6 Ağustos 2022 Cumartesi

"fi'lhakika bloğunuz ilme de hizmet etmeli"

 ekşi sözlük'te binlerce entryim varmış. yedeğini alıp hepsini sildiğimi söylemiştim bir vesileyle. bu entrylerden bir meseleye yahut bir konuya, isme değinen ve salt bilgi içerenleri buraya aynen aktarmaya karar verdim. kamu malı olsun. kamuya ait olmayan bilgi de gereksizdir zaten. ayrıca akademik dergiler için yazdığım birkaç yazıyı da dergilere göndermekten vazgeçtim. hepsi birbirinden gerizekalı akademisyen tayfanın hakemliğinden icazet alıp yayınlanan makalenin hiçbir kıymet-i harbiyesi yok gözümde. o yüzden onları da buraya ekleyecem. tabii ki eklemeyebilirim de ama eklerim galiba. 

bildiğini göstermek, görülmesini istediğimiz başka her şey gibi görmesini istediklerimizin üzerinde kurmak istediğimiz tahakküme tekabül eder, bence tabii. öğrencilere dahi soru sormaktan çekinen biriyim. kendimle ilgili en övündüğüm şeydir bu sanırım. hatta kendimi başkalarına karşı tek üstün gördüğüm özelliğim de budur. tabii bu birilerinden üstün olabilmek için kabul gören genel geçer bir kriter değil; bunun farkındayım ama ne bileyim işte olsun o kadar da kendime iltimasım yani. hiç soru sormadan iletişim kurabildiğimiz insanlar gerçekten içselleştirebildiğimiz insanlardır. "nerede oturuyorsun? bu bile zora dayalı bir müdahaledir aslında. (dürüst olayım benim tespitim değil bu, elias canetti'nin "kitle ve iktidar'da yaptığı bir tespit. soru sormak zora dayalı bir müdahaledir diyordu mealen kitapta. ki bence de öyle. neyse tanık gösterdim yine ama mecburdum; göstermeseydim bu defa tespit benimmiş gibi olacaktı; bu da yalana girerdi yani haliyle) adana'yı bilenler için (amerika'dan, kanada'dan, fransa'dan falan bile takip eden var olm bu biloğu) nerede oturuyorsun sorusuna aldığımız cevap hürriyet mahallesinde yahut ziya paşa bulvarında olmasına göre bir intiba oluşturacaktır soruyu soran kişide kaçınılmaz olarak. burada bir polis sorgusunu yahut bir savcılık sorgusunu ya da ne bileyim öğrencisine  "neden geç kaldın?" diyen bir öğretmenin öğrencisine sorabileceği türen soruları bile hatıra getirmekte fayda var ne demeye çalıştığımın  anlaşılabilmesi için. sırf ödev kontrolü yapmamak için çok az ödev verdim hep. öğrenciye "neden yapmadın ödevini" sorusunu sormamak için verdiğim ödevleri de hep kontrol edeceğim dediğim tarihten sonra ettim. öğrenciye soru sormamak için hep ders anlattım. (bu söylediklerim fen lisesinde yahut üst düzey anadolu liselerinde  falan okuyan çocuklar için geçerli değil tabii ki; bilakis onlara sürekli ödev verip verilen ödevi de kontrol etmeli; zeki insanları soruyla demoralize edemezsiniz çünkü) orta ikinci sınıftaydım, felaket ders çalışıyordum felaket... kısa saçlı yaşlıca bir matematik öğretmenimiz vardı. polinom anlatıp tahtaya soru yazmıştı. kim çözmek istiyor gibi bir soru sormamıştı. soruyu yazdı, sınıfa baktı ve göz göze geldik hocayla. işaret etti bana "gel" der gibisinden, kalktım ve soruyu çözdüm. nasıl da müşfik bir şekilde "aferin otur bakim yerine" demişti. sonra ingilizce dersinde, yine orta iki'deydim, öğretmen have / has v3 konusunu  anlatırken  içerisinde "pink floyd" geçen bir cümle yazmıştı tahtaya. "pop saati" diye bir program vardı trt 2'de oradan hatırlıyorum grubu. " The Wall" diye bağırdım sınıfta. hoca gülümsedi. nereden biliyorsun sen bu şarkıyı yahut grubu falan gibi bir soru sormadı bana. sadece yanımdan geçerken başımı okşadı. (ben şefkatin bilgiden üstün olduğunu anladığımı hissediyorum bugün bu olaya bakarak) o gün müydü sonrası mıydı tam hatırlayamıyorum. öğlenciydim ama eve erken gelmiştim. annem komşudaydı. anahtarı verdi, ben eve geçtim tek. o zamanlar yeni çift kaset çalar almıştık loewe marka. radyoyu açmıştım.

 bu çalıyordu radyoda. neyse çağrışımların kolaycılığına kurban etmeyeyim bu yazıyı da. çağrışımlar özden uzaklaştırıyor her ne kadar özden türeseler de. soru sormak yahut soru sormamak; "that is the question". soru sormak sorulan kişiyi rahatsız etmenin ve yine sorulanda bir iktidar kurmanın aracı olduğu için masum değildir; öz buydu. foucault nasıl oldu da ıskaladı bunu? canetti okumamış mıydı acaba? mümkün değil okumuştur. hatta ilk başlarda "özne ve iktidar" kitabının adının canetti'nin "kitle ve iktidar"ına bir anıştırma olduğunu da düşünmüştüm. neyse... diyelim ki bir arkadaş grubu dışarıda bir yerlerde oturuyor. masaya sonradan gelen kişi "ee naptınız bakalım, nasıl gidiyor?" gibi bir soru soruyor ortama. bilgi talep ediyor yani. burada bir üstten bakma söz konusudur. soru sormak bilgi talep etmektir. bu burada dursun. bir öğrenci mesela anlamadığı bir şeyi öğretmenine sorduğunda bu zora dayalı bir müdahale olmuyor çünkü bu sorulan soru biraz sonra öğretmenin öğrenciye yönelteceği ve iktidar ilişkisini pekiştirecek olan sorulara cevap verebilmenin malzemesini sağlıyordur öğrenciye. ya sıkıldım bunları anlatmaktan.
 e.e. cummings okuyacam bu yaz daha doğrusu amerikan şairleri okuyacam. 

"we are for each other: then
laugh, leaning back in my arms
for life's not a paragraph"

derken cummings, kimse de çıkıp abi naptın dememiş mi bu adama? (keşke 1900'lerin başında Misissipi'de doğmuş olsaydım da cummings'i, faulkner'i falan orijinaliden okuyabilseydim. 

uzun bir yolculuğa çıkmak istiyorum bu aralar. nereye olduğu hakkında bir fikrim yok. çıkayım yola fark etmez. yanıma sadece e.e. cummings'in şiirlerini alacam. amerikan dili ve edebiyatı kadar güçlü bir edebiyat daha doğrusu güçlü demeyeyim beni çeken bir edebiyat yok ya. "blaze" diye bir film izlemeye başladım bu gün. izlemeye başladım diyorum çünkü artık oturup öyle saatlerce film izleyemiyorum yahut kitap okuyamıyorum. film amerika kırsalında şiir yazan blaze lakaplı birini anlatıyor. şiir değil aslında country müzik yapan bir eleman ama yazdığı şarkılar feci şiirsel öz barındırıyor. ethan hawke de iyi çekmiş ya. tam faulkner'in ya da cummings'in yahut  ne bileyim sallinger'in yaşadığı anlattığı yerlerde geçiyor film. 

yks açıklandı geçen hafta. iyi bir puan geldi dilden. sanırım btü' mütercim tercümanlık geliyor ve yazacam galiba o bölümü. bir de adana bilsem'e atandığıma dair kararname de geldi, pazartesi de toki'den ilişiği kesip oraya başlayacağım artık. toki defteri de kapandı böylece. 
 
nazik yahut düşünceli davranınca bunu eziklik olarak algılayıp o şekilde muamele eden insanlardan acaip yoruldum. şimdi bunu böyle söyleyince türkiye'nin neredeyse tamamı buna "evet ben de" diyecektir. bir filozofla ilgili bir şeyler konuşuluyordu bir ara. ben de arkadaş konuşmasını daha da açsın diye bir iki soru sordum. bir süre sonra arkadaş konuşmayı oraya kendisini dinlemek için gelmişiz gibi sürdürmeye devam etti. hatta kendini iyice kaptırıp .....'yı okumadığınız için bu söylediklerim havada kalabilir o yüzden açmayim bu kısmı dedi. "yok aç ya sen külliyatını okudum, bilirim mevzuyu anlat" dedim. sonra kendisinin aslında ikincil kaynaklardan okuduğu falan anlaşıldı, haliyle bozuldu biraz; ben de kendime kızdım. aslında daha en başından anlamıştım elemanın okumadan yalapşap bilgiyle ahkam kestiğini ama nazikçe bunu görmezden geldim. devamında elemanı dinledikçe ezik muamelesi yapmaya başladı. gerçekten ne gerek vardı ki? bir yere gidip oturduğunda ihtimal buyurmak gerekir ki oraya insanlar seni dinlemeye gelmiyordur senle bir şeyler paylaşmaya geliyordur diye durup düşünmek gerekir. aman neyse ne ya  felaket sıkıldım bu mevzulardan da felsefeden edebiyattan falan da. cidden kimseyle kimselerle konuşmayacam bir daha bu türden şeyler.  ne biliyorsan biliyorsun -biliyorsam biliyorum- ne yapalım yani.

"Beklemek gövde gösterisi zamanın;
Çok erken gelmişim seni bulamıyorum,
Bir şeyin provası yapılıyor sanki" cemal süreya'nın bu dizeleriyle ismet özel'in 
"korkuyorum sıram geçer
biletim yanar diye" dizeleri geldi aklıma öğlen özal'da kahve içerken. gerçi ikincisi zaten sürekli gelir aklıma gün içerisinde de birinciyle olan benzerliğini yeni fark ettim. bütün hayatım boyunca hiçbir yere geç kalmadım; hatta hep çok erken gittim. mesela okulda ders 8.40'ta başlardı. ben saat 8'de okuldaydım istisnasız her gün. niye? bilmiyorum. italya'dan dönerken uçak sabah saat 10'daydı. roma'da bir otelde kalıyordum gece. saati 6.30'a kurmuştum. resepsiyona da beni 6'da uyandırın demiştim. ve 5.30'da kalkıp havaalanına gitmiştim. saatlerce uçağı beklemiştim havaalanında. bir şeyleri kaçırma, ıskalama korkusuyla hiçbir şey yaşamamayı becerdim sanırım. üstelik bütün bunları normalmiş gibi kendime de etrafıma da yutturdum. kimse de saçmalama bu kadar erken gitmene gerek yok hiçbir yere demedi. deselerdi dinler miydim? dinlemesem bile acaip etkilenirdim. çünkü bana denen her şeyden hep çok etkilenmişimdir. 

gerçek sevginin ne olmadığını anladığım zamanı hatırlıyorum. (gerçek sevginin ne olduğuna dair dahası böyle bir şeyin olup olmadığına dair en ufak bir fikrim yok) 
2009'da adana'ya tayinim çıkmıştı. otobüs saatine kadar galip abi, ilker, ben lodos diye bir birahanede bira içmiştik. sonra ben kalktım esenler otogarına gittim onlar içmeye devam etmişlerdir muhtemelen. neyse otobüs aksaray özeller dinlenme tesislerinde mola vermişti. sabaha karşı, eksi bilmem kaç soğuk.. sigara içmeye indim. 37 ekran bir tv'de kral tv açıktı. grup gündoğarken'in "sen benim şarkılarımsın" şarkısı çalıyordu. şarkıda "beni bir şeylerden aklar gibi" gibi bir cümle geçer. böyle müstehzi bir ifade oluşmuştur sanırım o an şarkının bu kısmını duyduğumda. sevdiğimiz kişilerin bir şeylerini, kusurlarını yani aklarız hep ve buna da sevgi deriz. sonra bir  yer gelip  o kusurları aklayamadığımızda artık o kişinin sevilmeye layık olmadığına hükmedip sevmekten vazgeçeriz o kişiyi. ve bir zaman sonra da o kişinin (bir zamanlar hatalardan münezzeh kıldığımız o kişinin) ne kadar değiştiğinden falan bahsederiz etrafımızdakilere. onlar da bize hak verir. başka bir aklayacak kişi bulana kadar da devam edilir buna.
 
mamafih bir tel kopar ahenk ebediyen kesilir. 










 



25 Haziran 2022 Cumartesi

hesap lütfen

 çok uzun ve yer yer dramatik yükseliş ve düşüşlerle dolu bir yazıyı okumak üzeresiniz. 

  "başlangıçta söz vardı"

"söyledim ve ruhumu kurtardım." ecinniler (doğrusu "ecinni" olmalıydı aslında) romanında dostoyevski, stavrogin'e söyletir bu cümleyi. vera tulyakova, nazım'a yazdığı bir mektubunu bu cümleyle bitirir. incil'den bir ayet, vera'yla nazım arasında bir köprü kuruyor. yuhanna bir balıkçıydı. onu isa'yla buluşturan ruhunu kurtarma arzusuydu. raskolnikov'u (kimilerine göre raskolnikov, dostoyevski'nin ta kendisidir) sorgu hakimiyle buluşturan hisse benzer bir histi yuhanna'nınki. umdukları gibi olmadı sonuç her ikisi için de. meramlarını anlatamadılar istedikleri gibi ruhlarını teslim etmedikleri kişilere... söyleyip ruhu kurtarmak,  çarlık rusyasından sovyetlere geçiş dönemi romanının başat teması oldu. ehrenburg ve ondan sonra gelenler ruhu kurtarmak yerine dünyayı kurtarmayı tercih etmenin romanını yazdılar. lermantov gibi şairler buna dirense de edebiyat komiserleri ehrenburg ve ardıllarını destekliyordu ne yazık ki... müthiş bir baskı (hatta istibdat bile diyebiliriz buna) uygulandı lermantov gibilere ve ne yazık ki teslim oldu lermantovlar.

yukarıdaki paragrafı epey önce yazmışım ama tamamlamadan taslaklara kaydetmişim. biraz önce başka bir şeye bakarken gördüm. araya gitmesin diye koydum buraya. yoksa bağlamla falan bir alakası yok yani. ama yine de başlangıçta söz olması beni hep etkilemiştir. yüksek lisans tezimin de giriş cümlesi buydu. "in principio erat verbum et verbum erat apud deum et deus erat verbum = başlangıçta söz vardı ve söz tanrı ile beraberdi ve tanrı söz'dü." sözle anlatılan, anlatılabilen hiçbir şey yeterince özgün ve iyi olamıyor aslında. yukarıdaki ayeti ben yazsam tanrı notaydı derdim galiba.  bazı günler ezan okunurken artık okuyan her kimdir bilemiyorum ama başkaca her şeyi susturup ezanı dinlemek istiyorum. müthiş bir ezgi müthiş dahi müthiş bir ses. adana'da belli aralıklarla ezanı okuyan kişiler değişiyor sanırım. ama bir tanesi var ki istanbul'da dahi böyle güzel bir nağme ve edayla ezan okuyan yoktur sanırım.

 buraya kadarını 5 martta yazmışım. bugün 24 nisan. 26 nisan yedikule'ye yatış günüm. bu kadar ruhumu esir alan ne yaptığımı ne yapacağımı bilemediğim bir başka gün daha olmamıştır hiç galiba. neyse artık bahsetmek istemiyorum bundan. 

19 mayıs 2022. arzu, düzene boyun eğer. düzene boyun eğdirebildiğimiz ölçüde arzularımız suç olmaktan çıkar. düzene boyun eğmeyen arzu: işte bunun için sözlüklerde bir yığın adlandırma mevcuttur. (arzu, düzene boyun eğmeli mi demeliydim? bu daha doğru sanki.

15 haziran 2022 çarşamba. hafta sonu tyt'ye gireceğim. başlangıçtaki motivasyonum yok sınav sonrası için. ingilizce çeviri bilim okumayı düşünüyordum ama ilk zamanlardaki kadar güçlü değil bu istek. yine de girecem ama sınava tabii, bakalım. başkalarını şahit tutarak yapılan tespitler saçma geliyor bana artık. bir şey anlatmak isterken mesela "bergson da böyle diyor, marx'ta da şöyle denir bununla alakalı" gibi şahitli cümleler kurmak, söylemek istenen şeyden daha ziyade söyleyeni ön plana çıkarmayı hedefliyor gibi. bir şey anlatmak istemiyor bu tür şahitli cümleler kuran; kendini anlatmak istiyor. marx'ı dinlemek yerin neden seni dinleyeyim ki? 

senaryoda acaip boşluklar var. hem de ne acaip ama işte tam da bu yüzden izletiyor kendini. tıpkı hayatın bizatihi kendisi gibi, yığınla boşluklar var dizinin akışında. bu niye böyle oldu derken geçip gidiyor hayat; dizide de bu niye böyle oldu derken geçip gidiyor sahneler birbirinin peşi sıra. hiçbir devamlılık, tutarlılık yok dizide. başlarken yani bu doktora mevzularına, eleştiri kuramları okumalarına falan "ulysses'ler, marcel proust'lar, e.e. cummings'ler, rus biçimcileri, yeni dalga sineması falan hep böyle devam ederim sanıyordum; ama geldiğim yer çekirdek yerken youtube'dan fox tv'deki son yaz isimli dizinin tekrarlarını izlemekten keyif almak oldu.  ha bazen atlayarak izliyorum ama olsun bazı kitapları da atlayarak okurdum ben zaten.

19 haziran pazar. dün tyt'ye girdim. türkçe paragraf soruları ne kadar zordu ya... bugün de ydt'ye girdim. ingilizce paragraf soruları da epey zordu ya da ben okuduğumu anlamıyorum artık bilmiyorum. bugünkü ingilizce sınavında, soruyu çözüp cevap anahtarına her işaretlediğimde içimden best fm'in "haaa best fm"  cingılını söyleyerek kodladım. 10 numara aktiviteydi ya benim için. 


merak edenler için bu videonun 24. saniyesinde başlayan kısmı söylüyordum içimden her cevap kodlayışımda. sanırım  ösym sınavlarına da son iştirakimdi bugünkü iştirakim. ösym'nin "sonuçlarım" sekmesinde 3. sayfa açılıyor artık. yine merak eden olursa diye söylüyorum, dünkü tyt'te de her cevap kodlayışımda poetry'n motion diye bir grubun "romoeo & juliet" şarkısının introsundan hemen sonraki "today" deyişini içimden taklit ederek işaretliyordum seçenekleri. soruyu okuyorum, cevabı buluyorum, cevabı tam optiğe kodlarken "today" diyordum her seferinde. 


aha da bu şarkının 28. saniyesindeki gibi "today"  diyordum. şarkı da nefistir he bu arada. rap'in aslında ne kerre şiirsel olduğuna da ispattır bu şarkı ve dahi grubun adı. (yine örnek verdim. poetry'n motion bilecek kadar rafine müzik zevkim var doğal sonucu çıkıyor tabii bu satırlardan ama gerçekten amacım bu değil. böyle şeyler yazmaktan bir amacım olmadığını en azından artık bir amacım olmadığını ben biliyorum, sanırım o yüzden rahat rahat örnek veriyorum ama yine de demin yukarıda da dediğim gibi konuşurken örnek vermek tanık göstermek, kaynakça belirtmek yavşaklıktır. cidden bir entelektüellik değil bu. öyleyse bile entelektüelliğin en aşağısına tekabül ediyor böyle kaynakçalı, şahitli konuşmak.

 "pratiwandi" diye bir film izlemiştim epey oluyor. sinek (sinema klübü) vardı bizim çukurova'da sanırım orada izlemiştim. (ya farkındayım yine entelektüel yavşaklık yapıyor gibiyim ama değil yeminlen. sadece bir şeyi somutlamak istiyorum. entelektüel sinefiller çok sever bu filmi, bu filmi bilmek prestij de sağlar he izleyene ama bence tıraş bir film. herhangi bir ayırt edici özelliği yok filmin sinema tekniği açısından yahut hikaye anlatma başarısı bakımından. fakat filmin baş kahramanı elemanın kendi üzerine sürekli düşünmesinin kendine dair bir bilinç oluşturduğunu fark ettiğimde sanırım heidegger'i anladım ya demiştim. bilen bilir doktora tezim de bu minval üzere şekillenmiştir. fdfksdafljgifdsi gerçekten böyle de neyse.. kendi üzerine düşündükçe kişinin eylemden kopması falan filan... tabii tüm bunları anlatırken yine bir yandan türkiye'de bollywood dışında kalan hint sinemasını bilen 5 kişilik ekiptenim alt mesajını da verdim yine ama amacım gerçekten bu değil. bak amacım şu:

kendi üzerine düşünen ve bunun yarattığı sorunsallığı bir türlü aşamayan bireyin kişinin filmini çektiler, romanını, şiirini yazdılar; eyvallah fakat kendi üzerine düşünmekten vazgeçen birey hiç sorunsallanmadı. (sikecem bu sorunsal sözcüğünü de neyse) pratidvandi'nin kahramanı tam vazgeçecektir kendi üzerine düşünmekten, yönetmen verir bunu ipuçlarını izleyiciye ama film biter. eee? iyi hikaye anlatabilen toplumların sanat eserlerinde kendi üzerine düşünen kahramanlara pek rastlamıyoruz. söz gelimi amerikan sinemasında öyle bir tip yok; akla gelmez yani ilk etapta ama mesela fransız sinemasında, edebiyatında çok vardır böyle tip, çünkü fransızlar hiç beceremiyor hikaye anlatabilmeyi. neyse bunları merak edenler yallah psikeart, altyazı, varlık gibi dergiler okumaya; burası yarı aydın birinin bildiği birkaç şeyi vulagarize ederek anlattığı bir yer. vulgarize :) 

bir ara augustinus'un itiraflar'ını okurdum harıl harıl. dünya edebiyatında, felsefesinde neyse ne işte kendi içi üzerine yani kendisi üzerine düşünüp bunun üzerinden bir şeyler anlatmaya çabalayan ilk insan olabilir kendisi. doğal haliyle ilk varoluşçu diyebiliriz kendisine aslında. bunu biliyordum. fakat buna rağmen teze almamıştım bunu. çok iddialı olur diye sanırım. bizim türkoloji camiasında iddalı yeni şeyler söylenmesini pek sevmiyorlar. epey de açıklamıştım bunun üzerinden varoluşçuluğu ama sonra çıkarıp başka yazarların varoluşçulukla ilgili söylediği şeyleri kaynakça göstererek yazmıştım. böylesi daha iyiydi, jürinin gereksiz saçma salak eleştirilerinden de kurtaracaktı bu beni. ben de bu yolu seçtim. beklediğim gibi de oldu, savunmada hiç eleştiri gelmedi kuram kısmından. "beni ben yapan bütünü kavrayamıyorum" böyle diyordu bir yerlerde st. augustinus. işte tam da buradan kuracaktım tezin kuramını ama türkoloji camiasıyla uğraşmak işime gelmedi. bunları şunun için anlattığım düşünülmesin -ben düşünmüyorum çünkü- ben acaip önemli şeyler söyleyecektim de zalım türkooji bana engel oldu. alakası bile yok. kim siker türkoloji camiasını ya da beni; işim olmaz. 

ekşi sözlük hesabını açtım biraz önce. yazdığım entry'lerin yedeğini aldım. ve sonsuza kadar tekrardan kapadım hesabı. içim bir tuhaf oldu. bir insanı sever gibi seviyordum orayı. hesabımın onaylandığına dair mail geldiği anı hatırlıyorum da doktorayı bitirdiğimde falan bile bu kadar sevinmemiştim. (gerçi doktorayı bitirdiğimde hiç bir şey hissetmemiştim ya yanlış bir örnek oldu bu) üniversite sınavını kazandığımda dahi bu kadar sevinmemiştim desem daha doğru bir örnek olur sevincimin kesafetini anlatmak açısından. neyse oradaki bazı entryleri buraya yükleyeceğim kalanları da silerim artık. hiç tanımadığım adlarını bile bilmediğim insanlar tanımıştım ekşi sözlük'ten daha doğrusu tanışmamıştım. ve bu tanışmadığım insanlar tezlerim için bana yardımcı olup almancadan, franszıcadan makale çevirip yollamışlardı bana. hatta yüksek lisans tezimin teşekkür kısmında ekşi sözlük'e de teşekkür etmiştim. tez jürimden bazı hocalar silmemi söylemişlerdi o teşekkürü ama silmemiştim. benden geriye kalsın istemiştim ekşi sözlük'e bu teşekkür. ama kapattım işte hesabı. gofret beyin diye bi abi vardı.  ankara sbf yahut odtü falan mezunuydu. entelektüel anlamda ufkumu bu kadar açan biri daha olmamıştır desem yeridir. yazık adını bile öğrenemedim. oysa karanfil sokak'ta falan yürürken sohbet etmek isterdim onunla. yusuf akçura'nın "üç tarz- ı siyaset" makalesiyle ilgili bir entry girmiştim. ve hayatımda aldığım en sağlam ayarlardan birini almıştım. öyşe şeylerle çürütmüştü ki yazdığım şeyi diyecek bir şey bulamamıştım. hala duruyor entry'si gofret beyin'in ama ben entrylerimi sildiği için yazdığı şey havada kalmış gibi olmuş. "türkiye'de ismi çok bilinen, ama tabii ki pek az kişinin orjinalini okduğu metin. bu yüzden hakkında yapılan yorumların pek çoğu yanlıştır. önce en büyük yanlış: "akçura bu metinde üç tarz-ı siyaseti tartışır ve türkçülüğü seçer". yanlış. birazdan neden yanlış olduğunu da göstereceğim." diye başlıyordu. mesaj attı sonra bana. aslında makaleyi okuduğunu biliyorum, anladım fakat.. diye başlayıp birkaç isim, kitap verdi ve entelektüel anlamda hayatım değişti desem yeridir. "akçura bu metinde üç tarz-ı siyaseti tartışır ve türkçülüğü seçer" gofret beyin'in tırnak içine aldığı bu cümle bana ait bu arada :)) mesajına cevaben ekşi'nin o zamanki kalıplarından biriyle cevap vermiştim "abi yazdıklarından tiksindim mamafih verecek bir ayar bulamadım" şeklinde. neyse geçmiş zaman işte. tüm zamanların en iyi romanının geçmiş zamanın peşinde olması tesadüf değil sanırım ya ama neyse geçmiş zaman işte.

2006 yılıydı galiba. ekim ayının sonlarına doğru adana'ya gelmiştim. artık bayram tatili mi vardı ne vardı bilmiyorum. şu 9 günlük tatillerden biriydi sanırım. istanbul'a dönecektim, cumartesi günüydü. yağmurlu bir öğleden sonra. camdan dışarı bakıyordum. otogar'a gideceğim saati bekliyordum aslında. annem içeride bir şeylerle uğraşıyordu. -hep bir şeylerle uğraşırdı- elimde tv kumandası kanalları dolaşıyordum. kral tv.'ye geldiğimde teoman'ın bir şarkısı başlamak üzereydi. 


adana'da da sonbahar başlamıştı. gerçi şarkı bir istanbul sonbaharına güzellemeydi ama adana'da da güzeldi sonbahar. geçmiş sonbaharlardaki cumartesi öğleden sonralarımı düşündüğümü hatırlıyorum. üniversite 1. sınıftaydım. yağmur yağıyordu yine, biraz durulsun da çıkarım diyordum. gazipaşa bulvarında arkadaşlarla buluşacaktık. kimler olduğunu hatırlamıyorum. neyse bu da geçmiş zaman işte. bir de bence  teoman'ın en iyi şarkısı bu ya. niye bilmiyorum ama bu kadar melankoli olan başka bir şarkı yok gibi. tabii melankoli diyince kayahan'ın şu şarkısını anmamak da suçtur:



geç ergenlikten muzdarip bir yetişkinin facebook hesabı gibi olmaya başladı burası. 

"gerçi sessiz ve ünü olmayan bir yaratıktım, biliyorum

ve onlar güçlüydüler, biliyorum

ne zaman biraz öfkelenmeye kalksam, bu bile

onların istediği bir öfke oluyordu ki

sonra ben susuyordum

ama bir suçluluk da duyuyordum ki, bu da bir başkaca düşmanımdı benim

ben neydim."

 türk şiirinin doruğu bu şiir ya, bu şiirin de bu kısmı. ama yine de küçük iskender'in şu satırları da korkunç yarabbi:

 şimdi sessizce uzaklaşmalıyım. çünkü beni anlamadığını, anlamak için uğraşmadığını, hatta bunu önemsemediğini biliyorum. aynı otobandaydık ve birimiz birimizin yanından geçip gitti. hafızasızlığı, gurur saymanın adil yanı!  hangimiz süratliydik; önemi kalmadı. hangimiz daha özveriliydik; bunun da.. umarım mutlu olursun. bunu bir çöküntü anında da söylemiyorum. hiç kimse aldatmadı ötekini; yalnızca böyleydik işte!  yüzüme öyle bakma nefretle."









5 Şubat 2022 Cumartesi

Güz Sonatı

 "seni şefkat yerine isteklerimle karşıladım" kızı annesine yazdığı bir mektubuna böyle başlıyordu. yeryüzünde böyle bir cümleyi tabii ki kursa kursa bergman kurabilir. sonra akira kurosawa'nın kendi filmleri için bir röportajında söylediği şöyle bir tespit var: "sanırım tüm filmlerimin ortak bir teması var. ne kadar düşünsem, düşünebildiğim tek tema sadece bir soru: neden insanlar birlikte daha mutlu olamıyor?" aslında, galiba  kurosawa'nın sorunsalladığı bu "neden insanlar birlikte daha mutlu olamıyor?" teması cevabını bergman'ın "güz sonatı" filmindeki bu replikte buluyor gibi.

 filmde uzun süredir görüşmeyen bir anne kızın epey bir zaman sonraki ilk buluşmalarında yaşadıklarına odaklanılıyor. epey bir tartışmayla, karşılıklı öfke nöbetleriyle geçen bir iki günün sonunda -ki ki bu tartışmalar sırasında kız hep annesini, onun geçmişte yapmadıklarıyla ve yaptıklarıyla suçlamaktadır- anne bir turne için yurt dışına gitmek üzere vedalaşır kızıyla ve kızı bir mektup yazar annesine ve şöyle der:  "seni şefkat yerine isteklerimle karşıladım." uzun süredir görüşmeyen anne ve kızın ilk görüşmelerinde ne kadar da mutlu olması gerekir oysa ki fakat mutsuz olmuşlardır. bunun nedeni de kızın annesini şefkatle değil istekle beklemesidir. işte  tam da burası  bergman'ın kurosawa'ya cevap verdiği - yer. ayrıca benim hayatın anlamını -sanırım- duyumsadığımı düşündüğüm yer de aynı zamanda burasıdır. 

birilerinin yanındayken hep isteklerimizle orada bulunuyoruz ve bu yüzden de daha da mutlu olmamız gerekirken daha bir mutsuz oluyoruz hep birileriyleyken. birilerinin yanına isteklerimizle gidip isteklerle karşılanıyorsak o birileri tarafından, işte yani kurosawa'nın o meşhur temasındaki durum ortaya çıkıyor:

 "neden insanlar birlikte daha mutlu olamıyor?"

bundandır ki birilerinin yanına giderken ahmet telli'nin "geldim işte" şiirindeki gibi gitmeli ve karşılanmalıyız sanırım. 

"Sülfür inceldi ve en yorgun yerinden kırıldı ayna

Tenhaydı düşlerim, geceydi, çıkıp geldim işte

Su ve ateş bir de gülünç yalnızlığım var sana

Getirebildiğim, kokularını yitirmişti çünkü güller

Suyu dinle  ateşi yak özledim demek bu"

şiirin girişi bu. bir şey getirememenin karşılığında bir şey denmemesinin anlatıldığı şiirin sonu da tam yukarıda anlatılanlarla tenasüp içinde.

"Sülfür inceldi ve en yorgun yerinden kırıldı ayna

Ayna pusluydu bunca yıl nice sır taşımaktan

Kırılmanın sesini duydum ve onu getirdim sana

Unutulmaya geldim işte onarılmaya değil


Kov beni kabilenden ama bekliyorum demek bu"

"onarılma" beklentisiyle gelmiyor şiirdeki ben; aksine unutulmaktan söz ediyor. hafıza yoksa istek de yoktur. 

yukarıda anlatılanlarla uyumlu olması hasebiyle: 


in memoriam, "... anısına" demekmiş. 

neyse böyleyken böyle, o kadar okuduk bu biloğu bi hayatın anlamını vermedi de demezsiniz artık. 



26 Aralık 2021 Pazar

takıntı yahut bir korku eşiğinin aşılamaması

 yüksek lisans yapmaya karar vermem anayurt oteli'ni ilk okuduğum döneme rastlar. aslında rastlamaz, şöyle ki:  romanı ilk okuduğumda bunun üzerine bir şeyler söylemeliyim gibi bir istek hasıl olmuştu bende. lisans 4. sınıftaydım ve hayat gailesi fena halde baskındı o zamanlar ve öylece kalmıştı bu istek içimde. sonradan 2007 yılı 15 tatilinden istanbul'a dönerken yanıma anayurt oteli kitabını almıştım, öylesine bakmak için. sonra ne zaman aklıma gelse unutmak için ekstra çaba sarf ettiğim o melun cümleyi tekrar gördüm: 

"küçük ayrıntıların tekdüze şaşmazlığında nerdeyse takıntılarla sürüklenen bir yaşamın öfkesi de çaresizliği de büyük oluyor." 

o me'lun cümle bu. bana hep takıntılı biri olduğum gerçeğini hatırlattığı için ve takıntılı biri olmayı -nedense- kendime yediremediğim için sanırım fena halde rahatsız ediyordu bu cümle beni, hala da ediyor tabii de neyse. 

takıntı demişken, takıntı üzerine değeri pek de bilinmeyen bir şarkı var türkiye'mizde:



saat takıntım vardır. aslında zaman da denebilir ama bilmiyorum ikisi de sanırım. bunun ilk ne zaman başladığını yani niye böyle bir takıntım olduğunu bilmiyorum tabii ki ama buna dair bir çocukluk anısı hiç çıkmıyor aklımdan.

yazın sonlarına doğru babam adana'dan elazığ'a köyle gelir, 1 hafta kadar orada kalır sonra da beraber adana'ya dönerdik. henüz daha okuma yazma bilmediğim dönemlerdi. köydeki ev -daha doğrusu anneannemin evi, biz orada kalırdık annemle- en büyük dayımın eviyle bitişik büyükçe bir bahçe içinde, kerpiçten yapılmış bir evdi. verandasında sfşsgşasklş neyse tabii ki verandası yoktu balkonu vardı. elazığ'da bir köy orası; orta batı amerika'da bir kasaba değil sonuçta. neyse bu birbirine bitişik iki evin önünde 3-4 arabanın park edebileceği büyüklükte bir alan vardı. akşamları dayım, onun büyük çocukları falan yemekten sonra burada oturur çay falan içip öteden beriden konuşurlardı. ayrıca bir lamba yoktu orayı aydınlatmak için, iki evin balkon ışıkları açılarak aydınlatılırdı. aşağıda çay içilmediği zamanlarda yanmazdı o ışıklar. aşıda babam da olduğu için benim de aşağıda geç vakitlere kadar olmam dikkate gelmezdi hiç sanırım çünkü hiç çağırmazlardı beni yukarıya. bir ara babam dayılarım, onların büyük çocukları kürsülere oturmuş çay içerken ben avludan yola doğru uzaklaşmaya başladım. avluyu aydınlatan ışığın ve babamların seslerinin verdiği güvenle avludan zifiri karanlık içindeki köyün ana yoluna doğru yürümeye başladım. bizim evlerin yolunu köy yoluyla birleştiren ve ancak bir arabanın geçebileceği toprak yolun kenarındaki kavak ağaçlarının hışırtısı babamların olduğu yerden uzaklaştıkça daha da artıyordu ve tabii babamların sesleri de azalıyordu; ama karanlığa doğru yürümeye devam ettim ta ki evlerin ışığından yayılan aydınlığın aniden bittiği yere kadar. ışık bitmiş zifiri karanlık başlamıştı. aniden geri dönüp babamın olduğu yere doğru koşmaya başladım. korkudan aklım çıkmış gibiydi. çünkü dayımın kızları, köy yolunun diğer tarafında kalan meşelik alanın içinde geceleri cinlerin ateş yakıp oturduğunu anlatırlardı hep. hızla babamın olduğu yere gittim. babamlar daire oluşturmuş vaziyette oturuyorlardı. nefes nefese babamın yanına girip bacaklarının arasına kendimi sıkıştırmıştım. hararetli bir şekilde bir şey konuşuyorlardı. uzaktan köpek sesleri, kurt ulumaları ve kavak ağaçlarının hışırtısı duyuluyordu. babam kulağıma doğru eğilip "noldu" deyip cevabımı beklemeden öptü beni sağ yanağımdan. sesler kesilmişti. ne kavakların hışırtısı ne meşeliklerin orada ateş yakıp etrafında oturan cinler hiçbir şey yoktu. birden babamın sol kolundaki saate takıldı gözlerim. akıp gidiyordu sonradan adlarının akrep ve yelkovan olduğunu öğrendiğim miller. biteviye akıyordu akrep ve yelkovan; bense gözlerimi alamıyordum onlardan. (o gün babamın kolundaki saat şu an bende. hastahane morgundan babamı alırken imza karşılığı teslim etmişlerdi. neyse bilemiyorum her neyse. saat ve zaman takıntım nereden geldiğini neyden kaynaklandığını anlamaya, bulmaya çalıştığımda hep bu an geliyor aklıma. daha doğrusu acaba tam o anda yani babamın saatine gözüm takıldığında saat kaçtı bunu merak etmekten bazen aklımı kaçıracak gibi oluyorum. keşke sorsaydım babama o an saat kaç diye. akrebin yelkovanın konumunu hatırlamaya çalışıyorum ama o da beyhude. 

hani cahit sıtkı'ya çocukluğunu satan bir affan dede vardır, malum. 

ÇOCUKLUK

Affan Dede'ye para saydım,

Sattı bana çocukluğumu.

Artık ne yaşım var, ne adım;

Bilmiyorum kim olduğumu.

Hiçbir şey sorulmasın benden;

Haberim yok olan bitenden.

Bu bahar havası, bu bahçe;

Havuzda su şırıl şırıldır.

Uçurtmam bulutlardan yüce,

Zıpzıplarım pırıl pırıldır.

Ne güzel dönüyor çemberim;

Hiç bitmese horoz şekerim!

bana da çocukluğumu ya da  genel anlamda geçmişi hep saatler getirir. mesela gün içerisinde saate bakarım. saat 16: 39. diyelim. tarih 20.12.2021. 17 yıl önceki 20 aralıkta saat 16:39'da ne yapıyordum tam olarak neredeydim diye düşünürüm. tabii kabaca bir şeyler hatırlarım. o ana gitmek istemek değildir bu çoğu zaman, çok da anlatamam bunu niye yaptığımı. yani salt geçmişe bir özlem değil. gerçekten de acaba bunu neden yaptığımı anlamak için proust'un kayıp zamanın izinde'sini tekrar okumaya başladım. yukarıda anlattığım olayı aslında çocukluğun korku ve güven arasında gidip gelen bir gelişim sürecinden başka bir şey olmadığını anlatmaya çalışmak için yazmıştım ama affan dede'yi hatırlayınca daha yazarken saat mevzuu falan girdi. gerçi zaten çocukluk ve gelişim sürecini merak eden de siktirsin Jean Piaget falan okusun burada melankoli var melankoli! melankoli demişken şunu hatırlamakta faide var bence: neyse kayahan'ın "ve melankoli"sini ekleyecektim de vazgeçtim. kıral şarkıdır hatta kayahan'a rağmen iyi şarkdır. düzenlemesini de hafızam beni yanıltmıyorsa sevgili iskender paydaş yapmıştı jdjfljdfldklhfsdbhf neyse sanığı ciddiyete davet ediyorum. 

"sevdiğimiz insanlar, her zaman açıkça sezemesek de peşinde koştuğumuz bir hayali özlerinde barındırırlar." diyor proust. alın size ciddiyet. bundan daha hakiki bir cümle yoktur olamayacak da sanırım. diyelim ki akşam bir kafede pierre'le buluşup bir şeyler içip oradan buradan konuşacağız. (tam bir özenti gibi sartre'ın varlık ve hiçlik'teki verdiği örnekler gibi örnekler veriyorum) pierre'i bir arkadaş olarak çok seviyorum ve pierre potansiyel olarak içinde onunla yapılabilecek güzel bir sohbetin hayalini barındırdığı için akşam onunla buluşup kahve içmeye gitmek isterim. yahut sevgili olan bir kadınla bir erkeğin buluşacak olması... birlikte kurmak istedikleri bir geleceğin -bu bir gecelik ilişki de olabilir, evlilik de hiç fark etmez- a kişisinin b kişisiyle buluşacak olmasının motivasyonu onunla kurduğu bir gelecek hayalini içinde barındırıyor olmasıdır. bu potansiyel gerçeği anlamak çok da büyük bir zeka ve birikim istemiyor tabii ki. herkes bunu proust gibi ifade edemese de bilir. fakat burada bence asıl can alıcı olan, kişinin kayıp zamanın yani geçmişin peşine düşme merakının motivasyonu. bunun da altında sevdiğimiz şeylerin, insanların peşinde koştuğumuz hayali içinde barındırıp barındırmadığıyla yüzleşme ihtiyacının kendini dayatmasıdır. bir kişinin kendi kişisel tarihinin peşine düşmesinin altıda yatan en büyük motivasyon budur, bence. konuyla da uyumlu olabileceği ihtimalini de göz önünde bulundurarak bir chet baker arası verelim ya da onunla hitama ersin bu bahis



"Delial deniz mevsiminde, Delial kızgın güneşte, Delial bronzlaşmak için ideal, Delial her cins ciltlerin güneş kozmetiği, Delial bronzlaşmak için ideal.." çocukken böyle bir şarkısı olan bir güneş kremi reklamı dönerdi. sonra bir de elazığ'a giderken otobüs gölbaşı'nda mola vermişti, mutlu dinlenme tesislerinde. bir şeyler yemiştim. vakit geceye doğruydu. televizyona takılmıştı gözüm. calgonit reklamı vardı (şimdilerde adı finsh oldu). bulaşık makinası tableti diyordu. daha önce hiç bulaşık makinesi görmemiştim, adını duymuştum ama demek ki deterjanı var bunun da demiştim içimden. hayatımın tek başına çıktığım ilk uzun yol yolculuğuydu. bu yolculuk için otagara giderken evin önünden dolmuşa binmiştim. çocuk denecek yaştaydım. beyazevler dolmuşlarını bilirdim, arkasında "yellow trouble" yazan dolmuş gelmişti. bizim orası dolmuşların son durağı olduğu için genelde barajyolu'na çıkana kadar dolmuş boş olur. epey yüksek sesle şu şarkı çalıyordu:


böyleyken böyle. 





5 Aralık 2021 Pazar

Niçin Hoshi'nin Kuyruğu Büyüyor

 bizi mutlu edebilecek şeye / kişiye ulaşabilmek için ulaşabilmemize engel için her şeyi / herkesi yok etmemiz gerekebilir. 

ama öncesinde Alain Corneau"nün "dünyanın bütün sabahları" filminden bahsetmek istiyorum biraz. 


filme adını veren replik bu. filmde usta bir viyola sanatçısının kendi ustasıyla ilgili anıları, düşünceleri anlatılıyor. dünyanın bütün sabahları geri dönüşsüzdür, yaşadığımız hiçbir şeyi bir daha yaşayamayız fakat bunu yapmak da isteriz aynı zamanda. ve fakat tabii ki yapamayız bunu. ama yapmaya çalışırız yani dünyanın bazı sabahlarını geri dönüşlü yapmaya çalışırız ki sanat da burada başlar. çok sevdiği eşini kaybeden  "Monsieur de Sainte Colombe" eşinin oturduğu son masayı bir ressam dostuna çizdirerek sonsuzlamaya çalışır. sonra o anları anlatan bir beste yapar. hiçbir bestesini notaya dökmeyen Sainte Colombe bu bestesini notaya döker ve öğrencisine -bir zamanlar damat adayı da olan- verir parçanın notaya dökülmüş halini. 


eşine dair bir sabahı ölümsüzlemeye çalışan Sainte Colombe'un  bestesi de buydu bu arada. bir şeyi kalıcı kılma çabasının mutsuzluğu, beyhudeliği, tutkusu, saplantısı vs. her şey vardır bu filmde. 

başlığa konu hoshi aslında "koji wakamatsu"nun bir filmindeki tekerlemeden alıntı. tekerlemeyi buraya niye almak istediğimi unuttum. bir ara filmi tekrar izleyip editlerim buraya ama şimdi çok önemli işlerim var. anlamaya çalıştığım şeyler gittikçe azalıyor. bu ben değilim ama. şarkıda dediği gibi "bir çeşit mantarım var ve aklım yavaş işliyor" (tam böyle değildi de neyse) aklımın yavaş işlemesi de benlik bir şey değil. bir şey yapmamak için bir şeyler yapmaya çabalamaktan yoruldum. Hoshi'nin kuyruğunun neden büyüdüğünü hatırlamaya çalışıyorum bazen gün boyu. derste, araba kullanırken yahut ne bileyim markette kasa sırasında beklerken.. niçin hoshi'nin kuyruğu büyüyor? kayan yıldız... niçin kuyruğu birdenbire kayboldu? akan yıldız... 

- Hoshi neredesin?
- neredeyim tahmin et?
- sonunda göle vardın. seni gördüm. yüzüyorsun.
-hayır öyle değil Hanako. aslında bodrumdayım.
- hayır yalan söylüyorsun.
- evet oradayım. kan damlacıkları düşüyor. artık göremiyorum, artık rüzgarı duyamıyorum. kötü bir koku var. 

neyse ne diyordum? aslında ben, bir şey yapmamak için bir şeyler yapmaya çabalamaktan yoruldum. 





7 Ağustos 2021 Cumartesi

"BEN BÜLENT AYTOK ÖZALTIOK 23 YAŞINDAYIM VE ACAİP TIRT BİRİYİM "

 suyun balık için olan hayatiyetiyle benim için olan hayatiyeti nitelik olarak aynı ama niceliksel olarak farklı gibi yani su balık için gerekli benim için de gerekli ama fazla olursa beni öldürüyor su; fakat balığı öldürmüyor. aynı şey hava için de geçerli.  as a vice versa tabii. hava fazla olursa balığı öldürüyor ama beni öldürmüyor... gerçekten hiçbir yere bağlanılamayacak kadar kötü bir tespit; dahası başlangıçta son derece orijinal gibi gelmişti ama yazınca son derece tıraş bir benzetme, alegori olduğunu fark ettim.  yaptığın bir benzetmenin, yazdığın bir yazının yahut bizatihi kendinin tıraş biri olduğunu anladığın anın keskin ama hafif hüznü başka hiçbir şeyde yoktur bence ya. tıraş bir adam olduğumu anladığımda 23 yaşında falandım. esenler otogarında has turizm yazıhanesinde adana otobüsünün kalkmasını bekliyordum. epey susamıştım. tam dışarı su almak için çıkacaktım ki neyse ya birazdan otobüs kalkacak bedeva su var otobüste diyip vazgeçmiştim su içmekten. sonra adana'ya kadar yolculuk boyunca ne kadar tıraş biri olduğumu gizlemek için yaptığım şeyleri düşünmüştüm. amerikanvari bir senaryoda olsaydım o zaman, "BEN BÜLENT AYTOK ÖZALTIOK 23 YAŞINDAYIM VE ACAİP TIRT BİRİYİM " dediğim bir durumun yer aldığı terapi ortamına dair sekans yer alabilirdi filmde. neyse çok zorlama bir cümle oldu. 

2010 yılıydı. kıştı. akşam kuşağında sonradan kapanan cnbc-e'de  philip seymour hoffman'ın "capote" adlı filmi vardı. epey bir izlemiştim sonra bir şeyler araya girmişti de izleyememiştim filmi sonuna kadar ama seymour'un gelmiş geçmiş en iyi oyuncu olduğuna karar vermiştim o akşam. sonra izlerim neyse diyip not almıştım. 11 yıl sonra o notu gördüm bir şekilde ve izledim filmi bu defa sonuna kadar. izlerken sürekli acaba neresiydi diyip hatırlamaya çalıştığım sahneye gelince bi tuhaf oldum.



but, harness time... "dizginler zamanın elinde" bir idam mahkumunun, hayatını araştıran yazara yazdığı son mektupta -telgraf- geçiyordu bu satır. 11 yılı düşündüm yani filmi ilk izlemeye çalıştığım andan bugüne geçen zamanı ve evet dizginler zamanın elindeymiş. çok geç anladım, demeyeceğim tabii ki ama dizginler de hep zamanın elinde oldu, olmuştur. türkiye'de bir sinema eleştirisi yoktur; film tanıtımı vardır türkiye'de. ama buna karşın sineması da yani bu eksikliğine rağmen sineması da son derece yetkindir. kılı kırk yararcasına film çeken yönetmenleri vardır sözgelimi. hikaye anlatmayı bilen yönetmen bakımından epey münbit bir ülke burası. hikaye anlatabilmeyi çok isterdim. film falan çekmek değil salt hikaye anlatabilmek. markette gördüğüm birinin bile eve gelen kadar hikayesini kafamda kurarım ama iş anlatmaya gelince beceremem. mesela öğrencinin biri bir soru getirmişti bir  defasında soru kökünde "harput" sözcüğü geçiyordu. kitabın adına baktım final yayınları. sonra seçeneklerde "adana - mersin arasında..." gibi bir cümle vardı. neyse soruyu anlattım çocuğa kitabı diğer ders gel al benden deyip inceledim biraz. örneklerde elazığ adı çok geçiyordu. yayınevi de final olunca tabii otomatikman soruyu hazırlayan elamanın elazığlı olduğunu tahmin etmek güç değildi. adana da çok geçiyordu seçeneklerde. kitabın künyesindeki adları google yazdım. komisyondakilerden birinin elazığlı ve bir süre final adana'da çalışmış olduğunu gördüm. sonra biraz daha baktım sorlara. "K" ile başlayan bir kadın adının seçeneklerde sık sık kullanıldığını gördüm. sonra elamanın sosyal medya profillerine baktığımda evli olduğunu ve eşinin adının "B" ile başladığını gördüm. sanırım K'yi sevip B ile evlenmiş biri vardı karşımda. şöyle seçenekler vardı mesela: "K'yi görebilmek için fakültenin kantinine gitti" "Akşam yemeğini hazırlamak için B'ye yardım etti." en son açık paylaşımı Salda Gölü'nden. B'ile gitmişler ama tek çekildiği bir fotoyu paylaşmış final soru hazırlama komisyonundaki eleman. kendimi kara kitap'ta celal'in yazdığı bir köşe yazısından olmayacak anlamlar çıkaran okurlar gibi hissettim. 








12 Temmuz 2021 Pazartesi

midnight cowboy yahut bir rüyaya ağıt 1.

bi't tabii bir rüyaya ağıt gibi bir seri oluşturulacaksa onun ilk filminin bir rüyaya ağıt yani Darren Aronofsky'nin Requiem For A Dream'i olması beklenir ama sonuçta ben hür ve bağımsız bir mason olduğum için John Schlesinger'in geceyarısı kovboyu'nu birinci sıraya aldım. bunda tabii ki dustin hoffman'ın aklıma her geldiğinde hayranlıkla önünde eğilme isteği uyandıran oyunculuğunun da etkisi var. tabii bir de filmin müziği Everybody's Talkin' şarkısı ve bir de dustin hoffman'ın "I'm Walkin' Here" dediği sahne... varolmak, var olduğunu göstermek isteğinin bu denli kesif olduğu müzik ve sahne çok azdır sanırım. hastalığının adı anılmıyordu ama galiba tüberkülozdu rico. ve çok üşüyordu o, soğuk new york'ta. arkadaşı geceyarısı kovboyuyla birlikte sırf ısınabilmek ve yeniden yaşadıklarını hissedebilmek için her daim güneşli ve palmiye ağaçlı florida'ya gitmeye karar veriyorlardı. kendilerini gerçekleştirebilmek için new york'a gelen ve bir şekilde yolları kesişen iki kişinin başka bir var oluşa gitmeye çabalamalarının yani rüyalarının elim bir şekilde bir ağıta benzemesinin -amına koduğumun cümlesini bağlayamayacağım sanırım- neyse Ratso, hep hayalini kurduğu yaz'ı temsil eden gömleğiyle yaz'ın bütün çağrışımlarını vaat eden florida'ya giderken ölür. arkadaşı geceyarısı kovboyunun ölmüş Ratso'yu -sanrım o saatten sonra ona Rico demenin bir gereği yok artık- koltukta dik tutmaya çabalaması, işte burası da sanırım yani bence işte filmin bir rüyaya ağıt kısmını oluşturuyor. 


aslında tabii bütün filmler, romanlar, tiyatrolar falan bir şekilde bir rüyaya ağıt'tır. new york'a  çok güzel ve zengin kadınlarla birlikte olmak için gelen  bir adamın bir şekilde bunu başarıp bu minval üzere yaşadığı bir film yahut roman çok da çekici gelmezdi sanırım kimseye. dolayısıyla burada bir rüyaya ağıt da olmazdı haliyle. new york'a bir şekilde yırtmak için gelen iki kişinin bütün çabalarına rağmen sonunda başarısız olmasını anlatan bir film, yahut roman da yine bir rüyaya ağıt olmazdı. bütün romanlar, filmler aşağı yukarı bu şekildedir. hatta yapısalcıların yerinde tespitiyle, önce bir sorun ortaya çıkar, ardından kahraman bir yolculuğa çıkar ve sorun çözülür şeklindeki masal yapısı demek istiyorum ki epey ortak bir izlektir edebiyat için de sinema için de. ama bu filmde ve sair birkaç film ve romanda bu izlek tepetaklak edilir bu yüzden de bu filmler yahut romanlar bir rüyaya ağıt parantezine alınabilir, alınmalıdır. devamlayın,

 mezkur filmimizde doğdukları yerde barınamayıp sorunlarından kurtulmak için new york'a hicret eden kahramanlarımızın yaptığı bu iş klasik çatışma kuramına uygundur. fakat olması gereken yani beklenen: kahramanların sorunlarını halledebilmek için geldikleri bu yerde başarılı ya da başarısız olmalarıdır. başarısız olurlar. ve fakat hikaye bitmez. hep bahar hep güneşli başka bir yere hicret etmeye karar verirler. heyhat bu rüya da malum, bir ağıtla sonuçlanır. 

tabii ki kendi rüyalarıma ağıttan bahsetmeyeceğim burada. o kadar düşmedim daha. (bu cümleden biraz düştüğüm manası da pekala çıkabilir ama neyse) sosyal medya hesaplarımı -ekşi sözlük dahil- kalıcı olarak kapatmayı düşünüyorum. acaba ne yapıyor diyeceğim bi çok insan var bi şekilde görmek iyi oluyordu ne yaptıklarını ama gerek de yok sanırım artık. başka bir şeye alan açmak için bunu yapmıyorum ama insanların mutlu olmaları neyse herkes için her şey yolunda gibi. uzun otobüs yolculuklarına çıkmayalı da kaç zaman oldu, bilmem. burayı silmeme kararı aldım. (aman ne mühim). ne yapacağımı bilebilmeyi çok isterdim. ne yapmayacağımı biliyorum ama neyse. mükemmel biri olmayı istiyordum. alanımda falan da iyi olmak istyordum, en iyi olmayı. olmadı. yarı aydın oldum. oğuz atay falan da bu yüzden çalıştım aslında. yarı aydın olmak istemiyordum ama yarı aydın eleştirisi yapan bir yazar üzerine çalışan yarı aydın oldum ola ola. giora feidman dinledim biraz. 98 yılıydı. panasonic bir walkman almıştım. bi arkadaşım -adını bile hatırlayamıyorum şu an ne kötü- vermişti feidman'ın kasetini. tam bu şarkıyı dinlerken beyazvler'deki evimizden çıkıp özal'a doğru yürüyordum. 



şiirden anlamıyorum pek. teknik olarak çok az bilgim var şiir hakkında desem yeridir. sadece nasıl, ne zaman ve ne için yazıldıklarını anlayabildiğim şiirleri sevebiliyorum. 
turgut uyar'ın "eksik bıraktığım her şeyim kalır" nakaratlı "iyimser bir sonuç’a" şiiri mesela. birkaç gün oluyor, yürüyordum, akşamüstüydü. "iyimser bir sonuç'a" şiirini anladığımı daha doğrusu niçin ve nasıl bir zaman diliminde yazıldığını anladığımı duyumsadım. 

"ben bir gün giderim ki neyim kalır
eksik bıraktığım her şeyim kalır

yaz günü kim ister ki öldüğünü
eksik bıraktığım her şeyim kalır

yaşamam bir beyazlık gibi sanki
eksik bıraktığım her şeyim kalır

genişlerim dağılırım beyazım
ben bir gün giderim ki neyim kalır

ben bir gün giderim ki ey diri at
elbette benim de bir şeyim kalır" ve tabii bununla beraber otomatikman edip cansever'in "sonrası kalır" şiirini de duyumsuyorsun. 

On kalır benden geriye dokuzdan önceki on
Dokuz değil on kalır
On çiçek, on güneş, on haziran
On eylül, on haziran..
On adam kalır benden, onu da
Bal gibi parlayan, kekik gibi bunalan
On adam kalır.

Ne kalır ne kalır
Tuz gibi susayan, nane gibi yayılan
Dokuzu unutulmuş on yüz mü kalır
Onu da unutulmuş bir şiir belki kalır
On çizik, on çentik, on dudak izi
Bir çay bardağında on dudak izi
Aşklardan sevgilerden
Suya yeni indirilmiş bir kayık gibi
Akıp geçmişsem, gidip gelmişsem
Bir de bu kalır.

Ne kalır benden geriye, benden sonrası kalır
Asıl bu kalır." 
....
devamı da var şiirin de gerek yok çok uzadı. yani şiir çok uzadı anlamında değil bu yazı fazla uzadı. zerkalo'da bir cümle geçiyordu neyse ya zerkalo kadar bir rüyaya ağıt değilmiş gibi olan ama gerçekte tam bir rüyaya ağıt filmi olan başkaca bir film yoktur denilebilir. neyse bu başka post'un konusu olsun.

 bir de edip cansever'in  "gelmiş bulundum"u var. bir insanın kendi hayatını bu kadar rast gelelikle bu kadar önemsizleştirerek anlatması beni acaip rahatsız ediyor. 

"ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları
söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum" 

birkaç hafta sonra, tam zamanını bilmiyorum ama sigaraya başlamayı düşünüyorum. bırakırken en son kent blue d range içmiştim hala varsa onla başlarım yahut camel olabilir bilmiyorum, fark etmez.


















30 Haziran 2021 Çarşamba

her şeyin şiiri yahut her şeyin şiiri

 "her şeyin şiiri" tamlamamasının ardından gelecek tamlamanın başka bir şey olma imkanı olamayacağı için  başlığın devamını da her şeyin şiiri olarak yazdım. şimdi tabii her şeyi kapsayan bir şeyin yazılabilme  ihtimali tabii ki yok. 

ne anlatacağımı unuttum ya sedat peker'in yayınladığı videoyla ilgili birkaç video daha yayınlanmış yotube'da. onlara bakayım derken ne yazacağımı unuttum. türkiye'deki solcuların kahir ekseriyesinin sedat peker'in anlattığına benzer şeylere itirazı olduğu için solcu olduğu vakıadır. neyse ne diyorum ben ya burası toplumsal mes'elelerin konuşulduğu bir yer değil, derhal haddimi bildirmeliyim kendime. burada sadece ucuz, bireysel sayıklamalara yer var.

üniversite 2. sınıfta falandım. yaz. öğleden sonra. son derece sıcak. evimiz son katta olduğu için haliyle daha da sıcak. kahvaltı yapıp çay içerdim, çay harareti alır realitesinden hareketle. televizyon kanallarını dolaşırdım. illa bir türk filmi olurdu. kısa winston (soft paket) + çay eşliğinde filmi izlerdim. o zamanlar telif hakları falan çok etkili şeyler olmadığından mıdır nedir bu yerel kanallarda güzel yabancı filmler de olurdu. izlerdim hepsini. sonra bazen kendi odama geçip kitap okurdum. deli gibi şiir okurdum o zamanlar. bir de marx. bir de tarih. ama illa şiir okurdum en çok. Dıranas okuduğum bir dönemdi. telefon gelmişti, akşamdı. böyle diyince önemli bir telefon gibi oldu ama sadece telefonun çaldığını hatırlıyorum. sonra kitaba dönmüştüm. 

Bütün yükünü alıp kalkan yaz gemisi

Sularını yarmaya başladı ölümün.

Kızıl yaprak dalgalı sonbahar denizi

Karıştı… söndü son parıltısı gülümün.


“Artık bir pencerenin önünde, ne kaldı

Oturup geçen dünü düşünmekten başka

Ne kaldı yaşamaya üşenmekten başka?”

Deme. O masalların geceleri geldi.


İşte beyaz yelkeni düşten dokunmuş sal!

Yetişmek üzere düne günlerin peşinde.

Koş, bir ekmek çıkını gibi yanma al

Buluşmak umudunu bir yaz güneşinde.


insan hayatında her şeyin çok önemliymiş gibi olduğu bir dönem var; bir de hiçbir şeyin artık  öneminin olmadığı bir  dönem var. öldükten sonra da önemli olabilecek şeyler, durumlar, kimseler olduğu için itinayla yaşıyoruz bu hayatı hep. görkemli finaller -sonlar mı demeliydim, kim bilir?- için yapılan müzikler dinleyerek itinayla sona doğru yaklaşıyoruz. "her son bir erek değildir" bence de ama her son bir erek olabilirdi. birçok sonlar da erektir kaldı ki. yıllarca bir turnuvaya hazırlanan sporcunun altın madalya kazandığı anı  düşünürsek, evet bu son bir erek oluyor. ama ipin ucunda sallanırken bir anda... zebercet'i diyorum ipin ucunda sallanırken bir anda yaşamın çağırdığı zebercet hani. ipin ucunda soluğu kesilmeye başlayınca telaşla titremeye başlayan zebercet için o an bir erek miydi?  cevabı önemsiz olan etkileyici sorular sormakta -ayıptır söylemesi- ustayımdır. neyse bunlar önemli değil. başka birilerinde de olup olmadığını en çok merak ettiğim bir şeyden bahsedeceğim:

bütün meydan okumalarımdan utanç duyuyorum. diyelim ki meydan okuyorum birine, birilerine yahut bir şeylere... bir heyecanla, tüm ruhumla yapıyorum bunu ama lakin daha akşamı olmadan bu yaptığımdan utanmaya başlıyorum. (doktora tezimde bundan bahsedecektim ama çok şahsi olabilir düşüncesiyle vazgeçmiştim. çünkü tez jürisi hep atıf ister, sen bir şey söyleme hep daha önce söylenmişi tekrar et isterler) meydan okumam sırasındaki her halim her sözüm aklıma geldikçe daha da kesifleşiyor utanç duygum. tüm o üstten konuşmalarım, aşağılamalarım, gururlu haklı çıkma çabalarım koca bir utanç çığı gibi üstüme üstüme geliyor her seferinde ve bundan bir türlü kurtulamıyorum. sartre ve heidegger'in hatta tarkovski ve bergmann'ın bunun farkına varmamış olmaları çok ilginç. gerçi hepsi de utancın farkındalar tabii ki bir fenomen olarak ama neden bu benim söylediğim utancı nüanse etmediler acaba? meydan okumalar, utanmak gibi en pasif en nesne olunan anlardan çıkıp en özne olunmaya çalışılan anlardır halbuki ve fakat en kesif utançlarımı bu anlardan sonra yaşıyorum ben. 

bu kadar meydan okuma demişken konuyla mütenasip bir şarkı arası verelim.












8 Mayıs 2021 Cumartesi

bir karikatüre bakarken katlanan sadelik yahut wong kar wai

 6 - 7 yaşlarında falandım sanırım. oturma odasının kapı pervazına iki ayağımı yaslayarak yukarı tırmanma talimleri yapıyordum. akşamdı. ödev yapmıştım. televizyon açıktı. annem meyve soyuyordu (portakal). çalan şarkı şuydu: 



hatta yılbaşından bir gün önceydi; çünkü tv'de o yılın  yerli - yabancı en hit şarkılarının çalındığı bir program vardı ve şarkı da tam o anda çıkmıştı işte. bütün bunlar aslında bilgisayarımın duvar kağıdının beni sürekli bir çağrışım bombardımanına tutmasını sonucunda hatırladığım şeylerden bazıları. 






tüm zamanların belki de en iyi karikatürüdür bu. karikatürde gözüme çarpan ayrıntıları yazacağım zaman zaman; çünkü ara ara bakıyorum karikatüre ve her baktığımda yeni bir şeyler  fark ediyorum.

1- annenin giydiği eşofman altı yahut tayt gibi şey, -her neyse o işte- 80'lerde moda olan ayağa halka geçmeli şeylerden. (çok kötü tarif ettim bunu ya ama "Topuktan Geçmeli Tayt" denen şey bu sanırım.)

2- babanın uyuduğu çekyatın, çocuğun ders çalıştığı kısmına denek gelen ayağının altına kağıt sıkıştırılmış.

3- duvardaki saat türkiye gazetesinin 30 kupona verdiği plastik saat.

4- televizyonun arkasında TRT bandrolünün olması. 

5- halıda ders çalışan çocuğun çantasının üzerinde "stop" yazısı olması. 

6- 3. maddeyle uyumlu olarak, yatak odasındaki elektrikli sobanın "ihlas" marka olması. 

7- muhtemelen çocuklardan birinin ıslak spor ayakkabısı kurusun diye sobanın arkasına konmuş.

8- ev zemin katta ya da yüksek giriş dairesi olmalı. çünkü pencerede demir var. 

9-  duvardaki saat de çekyatın üst gözündeki saat de aynı saati gösteriyor.  (saat de 22.05 olmalı bu arada) 

10- babanın uyuduğu çek - yat ilk nesil adıyla müsemma gerçekten de çekilip uyunulan cinsten. 80'lerin sonlarına doğru oturulan yerin yukarı kaldırılarak yatağa çevrilen ikinci nesil çekyatlarından değil. (bunların adı yatma mekanizmasının farklı çalışma prensibinden ötürü "kaldır - yat" gibi bir şey olabilirdi.) 

11- birinci nesil çekyatların alameti farikası olan yaslanılan yerin çekmecelerinin olur olmaz düşmesi sorunsalı burada da karşımıza çıkmış. çekmecenin kapağı babanın üstüne doğru açılmış. 

12- yine çekyatın sırt dayama kısmının en uçlarında bulunan ve dört adet olması gereken "imame" benzeri ahşap parçalardan biri kırılmış.

13- 

neyse zamanla editleyip bulduğum ayrıntıları maddelerim buraya ama fotoyu her açtığımda ağlama hissi geliyor devam edemiyorum. bilmiyorum, elmacık kemiklerimde bir yanma oluyor ne zaman açsam bu fotoyu. bir şeyler yanlış gitti hissini beynime beynime vuruyor bu karikatür. nerede yanlış yaptım demekten yoruldum; çünkü nerede yanlış yaptığımı biliyorum. bilmemenin; daha doğrusu bilememenin belirsizliğinin vereceği olası huzursuzluk yerine bilmenin acısı var.  oysa bence bütün huzursuzluklar acıdan iyidir. 

bilmenin acısını wong kar wai'den daha iyi anlatan var'mola? ya tabii ki vardır da wai kadar bunu fon ve diyalog uyumu içerisinde anlatabilen bir başkası daha yoktur sanırım. derinleştirmekten korktuğum yerler buralar.  2008 falandı sanırım "My Blueberry Nights"ı ilk izlediğimde. izlememiş gibi yapmıştım. sonra yaz tatilinden önce adana'ya gelmeden önce yani istiklal'de korsan cd satan yerlerden filmin cd'sini almıştım, adana'ya geldiğimde izlerim diye tekrardan da neyse cd bozuk çıkmıştı da epey mutlu olmuştum. 

wong kar wai filmlerinde, siyah bir gecede kırmızı, sarı, mavi neon lambaların aydınlattığı mutsuz insanlar vardır. gün doğmaz bu filmlerde hiç sanki. hep karanlık, hep neon ışıklar, hep hafif yağmurlu bir hava hep yağmur altında yanıp sönen trafik ışıkları vardır. tamam da niye vardır. niye gece melek ve bizim çocuklar'dır wai nam zındığın filmleri. 

neyse only bir wong kar wai filminde dinlenebilecek bir şarkıyla (ki film müziği zaten)



böyleyken böyle. 

"oysa bence bütün huzursuzluklar acıdan iyidir. " demişim yukarıda. woody allen'ın "radyo günleri" diye bi filmi var. 40'lı yılların amerika'sındaki radyonun işlevi anlatılıyor filmde. filmin bir yerinde tüm kentin radyodan yayılan neşeye ortak olduğu bir sahnede yayın birden kesiliyor ve bir radyonun spikeri çok dar bir kuyuya düşen çocuğun kurtarılmaya çalışıldığı son dakika haberini geçiyor tüm ülkeye. bütün kent ve hatta ülke bir anda duruyor ve çocuğun kurtarılma haberini bekliyor radyo başında. kuyu çok dardır ve itfaiye bir türlü gerektiği gibi müdahale edemez bu yüzden. çocuğun anne ve babası da bekliyordur. bir yerden sonra olay mahalinden canlı yayın yapan radyo spikeri anne ve babanın ruh halini tasvire çalışır dinleyiciye. çünkü bir olayın kendisinden ziyade o olayın kişiler üzerindeki etkileri daha çok ilgilendirir kalabalıkları. insan olayın öznesi olan kişilerle değil; olaydan etkilenenlerin ruh halleriyle empati kurmaya daha yatkındır. Wai'nin dehası ise seyircinin kişilerle, olaylarla değil doğrudan bahse konu kişilerin, olayların yarattığı doğal atmosferle empati kurmasını sağlamakta yatıyor (bknz: bu iletinin neon ışıklarla ilgili olan bahsi).  bunu tarkovski yapabiliyordu bir de. en azından benim bildiğim; olayların, kişilerin oluşturabileceği olası atmosfer üzerinden seyirciyi yakalayabilen başkaca yönetmen(ler) yok. neyse böyleyken böyle... radyo yayını esnasında çocuklarının kurtarılmasını bekleyen anne baba ve radyo yayınını canlı takip eden bütün Amerika, çocuğun cansız bedeninin çıkarılma haberini duyuyor ve herkeste derin bir üzüntü hali galebe çalıyor. şimdi o anne babaya soralım, bu ölüm haberini aldığınız anda mı yoksa çocuğun hala yaşayabiliyor olma ihtimaline sarıldığınız anda mı olmak isterdiniz? netlik iyidir der bütün psikiyatrlar. uzaktan bakınca bence de öyle. kör bir kuyunun başında yavrularının neyse ya öyle işte. 

ben,  malca gelecek ama -çünkü bana da öyle geliyor epeydir- dünya tarihine yön verebileceğimi, yoksul halkların zenginlerden alacağını tahsil edebileceğimi düşünüyordum. And Dağlar'ından Sierra'lara yürüyenlerin Çukurova şubesi olabileceğimi hayal ediyordum baya baya 30 yaşına kadar. olmadı. hep nietzsche'nin yüzündendi ya da benim mallığım yüzünden, bilemiyorum. "bir yerde tanrı varsa ben tanrı olamamaya nasıl katlanırım" diyordu nietzsche. kutsal metinlerde yahut sol tarihte bahsedilenler kadar mükemmel devrimciler varsa şayet  ben de olabilirdim onlar gibi. tabii ki olamadım. birkaç yök protestosu falan. sonra kpss'ye girdim. dünyayı değiştireceğime olan inançla çıktığım yolu kpss'ye girerek hitama erdirdim. 
 

"The man who comes back through the Door in the Wall will never be quite the same as the man who went out." bacım ya valla herkes yüreğinin ekmeğini yiyor yani.  











21 Mart 2021 Pazar

elektronik aletlere teşekkür etmek yahut son kıyafet

haftaya akademik mevzularla alakalı bi yabancı dil sınavı var. ona çalışmaya başladım bu ara. çalışmak dediysem, konu çalışmak değil de işte geçmiş yılların çıkmış sınav sorularını çözüyorum.  ösym sitesinden çıktı alırken ne zamandır aklımda olan bir şeyi yaptım ve yazıcıya teşekkür ettim. gerçekten bunu hak ediyor bence yazıcım.sadece benim yazıcım değil yeryüzünün tüm yazıcıları bunu hak ediyor aslında.. ama yeryüzündeki tüm yazıcılara teşekkür etmek bana düşmez. birleşmiş milletler başkanı teşekkür edebilir ama; tabii kendisi bilir. sonra yaptığımın saçma olduğunu fark ettim aslında. yani bunun sonu yok. o zaman yemeği ısıttı diye ocağa; meyveyi, sebzeyi soğuttu diye buzdolabına vs. de teşekkür etmeliydim. ama o kadar da kibar biri değilim. 

bir paragraf sorusu çözerken "suburb" diye bir sözcüğe takılıp kaldım. "varoş, kenar mahalle" falan gibi bir anlamı var sözcüğün. sonra şimdi anlatamayacağım bir çağrışımlar silsilesi ile birlikte "ölen birinin üzerine bulunan kıyafetleri; ne zaman, nasıl, nereden, ne kadara ve onu alırken neler düşündüğünü" falan düşündüm. sözgelimi  bir hırka. yahut eşofman ne bileyim. bir mağazadasın, satıcı sana gösteriyor tişörtü yahut sen görüyorsun. beğeniyorsun ve alıyorsun. defalarca giyiyorsun. ve bir gün öldüğünde üzerinde o hırka var. oysa öldüğünde üzerinde "bu" olacak ona göre deseydi biri, yani der miydi demesi lazım birinin aslında ne bileyim


  

13 Mart 2021 Cumartesi

ÇEKYATTA UZANMIŞ TELEVİZYON İZLERKEN KATLANAN SADELİK

 Üniversite 3. sınıfta falandım cumartesi öğlen saatleriydi. annem pazara gitmişti. yağmur sonrası güneşi vardı. evde televizyonun karşısında uzanıp kanalları dolaşıyordum. cine 5'teydi sanırım ilk kez gördüğüm bir şarkı çıkmıştı:


etkiledi tabii şarkı, hala da severim; ara ara da dinlerim bi şekilde. sonra kral tv'ydi sanırım orada da nazan öncel'in bi klibi başlamıştı daha yeni :



sonuna kadar dinlemiştim bunu da. biraz daha dolaşmıştım kanallarda, pek sarmamış olsa gerek doğrulup camdan dışarı bakmaya başlamıştım. annemi görmüştüm, pazardan geliyordu. pazar arabası ağır mı acaba diye geçmişti aklımdan. sonra annemin de beni gördüğünü fark ettim. bir an gülümsemiş gibi geldi sanki bana. sanki diyorum çünkü hem henüz çok yakın değildi apartmana hem de evimiz 7. kattaydı. o yüzden pek emin olamadım bir an ama ben de gülümsedim. sonra zil çaldı. sormadım, "sen de gördün mü beni camda?" diye. aklımda, o an beni görmüş olduğu ve bana gülümsediğinin kalmasını istediğim için bilerek sormadım. taze patates almıştı kızartmalık. patates kızartmıştı bana. mutfağa giderken televizyonu kral tv'de açık bırakıp gitmiştim. özlem tekin'in şimdi hatırlayamadığım bir şarkısı çalıyordu. 

ha bütün bunlar ingilizce bir paragraf sorusu çözerken altını çizdiğim "side" sözcüğünden çağrışımla geldi. böyleyken böyle. 






31 Ocak 2021 Pazar

Foucault ve Diğerleri

tam buraya bakarken netleşti kafamda, postmodernist kabul edilen diğerlerinden farklı olarak Foucault, teorisini somutlayarak ortaya koyuyor. felsefileştirmiyor yani  teorisini; Marksist tabirle söylersek ki bu yüzden yöntem olarak en Marksist'i de o diğerlerine kıyasla. ya da değildir belki ne bileyim beylik laf ettim sanki. bütün pandemi boyunca tüm o lockdownlarda postmodernist denilen yazarların eserlerini okudum. okumadığım ana metin kalmadı ama yine de ahkam kesmek için yeterli değil yani yeterlidir de ben yeterli değilim tam anlayamamış da olabilirim mevzuları.

bazı şeyleri inceden değiştirmeye başladım. köklü bir dönüşüm için yavaşlık en iyisi yani birdenbire olmuyor hiçbir şey. her şey birdenbire oldu diye bir şiiri vardı orhan veli'nin hatta bi grup bestelemişti bunu. ha buldum "ışığın yansıması" diye 90'ların sonunda bi görünüp kaybolan bi gruptu: 


nazım hikmet'in "birdenbire" kullanımından sonra belki de en güzeli bu kullanım. aynı grubun ikinci dünya savaşının debdebeli günlerinde yazılmış bir başka orhan veli şiirini bestelemişliği de vardı. harbe giden sarı saçlı çocuk diye. 



. tabii böyle bir şey yok ama sanki "das boot" filmi orhan veli'nin bu şiiri.. ne bileyim işte hatırlatıyor fena halde. filmde "u 50" mi ne öyle bir denizaltıyla savaşa giden bir yığın sarışın alman çocuğun hikayesi anlatılıyor. hepsi de "deutschland"a sağ salim geri dönmek isteyen bir grup sarışın gençtir. denizaltında führer falan yok; sadece eve dönmek yani ölmemek isteyen bir grup sarışım genç var. bizim askerlerden farklı gibiler ama değiller aslında. çocuktum, abim bir kaset getirmişti. yeni çift kaset çalar teyp almıştık o zaman. sonradan uzun yıllar benim odam olacak odada dinlemiştik kaseti. "rami kışlası" şarkısı belki 30 yıldır kazınmıştı zihnime. rami kışlasındaki "malatyalı, vanlı, muşlu" askerlerle u 50 denizaltındaki sarışın alman askerlerin ilgileri, beklentileri nasıl da aynı tanrım. 


bi şeyden bahsedecektim de unuttum. denizaltında ölmek üzereyken führer yok tanrı yok sadece hayatta kalmak için  yani denizaltındaki arızaları onarmak için bir oraya bir buraya koşturan teknisyenler var. gerçi herkes arızaları onarmaya çalışırken bir köşede dua edenler de vardı denizaltı mürettebanda. ben napardım acaba öyle bir şey olsaydı? bilmiyorum ama koşuştururdum sanırım ben de diğer mürettebat gibi. denizaltının yüzeye çıkma umudunun artık kesin olarak kalmadığı belli olsaydı ne yapardım acaba? mesela hangi müziği dinlemek isterdim tam o anda? denizaltı yukarı çıkamıyor artık net.son 5-10 dakikalık falan oksijen kaldı ve son bir parça dinleme hakkı verildi? omg... bir şey istemezdim sanırım. 

ama yine de arkadan bir yerden 

bu çalsa fena olmazdı. ya da yok bu:


bu tam olurdu. ironik bir şekilde ölümün hüznü de her şeyin bittiğini bilmenin huzuru da var bu parçada. 

bir doğum günüm daha geçip gitti. yani doğmuş olmak ve ölecek olmak falan bunlar acaip işler





le feu follet filminde hastanede alkol tedavisi gören eleman diyor bunu. neyse filmlerde oluyor bazen böyle şeyler. gerçek bir acıdan ötürü -gerçek burada nitelik anlamında değil- intihar edenler aniden yapar bunu. varoluşu kendine ağır gelenler ise erteler, bir zaman beklerler. "yarın kendimi öldüreceğim" dedikten sonra eleman -Le Feu follet filmindeki eleman- alkol tedavisi gördüğü hastaneden izinli olarak çıkar ve paris'in bohem dünyasından arkadaşlarını ziyaret eder. gezer tozar akşam hastaneye döner. sabah odasını toplar. son bir iki sayfası kalmış kitabını okuyup bitirir ve kalbine dayadığı silahı ateşler. bir türlü var olamamıştır hayatta. var olmaya, tutunmaya çalışmıştır hep. olmayacağına kanaat getirip intihar eder eleman. yani işte intihara karar veriyor ama belki anlam bulurum diye bekliyor bulmayacağını anlayınca da her şeyi yoluna koyup intihar ediyor.

 pavel pavlikovski'nin İda filmindeki bu sahne de demin   demeye çalıştığım gerçek bir acının ardından gelen intihar mevzularının falan en iyi anlatıldığı sahnedir. burada intihar birden bire olur. polonya'da bir yüksek yargıç olan kahraman, ki videoda intihar eden kişi oluyor bu- yeğeni İda'yla birlikte onun ailesinin mezarını aramaya giderler. ida ve teyzesinin amaçları, nazilerle işbirliği yapılarak öldürülen ailelerinin mezarını bulmaktır. neyse mezarı açtırırlar falan uzun hikaye... sonra dönerler. İda rahibe okuluna döner, teyzesi de işte bir sabah işe gitmek için hazırlanırken atar kendini camdan. 






işte böyle varoluşsal nedenlerden ötürü intihar eden zamana yayıyor, bir acıya, somut bir acıya katlanamayan ise birden bire... 

le feu follet'in sonunda intihar eden abinin satırları da acaip bir acısız acının çığlığı gibidir he:

"kendimi öldürüyorum, çünkü beni sevmediniz; çünkü sizleri sevmedim. çünkü bağlarımız çok gevşekti. bağlarımız güçlensin diye kendimi öldürüyorum. sizi silinmez bir lekeyle baş başa bırakıyorum." 

neyse kapanışı le feu follet'in müziğiyle yani eric satie ile yapalım. filme de acaip gider he bu müzik...




foucault ve diğerlerine daha sonra değineceğimizi belirterek şimdi cıvıl cıvıl çeşme gecelerine uzanıyoruz sevgili izleyiciler





10 Ocak 2021 Pazar

her şeyi anlatan bir şey bir nevi kişisel meta anlatı

kişinin kendi meta anlatısını bozmaya dönük bir yapısöküme girmesi için öncelikle bir meta anlatısının olması lazım gelir. 

körlük yahut az görme üzerine

artık kendine bir tarih yazamayan insanın bu meziyeti tekrardan elde etme çabasına sanat desek olur bence. tarih diyemeyiz ama buna. sayın tanrı kaybolmak, gömülmek istenilen bir ana geri dönmek yahut orada bulunabilme şansını vermeli insana tekrardan. çünkü bu çok insani bir şey ve madem insanı ben yarattım diyorsun ey tanrı o zaman bu hakkı vermelisin bize. çünkü geri dönüp içerisinde kaybolmak hatta ölmek istediğim anlar var ve bu anların baskınlığıyla mücadele edemiyorum. 

Mecid Mecidi'nin " Beed-e Majnoon" filmini izlediğimde hemen aklıma Elias Canetti'inin "Körleşme" romanı gelmişti. bu normal miydi bilmiyorum. sonra Turgut uyar'ın "Geyikli Gece" şiirindeki "üç ev görsek bir şehir sanıyorduk" dizesi. mecid mecidi ve elias canetti, körlük, kör olma yani görmeme mutluluk veirir insana der özetle mezkur eserlerde. ben daha az zeki ve devlet memuru olduğum için mutlak körlük değil de az görme mutluluk verir diyeceğim yazının bundan sonraki kısımlarında. 

binbir gece masalları'nı ve faust'u okumaya başladım. ama okuma pratiğimi tümden değiştirmeye karar verdiğim bir dönem oldu bu dönem. artık sadece roman ve hikaye okuyacağım. kuramsal kitapları ayırdım bir tarafa. okumayacam artık kuram falan. sikerim kuramını ya. ben olmuşum kuram zaten. her şeyi biliyorum artık gibi bir şeyden beslenmiyor bu, sadece bir şey bilmek anlamsız geliyor artık. fakat bir şey anlatabilmek... bu iyi. 

 hikaye anlatabilme yeteneği peygambervari bir özellik olsa gerek. şehrazat yahut ne bileyim çehov yahut nasıl severim memduh şevket esendal... kaynağı belirsiz bir esinle anlatıyor gibiler hikayelerini. saçma ve kötü bir somutlama olacak ama servetinin kaynağı belirsiz bir zenginin biteviye para harcaması gibi hikaye anlatıyor bu insanlar. tabii ki saydığım bu üç isim  değil sadece hikaye anlatabilme yeteneğiyle mücehhez olanlar; hepsi işte bütün hikaye anlatabilenler... ama bir eksiklikten hatta çoğu zaman somut bir eksikliğin beslediği bir eksiklikten besleniyor hikaye anlatabilme. çünkü eksiği olan kusuru gizleyebilme konusunda yalana başvurmakta mahir olabilmiştir ya da olabilitesi (olabilite?) vardır. pekala vasat bir psikoloji mezununun da yapabileceği bir çıkarım bu fakat ben başka bir şey demek istiyorum. yani yalan söyleyebilme yetisi, iyi yalan söyleyen iyi hikaye anlatır da demek istemiyorum ama burada bu da değil. kimsenin farkında olmadığı bir kusurunu gizlemeye çalışma yahut herkesin normal karşılayabileceği bir "kusuru, eksikliği" saklama çabasından bahsetmeye çalışıyorum. hiç kimse tarafından kibirli olarak addedilmeyen birinin bu kusurunu gizlemeye çalışması. yahut ne bileyim görme engelli birinin bunu saklamaya çalışması. yani şimdi freud'un falan buna verdiği bir ad var tabii fakat benim demek istediğim bu değil dayılar ve yengeler. sanat yahut özelde edebiyat ürününün ortaya çıkması için varolan bir düzenin yıkılacağı imasının olması gerek. rus biçimcileri ya da yeni eleştiriciler miydi neydi "alışkanlığın kırılması" diyordu o hesap belki de işte. fakat bence burada sanat değil de hikaye var yani merak unsurunun beslediği bir anlatı buradan ortaya çıkıyor. fakat sanat, merak unsurunun beslemediği bir dışavurumla da var olan bir metin bir kompozisyon gibi geliyor bana. burada şunu demek istemiyorum: "merak unsurunun beslediği bir anlatı, metin sanat eseri kabul edilemez" yok sadece kısıtlı bir zekayla ayrıma giden yarı aydın birinin adlandırabilme yetisinin olmamasının yarattığı bir şey bu. bilge karasu'nun "Gece" romanını okuduğumda ha bir de Faulkner okurken idrak edebilmiştim şu an iddia etmeye çalıştığım şeyin ne olduğunu. "merak unsuru oluşturmadan estetik olanı yakalayabilme" bunu demek istiyorum. diğer bir deyişle belki de alışkanlığı kırmadan estetiği ortaya çıkarabilme... bir kente bir yabancı gelmeden yahut o bir kentten bir yabancı gitmeden başlayabilen, devam eden hikaye. biraz tatsız tuzsuz ama esasen fransız yeni dalga sinemasının bazı filmleri de anlatmaya çalıştığım şeye örnek olarak verilebilir belki ne bileyim. yahut kesit hikaye örneklerinin birçoğu da bu bahse konu edilebilir. MŞE'nin bi çok öyküsü yahut SFA'nın birçok öyküsü... müzik için caz'da bu geçerli yani hikayesiz estetiği yakalama caz müzikte var hatta çok saf haliyle en çok burada var.


aha da bu albüm mesela hoşumuza gider, müthiş bir estetik haz verir dinleyene ama çatışmalı  hikaye yoktur bu müzikte. 

böyle ara ara yazınca insicam kayboluyor. çok önemli sandığım şeyler saçma geliyor ve vazgeçiyorum yazmaktan. çünkü hikaye yani aslında serüven duygusu kadar hayatı anlamlı kılan başka bir şey daha yok sanırım. bu olmadan da yaşanabiliyor; bunun olmadığına dair filmler çekildi, hikayeler anlatıldı yukarıda da bahsettiğim üzere mamafih bu olunca daha bir güzel oluyor işte. bir sürü yeni öykücü, romancı var sürekli de yazıyorlar ama hikaye yok hiçbirinde daha doğrusu serüven yok. serüvensiz de yazabilirsin tabii de fakat işte o zaman da bilge karasu falan olman gerekiyor. sıkılıyorum okuyamıyorum bu yenileri. birçoğundaki -yani bu yeni edebiyatçılardaki- Türkiye'nin yeni oğuz atay'ı yusuf atılgan'ı olma iddiasının boşa çıktığına şahit olmak üzüyor beni. bundan ötürü de okuyamıyorum biraz bu yeni isimleri. adını hatırlayamıyorum şimdi bir kadın öykücünün hikayeleri düştü önüme internette. nasıl da yeni bir nezihe meriç gibi yazmıştı ama türkiye'nin yeni bir nezihe meriç'e ihtiyacı yoktu ki. kaldı ki eskisine de ihtiyacı yok artık. tarlasını su bastığı için ürünü yanan ve bundan ötürü de tefeciye borcunu ödeyemediği için gurbete çıkıp kum ocağında çalışmak zorunda kalan Musa'nın geride bıraktığı karısına musallat olan bakkaldan kaçıp çalışanlarının tamamının erkeklerden oluştuğu  musa'nın çalıştığı kum ocağına gelmesi ve orada da bu defa musa'nın karısının yarattığı huzursuzluğun yarattığı gerilimin anlatıldığı yani çok çok katmanlı bir hikayeden oluşan hikaye yazmak yerine nezihe meriç gibi hikaye yazmaya kalkarsan çuvallarsın. şöyle bir baktım da gerçekten  yazmaya yetenekli gençlere tavsiye veriyorum gibi bir şey olmuş, ne diyorum ben hissi geldi birden. çok saçma kim nasıl neyi isterse yazsın mq bana ne... çok sıkıldım ya birden.

 -bu adlandırmayı sevmesem de- "sosyal medya" herkesi aynılaştırıyor. başlarda herkesin fikrini söylediği ve bu haliyle de çeşitliliğe hizmet ederken artık hemen herkes aynı şeylere kızıyor, sinirleniyor, tepki veriyor.. bunda bir yere kadar sıkıntı yok benim için ama herkes aynı şeye gülüyor gibi geldi bana ve dahi ben de gülüyordum bu aynı dediğim şeylere. bu çok koydu bana, rahatsız etti. kendimi ayırdığım belki de tek şey buydu. ben herkesin güldüğü şeylere gülmedim hiç. bu bir tercih değildi tabii. yani şöyle bir şey olmadı: dur şunların güldüğüne gülmeyeyim. 30 yıldır düzenli mizah dergisi takip etmenin getirdiği bir şeydi bu ve fakat artık ben de ülkenin bir bölümünün güldüğü şeylere gülmeye başladığımı fark ettim.  





sırf bu muzika için bir yolculuğa çıkılabilir. tercihan içanadolu kırsalında cereyan edeni bir yolculuk olmalı bu ama. ekşi mayalı siyez buğdayıyla yapılmış ekmek eşliğinde elazığ yöresi üzümlerinden mürekkep bir şarap içiyorum.

2021'e sarkmış yazı. bir türlü hitama ermiyor daha doğrusu hitama erdirecek değerde bir şey de yazamamışım henüz. bir yer geliyor yeterli diyorsun yani ben diyorum ama bunu demeden onlarca yazı paylaştım burada. oh mon dieu. ne saçma ne budalaca! 

vadideki zambak'ı okudum biraz biraz. son derece romantik hatta sadece ve sadece romantik olanı realist bir şekilde anlatmak becerisini olsa olsa balzac yapabilirdi bu ayrı. insan doğasını felix üzerinden bu kadar yalın, sarih anlatmak da yine sadece balzac'ın yapabileceği bi şeydi. neyse ne amına koyim ya

Artık yüzün

Yaşlı bir adamın yaşlanmaya başlamış yüzü,

Uzun süredir yolcuların inmediği

Bir hanı andırıyor gözlerin.


4 Ekim 2020 Pazar

"geriye çekilirken herkesi öldürmek gibi" yahut "side av - sinyal yok"

 hikaye anlatmanın sırrını umberto eco kadar iyi kavramış bir başka kişi daha yok desem abartmış olmam galiba. yani şunu demek istemiyorum: " Eco en iyi hikaye anlatandır"; hayır sadece Eco, hikaye anlatmanın nasıl bir şey olduğunu biliyor demek istiyorum bunu derken. bunu bi de Bakhtin iyi biliyor sanırım. bir hikaye anlatılmaya başlandığında onu besleyen yan hikayeler ana hikayeye nazaran  ayrıntısız, göndermesiz olmalı. fakat buna mukabil yan hikayeler - ana hikaye isterse fantastik olsun-  ana hikayenin gerçekle ilişkisini kurar. tabii ki bunu anlatmak değil derdim. bunları merak ediyorsan Eco yahut Bakhtin okursun zaten ne işin var burada. kaldı ki ben de bahsetmek istemiyorum bunlardan fakat ben bir kez geri çekilmeye karar veren bir kovboyun rastgele herkese her şeye ateş etmesini anlatmak istiyorum: küçükken pazar sabahları erken kalkıp trt 1'deki kovboy filmlerini izlerdim mutlaka. çok fazla rastlamadım ama kasaba ortasında başlayan bir çatışma esnasında kovboylardan birinin artık kaybedeceğini anladığından mıdır nedir rastgele ateş etmeye başladığı bazı sahneler gelir ara ara gözümün önüne. hayatın değerinin anlaşılmasını imleyen bir refleks gibi düşünüyorum ben bunu. tabii çocukken böyle düşünmüyordum. şimdilerde işte. daha doğrusu akira kurosawa'nın "Ikiru" filmini izlerken kovboy filmlerindeki bu sahne ve küçük iskender'in "bir organ nakli gibi sevmiştim seni" şiiri çağrıştı birden. bak işte allah'ın işi... sonra "ıkiru" filminde kanser olduğunu anlayan adamın, o güne kadar sadece çalışmaktan başka hiçbir şey yapmamış adamın kanser olduğunu öğrendikten sonra bankadaki parasını çekip 30 yıldır aralıksız gittiği işe gitmeyi bırakması ve parayı türlü batakahanelerde ezmeye çalışması... işte hayatın, gerçekten ama gerçekten hayatın, değerini idrak eden birinin her şeyi yapmayı göze alması. (yüklem bilerek kullanmıyorum son birkaç cümlede) büyük yönetmenlik, sanatçılık böyle bir şey sanırım: en insani olanı yakalayıp onu estetik olarak anlatabilmek. turgut özben de böyledir mesela bak. tugut özben, selim ışık'ın intiharına kafa yormaya başladıktan sonra yaşayan bir ölü olduğunu anlar. ardından bir sabah arabasına biner, bankadaki bütün parasını çekip - ıkiru filminin başkahramanı gibi tıpkı- bir yolculuğa çıkar... ıkiru filmindeki başkahraman gibi o da batakhanelere gider falan... aslında bence insanın temel trajedisi olabileceğini düşündüğüm bir mefhumun etrafında dolaşıyorum sanırım. çünkü okuduğum izlediğim hemen en büyük anlatılar hep burada anlatmaya çalıştığım şeyin etrafında dönüyor. zebercet bak mesela. "Küçük ayrıntıların tekdüze şaşmazlığında nerdeyse takıntılarla sürüklenen bir yaşamın öfkesi de, çaresizliği de büyük oluyor." zebercet'i anlatan en keskin cümle bu sanırım. zebercet'in bu tekdüze hayatıyla "ıkiru"daki başkahramanın (adına bakacam ya valla lavuğun hah evet kanji watanabe'ymiş) hayatının tekdüzeliği neredeyse birebir aynı tarif edilir ilgili eserlerde. dahi aynı şey turgut özben için de geçerlidir. ve tabii geriye çekilirken herkesi vuran küçük iskender şiirindeki ben ve pazar sabahları yayınlanan kovboy filmlerindeki düelloda yenileceğini anlayan kovboy gibi... kanji watanabe, deyim yerindeyse bütün hayatını çalışarak geçirmiş dolayısıyla ot gibi yaşamış biridir. sadece işten eve evde işe bir hayatı yaşamıştır watanabe. bir gün mide kanseri olduğunu öğrenir ve her şey alt üst olur watanebe için. çünkü hayatın değerini anlamıştır sevgili watanabe. hayatını bitirecek olan tümör; hayatın değerini hatırlatmıştır watanabe'ye. 

kısa bi ara


istanbul'a ilk atandığım zamanlarda konser için istanbul'a gelmişti Feidman. kesin gidecektim sonra vazgeçip gitmemiştim. ne çok şey kaçırmışım. kaçırmadığım konserler de oldu tabi... orta iki'deydim.  apartmandan komşumuzun oğlu Y. ile şimdi yerinde adana merkez camii olan lunaparka gitmiştik. bu lunaparkın gazinosu da vardı. dolaşırken falan gazinoda müslüm gürses'in konseri olduğunu görmüştük. Y. gazinonun müdürünü görünce yanına koşup bir şeyler demişti adama. Y'nin babası da pavyoncuydu zaten. sonra gel lan giriyoz konsere demişti Y. tam biz içeri girerken müslüm gürses sahneye ağır ağır gelip "yıkıla yıkıla"yı söylemeye başlamıştı. türk genelevlerinde üzülmedim ki veya elimde duran fotoğrafın gibi  şarkıların çaldığı yeşilçam filmlerinin video kasetlerden izlendiği dönemlerdi. bu dönemler aynı zamanda yeşilçam'ın "sanatsal" filmler çekmeye de çalıştığı dönemlerdi. bir şey yapmaya çabalamış olmalarından mıdır nedir türk sinema tarihinin en son derece sanatsal olmayan filmleri  de bu filmler arasından çıkmıştır. 


"üzülmedim ki"nin en güzel versiyonu bu sanırım. "kaderimdir dedim üzülmedim ki" şarkının tam da bu kısmı genelevlerde niye çok dinlenildiğini anlatıyor ya. yine asıl anlatmak istediğim şeyi / şeyleri anlatamadığım bir yazı oluyor ya. ama kaderimdir kısmı fena halde türk fena halde ortadoğulu. vasat bir tespit yaptım ama durumun kendisi vasat elden bir şey gelmiyor. tabii  ben de vasatım. buradaki"ben de vasatım" tespiti bir samimiyet pornosu barındırmıyor. okuyan! her kimsen ben gerçekten tam bir vasatım. bütün bunların, yazdığım birkaç makalenin, tezin hiçbir kıymet-i harbiyesi yok. çünkü onlar da vasat şeylerdi. ama iyi olmalarını çok isterdim; hatta iyi olduklarını düşündüğüm zamanlar da oldu ama bir yer geldi düşüncelerimi derinleştiremedim. bunun da sebebi çok açıktı aslında; çünkü ben derin biri değildim. sadece bir şeyleri sezebildim ve sezebildiğim şeyleri özne - tümleç- yüklem'lerden oluşan cümlelerle giriş - gelişme - sonuç şeklinde anlatabildim. dedim ya daha iyi anlatabilirdim tüm bunları ama olmadı. mal bu ne yazık ki. 

epeydir uzaktan eğitim denen ucube şeyden mustarip bir dönemden geçiyor tüm türkiye ve ben. nasıl da kendimi tüm türkiye'den ayırdım ama. binbir gece masalları'nı okumaya başladım tekrardan. ece ayhan  yazısının bana ait kısmı bitti. hikaye anlatmanın inceliklerini anlama çabasına girmeden okumayı umuyorum bu defa binbir gece masalları'nı fakat daha eserin adına dikkat eder etmez fark ettiğim bir şey var bu defa: belirsizlik. "binbir" kesin bir anlama işaret eden bir sayıdan ziyade belirsizliğe vurgu yapan bir sayı. doğuya özgü masallar da böyle olmalı. aslına bakılırsa masallarda her şey belirsizdir ya batı masalları da belirsizlik üzerine kurulmuş. yer, zaman, tarih hep belirsizdir masallarda. çünkü masal, insanlığın çocukluğunun bir dışa vurumu.  "tanrım gerçekten çocukluk günlerinizde mi?" 

gerçekten aklıma yazacak bir şey gelmiyor. istanbul'da gazi mahallesinde kalırken "kevir"i okurdum. sonra yeter bu kadar deyip bırakmıştım kitabı. sonra bikaç defa daha okudum kitabı ama ne bileyim gereksiz geldi. fazla acı vardı kitapta. ve fazla teselli vardı. islamcıların klasik numarasıdır. acı ve ona uygun teselli icat etmek. bir acının tesellisi yoktur. acı, acıdır ve diyalektikten varestedir. sadece vardır. geçmesini beklemekten başka da yapacak bir şey yoktur. çok sevdiğin birini toprağa vermenin acısına uygun teselli var mıdır? belki cennet işte. öldü ama cennete gidecek falan. eceliyle ölen birinin cennete inanma ihtimali = 0. geçelim bunu. diri diri derisi yüzülen bir koyunun acısından bahseder ali şeriati aynı kitabın bir yerlerinde. köydeydik. dayımın adağı olan kurban kesilecekti. hayvan direniyordu; çünkü acı çekeceğini biliyordu. dayım, "allah'a kurban olacağını anlayınca acısı dinecek" demişti bana. çocuktum. acaip ağlamıştım koyunu o halde görünce. sanırım koyun, son ana kadar allah'a kurban olacağını anlayamamıştı çünkü neyse işte. islamcılarda bu hep var: her acıya bir teselli. oysa acı diyalektik değil yani sanırım değil. bence değil diyip bağlayayım sözü, bi yere varmayacak çünkü. 
tv kendiliğinden kapanınca ekranda mavi bir dikdörtgen kutucuk içinde " "side av - sinyal yok" yazısı tv'yi kapatıncaya kadar hareketli bir şekilde neyse ya bunu da bi yere bağlayacaktım da unuttum