31 Ocak 2021 Pazar
Foucault ve Diğerleri
10 Ocak 2021 Pazar
her şeyi anlatan bir şey bir nevi kişisel meta anlatı
kişinin kendi meta anlatısını bozmaya dönük bir yapısöküme girmesi için öncelikle bir meta anlatısının olması lazım gelir.
körlük yahut az görme üzerine
artık kendine bir tarih yazamayan insanın bu meziyeti tekrardan elde etme çabasına sanat desek olur bence. tarih diyemeyiz ama buna. sayın tanrı kaybolmak, gömülmek istenilen bir ana geri dönmek yahut orada bulunabilme şansını vermeli insana tekrardan. çünkü bu çok insani bir şey ve madem insanı ben yarattım diyorsun ey tanrı o zaman bu hakkı vermelisin bize. çünkü geri dönüp içerisinde kaybolmak hatta ölmek istediğim anlar var ve bu anların baskınlığıyla mücadele edemiyorum.
Mecid Mecidi'nin " Beed-e Majnoon" filmini izlediğimde hemen aklıma Elias Canetti'inin "Körleşme" romanı gelmişti. bu normal miydi bilmiyorum. sonra Turgut uyar'ın "Geyikli Gece" şiirindeki "üç ev görsek bir şehir sanıyorduk" dizesi. mecid mecidi ve elias canetti, körlük, kör olma yani görmeme mutluluk veirir insana der özetle mezkur eserlerde. ben daha az zeki ve devlet memuru olduğum için mutlak körlük değil de az görme mutluluk verir diyeceğim yazının bundan sonraki kısımlarında.
binbir gece masalları'nı ve faust'u okumaya başladım. ama okuma pratiğimi tümden değiştirmeye karar verdiğim bir dönem oldu bu dönem. artık sadece roman ve hikaye okuyacağım. kuramsal kitapları ayırdım bir tarafa. okumayacam artık kuram falan. sikerim kuramını ya. ben olmuşum kuram zaten. her şeyi biliyorum artık gibi bir şeyden beslenmiyor bu, sadece bir şey bilmek anlamsız geliyor artık. fakat bir şey anlatabilmek... bu iyi.
hikaye anlatabilme yeteneği peygambervari bir özellik olsa gerek. şehrazat yahut ne bileyim çehov yahut nasıl severim memduh şevket esendal... kaynağı belirsiz bir esinle anlatıyor gibiler hikayelerini. saçma ve kötü bir somutlama olacak ama servetinin kaynağı belirsiz bir zenginin biteviye para harcaması gibi hikaye anlatıyor bu insanlar. tabii ki saydığım bu üç isim değil sadece hikaye anlatabilme yeteneğiyle mücehhez olanlar; hepsi işte bütün hikaye anlatabilenler... ama bir eksiklikten hatta çoğu zaman somut bir eksikliğin beslediği bir eksiklikten besleniyor hikaye anlatabilme. çünkü eksiği olan kusuru gizleyebilme konusunda yalana başvurmakta mahir olabilmiştir ya da olabilitesi (olabilite?) vardır. pekala vasat bir psikoloji mezununun da yapabileceği bir çıkarım bu fakat ben başka bir şey demek istiyorum. yani yalan söyleyebilme yetisi, iyi yalan söyleyen iyi hikaye anlatır da demek istemiyorum ama burada bu da değil. kimsenin farkında olmadığı bir kusurunu gizlemeye çalışma yahut herkesin normal karşılayabileceği bir "kusuru, eksikliği" saklama çabasından bahsetmeye çalışıyorum. hiç kimse tarafından kibirli olarak addedilmeyen birinin bu kusurunu gizlemeye çalışması. yahut ne bileyim görme engelli birinin bunu saklamaya çalışması. yani şimdi freud'un falan buna verdiği bir ad var tabii fakat benim demek istediğim bu değil dayılar ve yengeler. sanat yahut özelde edebiyat ürününün ortaya çıkması için varolan bir düzenin yıkılacağı imasının olması gerek. rus biçimcileri ya da yeni eleştiriciler miydi neydi "alışkanlığın kırılması" diyordu o hesap belki de işte. fakat bence burada sanat değil de hikaye var yani merak unsurunun beslediği bir anlatı buradan ortaya çıkıyor. fakat sanat, merak unsurunun beslemediği bir dışavurumla da var olan bir metin bir kompozisyon gibi geliyor bana. burada şunu demek istemiyorum: "merak unsurunun beslediği bir anlatı, metin sanat eseri kabul edilemez" yok sadece kısıtlı bir zekayla ayrıma giden yarı aydın birinin adlandırabilme yetisinin olmamasının yarattığı bir şey bu. bilge karasu'nun "Gece" romanını okuduğumda ha bir de Faulkner okurken idrak edebilmiştim şu an iddia etmeye çalıştığım şeyin ne olduğunu. "merak unsuru oluşturmadan estetik olanı yakalayabilme" bunu demek istiyorum. diğer bir deyişle belki de alışkanlığı kırmadan estetiği ortaya çıkarabilme... bir kente bir yabancı gelmeden yahut o bir kentten bir yabancı gitmeden başlayabilen, devam eden hikaye. biraz tatsız tuzsuz ama esasen fransız yeni dalga sinemasının bazı filmleri de anlatmaya çalıştığım şeye örnek olarak verilebilir belki ne bileyim. yahut kesit hikaye örneklerinin birçoğu da bu bahse konu edilebilir. MŞE'nin bi çok öyküsü yahut SFA'nın birçok öyküsü... müzik için caz'da bu geçerli yani hikayesiz estetiği yakalama caz müzikte var hatta çok saf haliyle en çok burada var.
aha da bu albüm mesela hoşumuza gider, müthiş bir estetik haz verir dinleyene ama çatışmalı hikaye yoktur bu müzikte.
böyle ara ara yazınca insicam kayboluyor. çok önemli sandığım şeyler saçma geliyor ve vazgeçiyorum yazmaktan. çünkü hikaye yani aslında serüven duygusu kadar hayatı anlamlı kılan başka bir şey daha yok sanırım. bu olmadan da yaşanabiliyor; bunun olmadığına dair filmler çekildi, hikayeler anlatıldı yukarıda da bahsettiğim üzere mamafih bu olunca daha bir güzel oluyor işte. bir sürü yeni öykücü, romancı var sürekli de yazıyorlar ama hikaye yok hiçbirinde daha doğrusu serüven yok. serüvensiz de yazabilirsin tabii de fakat işte o zaman da bilge karasu falan olman gerekiyor. sıkılıyorum okuyamıyorum bu yenileri. birçoğundaki -yani bu yeni edebiyatçılardaki- Türkiye'nin yeni oğuz atay'ı yusuf atılgan'ı olma iddiasının boşa çıktığına şahit olmak üzüyor beni. bundan ötürü de okuyamıyorum biraz bu yeni isimleri. adını hatırlayamıyorum şimdi bir kadın öykücünün hikayeleri düştü önüme internette. nasıl da yeni bir nezihe meriç gibi yazmıştı ama türkiye'nin yeni bir nezihe meriç'e ihtiyacı yoktu ki. kaldı ki eskisine de ihtiyacı yok artık. tarlasını su bastığı için ürünü yanan ve bundan ötürü de tefeciye borcunu ödeyemediği için gurbete çıkıp kum ocağında çalışmak zorunda kalan Musa'nın geride bıraktığı karısına musallat olan bakkaldan kaçıp çalışanlarının tamamının erkeklerden oluştuğu musa'nın çalıştığı kum ocağına gelmesi ve orada da bu defa musa'nın karısının yarattığı huzursuzluğun yarattığı gerilimin anlatıldığı yani çok çok katmanlı bir hikayeden oluşan hikaye yazmak yerine nezihe meriç gibi hikaye yazmaya kalkarsan çuvallarsın. şöyle bir baktım da gerçekten yazmaya yetenekli gençlere tavsiye veriyorum gibi bir şey olmuş, ne diyorum ben hissi geldi birden. çok saçma kim nasıl neyi isterse yazsın mq bana ne... çok sıkıldım ya birden.
-bu adlandırmayı sevmesem de- "sosyal medya" herkesi aynılaştırıyor. başlarda herkesin fikrini söylediği ve bu haliyle de çeşitliliğe hizmet ederken artık hemen herkes aynı şeylere kızıyor, sinirleniyor, tepki veriyor.. bunda bir yere kadar sıkıntı yok benim için ama herkes aynı şeye gülüyor gibi geldi bana ve dahi ben de gülüyordum bu aynı dediğim şeylere. bu çok koydu bana, rahatsız etti. kendimi ayırdığım belki de tek şey buydu. ben herkesin güldüğü şeylere gülmedim hiç. bu bir tercih değildi tabii. yani şöyle bir şey olmadı: dur şunların güldüğüne gülmeyeyim. 30 yıldır düzenli mizah dergisi takip etmenin getirdiği bir şeydi bu ve fakat artık ben de ülkenin bir bölümünün güldüğü şeylere gülmeye başladığımı fark ettim.
sırf bu muzika için bir yolculuğa çıkılabilir. tercihan içanadolu kırsalında cereyan edeni bir yolculuk olmalı bu ama. ekşi mayalı siyez buğdayıyla yapılmış ekmek eşliğinde elazığ yöresi üzümlerinden mürekkep bir şarap içiyorum.
2021'e sarkmış yazı. bir türlü hitama ermiyor daha doğrusu hitama erdirecek değerde bir şey de yazamamışım henüz. bir yer geliyor yeterli diyorsun yani ben diyorum ama bunu demeden onlarca yazı paylaştım burada. oh mon dieu. ne saçma ne budalaca!
vadideki zambak'ı okudum biraz biraz. son derece romantik hatta sadece ve sadece romantik olanı realist bir şekilde anlatmak becerisini olsa olsa balzac yapabilirdi bu ayrı. insan doğasını felix üzerinden bu kadar yalın, sarih anlatmak da yine sadece balzac'ın yapabileceği bi şeydi. neyse ne amına koyim ya
Artık yüzün
Yaşlı bir adamın yaşlanmaya başlamış yüzü,
Uzun süredir yolcuların inmediği
Bir hanı andırıyor gözlerin.
4 Ekim 2020 Pazar
"geriye çekilirken herkesi öldürmek gibi" yahut "side av - sinyal yok"
hikaye anlatmanın sırrını umberto eco kadar iyi kavramış bir başka kişi daha yok desem abartmış olmam galiba. yani şunu demek istemiyorum: " Eco en iyi hikaye anlatandır"; hayır sadece Eco, hikaye anlatmanın nasıl bir şey olduğunu biliyor demek istiyorum bunu derken. bunu bi de Bakhtin iyi biliyor sanırım. bir hikaye anlatılmaya başlandığında onu besleyen yan hikayeler ana hikayeye nazaran ayrıntısız, göndermesiz olmalı. fakat buna mukabil yan hikayeler - ana hikaye isterse fantastik olsun- ana hikayenin gerçekle ilişkisini kurar. tabii ki bunu anlatmak değil derdim. bunları merak ediyorsan Eco yahut Bakhtin okursun zaten ne işin var burada. kaldı ki ben de bahsetmek istemiyorum bunlardan fakat ben bir kez geri çekilmeye karar veren bir kovboyun rastgele herkese her şeye ateş etmesini anlatmak istiyorum: küçükken pazar sabahları erken kalkıp trt 1'deki kovboy filmlerini izlerdim mutlaka. çok fazla rastlamadım ama kasaba ortasında başlayan bir çatışma esnasında kovboylardan birinin artık kaybedeceğini anladığından mıdır nedir rastgele ateş etmeye başladığı bazı sahneler gelir ara ara gözümün önüne. hayatın değerinin anlaşılmasını imleyen bir refleks gibi düşünüyorum ben bunu. tabii çocukken böyle düşünmüyordum. şimdilerde işte. daha doğrusu akira kurosawa'nın "Ikiru" filmini izlerken kovboy filmlerindeki bu sahne ve küçük iskender'in "bir organ nakli gibi sevmiştim seni" şiiri çağrıştı birden. bak işte allah'ın işi... sonra "ıkiru" filminde kanser olduğunu anlayan adamın, o güne kadar sadece çalışmaktan başka hiçbir şey yapmamış adamın kanser olduğunu öğrendikten sonra bankadaki parasını çekip 30 yıldır aralıksız gittiği işe gitmeyi bırakması ve parayı türlü batakahanelerde ezmeye çalışması... işte hayatın, gerçekten ama gerçekten hayatın, değerini idrak eden birinin her şeyi yapmayı göze alması. (yüklem bilerek kullanmıyorum son birkaç cümlede) büyük yönetmenlik, sanatçılık böyle bir şey sanırım: en insani olanı yakalayıp onu estetik olarak anlatabilmek. turgut özben de böyledir mesela bak. tugut özben, selim ışık'ın intiharına kafa yormaya başladıktan sonra yaşayan bir ölü olduğunu anlar. ardından bir sabah arabasına biner, bankadaki bütün parasını çekip - ıkiru filminin başkahramanı gibi tıpkı- bir yolculuğa çıkar... ıkiru filmindeki başkahraman gibi o da batakhanelere gider falan... aslında bence insanın temel trajedisi olabileceğini düşündüğüm bir mefhumun etrafında dolaşıyorum sanırım. çünkü okuduğum izlediğim hemen en büyük anlatılar hep burada anlatmaya çalıştığım şeyin etrafında dönüyor. zebercet bak mesela. "Küçük ayrıntıların tekdüze şaşmazlığında nerdeyse takıntılarla sürüklenen bir yaşamın öfkesi de, çaresizliği de büyük oluyor." zebercet'i anlatan en keskin cümle bu sanırım. zebercet'in bu tekdüze hayatıyla "ıkiru"daki başkahramanın (adına bakacam ya valla lavuğun hah evet kanji watanabe'ymiş) hayatının tekdüzeliği neredeyse birebir aynı tarif edilir ilgili eserlerde. dahi aynı şey turgut özben için de geçerlidir. ve tabii geriye çekilirken herkesi vuran küçük iskender şiirindeki ben ve pazar sabahları yayınlanan kovboy filmlerindeki düelloda yenileceğini anlayan kovboy gibi... kanji watanabe, deyim yerindeyse bütün hayatını çalışarak geçirmiş dolayısıyla ot gibi yaşamış biridir. sadece işten eve evde işe bir hayatı yaşamıştır watanabe. bir gün mide kanseri olduğunu öğrenir ve her şey alt üst olur watanebe için. çünkü hayatın değerini anlamıştır sevgili watanabe. hayatını bitirecek olan tümör; hayatın değerini hatırlatmıştır watanabe'ye.
kısa bi ara
istanbul'a ilk atandığım zamanlarda konser için istanbul'a gelmişti Feidman. kesin gidecektim sonra vazgeçip gitmemiştim. ne çok şey kaçırmışım. kaçırmadığım konserler de oldu tabi... orta iki'deydim. apartmandan komşumuzun oğlu Y. ile şimdi yerinde adana merkez camii olan lunaparka gitmiştik. bu lunaparkın gazinosu da vardı. dolaşırken falan gazinoda müslüm gürses'in konseri olduğunu görmüştük. Y. gazinonun müdürünü görünce yanına koşup bir şeyler demişti adama. Y'nin babası da pavyoncuydu zaten. sonra gel lan giriyoz konsere demişti Y. tam biz içeri girerken müslüm gürses sahneye ağır ağır gelip "yıkıla yıkıla"yı söylemeye başlamıştı. türk genelevlerinde üzülmedim ki veya elimde duran fotoğrafın gibi şarkıların çaldığı yeşilçam filmlerinin video kasetlerden izlendiği dönemlerdi. bu dönemler aynı zamanda yeşilçam'ın "sanatsal" filmler çekmeye de çalıştığı dönemlerdi. bir şey yapmaya çabalamış olmalarından mıdır nedir türk sinema tarihinin en son derece sanatsal olmayan filmleri de bu filmler arasından çıkmıştır.
22 Ağustos 2020 Cumartesi
bir şiiri tamamlayamamak yahut eternal sunshine of the spotless mind
"i need your loving like the sunshine
and everybody's gotta learn sometime"
şiir (şarkı) hep bu nakarat üzere başlıyor gibi oluyor ama bir türlü devamı gelmiyor şarkının.
change your heart, look around you
change your heart, it will astound you
i need your loving like the sunshine
and everybody's gotta learn sometime
everybody's gotta learn sometime
everybody's gotta learn sometime
change your heart, look around you
change your heart, it will astound you
i need your loving like the sunshine
and everybody's gotta learn sometime
everybody's gotta learn sometime
everybody's gotta learn sometime
yalanım yoq aq. bir de REM'in bir şarkısında geçiyordu "oh no, i have said too much" gibi bir şeydi. kendimi sürekli bu hal üzere -yani REM'in şarkısındaki hal üzere- yakalıyorum. gereğinden fazla konuşuyorum, her seferinde buna bir son vereceğimi söylüyorum kendi kendime (the can the can the can the me) ama yine de gereğinden fazla konuşuyorum.
9 Ağustos 2020 Pazar
anlamaya çalışma çabası yahut almost blue
25 Mayıs 2020 Pazartesi
Sanma No Aji yahut öğleden sonralara bir methiye denemesi
"önümde bir yığın açalya
bir sürü çarkıfelek
gergin çeneli cesetleriyle
önümde binlerce çiçek
korkuyorum sıra sende
sen de başla ve bitir diyecek.
Yo, hayır
yapamaz bunu, yapmasın bana dünya"
dizeleri tam da demek istediğimi anlatıyor. iş işten geçmeden önceki an hep yaşamayı istediğim andır. öğleden sonra da bir nevi iş işten geçmeden önceki an gibidir. akşam, işin işten geçmesi. gün bitti heyhat. gün = hayat gibi bir denklemden çıkıyor tabii tüm bunlar. kelimeler sadece geçmiş kipiyle gerçeği tam olarak verebiliyor. mesela ölüyor ve öldü sözcüklerinden ikincisi bir gerçeğe tam anlamıyla isabet ediyor. ölüyor olmak ölmekten iyidir. yoksa değil midir? böyle bir şarkı vardı yani burada anlatmaya çalıştığım şeye uygun bir ritmi olan şarkı vardı saatlerdir yutup'da onu arıyorum bulamadım, gelmedi aklıma da. niyeyse ilerlemiyor bu konu oysa yazmayı, anlatmayı en çok istediğim şey bu olabilirdi ama ilerlemiyor. hatta o kadar ilerlemiyor ki "çölde çay"dan alıntı aşağıdaki pasajı bile bağlayamadım buraya. bir de hafız-ı şirazi ile karamazov kardeşler'deki büyük yargılayıcı ile namık kemal'in "hürriyet kasidesi"ni bağlayacaktım bunlara aşağıya lmıştım notlarını ama onu da beceremeyecem sanırım, kaldı burada. coen kardeşler burayı okuyorsa ne demek istediğimi anladı bu arada.
"ne zaman öleceğimizi bilmediğimiz için, hayat hiç bitmeyecekmiş gibi gelir. ama hiçbir şey çok tekrarlamaz kendini. aslında çok az tekrarlar. çocukluğunuzun bir öğleden sonrasını, öyle ki, hayatınızı onsuz düşünemediğiniz, sizi derinden etkilemiş bir öğleden sonrayı, daha kaç kez anımsayabilirsiniz ki? belki dört, beş kez daha. belki o kadar bile değil. dolunayın çıkışını daha kaç kez izleyebileceksiniz? belki yirmi. ama yine de, her şey sonsuzmuş gibi gelir"
"sana bağlandığım günden beri özgürüm" hafız- ı şirazi, dostoyevski büyük yargılyaıcı, namık kemal
barton fink'te bir şey olmayacakmış gibi ilerlerken aniden bir sürü hayvani şeyin olması. ya da the ballad of buster scruggs'taki yer alan filmlerideki bi şey olmamaya doğru giderken aniden her şeyin darmadağın eden şeyler olması eklenebilir
26 Nisan 2020 Pazar
korona günlükleri yahut hikaye anlatma mes'elesi
neyse knut hamsun'un "açlık"ını okumaya başladım tekrar, epey zaman olmuş. hiç bitmesin isteyerekten okuyorum. açlıktan, yoksulluktan ölmek üzere olan ama kibarlıktan -başkalarını zor duruma düşürmektense açlıktan ölmeyi göze alabilecek kadar kibar ama- ödün vermeyen norveçlinin hikayesi bitmesin istiyorum. onun arada bir doğrudan yemek yahut yemek alabilecek paraya ulaşma ihtimali beni acaip heyecanlandırıyor. kendisine kötü, duymak istemeyeceği, hatta duyarsa sonucu açlıktan ölüme kadar gidebilecek bir şeyi rahatça söyleyebilsin diye karşısındakine ortam hazırlayacak kadar centilmen . ve fakat aç birinin hikayesini dinlemeyi herkes ister. şöyle açayım:
senden borç para istiyorum.
borç vermek istemediğini tavırlarından anlıyorum.
bunu bana daha rahat söyleyebilmen için sana ortam yaratacak cümleler kuruyorum
ve sen de
benim cümlelerimden yola çıkarak bana borç veremeyeceğini söylüyorsun
ben de teşekkür edip yanından ayrılıyorum senin, aç bi-ilaç bir şekilde...
ah kuzum nasıl da aç aç ve fakat kibar kibar dolaşıyor sokaklarda. (sadece kibar insanlar yalan söyler, bir kasabalıyı yalan söylerken göremezseniz kolay kolay)
günler geçiyor hastalık daha da yayılıyor tüm dünyada ve dahi güzel ülkemizde. sürekli sela okunuyor. bazı selalardan sonra sadece müteveffanın adını söylüyorlar bazılarında ise klasik olarak cenaze namazının nerede, definin hangi vakti müteakip hangi mezarlıkta olacağını duyuruyorlar anonsta. bu cenaze ayrıntısı verilmeyenler acaba virüsten mütevellit ölümler mi? kim bilir?
belki bi 12-13 sene oluyor, yine istanbul'da korsan vcd kiralayan bir dükkandan alıp izlediğim bir filmden bazı sahneler geliyor aklıma. kurgusu tutunamayanlar'a benziyor biraz gerçi sadece intihar eden elemanın günlüğünü ölümünden sonra arkadaşının eline geçecek şekilde postaya vermesi bana bunu hatırlattı galiba; ama pek de alakası yokmuş düşününce. "farval falkenberg"di filmin adı. isveç'te bir sayfiye kasabasında (falkenberg) büyümüş yedi sekiz tane gencin etrafında geçen bir film. aslında bir film mi tam olarak o da belli değil. bir şeyi sorgulamıyor, sorunsallamıyor ; anlatıyor sadece. bir hikaye anlatmıyor ama. görüntüler var geçmişine dair fragmanları, küçük anları anlatan biri var. illa ne anlatıyor dense, bir zamanlar çok çok mutlu olunan bir yerde artık mutlu olamamanın verdiği hafif içsıkıntısını anlatıyor bu film. sanırım bu yüzden filmin adı elveda falkenberg. intihar eden elemanın günlüğünde şöyle bir bölüm vardı:
"istasyona gidip bir bilet alabilir,sonra trene atlayıp,bambaşka bir yere gidebilirdim.
içimden geçtiğim tüm o şehirleri,rayların cızırtısı eşliğinde izleyebilirdim.
bir yerlerde bir ev tutup,ön yargılı bir toplum ve bize biçilmiş rollerin uzağında,
yeni bir hayata başlayabilirdim.
belki de şansım yaver gidip,yeni insanlarla tanışabilirdim.
konuşacak yeni insanlarla...
tatmin edici bir maaş alıp,üstüme başıma pahalı kıyafetler çekebilirdim.
belki orada bir kızla tanışırdım;birbirimizi seveceğimiz bir kızla.
birlikte bolca zaman geçirebilirdik;sadece ikimiz...
geç vakte kadar yataktan çıkmadan,geri kalan her şeyi unutarak,
anladığımız dilden konuşabilirdik.
belki kavga eder,sonra çözerdik.konuşup anlaşıp,yolumuza devam ederdik.
deniz kenarına arabamızla gider,kendimize bir ev alır,çocuk yapardık.
sevimli,sağlıklı çocuklar...
onları çok severdim.onlara bir yuva ve baba sıcaklığı sağlardım.
muhtemelen gecenin bir yarısı uyanıp,seçimlerimi ve aşkımı sorgulardım.
kör karanlıkta sokakta biraz yürür,geçen arabalara bakar,
yapayalnız halimle soğuğu iliklerimde hissederdim.
sonra yatağıma döner,ona sarılır,hem kendimden hem de karanlıklarımdan tiksinirdim.
sonra sisin ardında bir şey görürdüm.geldiğim yeri özlerdim.
doğduğum yeri,memleketimi...
belki hayatımı orada sonlandıracağım.
belki benim seçimim budur.
belki hiçbir yere gitmeyeceğim.
burada kalacağım...
işte benim seçimim bu...
seçimim bu..."
intihar edenin arkadaşları bir süre sonra kendi "dalgalarına" bakmaya kaldıkları yerden devam ediyorlar. aslında anlıyoruz ki -ya da ben öyle anladım diyeyim- sadece intihar eden elaman falkenberg'i ve arkadaşlarını çok çok sevmiş. zaten bir şeyleri yeterince sevememekten de bahsediyordu filmin bir yerinde aynı eleman. hatırlamak üzerine kurulu bir hayat en sonunda yaşanılamaz hale geliyor işte sanırım.
tarihe tanıklık ediyorum resmen barajyolu'nda bir apartmanın 10. katının balkonundan. iki günlük sokağa çıkma yasağı ilan edildi ve fakat herkes hemen hemen herkes sokakta, bir şeyler alabilmek için sokakta. apartmanın altında tekel bayi var bi tane. önündeki sıra neredeyse barajyoluna kadar gidiyor. vay be.
elveda falkenberg'i izledim tekrar akşamüstü. vasat bir film. tıpkı hayatlarımız gibi. vasatın etrafında dolaşan filmleri, romanları hep biraz daha severim. çehov'u, memduh şevket'i hep biraz daha ayrı sevmem de bundandır. (ilk görev yaptığım okulda -fahrettin özdüdoğru tml- 11. sınıf ders kitabında memduh şevket esendal'ın bir öyküsünü işliyorduk kitaptan. her zamanki gibi metni bir öğrenciye okutmaya başlatıp sıraların arasından yürümeye koyuldum. bir yandan hikayeyi dinliyordum bir yandan camdan dışarıyı da gözlüyordum. kar, kış kıyamet... "iğdenin dalına bastım da kırılıverdi" diye bir türkü tutturuyordu hikayedeki kahraman, bilmem neden bir gülümseme takılıp kalıyor hikaye boyunca dudağımın üstüne)
yine kapsamlı sokağa çıkma yasağı var bu hafta sonu da. bir şeyler okudum, yine epey önce izlediğim bir filmi izledim tekrar. bi film daha izleyecektim de vazgeçtim. internete de bakasım gelmedi pek. vıcık vıcık bir #evdekal terörü esiyor her yerde. bütün ülke bir anda hep aynı şeyleri söylüyor, aynı şeylere üzülüyor, aynı şeylere duygulanıyor gibi. önemli milli maçlardan önce ve sonra olurdu böyle şeyler ama o kısa sürerdi. şimdi neredeyse bir aydır bütün ülke aynı şeyleri -aslında aynı iki yüzlülüğü- paylaşıyor.
2014 yaz tatiline girmek üzereydik. yani tüm türkiye bu hal üzereydi. ingmar bergman'ın "sasom i en spegel" (aynadaki gibi) filmini gece bira içerken izlemiştim. yaza girmeden önceki son serin gecelerinden biriydi adana'nın. bugün durduk yere filmin son repliği geldi aklıma "babam benimle konuştu" 26 nisan olmuş. aylardır geçmeyen öksürüğüm için gittiğim "özel küçükköy duygu hastenesi"nde bugün teşhis konacaktı. dahiliyeye randevu almıştım. film istedi doktor. sonra filme baktı ve... "yedikule göğüs hastalıkları hastanesi'ne gitmelisiniz sanırım" dedi. acil mi demiştim yani hemen gitmesem olur mu anlamında. eve bile uğramayın direkt gidin demişti. hastaneden çıkıp sağa sola bakmıştım mal gibi. sonra bir sigara yakıp öksüre öksüre aşağı doğru yürüdüm biraz. topkapı dolmuşu beklerken bir sigara daha yakmıştım. sonra faruk diye bir arkadaş vardı onu aradım. eve uğrayıp benim eşyaları alıp ev arkadaşım mehmet'le beraber hastaneye gelsinler diye. ben de bu arada hastaneye varmıştım. yatış yapamayız demişti sorumlu hemşire. boş yer yok falan dedi. acaip mutlu olmuştum o an. sonra bir doktor geldi filmimi istedi. verdim. hemşireye bir şeyler söyledi. hemşire telefon açtı. sonra 5. koğuş 11 numaralı yatağa yatışım yapıldı. anladım tabii ossat mevzuyu. laz kadir'i aradım o ara bir de.
topkapı dolmuşundan inip zeytinburnu dolmuşuna bindiğimde bu şarkı çalıyordu zihnimde. tuhaf. sevdiğim, bildiğim bir şarkı falan değildi ama çalıyordu işte bu şarkı, bilmiyorum. zeytinburnu dolmuşunda herkesin yüzüne bakmıştım. ölene kadar unutmamak için o anı. şimdi bile şu an bile işte adana'da barajyolu'nda bu evde yıllar önce bir dolmuşta hastahaneye giderken dolmuşta olanların yüzleri tek tek gözümün önününde. şimdi nerede ne yapıyorlar acaba? şimdi böyle sour times gibi o günler ama ne bileyim çok yeğindi o anlar ya.
29 Aralık 2019 Pazar
requiem for a dream yahut yeşilpınar'da bir apartman dairesi
8 Aralık 2019 Pazar
19 Kasım 2019 Salı
amerikan edebiyatı demeyelim de işte
resim her aklıma geldiğinde mutlaka Faulkner romanları da geliyor aklıma. resimdekine benzer evlerde geçiyor gibi sanki onun romanları. bunu tabii ki ispatlayamam yani somutlayamam bunu ama Faukner'ın anlattığı kadar sıkıcıdır hayat aslında. bir şeyden sıkılmak değil de ama sıkılmak işte sıkıcı olduğu için her şey sıkıcıdır onun romanlarındaki atmosfer. bir şeyi yapmış olmak için yapan insanın hayatının sıkıcı bir kesitini anlatmak ancak zeki bir amerikalının aklına gelirdi zaten.resmin bize göre sağındaki küçük kulube gibi yerden çıkan orta yaşlı bir adam evin içine girer orada ayaküstü bir şeylerle oyalanır ve tekrar dışarı çıkıp gündelik işlerle uğraşmaya devam eder. etrafında dolaştığımız ama bir türlü kabullenmek istemediğimiz bir gerçeği usul usul, yedire yedire, inceden inceden anlatır faulkner. 12-13 yaşlarındayım. cumartesi öğlen. 90'lı yıllar yani. tv izliyorum. birkaç kanal var zaten. ilginç bir şeyler olur da sıkıntım dağılır diye düşünüyorum. bu oldu gerçekten. hatta şu şarkı çalıyordu ben tam bunları düşünürken
heheh görüldüğü üzere hiçbir şeyi unutmam ben. bazen insanlar kendini iyi hissetsin diye unuturmuş gibi yaparım, fark etmemiş gibi yaparım. ama her şeyi görürüm, hiçbir şeyi unutmam.
epeydir dinlemediğim bir şarkıyı dinledim dün. Deus'un for the roses'ı. bu pilav daha çok su kaldırır
8 Temmuz 2019 Pazartesi
Çaresiz kuşanıyorum başkalarını yahut blues
"And if you're offering me diamonds and rust
I've already paid" şimdi bir şair, bir insan bunu nasıl söyleyebilir ya aklım almıyor... öncelikle bu amerikalılar şiire uzak görünürler ama bunlar kadar şiirsel öz taşıyan bir millet daha yoktur. son tahlilde şiirini en sevdiğim millet de bunlardır. adamların hollywood dışındaki sinemaları falan da gayet şiir tadındadır.. aslında coğrafyaları çok şiirsel ondan hep bence. (edebiyat doktorası yapmış biri gibi yazmıyorum farkındayım.) missouri'ye trenle giderken camdan dışarıyı izleyen biri olarak söylüyorum bunları. (yalan; ama bunu yapmayı çok isterdim) joan baez bir şairdir ve bunları bir şair için (bob dylon) söylüyor. "ve eğer bana elmaslar ve pas öneriyorsan / ben zaten ödedim" şeklinde türkçeye çevirebiliriz bu cümleyi ama bir şey eksik kalıyor burada. ben kötü çevirdiğim için eksik kalmıyor bir şey; orijinalinde var bu eksiklik ki bilen bilir bir şey eksikse şiirseldir. joan baez ablamız neyi ödemiştir belli değil burada tam olarak ama tahmin ediyoruz ne demek istediğini ablamızın. bedel ödemek. bir şeye hayatın anlamı denilecekse illa ki bedel ödemek olabilir o; çünkü her şey bir tercih bedel meselesidir. bir şey tercih ederiz ve bedelini öderiz onun. burada baez abla neyi tercih etmiş neyin bedelini ödemiştir? pas'ın mı elmas'ın mı? yahut ikisinin mi?
"Çaresiz kuşanıyorum başkalarını” yahu bu nasıl bir gerçektir, aklım almıyor. bütün bir hayatın özeti gibi sanki. turgut uyar'ın bıraktığı yerden behçet necatigil alıyor: "kaçarım bulurlar / bağrımda yaralar / sürüp gider eskirim." diyerekten. yani bu mevzuu önemli. yüksek lisans tezini yazarken, zebercet'in aslında ille gerekli mi başkalarından gatgk'a giden bir süreci yaşamasının getirdiği aydınlanmanın onu intihara sürüklediğini savlayacaktım ama siktir et demiştim sonuçta sıradan bir tez yazıyoruz kimseye hayatın sırrını vermek gibi bir misyon edinmişçesine yazmaya gerek yok demiştim. (içimden). bütün bir kurmaca sanat bilmezlikten aydınlanmaya giden kahramanın hikayesidir. masallarda da böyledir bu. kabaca örnekleyecek olursak, sözgelimi katilin kim olduğunu BİLMEYEN bir kahraman vardır ve eser boyunca o kahraman ve tabiatıyla da biz, katilin kim olduğunu ÖĞRENİRİZ. yani bilmezlikten bilir olmaya ilerleriz. bazen buna tahammül etmek çok zordur like a zebercet... dil de böyledir olumsuzdan olumluya gider hep deyimler falan da. ama neyse işte.. tekrar eden rüyalar görmeye başladım yine ve yine sol gözüm seyirmeye başladı. en son babam vefat ettiğinde (kontrol ederken yazıyı burada takılıp kaldım. vefat ettiğinde değil öldüğünde demeliyim. babam öldü çünkü. öldü.) seyirmişti ve sonra epey uzun meşakkatli bir doktor sürecinden sonra geçmişti. şimdi gitmedim doktora acaip sıkıldım hastaneden de doktorlardan da. "hastaneyi yol eyledik bu sene / gel hele de gülüm gel hele" diye bi dize vardı ilkay akkaya'nın söylediği bir türküde geçiyordu. ama ne zaman çok üzgün olsam içimde hep şu türkü döner
böyle aksaray'ı geçip ankara'ya doğru giderken sağda tüm heybetiyle yükselen hasan dağı'nın görüntüsü eşliğinde gelir bu türkü bir de niye bilmiyorum. iç anadolu bozkırına doğru nasıl gidersen git ne için gidersen git fon bu minval üzere oluyor hep bende.
freud hayatın sırrını çözüyor gibi ama tam idrak edememiş sanki. ama lacan çözüyor galiba ya sanırım. gerçekten lacan mevzuyu anlamış. insan eksiklik üzere halde tamam ama neden hep böyle? işte bu kısmı anlamaya çalışması bile onun mevzuyu anladığını gösteriyor. bu kısmı doğru anlamıştır, anlamamıştır eyvallah ama sır burada, bunu anlamış puşt.
elazığ murat turizm'e ait 0302 otomarsan mercedes (resimdeki alet oluyor bu) otobüsle elazığ'a gidiyorduk annemle. renk de aynı bu renkti. çocuktum okula gitmiyordum daha.
elazığ'a yaklaşmıştık, kömürhan köprüsünü yeni geçmiştik. güneş doğmamıştı ama ortalık aydınlanmaya başlamıştı. şoförün oradan belli belirsiz "yoğurt koydum dolaba" gibi sözleri olan bir türkü çalıyordu radyodan. anneme baktım, uyuyordu. uyandırmak istediğimi hatırlıyorum annemi çünkü mutfakta yemek yaparken falan bu türküyü mırıldanırdı annem. mutfağın balkona yakın olan değil de koridordan mutfağa açılan kapının olduğu tarafta oturur annemi beklerdim, o bu türküyü mırıldanırdı bana yemek hazırlarken. ben yemek seçerdim. annemse istediğim yemeği yapardı. sinirlenirdi, söylenirdi, kızardı ama istediğim yemeği (genelde patates kızartması olurdu bu) yapardı.
rus avangard şiiri veya amerikan şiiri. bunlardan daha güzel bir edebiyat yok ya. ben cummings'i falan acaip seviyorum. whiteman'ı falan da. "şiir orijinal dilinde güzelmiş, şiir çevrilemezmiş" falan boş laf bunlar. "ben şah ve matım kendime / hiçbir şeyim ve hiçbir yere koşuyorum" diyor Gennady Samoilovich Gor diye bir rus şair. kendine şah mat olmayı düşünüyorum.. sonra birinin rastgele bir sokak köpeğini sevmesini. keşke hiç ölmesem, annem hiç ölmese. artık sadece blues ve caz dinlemeye karar verdim. telefondaki, bilgisayardaki şarkıları sildim hep. chet baker çalıyor bir yandan şimdi. özel televizyonların yayına geçtiği ilk zamanlardı. star 1'de yabancı klipler dönüyordu, "blue spanish sky" diye bir şarkı... acaip sevmiştim o zaman. chet baker'ın almoust blue'sunu da acaip sevdim çok çok sonra. bi plak çalar alıp bu cazcı, bluescu tayfanın plaklarını almayı düşündüm, sonra vazgeçtim benim gibi yarı aydına, yarım yamalak müzik zevki daha da yakışır. hugh Lauire de blues yapıyor; doktor house da çalardı arada bir tevekkeli değilmiş.
"bizi gerçeklerden ayıran algının kapılarıdır." william blake yazmış bunu. böyle bir dizeyi ancak bir ingiliz yazabilirdi. beyaz adam kadar her şeyi anlayabilen yoktur, her şeyi anlamaktan rahatsız olup onu eğip büken de. kendimi kandırmayı ilk fark ettiğim dönemlere denk geliyordu huxley vasıtasıyla bu dizeye ulaşmam. sonra the doors işte. 'eğer algı kapıları temizlenseydi her şey olduğu gibi görünürdü: sonsuz.'' ne bunu yazabilecek ne de bunu anlayabilecek kapasite bende var. ama ne zaman blues dinlesem aklıma bu söz geliyor. sadece geliyor, o kadar.blues demişken, doktor house nasıl da iyi blues yapıyor ya
doktor house izlediğim neyse geç oldu bi kaç bi şey daha söyleyecem ama daha sanki. sonra belki.
Chet Baker'dan "the thrill is gone" çalıyor. çıldırmamak: bunu başarmaktan başka da bir başarım yok sanırım bu hayatta. "başarım yok" başarı kadar başkaları üzerinden tanımlanan başka bir şey daha yok neredeyse bu ülkede. kimseler bana bir şey sormasın diye kimselerle görüşmemeye başladım. fazlasını anlatmaya dermanım yok.
4 Mart 2019 Pazartesi
aşamadığım şeyler yahut emine akçay
emine akçay, çocuklarının eline fön makinesini verip ardından kendini asacağı odaya giderken o kısacık mesafede ve anda ne düşündü? daha önce de bahsetmiştim daha doğrusu bahsetmeye çalışmıştım, çok hayati şeylerle karşılaşıldığı anlarda yapılan hareketlerin nedenini anlamak için ömrümden ömür vermeye razıyım desem yeridir. söz gelimi doktor, hastaya çok az ömrü kaldığını söylediği tam o anda hastanın yaptığı hareketler, mimikler.. aklından geçenler... yahut ne bileyim cezası yüzüne okunan bir idam mahkumunun tam o anda yaptıkları, düşündükleri.. emine akçay intihar edeceği odaya girdiğinde yerde bir iğne görseydi mesela ne yapardı, alır mıydı o iğneyi yerden yoksa aldırış etmez miydi? bilmiyorum.
birkaç yazar benim bu derdime düçar olmuş olacak ki kahramanlarının intihar anı üzre halini tasvir ederken onlara anlatmaya çalıştığım şeyi yaşatırlar. mesela goethe'nin Faust'uyla yusuf atılgan'ın zebercet'i.
Şimdi önce Zebercet’in intihar sahnesi:
"İpi boynuna geçirdi; düzeltti. Tam o sıra dışarıdan birkaç arabanın korna seslerini duydu; başka araçlar da katıldı buna; kornalar, tren düdükleri, fabrika düdükleri arasız, kesintisiz ötmeye başladılar. Neydi bu? Kulakları mı uğulduyordu? Yoksa dışarının, başkalarının bir çağrısı mıydı? Yüzünü buruşturdu. Sağdı daha, her şey elindeydi. İpi boynundan çıkarabilir, bir süre daha bekleyebilir, kaçabilir, karakola gidebilir, konağı yakabilirdi. Dayanılacak gibi değildi bu özgürlük. (Atılgan, 2000: 108)
Faust’un intihar sahnesi ise şöyle:
Kendimin hazırladığı ve seçtiği bu son yudumu bir bayram selamı olarak sabahın şerefine intihar etmek üzere içiyorum.
(Faust kadehi ağzına götürür. Tam bu sırada Paskalya yortusunun başladığını bildiren çan ve koro sesleri duyulur.)
Melekler korosu:
İsa dirildi!
Şimdi varlıklarını,
Irsi ve mahvedici
Günahlar sarmış olan
Ölümlüler, sevinsin!
Faust: bu derin uğultu, bu tatlı ses kadehi ağzımdan zorla çekiyor! (Goethe, 2005: 26-27)
Bu iki intihar sahnesinde ortak nokta şudur: Zebercet de Faust da tam intihar ederken dışarıdan gelen seslerle bir an ikircik yaşamışlardır. Faust’un intihar sahnesinde Faust’a ikircik yaşatan ilahi ve çan sesleriyken, Zebercet’e ikircik yaşatan sesler ise Atatürk’ün ölüm anı olan 9: 05’te çalınan siren ve korna sesleridir. emine akçay tam intihar edecekken dışarıdan hiçbir ses duymadı mı? duyduysa da hiçbir şey ifade etmedi mi ona o an duyduğu bir ses yahut görüntü?
intihardan vazgeçiren dış sese halit ziya'nın mai ve siyah'ında da rastlarız. (bu arada nasıl severim bu romanı da.. ah kuzum ahmet cemil...)
"Bunların siyah kucağına atılmak yarın doğacak olan güneşin hayatın sefaletleriyle istihza eden ziyasından kaçmak ilelebet bu siyahlıklar içinde sonsuz bir yoklukla mesut ve müsterih yuvarlanıp gitmek... O zaman kendisini bu dalgaların arasında süzülüp latif bir gayş ile mest olarak sinirleri uyuşarak denizin o dipsiz uçurumlarına doğru iniyor vahmetti. bitmeyen bir su kut ile zulmetleri tabaka tabaka yararak su siyah dalgaları kütle kütle sırtına alarak yavaş yavas muntazam bir ahenkle ademe tam bir teslimiyetle iniyordu. Evet bir karar hamlesi yalnız bir küçük hareket nasipsiz geçen hayatiyle şu faydasız vücut arasında bu denizin bütün siyah tabakalarını bir sed silsilesi gibi bırakarak ta su ummanın bir türlü sonu bulunmayan derinliklerine kadar inecekti. Birdenbire silkindi Ta yanı başında bir ses Cemil niçin karanlıkta yalnız oturuyorsun diyordu. O vakit titreyerek ayağa kalktı..." mai bir gecede tecessüm eden hayalleri siyah bir gecede sükuta uğrayan ahmet cemil geminin güvertesinden kendini karanlık sulara tam atacakken biricik annesinin sesiyle irkilir ve annesinin yanına gider. intihardan vazgeçer yani kuzum ahmet cemil.
intihardan vazgeçiren bu dış sesin müntehirdeki işlevi ilk bakışta hayatı duyumsattığı için onu intihardan vazgeçirdiği yönünde gibidir. yani hayat intihar edeni çağırır ve kişi intihardan vazgeçer gibi duruyor ilk bakışta fakat öyle değil. tam tersi. yani intihardan vazgeçiren dış ses kişiye hayatı değil ölümü hatırlattığı için kişi vazgeçer intihardan. hayatı duyumsayan ise intihar eder yani eylemini nihayete erdirir. sonsuz olasılık ve kaygıdan mülhem hayatı duyumsadığı için var olmamayı seçer kişi demek istiyorum, dedim. hayatı duyumsayan intihar edebilir ölümü duyan ise intihar edemez. ölüm hep hayata itendir; hayatsa ölüme iten. zebercet'in tam intihar anında hayatı duyumsayıp intiharından vazgeçmemesinde olduğu gibi yani.
bilmiyorum kaç zaman oldu emine akçay'ı aşamıyorum ben. bir de "hakkari'de bir mevsim"deki şu sahneyi:
“Alaaddin geliyor. Gece
Hoca, benim kardeş hasta, diyor.
Nesi var? diyorum.
Ateşi var çok, diyor. Ölecek.
İlaç vereyim mi? diyorum.
Hayır, portakal ver, diyor.
Portakal yememiştir hiç.
bir de rabia naz'ı aşamıyorum. selfie yaptığı bir fotoğrafı var nasıl da haylaz bir ifade var yüzünde. sanki annesinin ya da babasının telefonunu gizlice almış da kendi fotoğrafını çekmiş gibi. babası kızını öldürenlerin yargılanması için çırpınıyor. adalet sağır dilsiz duvar olmuş babaya. kızının intihar ettiğine inandırmaya çalışıyorlar babayı "nüfuzlu" katili ve yardakçılarını korumak için. sıkışıp kalıyorum böyle başkalarının adalet duygusunun incinmişliğiyle kendi gündemim arasında. başkalarının adalet duygusunun incinmesi beni de incitiyor ve esasen kendi gündemim oluyor o da bir şekilde. aşamıyorum hiçbirini, gün içinde bir yerde alakasız bir vakitte rabia naz'a araba çarptığında canı nasıl da yandı acaba diye düşünürken buluyorum kendimi. işte burada tanrı devreye girmeliydi ama girmiyor. bekleyin öbür dünyada devreye girip her şeyi halledecem diyor ama bu benim için yeterli değil. çarpmanın etkisyle rabia naz'ın bacağından damarlar dışarı çıkmış otopsi raporuna göre, kim bilir nasıl da yandı canı annesinin babasının bir tanesinin. sayın tanrı orada devreye girip o acıyı dindirmediyse artık söz söylemeye de hakkı yoktur.
"Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım"
ortaokul 1. sınıftaydım, öğlenciydim, okula gitme saatinin gerginliğiyle tv karşısında bir şeyler yerdim o zamanlar hep. trt 1 vardı tabii sadece; trt 2 de vardı gerçi ama o akşamları yayın yapıyordu. kahvaltıyı hazırlarken annem radyo dinlerdi, sanyo marka tek kaset çalarlı bir radyoda trt radyodan türküler dinlerdi annem ve eşlik de ederdi bazen türkülere. (sonra Loewe marka çift kasetçalarlı bir teyip almıştık) sonra yavaş yavaş okul vakti gelirdi, gri pantolon, beyaz gömlek lacivert ceket ve lacivert kravattan oluşan son derece zevksiz üniformayı giyip okul yoluna düşerdim. sonra okul bitince akşam hızlı hızlı hatta kimi zaman koşarak eve giderdim. yemek hazır olurdu. annemle bir yandan yemek yiyip bir yandan hayat ağacı adlı diziyi izlerdik. izlerken de yorum yapardık birlikte. bazen bu anılara gömülüp kalıyorum aşamıyorum bu anları. ahmet dayımın köydeki evinin salonundaki duvarda geyikli bir kilim vardı. çok sonra, yıllar yıllar sonra balcalı otobüsünde okula giderken "geyikli gece" şiirini okumuştum, çocuktum elazığ'ın bir köyünde, bir evin duvarındaki geyikli bir kilim tasviri ve turgut uyar falan hepsi buluşup karmakarışık saatler içinde varoluşuyordu zihnimde. kim bilir hala bu yüzden midir nedir
"Üç ev görse(m) bir şehir sanıyordu(m)
Üç güvercin görse(m) Meksika geliyordu aklımı(z)a"
neyse işte böyleyken böyle.. bahar da geldi artık iyiden iyiye. aralıklarla yaza yaza 1 mayıs'a kadar gelmişim. 4 nisan'da başlamışım yazmaya. bugün artık 1 mayıs, işçinin emekçinin bayramı. yaşasaydı emine akçay'ın da bayramıydı bugün. aslında bugün zaten sadece eminelerin bayramı; emineler derken yani anneleri evlere temizliğe gidenlerin bayramı.
20 Ağustos 2018 Pazartesi
En kötü belirsizlik netlikten daha iyidir yahut bir tereddüdün romanı
bir de Kaptan ahab bir de bekir bir de belirsizlik bir de hamlet. bunlar da burada dursun.
ilk kez sözümde durup tamamlayacağım dediğim bir postu tamamlayacağım sanırım. son birkaç gündür aynı tip rüyalar görüyorum. ana temaları birbirine benzeyen bu rüyalar arasında net olarak tüm ayrıntılarına kadar hatırladığım bir tanesi şöyle.
birleşince mükemmel bir daire oluşturan böyle havuç dilimi denen baklavalar şeklinde dilimlenmiş bir nesne var. çobanların giydiğine benzer tuğla rengi kepenek giymiş birisi bu mükemmel daireyi bel hizasında iki eliyle tutmuş bekliyor. sonra birisi -kim olduğunu bilmediğimi düşündüğüm biri- tam o anda bu daireden bir dilim çekiyor ve daire eksiliyor. epey bir süre 'yoksa çeken ben miyim?' diye düşünüyorum. elimde sanki biraz önce bir dilim vardı ve kimse görmeden onu bir yere attım gibi hissediyorum ama emin değilim. sorarlarsa daireyi ben bozmadım demeyi düşünüyorum.
aynı minval üzere hatırladığım diğer bir rüya da şöyleydi:
bir okulun bahçesinde çember olmuş şekilde bilmediğim bir oyun oynayan çocuklar var. çocuklar kara önlüklü. başlarında bir öğretmen yok ama son derece nizami bir şekilde -yine daire şeklinde- dizilmişler. çocuklar aksayan hiçbir sesin olmadığı mükemmel uyumla bilmediğim bir şarkı söylüyorlar aynı zamanda. sonra çocuklardan biri binaya doğru koşmaya başlıyor. 'bozuldu' diyorum içimden. çünkü çocuk koşmaya başlayınca daire şeklini almış olan çocuklar şarkıyı kesiyorlar. şarkı da daire de bitiyor o anda.
eksiklik yahut tamlığın bozulmuşluğu yahut ne bileyim yoksun olma hissi.. kaptan ahab'ın uçsuz bucaksız okyanuslarda beyaz bir balinayı bulmak için gece gündüz pupa yelken yol almasına sebep olur. burada eksik olan kaptan ahab'ın ayağıdır. bu ayağın eksik olmasının sebebi ise beyaz bir balinadır (moby dick). malum hikaye, moby dick kaptan ahab'ın ayağını koparmıştır ve ahab da intikam almak için moby dick'i bulup öldürmek istemektedir. oysa kaptan ahab da biz okuyucular da biliriz ki kaptan ahab balinayı öldürse de kaptanın bacağı yerine gelmeyecektir. fakat buna rağmen ne ahab'ın tayfası ne de okur olarak biz ahab'ın uçsuz bucaksız okyanuslarda tek bir balinayı arama isteğini yadırgamayız. samanlıkta iğne aramaktan bile daha saçma daha imkansız bu eylemi bize yadırgatmayan nedir tanrım? ne zaman kendimi bu soruyla (belki sorunsal demek daha doğru) karşı karşıya bulsam luis bunuel'in "That Obscure Object of Desire" (Arzunun Şu Belirsiz Nesnesi diye çevrilmişti türkçeye) filmini hatırlıyorum ve cevabın bu filmde olduğunu düşünüyorum. filmi bi kaç kere izledim ama tekrardan salt bu soruya cevap olup olmayacağını anlamaya çalışacak şekilde izlemedim. böylece bunuel'in benim sorduğum bu soruya cevap verip vermediğini net bir şekilde bilmiyorum. sadece belli belirsiz cevap orada o filmde sanki ama bilmiyorum net değil bu. aynı minval üzere bir film daha var bekir'in uğur'un biteviye peşinden gittiği film: kader.
Mathieu'nün Conchita'nın peşinden, bekir'in uğur'un peşinden kaptan ahab'ın moby dick'in peşinden gitmesi... bu üçünü eksik olma parantezine alabiliriz. varlığın en önemli yanı eksik olma halidir ve tek net olan da budur varlık için. başka hiçbir şey eksik olmaklık kadar net değildir. bu yüzden en kötü belirsizlik bile netlikten iyidir daima. siz bakmayın insanların en kötü netlik belirsizlikten iyidir demelerine, boş laf bunlar.. ötesi berisi yoktur bu basmakalıp sözlerin. Asghar Ferhadi'nindi yanlış hatırlamıyorsam "elly hakkında" filminde geçiyordu ''kötü bir son, sonsuz bir umutsuzluktan daha iyidir.'' diye bi repliği vardı. hep nietzsche yüzünden oluyor bu. buna benzer sözleri vardır nietzsche'nin de. insanlar sınamadıkları gerçekliğe dair büyük büyük sözler etmeyi seviyorlar. ferhadi de böyle yapmış. büyük büyük laflar ama hayatta karşılığı yok bunların ne yazık ki.
malum peyami safa'nın romanıdır "bir tereddüdün romanı". kendisinden beklenmeyecek kadar da iyi bir romandır bu roman. anlattığı konu özgün olmasa da iyi anlatır konuyu. konu: tereddüt. kararsızlık ya da diğer bir deyişle. mevzunun en iyi işlendiği yer şüphesiz hamlet'tir. hatta hamlet'e "bir tereddüdün tiyatrosu" dense yeridir. (peyami safa da farkındadır bunun bu arada, yani romanda anlatmaya çalıştığı mevzuunun shakespeare tarafından kusursuz anlatıldığının) kaptan ahab hamlet'ten farklıdır tereddüt konusunda. ahab asla tereddüt etmez moby dick'i bulup intikam almak hususunda. hatta kaptan ahab kendini demir raylar üzerinde giden bir lokomotife benzetir moby dick'i ararken. yani bu kadar nettir ahab. ahab'ın netliğini besleyen onun eksikliğiyidi. hamlet'in tereddüdünü besleyen yine onun eksikliğidir bilen bilir. ee yani diyebilirsiniz... e'si falan yok öyle işte.
eksiğim
eksiksin
eksik
eksiğiz
eksiksiniz
eksikler
bu yani işte hepsi bu. bir sorunu çözmek istediğimizde öncelikle çözmek istediğimiz şeyin gerçekten bir sorun olup olmadığından emin olmalıyız. yani her düğümlenip önümüzde duran şey sorun olmayabilir. intikam konusunda ahab bunu bir sorun olarak kabul etti ve eyleme geçti. hamlet de aynı konudan yani intikam konusundan muzdaripti fakat o harekete geçemedi. yalçın küçük'ün yerinde tabiriyle aydın kararsızlığı içinde dönüp durdu ortalıklarda hamlet. Martin Luther, "harekete geçirmeyen düşünce gereksizdir" der. intikam, kaptan ahab'ı harekete geçirdi; hamlet'i ise tereddütler içinde hareketsiz kıldı. şu halde intikam hem gerekli hem de gereksiz bir duygudur gibi salakça bir çıkarım yapmayacam tabii. ama anlamaya çalıştığım şey, bizi harekete geçiren şey bizim eksikliğimizden beslenen bir şey midir? bizi tereddütte bırakan şey eksikliğimizden beslenir daima. burada düğümleniyor gibi sanki mevzu. ama sorun olan eksikliğinin üzerine düşünüp onu bir sorun halinden bir sorunsallığa evrilten kişi için tereddüt kaçınılmazdır tespiti yapılabilir. diğer bir deyişle kaptan ahab, moby dick'i öldürmeyi düşünür; hamlet ise intikam kavramının bizatihi kendisini. bir balinayı öldürmek sorunsal haline gelemez fakat intikam duygusu üzerine düşünmek bir sorunsal halini alabilir. kişi zaman zaman intikam çok da gerekli mi acaba diye sorabilir kendine. sorunsal haline getirdiğimiz şeyler için de harekete geçmeyiz. çok acıktığında ne yesem diye düşünüp sonunda düşündüğü şeylerin hiçbirini yemeyen insanı düşünelim. ya aslında bana böyle oluyor bunu konuyla bağlamayacam ama iskender mi yesem kebap mı tavuk döner mi yoksa pizza falan mı derken evde çorba falan yaparken bulurum kendimi. konuyu toparlayamadığım için saçma bir örnekle mevzuyu sulandırmaya çalışıyorum, anladınız kaçmaz sizden biliyorum. ama şimdi şöyle bol soslu, tereyağlı iskender (1.5) olsa fena olmazdı. ya da yeşil kapı'da karışık bi kebap...
imkanlar dahilinde ve zaman sıkıntısını aşmış olmayı umduğum -böyle bir zaman dilimi hiç olmayacak olmadı da- bir zamanda bu yazdıklarımı Lacan'ın "objet petit a" tezi üzerinden temellendirip açıklamayı umuyorum. "büyük öteki" bak bak adlandırmaya bak çakal lacan.. herkesin bildiği şeye böyle havalı adlar vererek ne yapmak nereye varmak istemektesin? sanırım türkiye'de kimse lacan hakkında tam bir fikre sahip değil. ben de dahilim tabii buna. ama temelde söylediği şeyler kaptan ahab'ın yahut bekir'in falan yaşadığı şeyden çok uzak değil. onun tek farkı sanırım her iyi avrupalı entelektüel gibi bunları sistematik bir şekilde anlatabilmesi ve süsleyebilmesi. benim asla ve asla iyi yapamadığım bir şeydir bu. ha türkiye'de bunu yapabilen aydın / entelektüel sayısı 10'u da geçmez ya neyse mevzuu bu değil. mevzunun ne olduğuna dair kafanda bir şey şekillenmedi mi hala? olsun sorun değil bu ama yine de tekrar etmekte faide görüyorum ki aslolan eksik olmak ve bizim bununla baş etme yöntemimizin adına hayat denmesi. (hadi bakalım verdim gittim hayatın sırrını bedevaya hem de) olm acaip laf ettim farkında değilsin. yaz bunu bi yere ya da yazma sen bilirsin.
kolay karar alabilen insanları kıskandığımı takdir etiğimi defaetle dile getirdim burada. ama kolay karar alabilen ,gerçi kolay olmasa da genel anlamda karar alabilen insanlar diyeyim, insanlara dair en sevmediğim şey yani bu tip insanların en sevmediğim özelliği kolay karar alamadıklarını iddia etmeleridir. oysa bu büyük bir yalandır. karar alabilen insan karar alabilmiştir.
epey olmuş buraya dönmeyeli. tezi verdim. doktorum artık. ne sikime derman olacak bilmiyorum ama öyleyim. türkolog olmak gibi bir amacım yoktu fakülteye başlarken ama bir şekilde oldum işte 6 aralıkta. ne olduğunu da anlayamadım açıkçası yani tadına da varamadım sanki doktor olmanın. bi tadı var mı onu da bilmiyorum açıkçası.
tolstoy'a atfedilen bir söz var: (sözün ona ait olup oladığını teyit edemedim ne yazık ki, okuduğum hiçbir tolstoy eserinde böyle bir söze de rastlamadım) "tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar:
ya bir insan bir yolculuğa çıkar; ya da şehre bir yabancı gelir."
"Selim yaşamıyordu artık ve gene aynı evde oturuyorlardı. Bu olayın etkisini eşyada görmek imkansızdı." tutunamayanlar'da geçer bu cümle. Tezi yazarken fark etmiştim. Sartre'ın nesnelerin şahitliği tabiriyle okuyunca... Geçmişine şahitlik eden eşyayı koruma iç güdüsü..
iki şey var anlatmayı istediğim. belki bir kitap olarak da yazabilirim bunlardan birini doçentlik tezi için. eksiklik duygusunun edebiyat için oluşturduğu motivasyonu yazabilirim bu minval üzere. yukarıda ana hatlarını verdim bu olası yazının. diğeri ise bilimsel bir yön taşımayacak bir kitabın konusu olabilir. deneme, anlatı tarzı gibi bir şey yani. konu trajedisizlik. bunu anlatmak zor ama bir o kadar da her günkü hayatın içinde bir gerçek. biraz önce balkondan aile içi bir kavgayı izledim baya. tezin düzeltmeleri üzerine çalışıyordum. bir kadının çığlığıyla irkildim desem yalan olmaz. 10. katta oturan birini irkiltecek kerte güçlü bir çığlık... karşı apartmanın altında bir oyun merkezi var onun önünde bir kadın başka bir kadınla -diğer kadının yaşı biraz büyük gibiydi- saç saça baş başa kavga ediyor bir tane erkek onları ayırmaya çalışıyor ve 4 yaşlarında bir çocuk ağlıyordu "anne anne " diye. tam bu esnada polis geldi ve çığlık atan kadın, bunlar çocuğumu kaçırıyor diye şikayette bulunmaya başladı polise, adam ben babasıyım diyor, diğer yaşlıca kadın saçını başını yoluyor kenarda ve çocuk anne anne diye ağlıyor. hal bu hal üzre. adam çocuğu arabaya bindirip arabayı kitledi bir an. çocuğun annesi olan kadın arabayı tekmelemeye başladı, kendini arabanın önüne attı. diğer yaşlı kadın üstüne atıldı annenin. polis sadece mal gibi izliyor ayırmaya çalışıyordu bu anlarda. çocuğun babası arabaya binip kaçmaya çalıştı polis durdurdu. ama çocuğun çığlığı kulağımı yırtıyor, yırtıyor... kadın sürekli "vermem çocuğumu" diye bağırıyordu. diğer yaşlıca kadın -sanırım çocuğun halasıydı- tekrar atıldı annenin üstüne ve polis de zıvanadan çıktı o andan itibaren ve herkesi susturdu. adamı ve diğer yaşlı kadını arabaya bindirip karakola gönderdiler. sonra ekip arabasına anneyi bindirip gittiler. işte burada ANNENİN, ÇOCUĞUN, BABANIN, YAŞADIĞI ŞEY TAM DA TRAJEDİDİR; ama bunu değil trajedisizliği anlatmak istiyorum ben. (1 yıldır yazmıyordum buraya. 2019'a girdik. nasıl espiri ama süper di mi? sense of humour'umu kaybetmedim hala görüleceği üzere.) trajedisizlik. bunu zihnimdeki bazı fotoğraflarla anlatmak çok kolay olurdu ama bir şartla: zihnimdeki fotoğrafların çıktısını alabilmem gerekirdi. yazarak anlatabilirim bu fotoğrafları ama sadece fotoğraftaki kişiler anlayabilir bunu; üçüncü kişilere çok bir şey ifade etmez o yüzden bu da beyhude bir çaba olur. acıyı saf acıyı yıllarca beslemeye yetebilecek potansiyele sahip birkaç fotoğraf zihnimde dönüp duruyor ve fakat bende bir trajediye tevdi olmuyor bir türlü bu fotoğraflardaki acı. sanırım bütün bir ilm- i psikiyatri ve ilm- i psikoloji ve dahi müsekkin sanayii bu trajedisizlik durumunu tesis için çaba sarf etmek üzere müteşekkil olmuştur.
"hiçbir şey tutkuya dönmüyor bende" demiştim bir zaman. bunu da zeki olmamama ve korkak olmama yormuştum. bir de benliğime düşkün biri olmam tabi. hem zeki değilsin hem cesur değilsin bir de üstüne üstlük bencilsin. bir olayın trajediye dönmesi çoğu zaman kişilerin olayla ilgili tutumlarında... diye başlayıp bir yığın afili laflar edecektim ama insanın annesi hastaysa çok hastaysa içinden hiçbir şey yapmak gelmiyor. gün boyu çocukken yaşadığım, annemle olan anlar geliyor gözümün önüne. insan yabancılaşarak hayatta kalabiliyor diğer bir deyişle trajedisizleşebiliyor. trajedisizleşebilmek tabirini, bir çeşit "her şey yerli yerindeymiş gibi yaşayabilmek" anlamında kullanıyorum. sevdiklerimize verebileceğimiz en güzel hediye onlara karşı her şey yerli yerindeymiş gibi davranabilmemizdir sanırım.
çok eskiye dair anlar, bir şekilde zihnimde belirdiğinde -ki bu yerli yersiz zamanlarda olur genellikle- merak ettiğim bir şeyle karşı karşıya kalırım hep. beliren anın öncesi ve sonrasındaki herhangi bir an değil de neden o an kalmıştır belleğimde? mesela ara ara şöyle bir an belirir zihnimde. babamla başımdaki ameliyat dikişlerini aldırmak için üniversite hastenesine gidiyoruz. setin üzerindeyiz. an bu. ana dair bütün ayrıntılar var zihnimdeki fotoğrafta. babamın kıyafetinden benim kıyafetime, tam o an nereye baktığıma, teypte çalan müziğe kadar... ama mesela bu anın ne öncesi ne de sonrası var zihnimde. ne bileyim babamın eve gelmesi, hasteneye varmamız, dikişlerin alınması eve dönmemiz vs. vs. hiç birine dair bir görüntü yok belleğimde ama setin üstündeki o an mıh gibi duruyor zihnimde. niye diğer anlar değil de o an ille de zihnimde yer etmiş ve zaman zaman kendini dayatıyor bana?
niye parça parça yazıyorsun konu bütünlüğü yok yazdıklarında diye düşüneneler olabilir (olmadı). yaşadığım şu son bir iki ayı sanki binlerce kez zihnimde yaşamıştım. arkadaş zekai özger'in bir şiirinden arta kaldı bu his de.
Sonra bir gün anneler de ölür
Böcekler ve kertenkeleler ölür
Boşalır suyu havuzun kum seddi yıkılınca
Sivrisinekler ve kağıttan kayıklar ölür
Sonra o gün çocuklar da ölür
Biz hepimiz önce küçük bir çocuktuk
Sonra büyüdük hepimiz çocuk olduk
Balçıktan bir külçe olan dölleri
En iri elleriyle kepçeliyen
Ve biçimliyen
Ve hep önce kendidiyle biçimliyen
O dehşetli yontucuyu
Doğumu ve gebelik sanatının bütün hünerlerini
Sütten bir mermere eşsiz bir incelikle işliyen
Anneyi o usta nakkaşı
Unutmadık
Önce anne doğurdu çocuğu acıya
Sonra çocuk acıya anneyi ve ölümü kattı
Sonra herşey ve herkes çocuktan var oldu
Geçti sarp kayalardan aştı nice dağlar
İçti ağulu sütünü hayat denen annenin
Sıkıntının kutsal kabında yıkadı ellerini
Hüznü kuşlara dağıttı unutmasınlar diye onu
Acıyı gömdü toprağa gayrı açar mezarlık çiçekleri
Böyle vardı bir ırmak kıyısına
Anne bir tedirginliktir nerede olsa
Bağırgan bir karmaşadır onun sesi
takılır gibi eski bir gıramafona titrek bir iğne
- bu ayıp bu günah
bu çok ayıp günah
-el ne der sonra
ayak ne der
bırakmaz çoçuğu çocukça yaşamıya
ama bir gün anneyle de hesaplaşılır
çocuk yalnız annesine yaşar çocukken
anne yalnız çocuğuna yaşamaz anneyken
bölüşür anneliği babanın kasığında
çocuğun bakışında çelişkidir büyüyen
ağlamak bir soru olur sevginin yarım payında
-ah baba
niye baba
ve bir gün babalar ölür.
şimdi işin içine freud'u falan katıp hakemli dergide yayımlatmalık devasa bir makale çıkar bu şiirden ama gerek yok buna çünkü bu şiir aklıma annemle hastane koridorlarında beklerken geldi durdu. o yüzden girmeyecem bu şiirin teşrihine ve fakat annem çok hasta. ve benim bunun için yapabilecek hiçbir şeyim yok; doktorların ise var. nerden duydum bilmiyorum aklıma gelmiyor bir türlü: "uykuyla dinlenemeyecek kadar yorgunum artık" diye bir söz kalmış zihnimde. buradan dahi bir trajedi devşiremiyorum. yazıklar olsun bana. ama bir şey devşirebildim yine de bu son günlerde yaşadıklarımdan: neden trajedisizlik bazı insanların varoluş biçimi oluyor, bunu anladım. bilahare anlatacağım ama başım çok fena ağrıyor ve acaip yorgunum acaip.