yüksek lisans yapmaya karar vermem anayurt oteli'ni ilk okuduğum döneme rastlar. aslında rastlamaz, şöyle ki: romanı ilk okuduğumda bunun üzerine bir şeyler söylemeliyim gibi bir istek hasıl olmuştu bende. lisans 4. sınıftaydım ve hayat gailesi fena halde baskındı o zamanlar ve öylece kalmıştı bu istek içimde. sonradan 2007 yılı 15 tatilinden istanbul'a dönerken yanıma anayurt oteli kitabını almıştım, öylesine bakmak için. sonra ne zaman aklıma gelse unutmak için ekstra çaba sarf ettiğim o melun cümleyi tekrar gördüm:
"küçük ayrıntıların tekdüze şaşmazlığında nerdeyse takıntılarla sürüklenen bir yaşamın öfkesi de çaresizliği de büyük oluyor."
o me'lun cümle bu. bana hep takıntılı biri olduğum gerçeğini hatırlattığı için ve takıntılı biri olmayı -nedense- kendime yediremediğim için sanırım fena halde rahatsız ediyordu bu cümle beni, hala da ediyor tabii de neyse.
takıntı demişken, takıntı üzerine değeri pek de bilinmeyen bir şarkı var türkiye'mizde:
saat takıntım vardır. aslında zaman da denebilir ama bilmiyorum ikisi de sanırım. bunun ilk ne zaman başladığını yani niye böyle bir takıntım olduğunu bilmiyorum tabii ki ama buna dair bir çocukluk anısı hiç çıkmıyor aklımdan.
yazın sonlarına doğru babam adana'dan elazığ'a köyle gelir, 1 hafta kadar orada kalır sonra da beraber adana'ya dönerdik. henüz daha okuma yazma bilmediğim dönemlerdi. köydeki ev -daha doğrusu anneannemin evi, biz orada kalırdık annemle- en büyük dayımın eviyle bitişik büyükçe bir bahçe içinde, kerpiçten yapılmış bir evdi. verandasında sfşsgşasklş neyse tabii ki verandası yoktu balkonu vardı. elazığ'da bir köy orası; orta batı amerika'da bir kasaba değil sonuçta. neyse bu birbirine bitişik iki evin önünde 3-4 arabanın park edebileceği büyüklükte bir alan vardı. akşamları dayım, onun büyük çocukları falan yemekten sonra burada oturur çay falan içip öteden beriden konuşurlardı. ayrıca bir lamba yoktu orayı aydınlatmak için, iki evin balkon ışıkları açılarak aydınlatılırdı. aşağıda çay içilmediği zamanlarda yanmazdı o ışıklar. aşıda babam da olduğu için benim de aşağıda geç vakitlere kadar olmam dikkate gelmezdi hiç sanırım çünkü hiç çağırmazlardı beni yukarıya. bir ara babam dayılarım, onların büyük çocukları kürsülere oturmuş çay içerken ben avludan yola doğru uzaklaşmaya başladım. avluyu aydınlatan ışığın ve babamların seslerinin verdiği güvenle avludan zifiri karanlık içindeki köyün ana yoluna doğru yürümeye başladım. bizim evlerin yolunu köy yoluyla birleştiren ve ancak bir arabanın geçebileceği toprak yolun kenarındaki kavak ağaçlarının hışırtısı babamların olduğu yerden uzaklaştıkça daha da artıyordu ve tabii babamların sesleri de azalıyordu; ama karanlığa doğru yürümeye devam ettim ta ki evlerin ışığından yayılan aydınlığın aniden bittiği yere kadar. ışık bitmiş zifiri karanlık başlamıştı. aniden geri dönüp babamın olduğu yere doğru koşmaya başladım. korkudan aklım çıkmış gibiydi. çünkü dayımın kızları, köy yolunun diğer tarafında kalan meşelik alanın içinde geceleri cinlerin ateş yakıp oturduğunu anlatırlardı hep. hızla babamın olduğu yere gittim. babamlar daire oluşturmuş vaziyette oturuyorlardı. nefes nefese babamın yanına girip bacaklarının arasına kendimi sıkıştırmıştım. hararetli bir şekilde bir şey konuşuyorlardı. uzaktan köpek sesleri, kurt ulumaları ve kavak ağaçlarının hışırtısı duyuluyordu. babam kulağıma doğru eğilip "noldu" deyip cevabımı beklemeden öptü beni sağ yanağımdan. sesler kesilmişti. ne kavakların hışırtısı ne meşeliklerin orada ateş yakıp etrafında oturan cinler hiçbir şey yoktu. birden babamın sol kolundaki saate takıldı gözlerim. akıp gidiyordu sonradan adlarının akrep ve yelkovan olduğunu öğrendiğim miller. biteviye akıyordu akrep ve yelkovan; bense gözlerimi alamıyordum onlardan. (o gün babamın kolundaki saat şu an bende. hastahane morgundan babamı alırken imza karşılığı teslim etmişlerdi. neyse bilemiyorum her neyse. saat ve zaman takıntım nereden geldiğini neyden kaynaklandığını anlamaya, bulmaya çalıştığımda hep bu an geliyor aklıma. daha doğrusu acaba tam o anda yani babamın saatine gözüm takıldığında saat kaçtı bunu merak etmekten bazen aklımı kaçıracak gibi oluyorum. keşke sorsaydım babama o an saat kaç diye. akrebin yelkovanın konumunu hatırlamaya çalışıyorum ama o da beyhude.
hani cahit sıtkı'ya çocukluğunu satan bir affan dede vardır, malum.
ÇOCUKLUK
Affan Dede'ye para saydım,
Sattı bana çocukluğumu.
Artık ne yaşım var, ne adım;
Bilmiyorum kim olduğumu.
Hiçbir şey sorulmasın benden;
Haberim yok olan bitenden.
Bu bahar havası, bu bahçe;
Havuzda su şırıl şırıldır.
Uçurtmam bulutlardan yüce,
Zıpzıplarım pırıl pırıldır.
Ne güzel dönüyor çemberim;
Hiç bitmese horoz şekerim!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.