yüzeysel bir melankolinin pençe-i ızdırabı kadar konforlu başka bir ruhsal durum yoktur. bütün bir hayatımı tek bir cümleyle anlatabilmem gerekseydi; iş bu cümlenin öznesi "yüzeysel bir melankolinin pençe- i ızdırabında pek o kadar da inleyemeyen ..." -bu tabii ki şeklen olmasa da mealde sözde öznedir- gibi bir özne olabilirdi galiba. orta okulda mıydım ilkokulda mı tam hatırlamıyorum ama kıştı. 15 tatilde ilk defa ablamın yanına istanbul'a gitmiştim. dönüşte topkapı otogarı'ndan tek başıma "lüks adana" seyahatin yazıhanesine gidip bilet almıştım adana'ya dönmek için. otobüs akşam kalkacaktı. yazıhanede oturup otobüsün kalkma saatini bekledim epey bir zaman. sonra ablamın verdiği parayla bir cüzdan almıştım kendime. her neyse. sonra bir ara karnım acıktı. topkapı otogarının içindeki dönercilerin birine gidip döner yedim. bütün dükkanın aynalarla kaplı olduğu dönercilerdendi. içeri girdiğimde cavit karabey'in "uğrunda ölürüm lafımı olur" (mı soru eki bitişikti orijinalinde; ki bence arabesk bir şarkıda mı soru eki bitişik olmalı bir sakıncası yok bunun)
şarkısı çalıyordu. şarkıyı hatırlamıştım. elazığ'daki dayımın oğlu "x abi" dinlerdi bu şarkıyı sürekli. internet güzel bir şey ya bir foto buldum 1992 tarihli tam da lüks adana yazıhanesinin fotosu.
bütün bunları biraz önce bütün notlarını hemen hemen çıkardığım doçentlik için gerekli olan kitabı yazma isteği geldiğinde bilgisayarın yanındaki koltuğa uzanıp bu hissin geçmesini bekledikten sonra yazdım. demin de demiştim, ne zaman içimden bir şeyler yapmak gelse hemen bir yerlere uzanıp bu hissin geçmesini bekliyorum.
arka plan fotosunu da değiştirdim, tarkovski'nin bir filminden bir sahne. neyse işte, batmak üzere olan esnafın dükkanında son bir tadilat yapması gibi. yerel radyolara reklam mı versem acaba? "yenilenen mekanı ve güler yüzlü hizmet anlayışıyla sizlere hizmet vermekten onur duyan "aytok blogçuluk ve turizm ltd. şti." fjklsadajlkaslkgsd
5 Kasım 2022 Cumartesi
"ben bu kadar değilim" yahut üç ev görsem şehir sanmam üzerine
son baharın ilk günleri. güneşin hafiften batmaya yüz tutmasına rağmen ısıtmaya -yakmaya değil- ama sonbahar günleri. kolum ve ayağımın bir kısmı güneşte kalmış, rüzgar çok hafiften hızını artırmış; güneşin yakmasına izin vermiyor. tek tük insanlar var rüzgarın şiddetiyle hafiften yükselmeye başlayan dalgalarla boğuşuyor olmalılar. eğlendiklerine işaret eden çığlıkların şiddeti artınca hemen ardından dalganın sahile vurma sesi geliyor. hafifçe doğrulup güneşe bakmak istiyorum ama sonsuza kadar bu anı yaşamak isteyeceğim için bakmıyorum. son baktığım yerde olmayacak güneş biliyorum çünkü. bana zamanı hatırlatacak hiçbir şeyin olmadığı bu sahilde güneş zamanın ilerlediğini hatırlatabilir bana şayet bakarsam. ne düşünmeliyim acaba şimdi diyorum içimden. hiçbir şey düşünemiyorum fakat. ayağıma yapışan kumları şezlongun ucuna hafifçe vurarak dökmeye çalışıyorum .döküldü mü dökülmedi mi anlayamıyorum ama bakmak da gelmiyor içimden. birazdan kolumdaki ve bacağımdaki güneşin yakma hissi kaybolacak; bu anın sonsuza kadar süremeyeceğini bildirmek ister gibi bana. bir şeyler düşünmek istiyorum olmuyor. olsa ölürüm / olmasa ölürüm dediğim şeyler uzakta bile değiller sanki. bir türlü dönemiyorum o anlara. beni o anlara ve başka tüm anlara götürebilecek yegane şey güneşin birazdan tenime değmeği bırakması olacak. bundan zamanın ilerlediğini güneşin batmaya iyice yaklaştığını anlayacağım.
bu ana bir müzik yakışacak olsaydı Astor Piazzolla'nın Oblivion'u yakışırdı sanırım. yine de emin değilim sonuçta astor piazzola denen adam da arjantin'in kerhane müziğini yapıyordu. bizim kerhane müziğimiz de arabesk aslında. burada yazmıştım daha önce de yanlış hatırlamıyorsam 80'ler türk sinemasında çoğunlayın bir kerhane sahnesi bulunur ve bu sahnelerde hep arabesk çalar. orada çalan arabeskler müslüm gürses, ibrahim tatlıses, orhan gencebay, ferdi tayfur gibi arabeskin popüler isimleri değildir genelde. merkeze yaklaşma hayaliyle bir şekilde albüm yapmış ama pek de başarılı olamamış tüdanya, attila kaya, hüseyin altın, kamuran akkor, bergen vs. gibi isimlerdir. şimdilerde bergen'in popüler olmasına aldanmamak lazım 80'lerde falan baya bi itilip kakılmış kaset camiasında ve hep 3. sınıf yerlerde çıkmış. (çocukken niyeyse bizim apartmana gelmişti hatta bir ara ne alaka aq gerçi müslüm gürses de gelmişti) genelevlerle gerçek arabeskin kaderi ortaktır aslında. her ikisinde de sınıf atlama isteğinin tezahürünü okuruz. yukarıda yazdığım müslüm ve türevi arabeskçiler sınıf atlamaya vukuf olmuş arabeskçiler; o yüzden onların yeri yok genelev sermayeleri arasında artık. genelev sermayeleri de sınıf atlama isteğiyle kötü yola düşmüş ve bunu aşamamış insanlar bir nevi. tıpkı tüdanya, bergen vs. gibi işte.
elimde bir istatistiki veri yok tabii ki ama uzun yıllara dayanan bir gözlemin sonucudur ki bu üçüncü sınıf arabesk şarkıcıların şarkılarının leitmotiv'i kesinlikle "kader"dir. genelev sermayelerinin de adı hakeza kader'dir çoğunlayın.
ama yine de illa yukarıdaki gibi bir sahilde hiçbir şeye yakın olmadığım her şeye uzak olduğum bir zamanın müziği galiba eleni karaindrou ablanın "sonsuzluk ve bir gün"ü olurdu. angelapulos yoldaş nasıl da seçmiş bu müziği bu sahneye ama çakal..
"Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza" ki aslında ben bunu yazacaktım bununla alakalı yani ama başka bir yere savruldu her zamanki gibi yazı. fakat yine de şunu söylemden geçmemeliyim ki ne zaman üç güvercin görsem meksika geliyor aklıma ve hatta ne zaman üç ev görsem bir şehir sanıyorum. tabii ki
"ben bu kadar değilim."
16 Ekim 2022 Pazar
Sarabande yahut ah keşke ben bir toprak olsaydım...
görüldüğü üzere son derece gereksiz bir temayı daha hayatımın anlamıymış gibi hissediyor olmanın coşkusuyla huzurlarınızdayım. (artık buraya bir şey yazmayacağım
gerçekten burayı unutmaya karar vermiştim. barry lyndon'dan bir sahne aklıma takıldı bir ara bugün okuldayken pardon merkezdeyken. sahneyi hatırlamaya çalışırken handel'in "sarabande"si.. derken karanfil elden ele... yani çok acaip! gerçekten anlamakta zorlanıyorum; bundan 350 sene önce almanya'da doğmuş bir besteci nasıl oluyor da benim hayat hikayemi notalara dökmüş olabiliyor? yahut stanley kubrick efendi niye böyle bir film çektin yahut nasıl aklına geldi böyle bir film çekebilmek hadi bunu akıl ettin sarabande'i nasıl akıl ettin filmine müzik olarak kullanmayı?
whatever.. "Oh my lord, I wish I were dust."
8 Ekim 2022 Cumartesi
son yazı yahut içimdeki şarkının bitmesi üzerine veyahut bu da bir nesr-i muhzin- i diğer
çok eskiden dinleyip sevdiğin, ezberlediğin bir şarkıyı mırıldanırken şarkının bazı kısımlarını hatırlayamadığını fark ettiği bir an var insanın. tuhaf bir an oluyor bu unutuşu fark etme anı. ilk dinlediğin anın sonra şarkıyı daha çok sevmene neden olan anıların o şarkıya bir şekilde eklenmesi falan her şeyin bir çok şeyin temerküz ettiği şarkıyı içinden söylerken bir yerde sözlerin kesildiğini fark etmek adını ancak marcel proust gibi birinin koyabileceği bir anın yaşanmasına neden oluyor. otobüsle şehirler arası yolculuklar yaptığım sıralarda çok uzak bir yere gözüm takılırdı. otobüs ne kadar giderse gitsin asla yaklaşılamayacak asla geçilemeyecek gibi gelirdi başlangıçta o yer. ama bir yer gelir orayı da geçersin. nasıl geçtiğini fark edemeyeceğin kadar uzun bir andır o an. gideceğim yere vardıktan bir zaman sonra zihnimde işaretlediğim o uzak yeri nasıl ve ne zaman geçtiğimizi düşünüp bulamam hiç. fark etmeden geçip gitmişizdir o uzak yeri bir şekilde.
bugün -yani 8 ekim 2022- sonbahar geldi adana'ya. ayaklarımın üşüdüğünü hissederek uyandım bugün ilk defa. ince bir soğuk vardı. bugün adana'ya sonbaharın geldiğini hissettim. dilime dolanan çok sevdiğim bir şarkının bazı bölümlerini hatırlayamadığım bir gün de oldu bugün. büyük bir ceviz ağacı var apartmanın arka bahçesinde. bütün yaprakları sararmıştı onu fark ettim sabah camdan bakarken. adana'ya sonbahar gelmiş dedim içimden. sonra şarkı dolandı dilime. bir yer geldi sözlerin bir kısmını hatırlayamadım. sanırım hayatımın da sonbaharı geldi dedim; bu defa içimden değil ama mırıldanarak. bunu ilk defa bugün hissettim. adana'ya da bana da sonbahar geldi. milyonlarca yıldır adana'ya sonbahar geliyor daha da gelecek. bana ilk defa geldi. ilk defa bir istanbul sonbaharında dilime dolanan şarkı son defa bir adana sonbaharında bu defa eksik bir şekilde tekrardan dolandı.
sanırım hayatımın da sonbaharı geldi dedim sonra içimden (bu defa içimden) demiştim. bunu ilk defa bugün hissettim. adana'ya da bana da sonbahar geldi dedim.
içimdeki şarkı falan bitmedi aslında ama galiba bitmiş gibi (bütün bir doktora tezimde bunu anlamaya anlatmaya çalışmıştım: mış gibi yapmayı yani. oğuz atay yazabilmişti mış gibi yapmanın romanını ben de tezini yazarım onun romanları üzerinden dedim ama pek olmamıştı malum.
başlıkta hala humour kovalamaya çalışmam... ben giderim sense of humour'um kalır / dostlar beni hatırlasın :)
şarkı da buydu
1 Ekim 2022 Cumartesi
tesadüfün imkansızlığı yahut bir mendil niye kanar adlı tübitak projesi.
25 Eylül 2022 Pazar
Kendine Dışarıdan bakmak yahut bakamamak
Akşam yemeklerinden sonra bir türlü ne kadar mücadele edersem edeyim vazgeçemediğim bir alışkanlık var, uyumak. Yani bi yarım saat falan. Bu öyle bir tutku haline döndü ki gün içersinde akşam yiyeceğim yemeği ve ardından çekeceğim uykuyu düşünüp heyecanlanıyorum.
Bugün de yaptım aynısını fazla uyuyamadım ama kapı çaldı aşağıdan. Yanlış zile basmış biri. Geri uyumaya çalıştım ama olmadı, garip bi sinir vardı üzerimde. Zile sinirliyimdir diye düşündüm ama huzursuzluk da vardı. Gördüğüm rüyayı hatırladım. Yemek üzerine uyunmuş birkaç dakikalık bir uykuda gördüğümü rüyayı.
Morgtaydım. Morg yetkilisi ölünün yattığı dolabı açıp mevtayı gösteriyordu. Ölü bendim. Fakat bakan kimdi yani kime teşhis ettiriliyordu bedenim? bir an cesedime bakanın kendim olduğunu sandım fakat ben gibi de değildim bakan çünkü daha önce duyumsadığım türden bir acı duymuyordu cesedime bakan kişi. (bakan kişinin acısını hissedebildiğime göre bakan ben olmalıyım aslında) Sonra morgun çekmecesi kapatıldı. (boğuluyor gibi oldum uyandıktan sonra hatırlayınca bu rüyayı.) bir süre morg çekmecesinde yatan cansız bedenime baktım. kelimenin tam anlamıyla kan ter içinde uyandım sonra. daha önce bu kadar kesik ve sık soluğumu hatırlamıyorum.
düşündüğüm belli belirsiz yaptığım, daha sonra derinleştiririm dediğim tespitlerimden biri de insanın kendine dışarıdan bakmasının onu hareketsizleştirdiğine dair olandır. o yüzden ben kariyer planlamacısı, danışmanı yahut ne bileyim kişisel gelişim uzamanı falan olsam danışanlara diyeceğim ilk şey "kendinize dışarıdan bakmayın" olurdu. kendine dışarıdan bakabilen insanlar müthiş yaratıcı bir bilim yahut sanat insanı olabilir. bakmayanlar da ne bileyim mesela müthiş iş insanı olabilir onlardan da. bir de benim gibiler vardır; kendine dışarıdan yarım yamalak bakabilenler. okuyanlar hemen hatırladı dostoyevski'nin "insancıklar" romanındaki makar devuşkin'i. şöyle der bir yerde makar: "fakat herkes eser verecek olsaydı, kim yazıları temize çekecekti? ama ne yazık ki müsvedde diyerek bir benzerlik buluyorlar! tamam da bu müsvedde lazım size, bu müsvedde işinize yarıyor, bu müsvedde sayesinde işler yolunda gidiyor, bu müsveddeye ikramiye vermeniz lazım; müsvedde olsa bile!" sanatçılar eser veriyor insancıklar ise olsa olsa bir eseri redakte edebilen canlılar. kaldı ki insancıklar da aslında insan müsveddeleridir, başka bir şey değil. (tam olarak hangi bağlamdaydı hatırlayamıyorum ama Michelangelo Antonioni'nin "il grido filmi de aklıma gelmişti insancıklar romanıyla beraber. neyse yine ve yeniden ne kadar entelektüel olduğumu göstermeye çalışıyormuş gibi yazmaya başlamışım. oysa sevgili okurlarıma bunu bir daha asla yapmayacağıma dair söz vermiştim ama neyse..
üniversite 3. sınıftaydım. adana'nın yerel kanallarının birinde bir filmin başlangıcına denk gelmiştim. yönetmen nesli çölgeçen yazıyordu. tabii ki kumandayı bırakıp izlemeye başladım. "imdat ile zarife" diye iyi bir filmdi. daha açılışta bir şaheser izleyeceğinizi garanti ediyordu film. nefisti açılışı filmin. neyse derdim filmi anlatmak değil aslında filmin görüntüleriyle oluşturulmuş bir ezginin günlüğü şarkısı var o takıldı dilime birkaç gündür.
bir de "Requiem For A Dream" zenci elamanın eroin yoksunluğu çektiği sıra pencereden ağaçları izleyen annesinin kucağına atlayıp kulağına bir şeyler fısıldadığı ve annenin çocuğa müthiş bir sevgiyle sarıldığı sahne geliyor aklıma. kişinin aktüel zamanıyla kişisel zamanının bu denli kuvvetli çatıştığı bir sahne hatırlamıyorum sanırım. sahnenin devamında zenci elaman yatakta cenin pozisyonunda ağlıyordu. film üzerine yazılan tüm yazıları -tabii ki internette olanları- okudum sanırım. bir kişi de çocukların hayatı yasadışı uyuşturucuyla kararırken annenin hayatı yasal uyuşturucularla (televizyon ve zayıflama hapları) kararıryor ikiliği üzerinden açıklamamış filmi. film "okuma" sevdalısı geri zekalılardan olup da buraya yolu düşen olursa alıp kullansın bu ikiliği.