12 Temmuz 2021 Pazartesi

midnight cowboy yahut bir rüyaya ağıt 1.

bi't tabii bir rüyaya ağıt gibi bir seri oluşturulacaksa onun ilk filminin bir rüyaya ağıt yani Darren Aronofsky'nin Requiem For A Dream'i olması beklenir ama sonuçta ben hür ve bağımsız bir mason olduğum için John Schlesinger'in geceyarısı kovboyu'nu birinci sıraya aldım. bunda tabii ki dustin hoffman'ın aklıma her geldiğinde hayranlıkla önünde eğilme isteği uyandıran oyunculuğunun da etkisi var. tabii bir de filmin müziği Everybody's Talkin' şarkısı ve bir de dustin hoffman'ın "I'm Walkin' Here" dediği sahne... varolmak, var olduğunu göstermek isteğinin bu denli kesif olduğu müzik ve sahne çok azdır sanırım. hastalığının adı anılmıyordu ama galiba tüberkülozdu rico. ve çok üşüyordu o, soğuk new york'ta. arkadaşı geceyarısı kovboyuyla birlikte sırf ısınabilmek ve yeniden yaşadıklarını hissedebilmek için her daim güneşli ve palmiye ağaçlı florida'ya gitmeye karar veriyorlardı. kendilerini gerçekleştirebilmek için new york'a gelen ve bir şekilde yolları kesişen iki kişinin başka bir var oluşa gitmeye çabalamalarının yani rüyalarının elim bir şekilde bir ağıta benzemesinin -amına koduğumun cümlesini bağlayamayacağım sanırım- neyse Ratso, hep hayalini kurduğu yaz'ı temsil eden gömleğiyle yaz'ın bütün çağrışımlarını vaat eden florida'ya giderken ölür. arkadaşı geceyarısı kovboyunun ölmüş Ratso'yu -sanrım o saatten sonra ona Rico demenin bir gereği yok artık- koltukta dik tutmaya çabalaması, işte burası da sanırım yani bence işte filmin bir rüyaya ağıt kısmını oluşturuyor. 


aslında tabii bütün filmler, romanlar, tiyatrolar falan bir şekilde bir rüyaya ağıt'tır. new york'a  çok güzel ve zengin kadınlarla birlikte olmak için gelen  bir adamın bir şekilde bunu başarıp bu minval üzere yaşadığı bir film yahut roman çok da çekici gelmezdi sanırım kimseye. dolayısıyla burada bir rüyaya ağıt da olmazdı haliyle. new york'a bir şekilde yırtmak için gelen iki kişinin bütün çabalarına rağmen sonunda başarısız olmasını anlatan bir film, yahut roman da yine bir rüyaya ağıt olmazdı. bütün romanlar, filmler aşağı yukarı bu şekildedir. hatta yapısalcıların yerinde tespitiyle, önce bir sorun ortaya çıkar, ardından kahraman bir yolculuğa çıkar ve sorun çözülür şeklindeki masal yapısı demek istiyorum ki epey ortak bir izlektir edebiyat için de sinema için de. ama bu filmde ve sair birkaç film ve romanda bu izlek tepetaklak edilir bu yüzden de bu filmler yahut romanlar bir rüyaya ağıt parantezine alınabilir, alınmalıdır. devamlayın,

 mezkur filmimizde doğdukları yerde barınamayıp sorunlarından kurtulmak için new york'a hicret eden kahramanlarımızın yaptığı bu iş klasik çatışma kuramına uygundur. fakat olması gereken yani beklenen: kahramanların sorunlarını halledebilmek için geldikleri bu yerde başarılı ya da başarısız olmalarıdır. başarısız olurlar. ve fakat hikaye bitmez. hep bahar hep güneşli başka bir yere hicret etmeye karar verirler. heyhat bu rüya da malum, bir ağıtla sonuçlanır. 

tabii ki kendi rüyalarıma ağıttan bahsetmeyeceğim burada. o kadar düşmedim daha. (bu cümleden biraz düştüğüm manası da pekala çıkabilir ama neyse) sosyal medya hesaplarımı -ekşi sözlük dahil- kalıcı olarak kapatmayı düşünüyorum. acaba ne yapıyor diyeceğim bi çok insan var bi şekilde görmek iyi oluyordu ne yaptıklarını ama gerek de yok sanırım artık. başka bir şeye alan açmak için bunu yapmıyorum ama insanların mutlu olmaları neyse herkes için her şey yolunda gibi. uzun otobüs yolculuklarına çıkmayalı da kaç zaman oldu, bilmem. burayı silmeme kararı aldım. (aman ne mühim). ne yapacağımı bilebilmeyi çok isterdim. ne yapmayacağımı biliyorum ama neyse. mükemmel biri olmayı istiyordum. alanımda falan da iyi olmak istyordum, en iyi olmayı. olmadı. yarı aydın oldum. oğuz atay falan da bu yüzden çalıştım aslında. yarı aydın olmak istemiyordum ama yarı aydın eleştirisi yapan bir yazar üzerine çalışan yarı aydın oldum ola ola. giora feidman dinledim biraz. 98 yılıydı. panasonic bir walkman almıştım. bi arkadaşım -adını bile hatırlayamıyorum şu an ne kötü- vermişti feidman'ın kasetini. tam bu şarkıyı dinlerken beyazvler'deki evimizden çıkıp özal'a doğru yürüyordum. 



şiirden anlamıyorum pek. teknik olarak çok az bilgim var şiir hakkında desem yeridir. sadece nasıl, ne zaman ve ne için yazıldıklarını anlayabildiğim şiirleri sevebiliyorum. 
turgut uyar'ın "eksik bıraktığım her şeyim kalır" nakaratlı "iyimser bir sonuç’a" şiiri mesela. birkaç gün oluyor, yürüyordum, akşamüstüydü. "iyimser bir sonuç'a" şiirini anladığımı daha doğrusu niçin ve nasıl bir zaman diliminde yazıldığını anladığımı duyumsadım. 

"ben bir gün giderim ki neyim kalır
eksik bıraktığım her şeyim kalır

yaz günü kim ister ki öldüğünü
eksik bıraktığım her şeyim kalır

yaşamam bir beyazlık gibi sanki
eksik bıraktığım her şeyim kalır

genişlerim dağılırım beyazım
ben bir gün giderim ki neyim kalır

ben bir gün giderim ki ey diri at
elbette benim de bir şeyim kalır" ve tabii bununla beraber otomatikman edip cansever'in "sonrası kalır" şiirini de duyumsuyorsun. 

On kalır benden geriye dokuzdan önceki on
Dokuz değil on kalır
On çiçek, on güneş, on haziran
On eylül, on haziran..
On adam kalır benden, onu da
Bal gibi parlayan, kekik gibi bunalan
On adam kalır.

Ne kalır ne kalır
Tuz gibi susayan, nane gibi yayılan
Dokuzu unutulmuş on yüz mü kalır
Onu da unutulmuş bir şiir belki kalır
On çizik, on çentik, on dudak izi
Bir çay bardağında on dudak izi
Aşklardan sevgilerden
Suya yeni indirilmiş bir kayık gibi
Akıp geçmişsem, gidip gelmişsem
Bir de bu kalır.

Ne kalır benden geriye, benden sonrası kalır
Asıl bu kalır." 
....
devamı da var şiirin de gerek yok çok uzadı. yani şiir çok uzadı anlamında değil bu yazı fazla uzadı. zerkalo'da bir cümle geçiyordu neyse ya zerkalo kadar bir rüyaya ağıt değilmiş gibi olan ama gerçekte tam bir rüyaya ağıt filmi olan başkaca bir film yoktur denilebilir. neyse bu başka post'un konusu olsun.

 bir de edip cansever'in  "gelmiş bulundum"u var. bir insanın kendi hayatını bu kadar rast gelelikle bu kadar önemsizleştirerek anlatması beni acaip rahatsız ediyor. 

"ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları
söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum" 

birkaç hafta sonra, tam zamanını bilmiyorum ama sigaraya başlamayı düşünüyorum. bırakırken en son kent blue d range içmiştim hala varsa onla başlarım yahut camel olabilir bilmiyorum, fark etmez.


















30 Haziran 2021 Çarşamba

her şeyin şiiri yahut her şeyin şiiri

 "her şeyin şiiri" tamlamamasının ardından gelecek tamlamanın başka bir şey olma imkanı olamayacağı için  başlığın devamını da her şeyin şiiri olarak yazdım. şimdi tabii her şeyi kapsayan bir şeyin yazılabilme  ihtimali tabii ki yok. 

ne anlatacağımı unuttum ya sedat peker'in yayınladığı videoyla ilgili birkaç video daha yayınlanmış yotube'da. onlara bakayım derken ne yazacağımı unuttum. türkiye'deki solcuların kahir ekseriyesinin sedat peker'in anlattığına benzer şeylere itirazı olduğu için solcu olduğu vakıadır. neyse ne diyorum ben ya burası toplumsal mes'elelerin konuşulduğu bir yer değil, derhal haddimi bildirmeliyim kendime. burada sadece ucuz, bireysel sayıklamalara yer var.

üniversite 2. sınıfta falandım. yaz. öğleden sonra. son derece sıcak. evimiz son katta olduğu için haliyle daha da sıcak. kahvaltı yapıp çay içerdim, çay harareti alır realitesinden hareketle. televizyon kanallarını dolaşırdım. illa bir türk filmi olurdu. kısa winston (soft paket) + çay eşliğinde filmi izlerdim. o zamanlar telif hakları falan çok etkili şeyler olmadığından mıdır nedir bu yerel kanallarda güzel yabancı filmler de olurdu. izlerdim hepsini. sonra bazen kendi odama geçip kitap okurdum. deli gibi şiir okurdum o zamanlar. bir de marx. bir de tarih. ama illa şiir okurdum en çok. Dıranas okuduğum bir dönemdi. telefon gelmişti, akşamdı. böyle diyince önemli bir telefon gibi oldu ama sadece telefonun çaldığını hatırlıyorum. sonra kitaba dönmüştüm. 

Bütün yükünü alıp kalkan yaz gemisi

Sularını yarmaya başladı ölümün.

Kızıl yaprak dalgalı sonbahar denizi

Karıştı… söndü son parıltısı gülümün.


“Artık bir pencerenin önünde, ne kaldı

Oturup geçen dünü düşünmekten başka

Ne kaldı yaşamaya üşenmekten başka?”

Deme. O masalların geceleri geldi.


İşte beyaz yelkeni düşten dokunmuş sal!

Yetişmek üzere düne günlerin peşinde.

Koş, bir ekmek çıkını gibi yanma al

Buluşmak umudunu bir yaz güneşinde.


insan hayatında her şeyin çok önemliymiş gibi olduğu bir dönem var; bir de hiçbir şeyin artık  öneminin olmadığı bir  dönem var. öldükten sonra da önemli olabilecek şeyler, durumlar, kimseler olduğu için itinayla yaşıyoruz bu hayatı hep. görkemli finaller -sonlar mı demeliydim, kim bilir?- için yapılan müzikler dinleyerek itinayla sona doğru yaklaşıyoruz. "her son bir erek değildir" bence de ama her son bir erek olabilirdi. birçok sonlar da erektir kaldı ki. yıllarca bir turnuvaya hazırlanan sporcunun altın madalya kazandığı anı  düşünürsek, evet bu son bir erek oluyor. ama ipin ucunda sallanırken bir anda... zebercet'i diyorum ipin ucunda sallanırken bir anda yaşamın çağırdığı zebercet hani. ipin ucunda soluğu kesilmeye başlayınca telaşla titremeye başlayan zebercet için o an bir erek miydi?  cevabı önemsiz olan etkileyici sorular sormakta -ayıptır söylemesi- ustayımdır. neyse bunlar önemli değil. başka birilerinde de olup olmadığını en çok merak ettiğim bir şeyden bahsedeceğim:

bütün meydan okumalarımdan utanç duyuyorum. diyelim ki meydan okuyorum birine, birilerine yahut bir şeylere... bir heyecanla, tüm ruhumla yapıyorum bunu ama lakin daha akşamı olmadan bu yaptığımdan utanmaya başlıyorum. (doktora tezimde bundan bahsedecektim ama çok şahsi olabilir düşüncesiyle vazgeçmiştim. çünkü tez jürisi hep atıf ister, sen bir şey söyleme hep daha önce söylenmişi tekrar et isterler) meydan okumam sırasındaki her halim her sözüm aklıma geldikçe daha da kesifleşiyor utanç duygum. tüm o üstten konuşmalarım, aşağılamalarım, gururlu haklı çıkma çabalarım koca bir utanç çığı gibi üstüme üstüme geliyor her seferinde ve bundan bir türlü kurtulamıyorum. sartre ve heidegger'in hatta tarkovski ve bergmann'ın bunun farkına varmamış olmaları çok ilginç. gerçi hepsi de utancın farkındalar tabii ki bir fenomen olarak ama neden bu benim söylediğim utancı nüanse etmediler acaba? meydan okumalar, utanmak gibi en pasif en nesne olunan anlardan çıkıp en özne olunmaya çalışılan anlardır halbuki ve fakat en kesif utançlarımı bu anlardan sonra yaşıyorum ben. 

bu kadar meydan okuma demişken konuyla mütenasip bir şarkı arası verelim.












8 Mayıs 2021 Cumartesi

bir karikatüre bakarken katlanan sadelik yahut wong kar wai

 6 - 7 yaşlarında falandım sanırım. oturma odasının kapı pervazına iki ayağımı yaslayarak yukarı tırmanma talimleri yapıyordum. akşamdı. ödev yapmıştım. televizyon açıktı. annem meyve soyuyordu (portakal). çalan şarkı şuydu: 



hatta yılbaşından bir gün önceydi; çünkü tv'de o yılın  yerli - yabancı en hit şarkılarının çalındığı bir program vardı ve şarkı da tam o anda çıkmıştı işte. bütün bunlar aslında bilgisayarımın duvar kağıdının beni sürekli bir çağrışım bombardımanına tutmasını sonucunda hatırladığım şeylerden bazıları. 






tüm zamanların belki de en iyi karikatürüdür bu. karikatürde gözüme çarpan ayrıntıları yazacağım zaman zaman; çünkü ara ara bakıyorum karikatüre ve her baktığımda yeni bir şeyler  fark ediyorum.

1- annenin giydiği eşofman altı yahut tayt gibi şey, -her neyse o işte- 80'lerde moda olan ayağa halka geçmeli şeylerden. (çok kötü tarif ettim bunu ya ama "Topuktan Geçmeli Tayt" denen şey bu sanırım.)

2- babanın uyuduğu çekyatın, çocuğun ders çalıştığı kısmına denek gelen ayağının altına kağıt sıkıştırılmış.

3- duvardaki saat türkiye gazetesinin 30 kupona verdiği plastik saat.

4- televizyonun arkasında TRT bandrolünün olması. 

5- halıda ders çalışan çocuğun çantasının üzerinde "stop" yazısı olması. 

6- 3. maddeyle uyumlu olarak, yatak odasındaki elektrikli sobanın "ihlas" marka olması. 

7- muhtemelen çocuklardan birinin ıslak spor ayakkabısı kurusun diye sobanın arkasına konmuş.

8- ev zemin katta ya da yüksek giriş dairesi olmalı. çünkü pencerede demir var. 

9-  duvardaki saat de çekyatın üst gözündeki saat de aynı saati gösteriyor.  (saat de 22.05 olmalı bu arada) 

10- babanın uyuduğu çek - yat ilk nesil adıyla müsemma gerçekten de çekilip uyunulan cinsten. 80'lerin sonlarına doğru oturulan yerin yukarı kaldırılarak yatağa çevrilen ikinci nesil çekyatlarından değil. (bunların adı yatma mekanizmasının farklı çalışma prensibinden ötürü "kaldır - yat" gibi bir şey olabilirdi.) 

11- birinci nesil çekyatların alameti farikası olan yaslanılan yerin çekmecelerinin olur olmaz düşmesi sorunsalı burada da karşımıza çıkmış. çekmecenin kapağı babanın üstüne doğru açılmış. 

12- yine çekyatın sırt dayama kısmının en uçlarında bulunan ve dört adet olması gereken "imame" benzeri ahşap parçalardan biri kırılmış.

13- 

neyse zamanla editleyip bulduğum ayrıntıları maddelerim buraya ama fotoyu her açtığımda ağlama hissi geliyor devam edemiyorum. bilmiyorum, elmacık kemiklerimde bir yanma oluyor ne zaman açsam bu fotoyu. bir şeyler yanlış gitti hissini beynime beynime vuruyor bu karikatür. nerede yanlış yaptım demekten yoruldum; çünkü nerede yanlış yaptığımı biliyorum. bilmemenin; daha doğrusu bilememenin belirsizliğinin vereceği olası huzursuzluk yerine bilmenin acısı var.  oysa bence bütün huzursuzluklar acıdan iyidir. 

bilmenin acısını wong kar wai'den daha iyi anlatan var'mola? ya tabii ki vardır da wai kadar bunu fon ve diyalog uyumu içerisinde anlatabilen bir başkası daha yoktur sanırım. derinleştirmekten korktuğum yerler buralar.  2008 falandı sanırım "My Blueberry Nights"ı ilk izlediğimde. izlememiş gibi yapmıştım. sonra yaz tatilinden önce adana'ya gelmeden önce yani istiklal'de korsan cd satan yerlerden filmin cd'sini almıştım, adana'ya geldiğimde izlerim diye tekrardan da neyse cd bozuk çıkmıştı da epey mutlu olmuştum. 

wong kar wai filmlerinde, siyah bir gecede kırmızı, sarı, mavi neon lambaların aydınlattığı mutsuz insanlar vardır. gün doğmaz bu filmlerde hiç sanki. hep karanlık, hep neon ışıklar, hep hafif yağmurlu bir hava hep yağmur altında yanıp sönen trafik ışıkları vardır. tamam da niye vardır. niye gece melek ve bizim çocuklar'dır wai nam zındığın filmleri. 

neyse only bir wong kar wai filminde dinlenebilecek bir şarkıyla (ki film müziği zaten)



böyleyken böyle. 

"oysa bence bütün huzursuzluklar acıdan iyidir. " demişim yukarıda. woody allen'ın "radyo günleri" diye bi filmi var. 40'lı yılların amerika'sındaki radyonun işlevi anlatılıyor filmde. filmin bir yerinde tüm kentin radyodan yayılan neşeye ortak olduğu bir sahnede yayın birden kesiliyor ve bir radyonun spikeri çok dar bir kuyuya düşen çocuğun kurtarılmaya çalışıldığı son dakika haberini geçiyor tüm ülkeye. bütün kent ve hatta ülke bir anda duruyor ve çocuğun kurtarılma haberini bekliyor radyo başında. kuyu çok dardır ve itfaiye bir türlü gerektiği gibi müdahale edemez bu yüzden. çocuğun anne ve babası da bekliyordur. bir yerden sonra olay mahalinden canlı yayın yapan radyo spikeri anne ve babanın ruh halini tasvire çalışır dinleyiciye. çünkü bir olayın kendisinden ziyade o olayın kişiler üzerindeki etkileri daha çok ilgilendirir kalabalıkları. insan olayın öznesi olan kişilerle değil; olaydan etkilenenlerin ruh halleriyle empati kurmaya daha yatkındır. Wai'nin dehası ise seyircinin kişilerle, olaylarla değil doğrudan bahse konu kişilerin, olayların yarattığı doğal atmosferle empati kurmasını sağlamakta yatıyor (bknz: bu iletinin neon ışıklarla ilgili olan bahsi).  bunu tarkovski yapabiliyordu bir de. en azından benim bildiğim; olayların, kişilerin oluşturabileceği olası atmosfer üzerinden seyirciyi yakalayabilen başkaca yönetmen(ler) yok. neyse böyleyken böyle... radyo yayını esnasında çocuklarının kurtarılmasını bekleyen anne baba ve radyo yayınını canlı takip eden bütün Amerika, çocuğun cansız bedeninin çıkarılma haberini duyuyor ve herkeste derin bir üzüntü hali galebe çalıyor. şimdi o anne babaya soralım, bu ölüm haberini aldığınız anda mı yoksa çocuğun hala yaşayabiliyor olma ihtimaline sarıldığınız anda mı olmak isterdiniz? netlik iyidir der bütün psikiyatrlar. uzaktan bakınca bence de öyle. kör bir kuyunun başında yavrularının neyse ya öyle işte. 

ben,  malca gelecek ama -çünkü bana da öyle geliyor epeydir- dünya tarihine yön verebileceğimi, yoksul halkların zenginlerden alacağını tahsil edebileceğimi düşünüyordum. And Dağlar'ından Sierra'lara yürüyenlerin Çukurova şubesi olabileceğimi hayal ediyordum baya baya 30 yaşına kadar. olmadı. hep nietzsche'nin yüzündendi ya da benim mallığım yüzünden, bilemiyorum. "bir yerde tanrı varsa ben tanrı olamamaya nasıl katlanırım" diyordu nietzsche. kutsal metinlerde yahut sol tarihte bahsedilenler kadar mükemmel devrimciler varsa şayet  ben de olabilirdim onlar gibi. tabii ki olamadım. birkaç yök protestosu falan. sonra kpss'ye girdim. dünyayı değiştireceğime olan inançla çıktığım yolu kpss'ye girerek hitama erdirdim. 
 

"The man who comes back through the Door in the Wall will never be quite the same as the man who went out." bacım ya valla herkes yüreğinin ekmeğini yiyor yani.  











21 Mart 2021 Pazar

elektronik aletlere teşekkür etmek yahut son kıyafet

haftaya akademik mevzularla alakalı bi yabancı dil sınavı var. ona çalışmaya başladım bu ara. çalışmak dediysem, konu çalışmak değil de işte geçmiş yılların çıkmış sınav sorularını çözüyorum.  ösym sitesinden çıktı alırken ne zamandır aklımda olan bir şeyi yaptım ve yazıcıya teşekkür ettim. gerçekten bunu hak ediyor bence yazıcım.sadece benim yazıcım değil yeryüzünün tüm yazıcıları bunu hak ediyor aslında.. ama yeryüzündeki tüm yazıcılara teşekkür etmek bana düşmez. birleşmiş milletler başkanı teşekkür edebilir ama; tabii kendisi bilir. sonra yaptığımın saçma olduğunu fark ettim aslında. yani bunun sonu yok. o zaman yemeği ısıttı diye ocağa; meyveyi, sebzeyi soğuttu diye buzdolabına vs. de teşekkür etmeliydim. ama o kadar da kibar biri değilim. 

bir paragraf sorusu çözerken "suburb" diye bir sözcüğe takılıp kaldım. "varoş, kenar mahalle" falan gibi bir anlamı var sözcüğün. sonra şimdi anlatamayacağım bir çağrışımlar silsilesi ile birlikte "ölen birinin üzerine bulunan kıyafetleri; ne zaman, nasıl, nereden, ne kadara ve onu alırken neler düşündüğünü" falan düşündüm. sözgelimi  bir hırka. yahut eşofman ne bileyim. bir mağazadasın, satıcı sana gösteriyor tişörtü yahut sen görüyorsun. beğeniyorsun ve alıyorsun. defalarca giyiyorsun. ve bir gün öldüğünde üzerinde o hırka var. oysa öldüğünde üzerinde "bu" olacak ona göre deseydi biri, yani der miydi demesi lazım birinin aslında ne bileyim


  

13 Mart 2021 Cumartesi

ÇEKYATTA UZANMIŞ TELEVİZYON İZLERKEN KATLANAN SADELİK

 Üniversite 3. sınıfta falandım cumartesi öğlen saatleriydi. annem pazara gitmişti. yağmur sonrası güneşi vardı. evde televizyonun karşısında uzanıp kanalları dolaşıyordum. cine 5'teydi sanırım ilk kez gördüğüm bir şarkı çıkmıştı:


etkiledi tabii şarkı, hala da severim; ara ara da dinlerim bi şekilde. sonra kral tv'ydi sanırım orada da nazan öncel'in bi klibi başlamıştı daha yeni :



sonuna kadar dinlemiştim bunu da. biraz daha dolaşmıştım kanallarda, pek sarmamış olsa gerek doğrulup camdan dışarı bakmaya başlamıştım. annemi görmüştüm, pazardan geliyordu. pazar arabası ağır mı acaba diye geçmişti aklımdan. sonra annemin de beni gördüğünü fark ettim. bir an gülümsemiş gibi geldi sanki bana. sanki diyorum çünkü hem henüz çok yakın değildi apartmana hem de evimiz 7. kattaydı. o yüzden pek emin olamadım bir an ama ben de gülümsedim. sonra zil çaldı. sormadım, "sen de gördün mü beni camda?" diye. aklımda, o an beni görmüş olduğu ve bana gülümsediğinin kalmasını istediğim için bilerek sormadım. taze patates almıştı kızartmalık. patates kızartmıştı bana. mutfağa giderken televizyonu kral tv'de açık bırakıp gitmiştim. özlem tekin'in şimdi hatırlayamadığım bir şarkısı çalıyordu. 

ha bütün bunlar ingilizce bir paragraf sorusu çözerken altını çizdiğim "side" sözcüğünden çağrışımla geldi. böyleyken böyle. 






31 Ocak 2021 Pazar

Foucault ve Diğerleri

tam buraya bakarken netleşti kafamda, postmodernist kabul edilen diğerlerinden farklı olarak Foucault, teorisini somutlayarak ortaya koyuyor. felsefileştirmiyor yani  teorisini; Marksist tabirle söylersek ki bu yüzden yöntem olarak en Marksist'i de o diğerlerine kıyasla. ya da değildir belki ne bileyim beylik laf ettim sanki. bütün pandemi boyunca tüm o lockdownlarda postmodernist denilen yazarların eserlerini okudum. okumadığım ana metin kalmadı ama yine de ahkam kesmek için yeterli değil yani yeterlidir de ben yeterli değilim tam anlayamamış da olabilirim mevzuları.

bazı şeyleri inceden değiştirmeye başladım. köklü bir dönüşüm için yavaşlık en iyisi yani birdenbire olmuyor hiçbir şey. her şey birdenbire oldu diye bir şiiri vardı orhan veli'nin hatta bi grup bestelemişti bunu. ha buldum "ışığın yansıması" diye 90'ların sonunda bi görünüp kaybolan bi gruptu: 


nazım hikmet'in "birdenbire" kullanımından sonra belki de en güzeli bu kullanım. aynı grubun ikinci dünya savaşının debdebeli günlerinde yazılmış bir başka orhan veli şiirini bestelemişliği de vardı. harbe giden sarı saçlı çocuk diye. 



. tabii böyle bir şey yok ama sanki "das boot" filmi orhan veli'nin bu şiiri.. ne bileyim işte hatırlatıyor fena halde. filmde "u 50" mi ne öyle bir denizaltıyla savaşa giden bir yığın sarışın alman çocuğun hikayesi anlatılıyor. hepsi de "deutschland"a sağ salim geri dönmek isteyen bir grup sarışın gençtir. denizaltında führer falan yok; sadece eve dönmek yani ölmemek isteyen bir grup sarışım genç var. bizim askerlerden farklı gibiler ama değiller aslında. çocuktum, abim bir kaset getirmişti. yeni çift kaset çalar teyp almıştık o zaman. sonradan uzun yıllar benim odam olacak odada dinlemiştik kaseti. "rami kışlası" şarkısı belki 30 yıldır kazınmıştı zihnime. rami kışlasındaki "malatyalı, vanlı, muşlu" askerlerle u 50 denizaltındaki sarışın alman askerlerin ilgileri, beklentileri nasıl da aynı tanrım. 


bi şeyden bahsedecektim de unuttum. denizaltında ölmek üzereyken führer yok tanrı yok sadece hayatta kalmak için  yani denizaltındaki arızaları onarmak için bir oraya bir buraya koşturan teknisyenler var. gerçi herkes arızaları onarmaya çalışırken bir köşede dua edenler de vardı denizaltı mürettebanda. ben napardım acaba öyle bir şey olsaydı? bilmiyorum ama koşuştururdum sanırım ben de diğer mürettebat gibi. denizaltının yüzeye çıkma umudunun artık kesin olarak kalmadığı belli olsaydı ne yapardım acaba? mesela hangi müziği dinlemek isterdim tam o anda? denizaltı yukarı çıkamıyor artık net.son 5-10 dakikalık falan oksijen kaldı ve son bir parça dinleme hakkı verildi? omg... bir şey istemezdim sanırım. 

ama yine de arkadan bir yerden 

bu çalsa fena olmazdı. ya da yok bu:


bu tam olurdu. ironik bir şekilde ölümün hüznü de her şeyin bittiğini bilmenin huzuru da var bu parçada. 

bir doğum günüm daha geçip gitti. yani doğmuş olmak ve ölecek olmak falan bunlar acaip işler





le feu follet filminde hastanede alkol tedavisi gören eleman diyor bunu. neyse filmlerde oluyor bazen böyle şeyler. gerçek bir acıdan ötürü -gerçek burada nitelik anlamında değil- intihar edenler aniden yapar bunu. varoluşu kendine ağır gelenler ise erteler, bir zaman beklerler. "yarın kendimi öldüreceğim" dedikten sonra eleman -Le Feu follet filmindeki eleman- alkol tedavisi gördüğü hastaneden izinli olarak çıkar ve paris'in bohem dünyasından arkadaşlarını ziyaret eder. gezer tozar akşam hastaneye döner. sabah odasını toplar. son bir iki sayfası kalmış kitabını okuyup bitirir ve kalbine dayadığı silahı ateşler. bir türlü var olamamıştır hayatta. var olmaya, tutunmaya çalışmıştır hep. olmayacağına kanaat getirip intihar eder eleman. yani işte intihara karar veriyor ama belki anlam bulurum diye bekliyor bulmayacağını anlayınca da her şeyi yoluna koyup intihar ediyor.

 pavel pavlikovski'nin İda filmindeki bu sahne de demin   demeye çalıştığım gerçek bir acının ardından gelen intihar mevzularının falan en iyi anlatıldığı sahnedir. burada intihar birden bire olur. polonya'da bir yüksek yargıç olan kahraman, ki videoda intihar eden kişi oluyor bu- yeğeni İda'yla birlikte onun ailesinin mezarını aramaya giderler. ida ve teyzesinin amaçları, nazilerle işbirliği yapılarak öldürülen ailelerinin mezarını bulmaktır. neyse mezarı açtırırlar falan uzun hikaye... sonra dönerler. İda rahibe okuluna döner, teyzesi de işte bir sabah işe gitmek için hazırlanırken atar kendini camdan. 






işte böyle varoluşsal nedenlerden ötürü intihar eden zamana yayıyor, bir acıya, somut bir acıya katlanamayan ise birden bire... 

le feu follet'in sonunda intihar eden abinin satırları da acaip bir acısız acının çığlığı gibidir he:

"kendimi öldürüyorum, çünkü beni sevmediniz; çünkü sizleri sevmedim. çünkü bağlarımız çok gevşekti. bağlarımız güçlensin diye kendimi öldürüyorum. sizi silinmez bir lekeyle baş başa bırakıyorum." 

neyse kapanışı le feu follet'in müziğiyle yani eric satie ile yapalım. filme de acaip gider he bu müzik...




foucault ve diğerlerine daha sonra değineceğimizi belirterek şimdi cıvıl cıvıl çeşme gecelerine uzanıyoruz sevgili izleyiciler





10 Ocak 2021 Pazar

her şeyi anlatan bir şey bir nevi kişisel meta anlatı

kişinin kendi meta anlatısını bozmaya dönük bir yapısöküme girmesi için öncelikle bir meta anlatısının olması lazım gelir. 

körlük yahut az görme üzerine

artık kendine bir tarih yazamayan insanın bu meziyeti tekrardan elde etme çabasına sanat desek olur bence. tarih diyemeyiz ama buna. sayın tanrı kaybolmak, gömülmek istenilen bir ana geri dönmek yahut orada bulunabilme şansını vermeli insana tekrardan. çünkü bu çok insani bir şey ve madem insanı ben yarattım diyorsun ey tanrı o zaman bu hakkı vermelisin bize. çünkü geri dönüp içerisinde kaybolmak hatta ölmek istediğim anlar var ve bu anların baskınlığıyla mücadele edemiyorum. 

Mecid Mecidi'nin " Beed-e Majnoon" filmini izlediğimde hemen aklıma Elias Canetti'inin "Körleşme" romanı gelmişti. bu normal miydi bilmiyorum. sonra Turgut uyar'ın "Geyikli Gece" şiirindeki "üç ev görsek bir şehir sanıyorduk" dizesi. mecid mecidi ve elias canetti, körlük, kör olma yani görmeme mutluluk veirir insana der özetle mezkur eserlerde. ben daha az zeki ve devlet memuru olduğum için mutlak körlük değil de az görme mutluluk verir diyeceğim yazının bundan sonraki kısımlarında. 

binbir gece masalları'nı ve faust'u okumaya başladım. ama okuma pratiğimi tümden değiştirmeye karar verdiğim bir dönem oldu bu dönem. artık sadece roman ve hikaye okuyacağım. kuramsal kitapları ayırdım bir tarafa. okumayacam artık kuram falan. sikerim kuramını ya. ben olmuşum kuram zaten. her şeyi biliyorum artık gibi bir şeyden beslenmiyor bu, sadece bir şey bilmek anlamsız geliyor artık. fakat bir şey anlatabilmek... bu iyi. 

 hikaye anlatabilme yeteneği peygambervari bir özellik olsa gerek. şehrazat yahut ne bileyim çehov yahut nasıl severim memduh şevket esendal... kaynağı belirsiz bir esinle anlatıyor gibiler hikayelerini. saçma ve kötü bir somutlama olacak ama servetinin kaynağı belirsiz bir zenginin biteviye para harcaması gibi hikaye anlatıyor bu insanlar. tabii ki saydığım bu üç isim  değil sadece hikaye anlatabilme yeteneğiyle mücehhez olanlar; hepsi işte bütün hikaye anlatabilenler... ama bir eksiklikten hatta çoğu zaman somut bir eksikliğin beslediği bir eksiklikten besleniyor hikaye anlatabilme. çünkü eksiği olan kusuru gizleyebilme konusunda yalana başvurmakta mahir olabilmiştir ya da olabilitesi (olabilite?) vardır. pekala vasat bir psikoloji mezununun da yapabileceği bir çıkarım bu fakat ben başka bir şey demek istiyorum. yani yalan söyleyebilme yetisi, iyi yalan söyleyen iyi hikaye anlatır da demek istemiyorum ama burada bu da değil. kimsenin farkında olmadığı bir kusurunu gizlemeye çalışma yahut herkesin normal karşılayabileceği bir "kusuru, eksikliği" saklama çabasından bahsetmeye çalışıyorum. hiç kimse tarafından kibirli olarak addedilmeyen birinin bu kusurunu gizlemeye çalışması. yahut ne bileyim görme engelli birinin bunu saklamaya çalışması. yani şimdi freud'un falan buna verdiği bir ad var tabii fakat benim demek istediğim bu değil dayılar ve yengeler. sanat yahut özelde edebiyat ürününün ortaya çıkması için varolan bir düzenin yıkılacağı imasının olması gerek. rus biçimcileri ya da yeni eleştiriciler miydi neydi "alışkanlığın kırılması" diyordu o hesap belki de işte. fakat bence burada sanat değil de hikaye var yani merak unsurunun beslediği bir anlatı buradan ortaya çıkıyor. fakat sanat, merak unsurunun beslemediği bir dışavurumla da var olan bir metin bir kompozisyon gibi geliyor bana. burada şunu demek istemiyorum: "merak unsurunun beslediği bir anlatı, metin sanat eseri kabul edilemez" yok sadece kısıtlı bir zekayla ayrıma giden yarı aydın birinin adlandırabilme yetisinin olmamasının yarattığı bir şey bu. bilge karasu'nun "Gece" romanını okuduğumda ha bir de Faulkner okurken idrak edebilmiştim şu an iddia etmeye çalıştığım şeyin ne olduğunu. "merak unsuru oluşturmadan estetik olanı yakalayabilme" bunu demek istiyorum. diğer bir deyişle belki de alışkanlığı kırmadan estetiği ortaya çıkarabilme... bir kente bir yabancı gelmeden yahut o bir kentten bir yabancı gitmeden başlayabilen, devam eden hikaye. biraz tatsız tuzsuz ama esasen fransız yeni dalga sinemasının bazı filmleri de anlatmaya çalıştığım şeye örnek olarak verilebilir belki ne bileyim. yahut kesit hikaye örneklerinin birçoğu da bu bahse konu edilebilir. MŞE'nin bi çok öyküsü yahut SFA'nın birçok öyküsü... müzik için caz'da bu geçerli yani hikayesiz estetiği yakalama caz müzikte var hatta çok saf haliyle en çok burada var.


aha da bu albüm mesela hoşumuza gider, müthiş bir estetik haz verir dinleyene ama çatışmalı  hikaye yoktur bu müzikte. 

böyle ara ara yazınca insicam kayboluyor. çok önemli sandığım şeyler saçma geliyor ve vazgeçiyorum yazmaktan. çünkü hikaye yani aslında serüven duygusu kadar hayatı anlamlı kılan başka bir şey daha yok sanırım. bu olmadan da yaşanabiliyor; bunun olmadığına dair filmler çekildi, hikayeler anlatıldı yukarıda da bahsettiğim üzere mamafih bu olunca daha bir güzel oluyor işte. bir sürü yeni öykücü, romancı var sürekli de yazıyorlar ama hikaye yok hiçbirinde daha doğrusu serüven yok. serüvensiz de yazabilirsin tabii de fakat işte o zaman da bilge karasu falan olman gerekiyor. sıkılıyorum okuyamıyorum bu yenileri. birçoğundaki -yani bu yeni edebiyatçılardaki- Türkiye'nin yeni oğuz atay'ı yusuf atılgan'ı olma iddiasının boşa çıktığına şahit olmak üzüyor beni. bundan ötürü de okuyamıyorum biraz bu yeni isimleri. adını hatırlayamıyorum şimdi bir kadın öykücünün hikayeleri düştü önüme internette. nasıl da yeni bir nezihe meriç gibi yazmıştı ama türkiye'nin yeni bir nezihe meriç'e ihtiyacı yoktu ki. kaldı ki eskisine de ihtiyacı yok artık. tarlasını su bastığı için ürünü yanan ve bundan ötürü de tefeciye borcunu ödeyemediği için gurbete çıkıp kum ocağında çalışmak zorunda kalan Musa'nın geride bıraktığı karısına musallat olan bakkaldan kaçıp çalışanlarının tamamının erkeklerden oluştuğu  musa'nın çalıştığı kum ocağına gelmesi ve orada da bu defa musa'nın karısının yarattığı huzursuzluğun yarattığı gerilimin anlatıldığı yani çok çok katmanlı bir hikayeden oluşan hikaye yazmak yerine nezihe meriç gibi hikaye yazmaya kalkarsan çuvallarsın. şöyle bir baktım da gerçekten  yazmaya yetenekli gençlere tavsiye veriyorum gibi bir şey olmuş, ne diyorum ben hissi geldi birden. çok saçma kim nasıl neyi isterse yazsın mq bana ne... çok sıkıldım ya birden.

 -bu adlandırmayı sevmesem de- "sosyal medya" herkesi aynılaştırıyor. başlarda herkesin fikrini söylediği ve bu haliyle de çeşitliliğe hizmet ederken artık hemen herkes aynı şeylere kızıyor, sinirleniyor, tepki veriyor.. bunda bir yere kadar sıkıntı yok benim için ama herkes aynı şeye gülüyor gibi geldi bana ve dahi ben de gülüyordum bu aynı dediğim şeylere. bu çok koydu bana, rahatsız etti. kendimi ayırdığım belki de tek şey buydu. ben herkesin güldüğü şeylere gülmedim hiç. bu bir tercih değildi tabii. yani şöyle bir şey olmadı: dur şunların güldüğüne gülmeyeyim. 30 yıldır düzenli mizah dergisi takip etmenin getirdiği bir şeydi bu ve fakat artık ben de ülkenin bir bölümünün güldüğü şeylere gülmeye başladığımı fark ettim.  





sırf bu muzika için bir yolculuğa çıkılabilir. tercihan içanadolu kırsalında cereyan edeni bir yolculuk olmalı bu ama. ekşi mayalı siyez buğdayıyla yapılmış ekmek eşliğinde elazığ yöresi üzümlerinden mürekkep bir şarap içiyorum.

2021'e sarkmış yazı. bir türlü hitama ermiyor daha doğrusu hitama erdirecek değerde bir şey de yazamamışım henüz. bir yer geliyor yeterli diyorsun yani ben diyorum ama bunu demeden onlarca yazı paylaştım burada. oh mon dieu. ne saçma ne budalaca! 

vadideki zambak'ı okudum biraz biraz. son derece romantik hatta sadece ve sadece romantik olanı realist bir şekilde anlatmak becerisini olsa olsa balzac yapabilirdi bu ayrı. insan doğasını felix üzerinden bu kadar yalın, sarih anlatmak da yine sadece balzac'ın yapabileceği bi şeydi. neyse ne amına koyim ya

Artık yüzün

Yaşlı bir adamın yaşlanmaya başlamış yüzü,

Uzun süredir yolcuların inmediği

Bir hanı andırıyor gözlerin.


4 Ekim 2020 Pazar

"geriye çekilirken herkesi öldürmek gibi" yahut "side av - sinyal yok"

 hikaye anlatmanın sırrını umberto eco kadar iyi kavramış bir başka kişi daha yok desem abartmış olmam galiba. yani şunu demek istemiyorum: " Eco en iyi hikaye anlatandır"; hayır sadece Eco, hikaye anlatmanın nasıl bir şey olduğunu biliyor demek istiyorum bunu derken. bunu bi de Bakhtin iyi biliyor sanırım. bir hikaye anlatılmaya başlandığında onu besleyen yan hikayeler ana hikayeye nazaran  ayrıntısız, göndermesiz olmalı. fakat buna mukabil yan hikayeler - ana hikaye isterse fantastik olsun-  ana hikayenin gerçekle ilişkisini kurar. tabii ki bunu anlatmak değil derdim. bunları merak ediyorsan Eco yahut Bakhtin okursun zaten ne işin var burada. kaldı ki ben de bahsetmek istemiyorum bunlardan fakat ben bir kez geri çekilmeye karar veren bir kovboyun rastgele herkese her şeye ateş etmesini anlatmak istiyorum: küçükken pazar sabahları erken kalkıp trt 1'deki kovboy filmlerini izlerdim mutlaka. çok fazla rastlamadım ama kasaba ortasında başlayan bir çatışma esnasında kovboylardan birinin artık kaybedeceğini anladığından mıdır nedir rastgele ateş etmeye başladığı bazı sahneler gelir ara ara gözümün önüne. hayatın değerinin anlaşılmasını imleyen bir refleks gibi düşünüyorum ben bunu. tabii çocukken böyle düşünmüyordum. şimdilerde işte. daha doğrusu akira kurosawa'nın "Ikiru" filmini izlerken kovboy filmlerindeki bu sahne ve küçük iskender'in "bir organ nakli gibi sevmiştim seni" şiiri çağrıştı birden. bak işte allah'ın işi... sonra "ıkiru" filminde kanser olduğunu anlayan adamın, o güne kadar sadece çalışmaktan başka hiçbir şey yapmamış adamın kanser olduğunu öğrendikten sonra bankadaki parasını çekip 30 yıldır aralıksız gittiği işe gitmeyi bırakması ve parayı türlü batakahanelerde ezmeye çalışması... işte hayatın, gerçekten ama gerçekten hayatın, değerini idrak eden birinin her şeyi yapmayı göze alması. (yüklem bilerek kullanmıyorum son birkaç cümlede) büyük yönetmenlik, sanatçılık böyle bir şey sanırım: en insani olanı yakalayıp onu estetik olarak anlatabilmek. turgut özben de böyledir mesela bak. tugut özben, selim ışık'ın intiharına kafa yormaya başladıktan sonra yaşayan bir ölü olduğunu anlar. ardından bir sabah arabasına biner, bankadaki bütün parasını çekip - ıkiru filminin başkahramanı gibi tıpkı- bir yolculuğa çıkar... ıkiru filmindeki başkahraman gibi o da batakhanelere gider falan... aslında bence insanın temel trajedisi olabileceğini düşündüğüm bir mefhumun etrafında dolaşıyorum sanırım. çünkü okuduğum izlediğim hemen en büyük anlatılar hep burada anlatmaya çalıştığım şeyin etrafında dönüyor. zebercet bak mesela. "Küçük ayrıntıların tekdüze şaşmazlığında nerdeyse takıntılarla sürüklenen bir yaşamın öfkesi de, çaresizliği de büyük oluyor." zebercet'i anlatan en keskin cümle bu sanırım. zebercet'in bu tekdüze hayatıyla "ıkiru"daki başkahramanın (adına bakacam ya valla lavuğun hah evet kanji watanabe'ymiş) hayatının tekdüzeliği neredeyse birebir aynı tarif edilir ilgili eserlerde. dahi aynı şey turgut özben için de geçerlidir. ve tabii geriye çekilirken herkesi vuran küçük iskender şiirindeki ben ve pazar sabahları yayınlanan kovboy filmlerindeki düelloda yenileceğini anlayan kovboy gibi... kanji watanabe, deyim yerindeyse bütün hayatını çalışarak geçirmiş dolayısıyla ot gibi yaşamış biridir. sadece işten eve evde işe bir hayatı yaşamıştır watanabe. bir gün mide kanseri olduğunu öğrenir ve her şey alt üst olur watanebe için. çünkü hayatın değerini anlamıştır sevgili watanabe. hayatını bitirecek olan tümör; hayatın değerini hatırlatmıştır watanabe'ye. 

kısa bi ara


istanbul'a ilk atandığım zamanlarda konser için istanbul'a gelmişti Feidman. kesin gidecektim sonra vazgeçip gitmemiştim. ne çok şey kaçırmışım. kaçırmadığım konserler de oldu tabi... orta iki'deydim.  apartmandan komşumuzun oğlu Y. ile şimdi yerinde adana merkez camii olan lunaparka gitmiştik. bu lunaparkın gazinosu da vardı. dolaşırken falan gazinoda müslüm gürses'in konseri olduğunu görmüştük. Y. gazinonun müdürünü görünce yanına koşup bir şeyler demişti adama. Y'nin babası da pavyoncuydu zaten. sonra gel lan giriyoz konsere demişti Y. tam biz içeri girerken müslüm gürses sahneye ağır ağır gelip "yıkıla yıkıla"yı söylemeye başlamıştı. türk genelevlerinde üzülmedim ki veya elimde duran fotoğrafın gibi  şarkıların çaldığı yeşilçam filmlerinin video kasetlerden izlendiği dönemlerdi. bu dönemler aynı zamanda yeşilçam'ın "sanatsal" filmler çekmeye de çalıştığı dönemlerdi. bir şey yapmaya çabalamış olmalarından mıdır nedir türk sinema tarihinin en son derece sanatsal olmayan filmleri  de bu filmler arasından çıkmıştır. 


"üzülmedim ki"nin en güzel versiyonu bu sanırım. "kaderimdir dedim üzülmedim ki" şarkının tam da bu kısmı genelevlerde niye çok dinlenildiğini anlatıyor ya. yine asıl anlatmak istediğim şeyi / şeyleri anlatamadığım bir yazı oluyor ya. ama kaderimdir kısmı fena halde türk fena halde ortadoğulu. vasat bir tespit yaptım ama durumun kendisi vasat elden bir şey gelmiyor. tabii  ben de vasatım. buradaki"ben de vasatım" tespiti bir samimiyet pornosu barındırmıyor. okuyan! her kimsen ben gerçekten tam bir vasatım. bütün bunların, yazdığım birkaç makalenin, tezin hiçbir kıymet-i harbiyesi yok. çünkü onlar da vasat şeylerdi. ama iyi olmalarını çok isterdim; hatta iyi olduklarını düşündüğüm zamanlar da oldu ama bir yer geldi düşüncelerimi derinleştiremedim. bunun da sebebi çok açıktı aslında; çünkü ben derin biri değildim. sadece bir şeyleri sezebildim ve sezebildiğim şeyleri özne - tümleç- yüklem'lerden oluşan cümlelerle giriş - gelişme - sonuç şeklinde anlatabildim. dedim ya daha iyi anlatabilirdim tüm bunları ama olmadı. mal bu ne yazık ki. 

epeydir uzaktan eğitim denen ucube şeyden mustarip bir dönemden geçiyor tüm türkiye ve ben. nasıl da kendimi tüm türkiye'den ayırdım ama. binbir gece masalları'nı okumaya başladım tekrardan. ece ayhan  yazısının bana ait kısmı bitti. hikaye anlatmanın inceliklerini anlama çabasına girmeden okumayı umuyorum bu defa binbir gece masalları'nı fakat daha eserin adına dikkat eder etmez fark ettiğim bir şey var bu defa: belirsizlik. "binbir" kesin bir anlama işaret eden bir sayıdan ziyade belirsizliğe vurgu yapan bir sayı. doğuya özgü masallar da böyle olmalı. aslına bakılırsa masallarda her şey belirsizdir ya batı masalları da belirsizlik üzerine kurulmuş. yer, zaman, tarih hep belirsizdir masallarda. çünkü masal, insanlığın çocukluğunun bir dışa vurumu.  "tanrım gerçekten çocukluk günlerinizde mi?" 

gerçekten aklıma yazacak bir şey gelmiyor. istanbul'da gazi mahallesinde kalırken "kevir"i okurdum. sonra yeter bu kadar deyip bırakmıştım kitabı. sonra bikaç defa daha okudum kitabı ama ne bileyim gereksiz geldi. fazla acı vardı kitapta. ve fazla teselli vardı. islamcıların klasik numarasıdır. acı ve ona uygun teselli icat etmek. bir acının tesellisi yoktur. acı, acıdır ve diyalektikten varestedir. sadece vardır. geçmesini beklemekten başka da yapacak bir şey yoktur. çok sevdiğin birini toprağa vermenin acısına uygun teselli var mıdır? belki cennet işte. öldü ama cennete gidecek falan. eceliyle ölen birinin cennete inanma ihtimali = 0. geçelim bunu. diri diri derisi yüzülen bir koyunun acısından bahseder ali şeriati aynı kitabın bir yerlerinde. köydeydik. dayımın adağı olan kurban kesilecekti. hayvan direniyordu; çünkü acı çekeceğini biliyordu. dayım, "allah'a kurban olacağını anlayınca acısı dinecek" demişti bana. çocuktum. acaip ağlamıştım koyunu o halde görünce. sanırım koyun, son ana kadar allah'a kurban olacağını anlayamamıştı çünkü neyse işte. islamcılarda bu hep var: her acıya bir teselli. oysa acı diyalektik değil yani sanırım değil. bence değil diyip bağlayayım sözü, bi yere varmayacak çünkü. 
tv kendiliğinden kapanınca ekranda mavi bir dikdörtgen kutucuk içinde " "side av - sinyal yok" yazısı tv'yi kapatıncaya kadar hareketli bir şekilde neyse ya bunu da bi yere bağlayacaktım da unuttum





22 Ağustos 2020 Cumartesi

bir şiiri tamamlayamamak yahut eternal sunshine of the spotless mind

bir şiiri tamamlayamamak'ı düşündüm dün. başlanan bir şiiri tamamlayamamak yani. sonra, bunu bir zaman daha düşünmüştüm diye geçirdim içimden. ne zaman ve neye istinaden düşünmüştüm bunu diye düşündüm sonra. B12 almamın faidelerini görmüş olacağım ki hemen hatırladım:   istanbul'da görev yaptığım sıralarda "eternal sunshine of the spotless mind"ı izlerken filmin müziği çaldığında düşünmüştüm bunu ilkin. filmin müziği girmişti bir yerlerde. sonradan beck'in coverladığı bir "the korgis" şarkısı olduğunu öğrendiğim "everybody's gotta learn sometime" adlı bir şarkı olduğunu anlamıştım. müthiş bir şiir başlıyordu şarkıda ama bir türlü şiirin devamı gelemeden bitiyordu şarkı.
"i need your loving like the sunshine
and everybody's gotta learn sometime"

şiir (şarkı) hep bu nakarat üzere başlıyor gibi oluyor  ama bir türlü devamı gelmiyor şarkının.

change your heart, look around you
change your heart, it will astound you
i need your loving like the sunshine
and everybody's gotta learn sometime
everybody's gotta learn sometime
everybody's gotta learn sometime

change your heart, look around you
change your heart, it will astound you
i need your loving like the sunshine
and everybody's gotta learn sometime
everybody's gotta learn sometime
everybody's gotta learn sometime

yalanım yoq aq. bir de REM'in bir şarkısında geçiyordu "oh no, i have said too much" gibi bir şeydi. kendimi sürekli bu hal üzere -yani REM'in şarkısındaki hal üzere- yakalıyorum. gereğinden fazla konuşuyorum, her seferinde buna bir son vereceğimi söylüyorum kendi kendime (the can the can the can the me) ama yine de gereğinden fazla konuşuyorum. 









9 Ağustos 2020 Pazar

anlamaya çalışma çabası yahut almost blue

bir önceki "Sanma No Aji yahut öğleden sonralara bir methiye denemesi" ne eklemeyi unuttuğum birkaç tablo var onları buraya ekleyecem unutmazsam. bosch, goya ve valazquez'in birkaç tablosu. bir de "meşeler gövermiş diyorsun varsın göversin" mevzusuyla alakalı esaslı diyeceklerim var...



malum Hieronymus Bosch'un "Ship of Fools" tablosu bu. önceden bir şekilde görmüştüm bu tabloyu. hollandalı ressamlarla ilgili bir şeylere bakarken denk gelmişti ama pek üzerinde durmamıştım. hatta unutmuştum bile. ta ki foucault'nun "deliliğin tarihi"ni okuyana kadar... ortaçağ avrupa'sında delilerin "dışarı" çıkarılmasıyla alakalı bir tablo bu. deliler bir gemiye bindirilip avrupa içinde dolaştırılıyorlar. ez cümle toplum, kendi gibi olmayanı hep dışarı çıkarmış bir şekilde. (ve fakat hayatın sırrına da hep dışarıda olanlar işaret etmiştir bence. artaud, van gogh, nerval, kaan ince, arkadaş zekai özger vd.) 99'du sanırım otostopla ankara'ya gitmiştik uçar levent'le. (levent uçar tabi) kaan ince'nin arkadaşlarıyla buluştuğu kahvenin falan önünden geçmiştik. özür diler gibi bakmıştım kaan ince'nin yürdüğü yollara, gittiği kafelere. öyle derinlemesine bilmiyordum bir iki şiirini falan anca işte. google falan da yok tabii o zamanlar. 

"çiy doladım kasnağına gecenin. ışıksızlığın hep
yoksul yalnızlıklara çıkması doğurur o rüzgarı.
giz dizilmiş çardaklar incir kokulu, çiçek hattı
gözlerine doğru. kokunda korku. kafka; mürekkebini
içtiğim mevsimsiz aşk. ölümün önünde yayılan;
çıbanı yüzümün. devrik yürek savunması ömrüm.
yaşlı bir adam vurgun yemiş. kuşlar. düşler.
kapılma saatleri, basamaklarında ateş yatan zaman
merdivenin dik soluğuna. ve çekip giden bir ben,
aynı denize, irkilen iskeleden."

"devrik yürek savunması ömrüm" oldu bitti severim devrik cümleyi de devrik yüreği de. bir de tersinden okumayı tarihi. fatih'in gemileri karadan yürütmesini değil de kesad-ı akçe'ye gitmesini fetihten sonra, sözgelimi bunu konuşmayı sevdim hep) ah kuzum kaan ince. ne çok şey yaşamadın. şimdi mesela sigarayı bıraktım ama kaan ince ikram etse yakardım bi tane. ümit oteli'ndeki odana girdiğinde tam olarak ne oldu? otelin adının sende bir istihza uyandırmaması mümkün değil. ne hissettirdi otelin adı sana acaba. "ümit yok" mu demek istedin otelin camından kendini aşağı bırakırken yahut ne bileyim ümit var ama ben bulamadım mı demek istedin? biraz rahat olabilseydim doktora tezimi sadece oğuz atay'da intihar mevzusu üzerine kurardım. ama sikerler zaten neyse işte "almost blue" blue değil kardeşim almost blue; blue olsa duramazsın çünkü...



kolundaki saat kaçı gösteriyor acaba kaan ince'nin? şimdi baktım da kaan ince şiiri üzerine bilimsel bir çalışma yapılmamış hiç. boynumun borcudur yapacam ben. intihara meyilli olanları ve delileri kendimizden uzaklaştırdık, bu uzaklaştırmalarda arta kalan bakiyeye de toplum dedik; daha doğrusu, özne olamadığı için uzaklaştırılanlardan geriye kalanların toplamına toplum dedik. toplum top kökünden geliyor. bir araya getirilmiş gibi bir anlamı var top'un. bir araya gelirken bazılarını aramıza almadık, yoruz, cağız. eşcinseller, deliler, fahişeler, alkolikler, uyuşturucu müptelaları vd. hepsini dışarıya çıkarıp geri kalanlarımıza da toplum dedik. (hadi canım çok mu belli oluyor aylardır Foucault okuduğum) bunların farkına ebem de varırdı hiç kimse kusura bakmasın bu noktada. Foucault'un mecburen ıskaladığı bir grup daha vardı top-lumda. küçük burjuva değer yargılarını benimseyemeyen küçük burjuva. yani ne bileyim küçük burjuva ama eicinsel değil, alkol,k değil, deli değil, müptela değil, kürt yahut zenci değil vs. ama küçük burjuva değer yargılarını benimseyemeyen özne. 

peter bogdanovich'in "the last picture"ını izledim son bir haftada iki defa daha. niye bir yönetmen bir kasabadaki her şeyi anlatmak ister ki. her şeyi,herkesi anlatmak... ne alaka ve neden? kasabada herkes her şeyin farkındadır ama fakında değilmiş gibi yapar. buna da hayat deriz. birileri her şeyin farkındayım ve fakat oynamayacağım ben dediğinde... işte bir kişi sadece bir kişi the last picture'da çıkıp ben her şeyin farkındayım dese sözgelimi Duane her şeyi bilir; Jacy'nin ne halt yediğini kasabada herkes bilir ama susar.  ama susmamış gibi yaparlar bir yandan da çünkü ahlak birliktelik -yani kasabanın birlikteliği- devam etmelidir. benzerini NBC, "üç maymun"da yapar, yani anlatır. 

iki hafta geçti. haziran ortasına doğru geliyoruz yavaş yavaş. pandemi ülke gündeminden düşüyordu ki tekrar girecek sanırım gündeme. yağmur yağdı biraz . keşke çok yağsaydı. araba toz toprak olmuş bir de kuş pisliği onlar temizlenirdi biraz. yıkatmama gerek kalmazdı ama şimdi daha çok kirli görüküyordur. 

sabah 3. sınıf bile denemeyecek bir amerikan filmi izliyordum adına bakmadım. kadroda da öyle tanıdık birileri yoktu zaten. filmin bir yerinde kapı çalıyor. kapıyı açmaya giden zenci hizmetçi yeleğini giymeye çalışırken kolu takılıyor yürürken biraz duraksayıp yeleğini giyiyor ve kapıyı açıyor. bak bu sinemadır. türk filminde olsaydı bu hizmetçi direkt gider kapıyı açardı. yeleği falan giyilmiş olurdu. oysa hizmetçi, birilerinin gelme ihtimalinin düşük olduğu bir saatte evde yelekle oturmuyordur ama kapıyı açmaya giderken de o yeleği hızla giymeye çalışması klasik, hızla giyilmeye çalışılan şeyin takılması sorununu doğuruyor. hayat böyledir bir şeyler olurken hep başka şeyler de olur. söz gelimi bir onkolog kanserinizin artık çok ilerlerdiğini yüzünüze söylerken eliniz doktorun masasındaki takvime çarpıp düşürebilir. (evet marcel proust değilim ben anca bu kadar) anlatmaya çalıştığım bu şeyi bir de iran sineması iyi yapar. Castle of Dreams diye bi film var, Rıza Mir Kerimi'nin filmi. normal bir hikaye. ama baştan sona yani normal hikayenin finaline giden yola döşenmiş küçük küçük sıradan ayrıntılarla dolu bir film. başroldeki eleman evde ocağı yakacaktır. ocağın yanındaki kibrit kutusunu alır eline kahramanımız fakat yanmış kibritler kutuya konmuştur. başkahraman kutuyu boşaltır, yanmamış bir kibrit bulur ve ocağı yakar. şimdi, ne gerek var bu ayrıntıya mı diyorsun, o zaman git star'da başlayan yaz dizisi izle ya valla... 

                                                       Marcel Proust (temsili) gerçi temsili değil bizatihi marcel'in kendisi. 

herkesin bildiği bir gerçeği; yanlış oldu herkesin gördüğü ama fark edemediği bir gerçeği anlatabilme yeteneğine sanat denmeli. sanatın budan başka tanımı olmamalı. mizah da buradan gelir aslında 

görev yaptığım okulumun eba ana sayfasına  bir öğretmen arkadaş şöyle bir karikatür atmış. bak burada ne mizah ne eleştiri ne de zülf- i yare dokunma falan hiçbir şey yok hiçbir şey ama... türk eğitim sitemine dahil öğretmenlerin kahir ekseriyesi mizah diye buna gülüyor, yazık. iyi mizaha bigane olanların acı dolu bir türküyle yahut şiir, şarkı her neyse buluşma ihtimali pek yok gibi. (yahu gerçekten bir insan en yakınının ölümünü instagramdan falan niye paylaşır ki) neyse burası başkalarının günahları üzerinden kendimi aziz ilan etmeye çalıştığım bir yer değil dünkü bloger mıyız biz hey yavrum... 





küçüktüm, komuşumuz aysel teyze dinlerdi bunları suriye tv'si falan çekerdi o zaman antenli tv'lerde. acaip yer etmişti zihnimde sesi. hayatımın kısa bir dönemine denk gelse de -hatta çok çok kısa- ümmü ablamızı dinleyip rakı içmiştim birkaç sefer. bunu ispat edemem ama ümmü gülsüm, zeki müren ve frank sinatra... bunlar kadar sahnede tek başına devleşebilen bir dördüncü isim daha yoktur. belki hadi bi de michael jackson... neyse nereden aklıma geldi ümmü gülsüm bilmiyorum ona dair bir görüntü var o geldi bir an gözümün önüne ondandır belki de. siyah beyaz tv'de suriye kanalı açık. ümmü gülsüm çıktı. babam sesini açtırdı biraz. ayak ayak üstüne atmıştı babam, hafif hafif ayağını sallayarak eşlik ediyordu şarkıya sanki. krem rengi bir pantolon giymişti babam. muhtemelen işe gitmek üzereydi yahut yeni gelmişti bilmiyorum. neyse geçmiş zaman işte. 

epey uzun bir okuma silsilesinin sonuna geldim. postmodernizme dair başat isimlerin külliyatı bitti. yazmaya geldi sıra. bu arada sosyal medya kullanımını yok denecek kadar azaltma girşimine de start verdim. yazıyı bitirip ağustos ayı boyunca çeşitli festivallerde gösterilmiş, ödül almış 50'ye yakın filmi izleyeceğim. (tabii ki herkeslerin izlediği filmleri izlemeyecek kadar...) yüksek minarede'yi dinledim biraz, 10 değişik sesten ama hiçbiri enver demirbağ gibi söyleyemiyor. en son bunu yazdıktan sonra izzet altınmeşe'den dinledim de yüksek minarede'yi, cidden o da güzel söylemş ya hatta harikulade söylemiş, spektecular yani, amazing...
yine  de askerden döndüğümde en çok dinlediğim şarkı geldi aklıma. yotube yeni çıkmış daha doğrusu yeni yeni yaygınlaşmış aylin aslım da yeni çekmiş videoklip'i bu şarkıya. ama inanılmaz bi  şekilde sadece 29 k. izlenmiş bu video gerçekten hayret ya çok çok iyi bir şarkıdır çok çok iyi 




böyleyken böyle. taksimin arka sokaklarındaki bi barda duymuştum ilkin bu şarkıyı. cover yapan bi grubun sahne aldığı bi yerdi. aklımda kalmıştı eve gidip araştırıp bulmuştum aylin aslım'ınmış.

çok parça parça yazıyorum. elazığ'a gidip geldim bu son bir haftada 4 defa. o yoldaki kadar anı hiçbir yerde yok benim için sanırım. yazın otobüsle elazığ'a gitme, sonbaharda okulların açılmasına yakın babam gelirdi ve onunla adana'ya dönme. yol boyunca gördüğüm her şeyi aklımda tutmaya çalışırdım. en çok da pazarcık çıkışında hemen yol kenarındaki bir tepede yer alan mağara (burada teröristler kalır sanırdım) bir de göksu çayı aklımda yer ederdi her defasında. sonbahardı. babam elazığ'a yeni gelmişti. arabayla akşam vakti kömürhan köprüsünün oradan dönüyorduk, neden gittiğimizi hatırlamıyorum. araba arızalandı. sulu benzin satmışlar dedi babam. karbüratöre benzin dökmek için kap ararken araba esansının kapağını vermiştim. aferin demişti babam. ben arabanın içinden yola bakıyordum. sarı, kahverengi çizgili bir 0302 otobüs camından biri bize doğru bakıyordu göz göze geldik adamla sanki. oralar çok virajlı olduğu için yavaş gider araçlar. adamın yüzü hala gözümün önündedir. o adam şimdi ne yapıyor acaba, hayatta mıdır ne bileyim, zaman zaman bu görüntünün onun cephesindeki yansıması onun da aklına geliyor mudur acaba? 

the fall'u açıp rastgele bir yerinden izledim biraz. her defasında kendine hayran bıraktıracak ayrıntılar var filmde. bir masala ağıt da olabilirdi filmin adı. en iyi film olmayabilir bu film ama en sevdiğim filmdir. bir ara vladimir propp'un masalın biçimbilimi üzerine yazdıklarından hareketle filmin bir "okuma"sını yapmayı düşündüm ama gerçekten filme ayıp etmemek ve filmin içimdeki yerine ihanet etmemek için vazgeçtim.
çocuğun hikayeye kendini dahil etmesi (şekilde görüldüğü üzere eşşoleşek sürekli başrolde olmaya çalışır) masalın daha doğrusu hayalin ve hatta sanatın işlevini o kadar yalın verir ki hayran olmamak elde değildir. çocuğa bir şey anlatırken neden dikkatli olunmalıyı da güzel verir ama pedagojik açıdan bakılacak bir film değildir bu ne bileyim pedagoji de saçma gelir zaten bana oldu bitti. masallarda ucubeler, deliler, türlü acaip mahlukatlar vardır hep, malum. ama bu acaipler sonradan hayatımızdan çıkar, çıkarılırlar yahut bir şekilde. bu alel acaipleri geri çağırmayı misyon edinmek. sanat biraz da bu, yani kovulanı gerçeğe geri çağırmak. 

ece ayhan'la ilgili bir yazıya çalışmaya başladım, başlıyorum. bir masala ağıt olabilirdi yazının başlığı kimsenin bunu duymaya ihtiyacı yoktur eminim. oysa hep bir masala ağıt yazmış ece ayhan. requiem for a tale yok yok requiem for a dream. hepsi bu







25 Mayıs 2020 Pazartesi

Sanma No Aji yahut öğleden sonralara bir methiye denemesi

yasujiro ozu'nun bir filmidir, malum. ingilizceye "An Autumn Afternoon", türkçeye ise  "Bir Güz Öğleden Sonrası" diye çevrilmiş. yeni yetme bir eleştirmen olsaydım (am i eleştirmen?) öğleden sonrayla sonbahar arasındaki koşutluğa dair bir tespitle başlardım işe. öğleden sonra günün bitmeden önceki son demidir. sonbahar da malum yılın bitmeden önceki son demi. ozu nam capon hiç abartısız tüm zamanların en sade filmlerini çekmiş desek yeridir. bu filmde de sadelik dorukta. (cemal süreya gibi söyleyecek olsak "sadelik çıldırmış" diyebiliriz.) hatta filmde kullanılan müziğin bile ne senaryoya ne kurguya ne de başka herhangi bir şeye etkisi yok. kaldı ki ozu hep bir şey anlatacakmış gibi yapan ama bir şey de anlatmayan bir yönetmen. ozu'nun filmlerinde hiçbir şeyin hiçbir şeye etkisi yok. önemli şeylere gebe bir şeyler oluyor gibidir hep ama bir şey de olmaz çoğunlayın. ben bir şey olmamasını seviyorum. iş işten geçmemiş olma'yı anlatmak isterdim hep. cennet varsa böyle bir özelliği vardır bence onun. ne olursa olsun, ne olacaksa olsun, ne olmayacaksa olmasın iş işten geçmemiştir hep. tabii ki bunu kötü anlatıyorum ozu nefis anlatır bunu adını yukarıda andığım filmde. bir de edip cansever "her yere yetişilir hiçbir yere geç kalınmaz" derken nasıl güzel ve estetik anlatır bunu. bir de tabii bu bloğa adını veren şiirde geçen "korkuyorum sıram geçer / biletim yanar diye" dizesi var.. tabii ki devamındaki
"önümde bir yığın açalya
bir sürü çarkıfelek
gergin çeneli cesetleriyle
önümde binlerce çiçek
korkuyorum sıra sende
sen de başla ve bitir diyecek.
Yo, hayır
yapamaz bunu, yapmasın bana dünya"
dizeleri tam da demek istediğimi anlatıyor. iş işten geçmeden önceki an hep yaşamayı istediğim andır. öğleden sonra da bir nevi iş işten geçmeden önceki an gibidir. akşam, işin işten geçmesi. gün bitti heyhat. gün = hayat gibi bir denklemden çıkıyor tabii tüm bunlar. kelimeler sadece geçmiş kipiyle gerçeği tam olarak verebiliyor. mesela ölüyor ve öldü sözcüklerinden ikincisi bir gerçeğe tam anlamıyla isabet ediyor. ölüyor olmak ölmekten iyidir. yoksa değil midir? böyle bir şarkı vardı yani burada anlatmaya çalıştığım şeye uygun bir ritmi olan şarkı vardı saatlerdir yutup'da onu arıyorum bulamadım, gelmedi aklıma da. niyeyse ilerlemiyor bu konu oysa yazmayı, anlatmayı en çok istediğim şey bu olabilirdi ama ilerlemiyor. hatta o kadar ilerlemiyor ki "çölde çay"dan alıntı aşağıdaki pasajı bile bağlayamadım buraya. bir de hafız-ı şirazi ile karamazov kardeşler'deki büyük yargılayıcı ile namık kemal'in "hürriyet kasidesi"ni bağlayacaktım bunlara aşağıya lmıştım notlarını ama onu da beceremeyecem sanırım, kaldı burada. coen kardeşler burayı okuyorsa ne demek istediğimi anladı bu arada.

"ne zaman öleceğimizi bilmediğimiz için, hayat hiç bitmeyecekmiş gibi gelir. ama hiçbir şey çok tekrarlamaz kendini. aslında çok az tekrarlar. çocukluğunuzun bir öğleden sonrasını, öyle ki, hayatınızı onsuz düşünemediğiniz, sizi derinden etkilemiş bir öğleden sonrayı, daha kaç kez anımsayabilirsiniz ki? belki dört, beş kez daha. belki o kadar bile değil. dolunayın çıkışını daha kaç kez izleyebileceksiniz? belki yirmi. ama yine de, her şey sonsuzmuş gibi gelir"

"sana bağlandığım günden beri özgürüm" hafız- ı şirazi, dostoyevski büyük yargılyaıcı, namık kemal

barton fink'te bir şey olmayacakmış gibi ilerlerken aniden bir sürü hayvani şeyin olması. ya da the ballad of buster scruggs'taki yer alan filmlerideki bi şey olmamaya doğru giderken aniden her şeyin darmadağın eden şeyler olması eklenebilir

26 Nisan 2020 Pazar

korona günlükleri yahut hikaye anlatma mes'elesi

iki hafta oldu evdeyim. okullar tatil oldu. bir ay daha devam edecek "tatil". korona virüsü hızla yayılıyor dünyada ve dahi güzel memleketimizde. ülkedeki bütün etkinlikler falan iptal oldu, dünya mala bağladı resmen. şayet bu mevzuu olmasaydı,  27/28 martta balıkesir üniversitesinin düzenlediği edebiyat akımları çalıştayına "postmodernist edebiyat" konulu bir bildiriyle -ki hayatım boyunca katıldığım ilk çalıştay olacaktı bu- katılacaktım ben de. ama noldu çin'de yaşayan birkaç kendini bilmez, şeref ve izan yoksunu yarasa yedi ve bedelini ben dahi tüm dünya ödedi, ödüyor. "karagöz .... siker ceremesini hacivat çeker"  atasözü resmen hayat buldu tüm dünya ölçeğinde ve bi' tabi güzel ülkemizde de.  çalıştay'da suncağım bildiriyi biraz daha genişletme imkanı sunmadı değil bu zorunlu tatil. Deleuze ve Guattari'nin "anti ödipus"unu okumaya başladım. eksiklik, arzu nesnesi/öznesi, şizofreni, kapitalizm ilişkisi vs. üzerine yazmış da yazmış.. yazmış da yazmış gavurlar. (bunlardan bi tanesi üniversitedeki odasının camından kendini atmıştı, hangisiydi acaba?)

neyse knut hamsun'un "açlık"ını okumaya başladım tekrar, epey zaman olmuş. hiç bitmesin isteyerekten okuyorum. açlıktan, yoksulluktan ölmek üzere olan ama kibarlıktan -başkalarını zor duruma düşürmektense açlıktan ölmeyi göze alabilecek kadar kibar ama- ödün vermeyen norveçlinin hikayesi bitmesin istiyorum. onun arada bir doğrudan yemek yahut yemek alabilecek paraya ulaşma ihtimali beni acaip heyecanlandırıyor. kendisine kötü, duymak istemeyeceği, hatta duyarsa sonucu açlıktan ölüme kadar gidebilecek bir şeyi rahatça söyleyebilsin diye karşısındakine ortam hazırlayacak kadar centilmen . ve fakat aç birinin hikayesini dinlemeyi herkes ister. şöyle açayım:
senden borç para istiyorum.
borç vermek istemediğini tavırlarından anlıyorum.
bunu bana daha rahat söyleyebilmen için sana ortam yaratacak cümleler kuruyorum
ve sen de
benim cümlelerimden yola çıkarak bana borç veremeyeceğini söylüyorsun
ben de teşekkür edip yanından ayrılıyorum senin, aç bi-ilaç bir şekilde...

ah kuzum nasıl da aç aç ve fakat kibar kibar dolaşıyor sokaklarda. (sadece kibar insanlar yalan söyler, bir kasabalıyı yalan söylerken göremezseniz kolay kolay)

günler geçiyor hastalık daha da yayılıyor tüm dünyada ve dahi güzel ülkemizde. sürekli sela okunuyor. bazı selalardan sonra sadece müteveffanın adını söylüyorlar bazılarında ise klasik olarak cenaze namazının nerede, definin hangi vakti müteakip hangi mezarlıkta olacağını duyuruyorlar anonsta. bu cenaze ayrıntısı verilmeyenler acaba virüsten mütevellit ölümler mi? kim bilir?

belki bi 12-13 sene oluyor, yine istanbul'da korsan vcd kiralayan bir dükkandan alıp izlediğim bir filmden bazı sahneler geliyor aklıma. kurgusu tutunamayanlar'a benziyor biraz gerçi sadece intihar eden elemanın günlüğünü ölümünden sonra arkadaşının eline geçecek şekilde postaya vermesi bana bunu hatırlattı galiba; ama pek de alakası yokmuş düşününce. "farval falkenberg"di filmin adı. isveç'te bir sayfiye kasabasında (falkenberg) büyümüş yedi sekiz tane gencin etrafında geçen bir film. aslında bir film mi tam olarak o da belli değil. bir şeyi sorgulamıyor, sorunsallamıyor ; anlatıyor sadece. bir hikaye anlatmıyor ama. görüntüler var geçmişine dair fragmanları, küçük anları anlatan biri var. illa ne anlatıyor dense, bir zamanlar çok çok mutlu olunan bir yerde artık mutlu olamamanın verdiği hafif içsıkıntısını anlatıyor bu film. sanırım bu yüzden filmin adı elveda falkenberg. intihar eden elemanın günlüğünde şöyle bir bölüm vardı:

"istasyona gidip bir bilet alabilir,sonra trene atlayıp,bambaşka bir yere gidebilirdim.
içimden geçtiğim tüm o şehirleri,rayların cızırtısı eşliğinde izleyebilirdim.
bir yerlerde bir ev tutup,ön yargılı bir toplum ve bize biçilmiş rollerin uzağında,
yeni bir hayata başlayabilirdim.
belki de şansım yaver gidip,yeni insanlarla tanışabilirdim.
konuşacak yeni insanlarla...
tatmin edici bir maaş alıp,üstüme başıma pahalı kıyafetler çekebilirdim.
belki orada bir kızla tanışırdım;birbirimizi seveceğimiz bir kızla.
birlikte bolca zaman geçirebilirdik;sadece ikimiz...
geç vakte kadar yataktan çıkmadan,geri kalan her şeyi unutarak,
anladığımız dilden konuşabilirdik.
belki kavga eder,sonra çözerdik.konuşup anlaşıp,yolumuza devam ederdik.
deniz kenarına arabamızla gider,kendimize bir ev alır,çocuk yapardık.
sevimli,sağlıklı çocuklar...
onları çok severdim.onlara bir yuva ve baba sıcaklığı sağlardım.
muhtemelen gecenin bir yarısı uyanıp,seçimlerimi ve aşkımı sorgulardım.
kör karanlıkta sokakta biraz yürür,geçen arabalara bakar,
yapayalnız halimle soğuğu iliklerimde hissederdim.
sonra yatağıma döner,ona sarılır,hem kendimden hem de karanlıklarımdan tiksinirdim.
sonra sisin ardında bir şey görürdüm.geldiğim yeri özlerdim.
doğduğum yeri,memleketimi...
belki hayatımı orada sonlandıracağım.
belki benim seçimim budur.
belki hiçbir yere gitmeyeceğim.
burada kalacağım...
işte benim seçimim bu...
seçimim bu..."

intihar edenin arkadaşları bir süre sonra kendi "dalgalarına" bakmaya kaldıkları yerden devam ediyorlar. aslında anlıyoruz ki -ya da ben öyle anladım diyeyim-  sadece intihar eden elaman falkenberg'i ve arkadaşlarını çok çok sevmiş. zaten bir şeyleri yeterince sevememekten de bahsediyordu filmin bir yerinde aynı eleman. hatırlamak üzerine kurulu bir hayat en sonunda yaşanılamaz hale geliyor işte sanırım.

tarihe tanıklık ediyorum resmen barajyolu'nda bir apartmanın 10. katının balkonundan. iki günlük sokağa çıkma yasağı ilan edildi ve fakat herkes hemen hemen herkes sokakta, bir şeyler alabilmek için sokakta. apartmanın altında tekel bayi var bi tane. önündeki sıra neredeyse barajyoluna kadar gidiyor. vay be.

elveda falkenberg'i izledim tekrar akşamüstü. vasat bir film. tıpkı hayatlarımız gibi. vasatın etrafında dolaşan filmleri, romanları hep biraz daha severim. çehov'u, memduh şevket'i hep biraz daha ayrı sevmem de bundandır. (ilk görev yaptığım okulda -fahrettin özdüdoğru tml- 11. sınıf ders kitabında memduh şevket esendal'ın bir öyküsünü işliyorduk kitaptan. her zamanki gibi metni bir öğrenciye okutmaya başlatıp sıraların arasından yürümeye koyuldum. bir yandan hikayeyi dinliyordum bir yandan camdan dışarıyı da gözlüyordum. kar, kış kıyamet... "iğdenin dalına bastım da kırılıverdi" diye bir türkü tutturuyordu hikayedeki kahraman, bilmem neden bir gülümseme takılıp kalıyor hikaye boyunca dudağımın üstüne)

yine kapsamlı sokağa çıkma yasağı var bu hafta sonu da. bir şeyler okudum, yine epey önce izlediğim bir filmi izledim tekrar. bi film daha izleyecektim de vazgeçtim. internete de bakasım gelmedi pek. vıcık vıcık bir #evdekal terörü esiyor her yerde. bütün ülke bir anda hep aynı şeyleri söylüyor, aynı şeylere üzülüyor, aynı şeylere duygulanıyor gibi. önemli milli maçlardan önce ve sonra olurdu böyle şeyler ama o kısa sürerdi. şimdi neredeyse bir aydır bütün ülke aynı şeyleri -aslında aynı iki yüzlülüğü- paylaşıyor.

2014 yaz tatiline girmek üzereydik. yani tüm türkiye bu hal üzereydi. ingmar bergman'ın "sasom i en spegel" (aynadaki gibi) filmini gece bira içerken izlemiştim. yaza girmeden önceki son serin gecelerinden biriydi adana'nın. bugün durduk yere filmin son repliği geldi aklıma "babam benimle konuştu" 26 nisan olmuş. aylardır geçmeyen öksürüğüm için gittiğim "özel küçükköy duygu hastenesi"nde bugün teşhis konacaktı. dahiliyeye randevu almıştım. film istedi doktor. sonra filme baktı ve... "yedikule göğüs hastalıkları hastanesi'ne gitmelisiniz sanırım" dedi. acil mi demiştim yani hemen gitmesem olur mu anlamında. eve bile uğramayın direkt gidin demişti. hastaneden çıkıp sağa sola bakmıştım mal gibi. sonra bir sigara yakıp öksüre öksüre aşağı doğru yürüdüm biraz. topkapı dolmuşu beklerken bir sigara daha yakmıştım. sonra faruk diye bir arkadaş vardı onu aradım. eve uğrayıp benim eşyaları alıp ev arkadaşım mehmet'le beraber hastaneye gelsinler diye. ben de bu arada hastaneye varmıştım. yatış yapamayız demişti sorumlu hemşire. boş yer yok falan dedi. acaip mutlu olmuştum o an. sonra bir doktor geldi filmimi istedi. verdim. hemşireye bir şeyler söyledi. hemşire telefon açtı. sonra 5. koğuş 11 numaralı yatağa yatışım yapıldı. anladım tabii ossat mevzuyu. laz kadir'i aradım o ara bir de.


topkapı dolmuşundan inip zeytinburnu dolmuşuna bindiğimde bu şarkı çalıyordu zihnimde. tuhaf. sevdiğim, bildiğim bir şarkı falan değildi ama çalıyordu işte bu şarkı, bilmiyorum. zeytinburnu dolmuşunda herkesin yüzüne bakmıştım. ölene kadar unutmamak için o anı. şimdi bile şu an bile işte adana'da barajyolu'nda bu evde yıllar önce bir dolmuşta hastahaneye giderken dolmuşta olanların yüzleri tek tek gözümün önününde. şimdi nerede ne yapıyorlar acaba? şimdi böyle sour times gibi o günler ama ne bileyim çok yeğindi o anlar ya.



böyleyken böyle. 








29 Aralık 2019 Pazar

requiem for a dream yahut yeşilpınar'da bir apartman dairesi

yeşil pınar, istanbul eyüp sınırlarında bir  muhit, semt yahut. bitişik yazılıyor da olabilir bilmiyorum. bu filmi ilk kez izlediğimde hayatımda her şeyin kötü gideceğini hissetmiştim. istanbul'da yeşilpınar'da bir evde, bir odadaydım filmi izlerken. elim bir hastalığın pençe- i ızdırabından yeni kurtulmuştum. bir daha hiç hasta olmamayı ve mutlu olmayı düşünüyordum. mamafih hasta oldum ve pek mutlu olduğum da söylenemez cereyan eden zamanda. handel'in sarabande'sini dinledim bilmem kaç defa. sonra -utanarak söylüyorum ama- bilmem kaç kez sezen aksu dinledim. bir de behçet necatigil'in, reşat nuri güntekin'in radyo oyunlarını dinledim. okulda bir kedi var. son bir sene falandır peyda oldu. sabahları beni kapıda karşılıyor çoğunlayın. ıslak mama veriyorum erken gittiğim zamanlarda. yedikten sonra görmezlikten geliyor. bir anlam yüklemedim kediye de yaptığım işe de. sadece burada dursun istedim bu teferruat. kediye bir ad da vermedim; versem "roket"olurdu adı. roket ya da füze. bir kedi için son derece manasız adlar ama olsun yine de güzel adlar.
resim 1: bahse konu mal kedi 


yarı aydın yönetmenlerin çektiği 80'li yılların yeşilçam filmlerinde mutlaka bir genelev sahnesi vardır. bu sahnelerde de aktüel sahnede genelde bergen çalar. genelev "sermaye"leri bergen dinler genelde. (genelevden bahsederken ne çok genel demişim) müslüm gürses, ibrahim tatlıses, ferdi tayfur, orhan gencebay falan değil de ille de bergen  çalar bu sahnelerde. yönetmen tercihi değildir (yönetmenlere kalsa mezkur erkek arabeskçilerden birinin şarkıları çalınırdı bu kerhane sahnelerinde. geneleve düşmüş bir kadının diğer arabeskçileri değil de bergen dinleyebileceğini ön görebilecek bir yönetmen = türkiye'de yok) 




bu şarkıyı geneleve "düşmüş" bir kadının tüm iliklerine, kalmışsa -heyhat kalmamıştır- tüm ruhuna kadar hissederek dinlemesinden daha doğal ne olabilir ki? aşık olduğu erkek tarafından yahut bizatihi anne babası tarafından geneleve "satılan" bir kadın, bergen dinlemeyecek de kimi dinleyecek. tanrının ve dünyanın hatası buydu. fahişelik gibi tüm insanlık tarihinin en büyük bug'u olan bir şey, varsa  şayet bunun suçlusu bizatihi tanrıdır. isa bunu fark etti ve babasının bu hatasını düzeltmek için kutsadı maria magdelana'yı. maria magdelana demişken bir maria magdelana dinler miyiz?




çocuktum hatta okuma yazmayı dahi yeni öğrendiğim zamanlardı, bu şarkıyı tv'de izlediğimde. ana brittanica ansiklopedisi vardı oradan maria magdelana'ya bakmıştım. isa'nın baba'sına rağmen büyük biri olduğunu daha o zaman anlamıştım tabii ki. çok sonra anladım isa'nın babasının hatalarını örtbas etmek için çabaladığını. tabi ki tanrısal hataları sadece bizatihi tanrının kendisi düzeltebilir. "tanrım kötü kullarını sen affetsen ben affetmem" derken bergen; bak ey kâri, burası tanrı fikrinin bittiği yer. benim de "bir tanrı varsa bu onun problemi" dediğim yer tam da burası. ey tanrım gel itiraf et: dünyayı ve onun sistemini yaratırken çuvalladın. telafi etmek için de cenneti vaat ettin. ama yemiyoruz biz artık bunu. bana günahlarımı soracağını söylüyorsun, peki ama inandığı, aşık olduğu genç bir delikanlı tarafından geneleve satılan bir kadının hesabını kimden soracağız biz? senden değil mi? neden müdahale etmedin o kadın o batakhaneye düşerken? o yüzden bergen'i senden daha çok seviyorum tanrım. çift kaset çalar loewe bi teyp vardı, radyoda bu çalmıştı bir kere. ortaokuldaydım sanırım bilmiyorum felaket yer etti zihnimde bu şarkı felaket.  bir de hüseyin altın vardı. dayımın çocukları falan dinlerdi bunu elazığ'da. sürekli bunu dinlerlerdi çift kaset çalar teyiplerinde. öldü hüseyin altın. ben sonra caz falan dinlemeye başladım. ne bergen kaldı ne hüseyin altın. blues, rock and roll dinleyip hegel, kant falan okuyordum. böyle tuhaf bir şey var anlatamadığım. hüseyin altın dinleyip hüseyin neyse gereksiz bir tespit yapacaktım vazgeçtim. instagramdan , facebooktan, twitterdan falan bir sürü kişiyi engelledim yine gece gece. tahammülsüz biri olmaya başlamadım genel anlamda ("genel" dedim yine) bir şeylere karşı ilgim azaldı. nedir bu bir şeyler? işte her şey sanırım. 




böyleyken böyle. "evin evime, evim evine karşı mehmet efendi" bakmayın bunları paylaştığıma ben punk falan dinlerdim, sex pistols dinleyen adamdım ben ne ara 657'ye tabi oldum, ne ara onu benimsedim ve ne ara onu yani 657'yi) kaybetmekten korktuğum için kendime ket vurdum?

Sartre, Varlık ve Hiçlik adlı eserinde mealen, güç'ü ona gösterilen mukavemmetten anlayabilirsiniz der. bu tespitin hayatın her alanına teşmil edilebileceğini fark ettiğimde iş işten geçmişti. bütün diktatörlerden tutun da hayatınızdaki alelade bir arkadaş dahi gücünü Sartre'ın kurduğu bu tespit üzerinden vazediyor. (türkçeye hakim kari "vazediyor" yapısının buraya uymadığını hemen anladı) 

"i don't think you trust,
in, my, self righteous suicide," bi de böyle bir şey var; fakat onu da sonra anlatırım. aralıksız yağmur yağıyor günlerdir. "yağmur yağıyordu adana kaldırımlarına.." diye başlayan bir cahit sıtkı şiiri vardı. tabii ki paris kaldırımlarına olacak o. sadece bir şiir yazma hakkım olsaydı, kemal burkay'ın "gülümse" şiirini yazmak isterdim. tabii ki bundan daha iyi yüzlerce şiir var ama vasat biri olmamdan mütevvelit bu şiiri yazmak isterdim işte. her şey yarım yamalak anlatılıyor şiirde. ortalama insanın varoluşudur yarım yamalak olmak, yarım aydın olmak, yarı dürüst olmak vs. yarım aydın olmaklığımı herkeslerden gizlemek için verdiğim mücadeleyi aydın olmak çabasına evirseydim fevkalade bir aydın olabilirdim. ama böylesi daha zevkli. tipik bir küçük burjuva yarı aydınıyım ben. yarım bıraktığım kitapların sayısı tamamını okuduklarımın iki katıdır belki de. keza yarım bıraktığım filmlerde de durum bununla paralel seyretmekte. almost blue. buradan devam etmek istiyorum. ama etmeyecğimi adım gibi biliyorum. amına koyim, genel. 



















19 Kasım 2019 Salı

amerikan edebiyatı demeyelim de işte


resim her aklıma geldiğinde mutlaka Faulkner romanları da geliyor aklıma. resimdekine benzer evlerde geçiyor gibi sanki onun romanları. bunu tabii ki ispatlayamam yani somutlayamam bunu ama Faukner'ın anlattığı kadar sıkıcıdır hayat aslında. bir şeyden sıkılmak değil de ama sıkılmak işte sıkıcı olduğu için her şey sıkıcıdır onun romanlarındaki atmosfer. bir şeyi yapmış olmak için yapan insanın hayatının sıkıcı bir kesitini anlatmak ancak zeki bir amerikalının aklına gelirdi zaten.resmin bize göre sağındaki küçük kulube gibi yerden çıkan orta yaşlı bir adam evin içine girer orada ayaküstü bir şeylerle oyalanır ve tekrar dışarı çıkıp gündelik işlerle uğraşmaya devam eder. etrafında dolaştığımız ama bir türlü kabullenmek istemediğimiz bir gerçeği usul usul, yedire yedire, inceden inceden anlatır faulkner. 12-13 yaşlarındayım. cumartesi öğlen. 90'lı yıllar yani. tv izliyorum. birkaç kanal var zaten. ilginç bir şeyler olur da sıkıntım dağılır diye düşünüyorum. bu oldu gerçekten. hatta şu şarkı çalıyordu ben tam bunları düşünürken 


heheh görüldüğü üzere hiçbir şeyi unutmam ben. bazen insanlar kendini iyi hissetsin diye unuturmuş gibi yaparım, fark etmemiş gibi yaparım. ama her şeyi görürüm, hiçbir şeyi unutmam.


epeydir dinlemediğim bir şarkıyı dinledim dün. Deus'un for the roses'ı.  bu pilav daha çok su kaldırır