12 Temmuz 2021 Pazartesi
midnight cowboy yahut bir rüyaya ağıt 1.
30 Haziran 2021 Çarşamba
her şeyin şiiri yahut her şeyin şiiri
"her şeyin şiiri" tamlamamasının ardından gelecek tamlamanın başka bir şey olma imkanı olamayacağı için başlığın devamını da her şeyin şiiri olarak yazdım. şimdi tabii her şeyi kapsayan bir şeyin yazılabilme ihtimali tabii ki yok.
ne anlatacağımı unuttum ya sedat peker'in yayınladığı videoyla ilgili birkaç video daha yayınlanmış yotube'da. onlara bakayım derken ne yazacağımı unuttum. türkiye'deki solcuların kahir ekseriyesinin sedat peker'in anlattığına benzer şeylere itirazı olduğu için solcu olduğu vakıadır. neyse ne diyorum ben ya burası toplumsal mes'elelerin konuşulduğu bir yer değil, derhal haddimi bildirmeliyim kendime. burada sadece ucuz, bireysel sayıklamalara yer var.
üniversite 2. sınıfta falandım. yaz. öğleden sonra. son derece sıcak. evimiz son katta olduğu için haliyle daha da sıcak. kahvaltı yapıp çay içerdim, çay harareti alır realitesinden hareketle. televizyon kanallarını dolaşırdım. illa bir türk filmi olurdu. kısa winston (soft paket) + çay eşliğinde filmi izlerdim. o zamanlar telif hakları falan çok etkili şeyler olmadığından mıdır nedir bu yerel kanallarda güzel yabancı filmler de olurdu. izlerdim hepsini. sonra bazen kendi odama geçip kitap okurdum. deli gibi şiir okurdum o zamanlar. bir de marx. bir de tarih. ama illa şiir okurdum en çok. Dıranas okuduğum bir dönemdi. telefon gelmişti, akşamdı. böyle diyince önemli bir telefon gibi oldu ama sadece telefonun çaldığını hatırlıyorum. sonra kitaba dönmüştüm.
Bütün yükünü alıp kalkan yaz gemisi
Sularını yarmaya başladı ölümün.
Kızıl yaprak dalgalı sonbahar denizi
Karıştı… söndü son parıltısı gülümün.
“Artık bir pencerenin önünde, ne kaldı
Oturup geçen dünü düşünmekten başka
Ne kaldı yaşamaya üşenmekten başka?”
Deme. O masalların geceleri geldi.
İşte beyaz yelkeni düşten dokunmuş sal!
Yetişmek üzere düne günlerin peşinde.
Koş, bir ekmek çıkını gibi yanma al
Buluşmak umudunu bir yaz güneşinde.
insan hayatında her şeyin çok önemliymiş gibi olduğu bir dönem var; bir de hiçbir şeyin artık öneminin olmadığı bir dönem var. öldükten sonra da önemli olabilecek şeyler, durumlar, kimseler olduğu için itinayla yaşıyoruz bu hayatı hep. görkemli finaller -sonlar mı demeliydim, kim bilir?- için yapılan müzikler dinleyerek itinayla sona doğru yaklaşıyoruz. "her son bir erek değildir" bence de ama her son bir erek olabilirdi. birçok sonlar da erektir kaldı ki. yıllarca bir turnuvaya hazırlanan sporcunun altın madalya kazandığı anı düşünürsek, evet bu son bir erek oluyor. ama ipin ucunda sallanırken bir anda... zebercet'i diyorum ipin ucunda sallanırken bir anda yaşamın çağırdığı zebercet hani. ipin ucunda soluğu kesilmeye başlayınca telaşla titremeye başlayan zebercet için o an bir erek miydi? cevabı önemsiz olan etkileyici sorular sormakta -ayıptır söylemesi- ustayımdır. neyse bunlar önemli değil. başka birilerinde de olup olmadığını en çok merak ettiğim bir şeyden bahsedeceğim:
bütün meydan okumalarımdan utanç duyuyorum. diyelim ki meydan okuyorum birine, birilerine yahut bir şeylere... bir heyecanla, tüm ruhumla yapıyorum bunu ama lakin daha akşamı olmadan bu yaptığımdan utanmaya başlıyorum. (doktora tezimde bundan bahsedecektim ama çok şahsi olabilir düşüncesiyle vazgeçmiştim. çünkü tez jürisi hep atıf ister, sen bir şey söyleme hep daha önce söylenmişi tekrar et isterler) meydan okumam sırasındaki her halim her sözüm aklıma geldikçe daha da kesifleşiyor utanç duygum. tüm o üstten konuşmalarım, aşağılamalarım, gururlu haklı çıkma çabalarım koca bir utanç çığı gibi üstüme üstüme geliyor her seferinde ve bundan bir türlü kurtulamıyorum. sartre ve heidegger'in hatta tarkovski ve bergmann'ın bunun farkına varmamış olmaları çok ilginç. gerçi hepsi de utancın farkındalar tabii ki bir fenomen olarak ama neden bu benim söylediğim utancı nüanse etmediler acaba? meydan okumalar, utanmak gibi en pasif en nesne olunan anlardan çıkıp en özne olunmaya çalışılan anlardır halbuki ve fakat en kesif utançlarımı bu anlardan sonra yaşıyorum ben.
bu kadar meydan okuma demişken konuyla mütenasip bir şarkı arası verelim.
8 Mayıs 2021 Cumartesi
bir karikatüre bakarken katlanan sadelik yahut wong kar wai
6 - 7 yaşlarında falandım sanırım. oturma odasının kapı pervazına iki ayağımı yaslayarak yukarı tırmanma talimleri yapıyordum. akşamdı. ödev yapmıştım. televizyon açıktı. annem meyve soyuyordu (portakal). çalan şarkı şuydu:
"The man who comes back through the Door in the Wall will never be quite the same as the man who went out." bacım ya valla herkes yüreğinin ekmeğini yiyor yani.
21 Mart 2021 Pazar
elektronik aletlere teşekkür etmek yahut son kıyafet
haftaya akademik mevzularla alakalı bi yabancı dil sınavı var. ona çalışmaya başladım bu ara. çalışmak dediysem, konu çalışmak değil de işte geçmiş yılların çıkmış sınav sorularını çözüyorum. ösym sitesinden çıktı alırken ne zamandır aklımda olan bir şeyi yaptım ve yazıcıya teşekkür ettim. gerçekten bunu hak ediyor bence yazıcım.sadece benim yazıcım değil yeryüzünün tüm yazıcıları bunu hak ediyor aslında.. ama yeryüzündeki tüm yazıcılara teşekkür etmek bana düşmez. birleşmiş milletler başkanı teşekkür edebilir ama; tabii kendisi bilir. sonra yaptığımın saçma olduğunu fark ettim aslında. yani bunun sonu yok. o zaman yemeği ısıttı diye ocağa; meyveyi, sebzeyi soğuttu diye buzdolabına vs. de teşekkür etmeliydim. ama o kadar da kibar biri değilim.
bir paragraf sorusu çözerken "suburb" diye bir sözcüğe takılıp kaldım. "varoş, kenar mahalle" falan gibi bir anlamı var sözcüğün. sonra şimdi anlatamayacağım bir çağrışımlar silsilesi ile birlikte "ölen birinin üzerine bulunan kıyafetleri; ne zaman, nasıl, nereden, ne kadara ve onu alırken neler düşündüğünü" falan düşündüm. sözgelimi bir hırka. yahut eşofman ne bileyim. bir mağazadasın, satıcı sana gösteriyor tişörtü yahut sen görüyorsun. beğeniyorsun ve alıyorsun. defalarca giyiyorsun. ve bir gün öldüğünde üzerinde o hırka var. oysa öldüğünde üzerinde "bu" olacak ona göre deseydi biri, yani der miydi demesi lazım birinin aslında ne bileyim
13 Mart 2021 Cumartesi
ÇEKYATTA UZANMIŞ TELEVİZYON İZLERKEN KATLANAN SADELİK
Üniversite 3. sınıfta falandım cumartesi öğlen saatleriydi. annem pazara gitmişti. yağmur sonrası güneşi vardı. evde televizyonun karşısında uzanıp kanalları dolaşıyordum. cine 5'teydi sanırım ilk kez gördüğüm bir şarkı çıkmıştı:
etkiledi tabii şarkı, hala da severim; ara ara da dinlerim bi şekilde. sonra kral tv'ydi sanırım orada da nazan öncel'in bi klibi başlamıştı daha yeni :
31 Ocak 2021 Pazar
Foucault ve Diğerleri
10 Ocak 2021 Pazar
her şeyi anlatan bir şey bir nevi kişisel meta anlatı
kişinin kendi meta anlatısını bozmaya dönük bir yapısöküme girmesi için öncelikle bir meta anlatısının olması lazım gelir.
körlük yahut az görme üzerine
artık kendine bir tarih yazamayan insanın bu meziyeti tekrardan elde etme çabasına sanat desek olur bence. tarih diyemeyiz ama buna. sayın tanrı kaybolmak, gömülmek istenilen bir ana geri dönmek yahut orada bulunabilme şansını vermeli insana tekrardan. çünkü bu çok insani bir şey ve madem insanı ben yarattım diyorsun ey tanrı o zaman bu hakkı vermelisin bize. çünkü geri dönüp içerisinde kaybolmak hatta ölmek istediğim anlar var ve bu anların baskınlığıyla mücadele edemiyorum.
Mecid Mecidi'nin " Beed-e Majnoon" filmini izlediğimde hemen aklıma Elias Canetti'inin "Körleşme" romanı gelmişti. bu normal miydi bilmiyorum. sonra Turgut uyar'ın "Geyikli Gece" şiirindeki "üç ev görsek bir şehir sanıyorduk" dizesi. mecid mecidi ve elias canetti, körlük, kör olma yani görmeme mutluluk veirir insana der özetle mezkur eserlerde. ben daha az zeki ve devlet memuru olduğum için mutlak körlük değil de az görme mutluluk verir diyeceğim yazının bundan sonraki kısımlarında.
binbir gece masalları'nı ve faust'u okumaya başladım. ama okuma pratiğimi tümden değiştirmeye karar verdiğim bir dönem oldu bu dönem. artık sadece roman ve hikaye okuyacağım. kuramsal kitapları ayırdım bir tarafa. okumayacam artık kuram falan. sikerim kuramını ya. ben olmuşum kuram zaten. her şeyi biliyorum artık gibi bir şeyden beslenmiyor bu, sadece bir şey bilmek anlamsız geliyor artık. fakat bir şey anlatabilmek... bu iyi.
hikaye anlatabilme yeteneği peygambervari bir özellik olsa gerek. şehrazat yahut ne bileyim çehov yahut nasıl severim memduh şevket esendal... kaynağı belirsiz bir esinle anlatıyor gibiler hikayelerini. saçma ve kötü bir somutlama olacak ama servetinin kaynağı belirsiz bir zenginin biteviye para harcaması gibi hikaye anlatıyor bu insanlar. tabii ki saydığım bu üç isim değil sadece hikaye anlatabilme yeteneğiyle mücehhez olanlar; hepsi işte bütün hikaye anlatabilenler... ama bir eksiklikten hatta çoğu zaman somut bir eksikliğin beslediği bir eksiklikten besleniyor hikaye anlatabilme. çünkü eksiği olan kusuru gizleyebilme konusunda yalana başvurmakta mahir olabilmiştir ya da olabilitesi (olabilite?) vardır. pekala vasat bir psikoloji mezununun da yapabileceği bir çıkarım bu fakat ben başka bir şey demek istiyorum. yani yalan söyleyebilme yetisi, iyi yalan söyleyen iyi hikaye anlatır da demek istemiyorum ama burada bu da değil. kimsenin farkında olmadığı bir kusurunu gizlemeye çalışma yahut herkesin normal karşılayabileceği bir "kusuru, eksikliği" saklama çabasından bahsetmeye çalışıyorum. hiç kimse tarafından kibirli olarak addedilmeyen birinin bu kusurunu gizlemeye çalışması. yahut ne bileyim görme engelli birinin bunu saklamaya çalışması. yani şimdi freud'un falan buna verdiği bir ad var tabii fakat benim demek istediğim bu değil dayılar ve yengeler. sanat yahut özelde edebiyat ürününün ortaya çıkması için varolan bir düzenin yıkılacağı imasının olması gerek. rus biçimcileri ya da yeni eleştiriciler miydi neydi "alışkanlığın kırılması" diyordu o hesap belki de işte. fakat bence burada sanat değil de hikaye var yani merak unsurunun beslediği bir anlatı buradan ortaya çıkıyor. fakat sanat, merak unsurunun beslemediği bir dışavurumla da var olan bir metin bir kompozisyon gibi geliyor bana. burada şunu demek istemiyorum: "merak unsurunun beslediği bir anlatı, metin sanat eseri kabul edilemez" yok sadece kısıtlı bir zekayla ayrıma giden yarı aydın birinin adlandırabilme yetisinin olmamasının yarattığı bir şey bu. bilge karasu'nun "Gece" romanını okuduğumda ha bir de Faulkner okurken idrak edebilmiştim şu an iddia etmeye çalıştığım şeyin ne olduğunu. "merak unsuru oluşturmadan estetik olanı yakalayabilme" bunu demek istiyorum. diğer bir deyişle belki de alışkanlığı kırmadan estetiği ortaya çıkarabilme... bir kente bir yabancı gelmeden yahut o bir kentten bir yabancı gitmeden başlayabilen, devam eden hikaye. biraz tatsız tuzsuz ama esasen fransız yeni dalga sinemasının bazı filmleri de anlatmaya çalıştığım şeye örnek olarak verilebilir belki ne bileyim. yahut kesit hikaye örneklerinin birçoğu da bu bahse konu edilebilir. MŞE'nin bi çok öyküsü yahut SFA'nın birçok öyküsü... müzik için caz'da bu geçerli yani hikayesiz estetiği yakalama caz müzikte var hatta çok saf haliyle en çok burada var.
aha da bu albüm mesela hoşumuza gider, müthiş bir estetik haz verir dinleyene ama çatışmalı hikaye yoktur bu müzikte.
böyle ara ara yazınca insicam kayboluyor. çok önemli sandığım şeyler saçma geliyor ve vazgeçiyorum yazmaktan. çünkü hikaye yani aslında serüven duygusu kadar hayatı anlamlı kılan başka bir şey daha yok sanırım. bu olmadan da yaşanabiliyor; bunun olmadığına dair filmler çekildi, hikayeler anlatıldı yukarıda da bahsettiğim üzere mamafih bu olunca daha bir güzel oluyor işte. bir sürü yeni öykücü, romancı var sürekli de yazıyorlar ama hikaye yok hiçbirinde daha doğrusu serüven yok. serüvensiz de yazabilirsin tabii de fakat işte o zaman da bilge karasu falan olman gerekiyor. sıkılıyorum okuyamıyorum bu yenileri. birçoğundaki -yani bu yeni edebiyatçılardaki- Türkiye'nin yeni oğuz atay'ı yusuf atılgan'ı olma iddiasının boşa çıktığına şahit olmak üzüyor beni. bundan ötürü de okuyamıyorum biraz bu yeni isimleri. adını hatırlayamıyorum şimdi bir kadın öykücünün hikayeleri düştü önüme internette. nasıl da yeni bir nezihe meriç gibi yazmıştı ama türkiye'nin yeni bir nezihe meriç'e ihtiyacı yoktu ki. kaldı ki eskisine de ihtiyacı yok artık. tarlasını su bastığı için ürünü yanan ve bundan ötürü de tefeciye borcunu ödeyemediği için gurbete çıkıp kum ocağında çalışmak zorunda kalan Musa'nın geride bıraktığı karısına musallat olan bakkaldan kaçıp çalışanlarının tamamının erkeklerden oluştuğu musa'nın çalıştığı kum ocağına gelmesi ve orada da bu defa musa'nın karısının yarattığı huzursuzluğun yarattığı gerilimin anlatıldığı yani çok çok katmanlı bir hikayeden oluşan hikaye yazmak yerine nezihe meriç gibi hikaye yazmaya kalkarsan çuvallarsın. şöyle bir baktım da gerçekten yazmaya yetenekli gençlere tavsiye veriyorum gibi bir şey olmuş, ne diyorum ben hissi geldi birden. çok saçma kim nasıl neyi isterse yazsın mq bana ne... çok sıkıldım ya birden.
-bu adlandırmayı sevmesem de- "sosyal medya" herkesi aynılaştırıyor. başlarda herkesin fikrini söylediği ve bu haliyle de çeşitliliğe hizmet ederken artık hemen herkes aynı şeylere kızıyor, sinirleniyor, tepki veriyor.. bunda bir yere kadar sıkıntı yok benim için ama herkes aynı şeye gülüyor gibi geldi bana ve dahi ben de gülüyordum bu aynı dediğim şeylere. bu çok koydu bana, rahatsız etti. kendimi ayırdığım belki de tek şey buydu. ben herkesin güldüğü şeylere gülmedim hiç. bu bir tercih değildi tabii. yani şöyle bir şey olmadı: dur şunların güldüğüne gülmeyeyim. 30 yıldır düzenli mizah dergisi takip etmenin getirdiği bir şeydi bu ve fakat artık ben de ülkenin bir bölümünün güldüğü şeylere gülmeye başladığımı fark ettim.
sırf bu muzika için bir yolculuğa çıkılabilir. tercihan içanadolu kırsalında cereyan edeni bir yolculuk olmalı bu ama. ekşi mayalı siyez buğdayıyla yapılmış ekmek eşliğinde elazığ yöresi üzümlerinden mürekkep bir şarap içiyorum.
2021'e sarkmış yazı. bir türlü hitama ermiyor daha doğrusu hitama erdirecek değerde bir şey de yazamamışım henüz. bir yer geliyor yeterli diyorsun yani ben diyorum ama bunu demeden onlarca yazı paylaştım burada. oh mon dieu. ne saçma ne budalaca!
vadideki zambak'ı okudum biraz biraz. son derece romantik hatta sadece ve sadece romantik olanı realist bir şekilde anlatmak becerisini olsa olsa balzac yapabilirdi bu ayrı. insan doğasını felix üzerinden bu kadar yalın, sarih anlatmak da yine sadece balzac'ın yapabileceği bi şeydi. neyse ne amına koyim ya
Artık yüzün
Yaşlı bir adamın yaşlanmaya başlamış yüzü,
Uzun süredir yolcuların inmediği
Bir hanı andırıyor gözlerin.
4 Ekim 2020 Pazar
"geriye çekilirken herkesi öldürmek gibi" yahut "side av - sinyal yok"
hikaye anlatmanın sırrını umberto eco kadar iyi kavramış bir başka kişi daha yok desem abartmış olmam galiba. yani şunu demek istemiyorum: " Eco en iyi hikaye anlatandır"; hayır sadece Eco, hikaye anlatmanın nasıl bir şey olduğunu biliyor demek istiyorum bunu derken. bunu bi de Bakhtin iyi biliyor sanırım. bir hikaye anlatılmaya başlandığında onu besleyen yan hikayeler ana hikayeye nazaran ayrıntısız, göndermesiz olmalı. fakat buna mukabil yan hikayeler - ana hikaye isterse fantastik olsun- ana hikayenin gerçekle ilişkisini kurar. tabii ki bunu anlatmak değil derdim. bunları merak ediyorsan Eco yahut Bakhtin okursun zaten ne işin var burada. kaldı ki ben de bahsetmek istemiyorum bunlardan fakat ben bir kez geri çekilmeye karar veren bir kovboyun rastgele herkese her şeye ateş etmesini anlatmak istiyorum: küçükken pazar sabahları erken kalkıp trt 1'deki kovboy filmlerini izlerdim mutlaka. çok fazla rastlamadım ama kasaba ortasında başlayan bir çatışma esnasında kovboylardan birinin artık kaybedeceğini anladığından mıdır nedir rastgele ateş etmeye başladığı bazı sahneler gelir ara ara gözümün önüne. hayatın değerinin anlaşılmasını imleyen bir refleks gibi düşünüyorum ben bunu. tabii çocukken böyle düşünmüyordum. şimdilerde işte. daha doğrusu akira kurosawa'nın "Ikiru" filmini izlerken kovboy filmlerindeki bu sahne ve küçük iskender'in "bir organ nakli gibi sevmiştim seni" şiiri çağrıştı birden. bak işte allah'ın işi... sonra "ıkiru" filminde kanser olduğunu anlayan adamın, o güne kadar sadece çalışmaktan başka hiçbir şey yapmamış adamın kanser olduğunu öğrendikten sonra bankadaki parasını çekip 30 yıldır aralıksız gittiği işe gitmeyi bırakması ve parayı türlü batakahanelerde ezmeye çalışması... işte hayatın, gerçekten ama gerçekten hayatın, değerini idrak eden birinin her şeyi yapmayı göze alması. (yüklem bilerek kullanmıyorum son birkaç cümlede) büyük yönetmenlik, sanatçılık böyle bir şey sanırım: en insani olanı yakalayıp onu estetik olarak anlatabilmek. turgut özben de böyledir mesela bak. tugut özben, selim ışık'ın intiharına kafa yormaya başladıktan sonra yaşayan bir ölü olduğunu anlar. ardından bir sabah arabasına biner, bankadaki bütün parasını çekip - ıkiru filminin başkahramanı gibi tıpkı- bir yolculuğa çıkar... ıkiru filmindeki başkahraman gibi o da batakhanelere gider falan... aslında bence insanın temel trajedisi olabileceğini düşündüğüm bir mefhumun etrafında dolaşıyorum sanırım. çünkü okuduğum izlediğim hemen en büyük anlatılar hep burada anlatmaya çalıştığım şeyin etrafında dönüyor. zebercet bak mesela. "Küçük ayrıntıların tekdüze şaşmazlığında nerdeyse takıntılarla sürüklenen bir yaşamın öfkesi de, çaresizliği de büyük oluyor." zebercet'i anlatan en keskin cümle bu sanırım. zebercet'in bu tekdüze hayatıyla "ıkiru"daki başkahramanın (adına bakacam ya valla lavuğun hah evet kanji watanabe'ymiş) hayatının tekdüzeliği neredeyse birebir aynı tarif edilir ilgili eserlerde. dahi aynı şey turgut özben için de geçerlidir. ve tabii geriye çekilirken herkesi vuran küçük iskender şiirindeki ben ve pazar sabahları yayınlanan kovboy filmlerindeki düelloda yenileceğini anlayan kovboy gibi... kanji watanabe, deyim yerindeyse bütün hayatını çalışarak geçirmiş dolayısıyla ot gibi yaşamış biridir. sadece işten eve evde işe bir hayatı yaşamıştır watanabe. bir gün mide kanseri olduğunu öğrenir ve her şey alt üst olur watanebe için. çünkü hayatın değerini anlamıştır sevgili watanabe. hayatını bitirecek olan tümör; hayatın değerini hatırlatmıştır watanabe'ye.
kısa bi ara
istanbul'a ilk atandığım zamanlarda konser için istanbul'a gelmişti Feidman. kesin gidecektim sonra vazgeçip gitmemiştim. ne çok şey kaçırmışım. kaçırmadığım konserler de oldu tabi... orta iki'deydim. apartmandan komşumuzun oğlu Y. ile şimdi yerinde adana merkez camii olan lunaparka gitmiştik. bu lunaparkın gazinosu da vardı. dolaşırken falan gazinoda müslüm gürses'in konseri olduğunu görmüştük. Y. gazinonun müdürünü görünce yanına koşup bir şeyler demişti adama. Y'nin babası da pavyoncuydu zaten. sonra gel lan giriyoz konsere demişti Y. tam biz içeri girerken müslüm gürses sahneye ağır ağır gelip "yıkıla yıkıla"yı söylemeye başlamıştı. türk genelevlerinde üzülmedim ki veya elimde duran fotoğrafın gibi şarkıların çaldığı yeşilçam filmlerinin video kasetlerden izlendiği dönemlerdi. bu dönemler aynı zamanda yeşilçam'ın "sanatsal" filmler çekmeye de çalıştığı dönemlerdi. bir şey yapmaya çabalamış olmalarından mıdır nedir türk sinema tarihinin en son derece sanatsal olmayan filmleri de bu filmler arasından çıkmıştır.
22 Ağustos 2020 Cumartesi
bir şiiri tamamlayamamak yahut eternal sunshine of the spotless mind
"i need your loving like the sunshine
and everybody's gotta learn sometime"
şiir (şarkı) hep bu nakarat üzere başlıyor gibi oluyor ama bir türlü devamı gelmiyor şarkının.
change your heart, look around you
change your heart, it will astound you
i need your loving like the sunshine
and everybody's gotta learn sometime
everybody's gotta learn sometime
everybody's gotta learn sometime
change your heart, look around you
change your heart, it will astound you
i need your loving like the sunshine
and everybody's gotta learn sometime
everybody's gotta learn sometime
everybody's gotta learn sometime
yalanım yoq aq. bir de REM'in bir şarkısında geçiyordu "oh no, i have said too much" gibi bir şeydi. kendimi sürekli bu hal üzere -yani REM'in şarkısındaki hal üzere- yakalıyorum. gereğinden fazla konuşuyorum, her seferinde buna bir son vereceğimi söylüyorum kendi kendime (the can the can the can the me) ama yine de gereğinden fazla konuşuyorum.
9 Ağustos 2020 Pazar
anlamaya çalışma çabası yahut almost blue
25 Mayıs 2020 Pazartesi
Sanma No Aji yahut öğleden sonralara bir methiye denemesi
"önümde bir yığın açalya
bir sürü çarkıfelek
gergin çeneli cesetleriyle
önümde binlerce çiçek
korkuyorum sıra sende
sen de başla ve bitir diyecek.
Yo, hayır
yapamaz bunu, yapmasın bana dünya"
dizeleri tam da demek istediğimi anlatıyor. iş işten geçmeden önceki an hep yaşamayı istediğim andır. öğleden sonra da bir nevi iş işten geçmeden önceki an gibidir. akşam, işin işten geçmesi. gün bitti heyhat. gün = hayat gibi bir denklemden çıkıyor tabii tüm bunlar. kelimeler sadece geçmiş kipiyle gerçeği tam olarak verebiliyor. mesela ölüyor ve öldü sözcüklerinden ikincisi bir gerçeğe tam anlamıyla isabet ediyor. ölüyor olmak ölmekten iyidir. yoksa değil midir? böyle bir şarkı vardı yani burada anlatmaya çalıştığım şeye uygun bir ritmi olan şarkı vardı saatlerdir yutup'da onu arıyorum bulamadım, gelmedi aklıma da. niyeyse ilerlemiyor bu konu oysa yazmayı, anlatmayı en çok istediğim şey bu olabilirdi ama ilerlemiyor. hatta o kadar ilerlemiyor ki "çölde çay"dan alıntı aşağıdaki pasajı bile bağlayamadım buraya. bir de hafız-ı şirazi ile karamazov kardeşler'deki büyük yargılayıcı ile namık kemal'in "hürriyet kasidesi"ni bağlayacaktım bunlara aşağıya lmıştım notlarını ama onu da beceremeyecem sanırım, kaldı burada. coen kardeşler burayı okuyorsa ne demek istediğimi anladı bu arada.
"ne zaman öleceğimizi bilmediğimiz için, hayat hiç bitmeyecekmiş gibi gelir. ama hiçbir şey çok tekrarlamaz kendini. aslında çok az tekrarlar. çocukluğunuzun bir öğleden sonrasını, öyle ki, hayatınızı onsuz düşünemediğiniz, sizi derinden etkilemiş bir öğleden sonrayı, daha kaç kez anımsayabilirsiniz ki? belki dört, beş kez daha. belki o kadar bile değil. dolunayın çıkışını daha kaç kez izleyebileceksiniz? belki yirmi. ama yine de, her şey sonsuzmuş gibi gelir"
"sana bağlandığım günden beri özgürüm" hafız- ı şirazi, dostoyevski büyük yargılyaıcı, namık kemal
barton fink'te bir şey olmayacakmış gibi ilerlerken aniden bir sürü hayvani şeyin olması. ya da the ballad of buster scruggs'taki yer alan filmlerideki bi şey olmamaya doğru giderken aniden her şeyin darmadağın eden şeyler olması eklenebilir
26 Nisan 2020 Pazar
korona günlükleri yahut hikaye anlatma mes'elesi
neyse knut hamsun'un "açlık"ını okumaya başladım tekrar, epey zaman olmuş. hiç bitmesin isteyerekten okuyorum. açlıktan, yoksulluktan ölmek üzere olan ama kibarlıktan -başkalarını zor duruma düşürmektense açlıktan ölmeyi göze alabilecek kadar kibar ama- ödün vermeyen norveçlinin hikayesi bitmesin istiyorum. onun arada bir doğrudan yemek yahut yemek alabilecek paraya ulaşma ihtimali beni acaip heyecanlandırıyor. kendisine kötü, duymak istemeyeceği, hatta duyarsa sonucu açlıktan ölüme kadar gidebilecek bir şeyi rahatça söyleyebilsin diye karşısındakine ortam hazırlayacak kadar centilmen . ve fakat aç birinin hikayesini dinlemeyi herkes ister. şöyle açayım:
senden borç para istiyorum.
borç vermek istemediğini tavırlarından anlıyorum.
bunu bana daha rahat söyleyebilmen için sana ortam yaratacak cümleler kuruyorum
ve sen de
benim cümlelerimden yola çıkarak bana borç veremeyeceğini söylüyorsun
ben de teşekkür edip yanından ayrılıyorum senin, aç bi-ilaç bir şekilde...
ah kuzum nasıl da aç aç ve fakat kibar kibar dolaşıyor sokaklarda. (sadece kibar insanlar yalan söyler, bir kasabalıyı yalan söylerken göremezseniz kolay kolay)
günler geçiyor hastalık daha da yayılıyor tüm dünyada ve dahi güzel ülkemizde. sürekli sela okunuyor. bazı selalardan sonra sadece müteveffanın adını söylüyorlar bazılarında ise klasik olarak cenaze namazının nerede, definin hangi vakti müteakip hangi mezarlıkta olacağını duyuruyorlar anonsta. bu cenaze ayrıntısı verilmeyenler acaba virüsten mütevellit ölümler mi? kim bilir?
belki bi 12-13 sene oluyor, yine istanbul'da korsan vcd kiralayan bir dükkandan alıp izlediğim bir filmden bazı sahneler geliyor aklıma. kurgusu tutunamayanlar'a benziyor biraz gerçi sadece intihar eden elemanın günlüğünü ölümünden sonra arkadaşının eline geçecek şekilde postaya vermesi bana bunu hatırlattı galiba; ama pek de alakası yokmuş düşününce. "farval falkenberg"di filmin adı. isveç'te bir sayfiye kasabasında (falkenberg) büyümüş yedi sekiz tane gencin etrafında geçen bir film. aslında bir film mi tam olarak o da belli değil. bir şeyi sorgulamıyor, sorunsallamıyor ; anlatıyor sadece. bir hikaye anlatmıyor ama. görüntüler var geçmişine dair fragmanları, küçük anları anlatan biri var. illa ne anlatıyor dense, bir zamanlar çok çok mutlu olunan bir yerde artık mutlu olamamanın verdiği hafif içsıkıntısını anlatıyor bu film. sanırım bu yüzden filmin adı elveda falkenberg. intihar eden elemanın günlüğünde şöyle bir bölüm vardı:
"istasyona gidip bir bilet alabilir,sonra trene atlayıp,bambaşka bir yere gidebilirdim.
içimden geçtiğim tüm o şehirleri,rayların cızırtısı eşliğinde izleyebilirdim.
bir yerlerde bir ev tutup,ön yargılı bir toplum ve bize biçilmiş rollerin uzağında,
yeni bir hayata başlayabilirdim.
belki de şansım yaver gidip,yeni insanlarla tanışabilirdim.
konuşacak yeni insanlarla...
tatmin edici bir maaş alıp,üstüme başıma pahalı kıyafetler çekebilirdim.
belki orada bir kızla tanışırdım;birbirimizi seveceğimiz bir kızla.
birlikte bolca zaman geçirebilirdik;sadece ikimiz...
geç vakte kadar yataktan çıkmadan,geri kalan her şeyi unutarak,
anladığımız dilden konuşabilirdik.
belki kavga eder,sonra çözerdik.konuşup anlaşıp,yolumuza devam ederdik.
deniz kenarına arabamızla gider,kendimize bir ev alır,çocuk yapardık.
sevimli,sağlıklı çocuklar...
onları çok severdim.onlara bir yuva ve baba sıcaklığı sağlardım.
muhtemelen gecenin bir yarısı uyanıp,seçimlerimi ve aşkımı sorgulardım.
kör karanlıkta sokakta biraz yürür,geçen arabalara bakar,
yapayalnız halimle soğuğu iliklerimde hissederdim.
sonra yatağıma döner,ona sarılır,hem kendimden hem de karanlıklarımdan tiksinirdim.
sonra sisin ardında bir şey görürdüm.geldiğim yeri özlerdim.
doğduğum yeri,memleketimi...
belki hayatımı orada sonlandıracağım.
belki benim seçimim budur.
belki hiçbir yere gitmeyeceğim.
burada kalacağım...
işte benim seçimim bu...
seçimim bu..."
intihar edenin arkadaşları bir süre sonra kendi "dalgalarına" bakmaya kaldıkları yerden devam ediyorlar. aslında anlıyoruz ki -ya da ben öyle anladım diyeyim- sadece intihar eden elaman falkenberg'i ve arkadaşlarını çok çok sevmiş. zaten bir şeyleri yeterince sevememekten de bahsediyordu filmin bir yerinde aynı eleman. hatırlamak üzerine kurulu bir hayat en sonunda yaşanılamaz hale geliyor işte sanırım.
tarihe tanıklık ediyorum resmen barajyolu'nda bir apartmanın 10. katının balkonundan. iki günlük sokağa çıkma yasağı ilan edildi ve fakat herkes hemen hemen herkes sokakta, bir şeyler alabilmek için sokakta. apartmanın altında tekel bayi var bi tane. önündeki sıra neredeyse barajyoluna kadar gidiyor. vay be.
elveda falkenberg'i izledim tekrar akşamüstü. vasat bir film. tıpkı hayatlarımız gibi. vasatın etrafında dolaşan filmleri, romanları hep biraz daha severim. çehov'u, memduh şevket'i hep biraz daha ayrı sevmem de bundandır. (ilk görev yaptığım okulda -fahrettin özdüdoğru tml- 11. sınıf ders kitabında memduh şevket esendal'ın bir öyküsünü işliyorduk kitaptan. her zamanki gibi metni bir öğrenciye okutmaya başlatıp sıraların arasından yürümeye koyuldum. bir yandan hikayeyi dinliyordum bir yandan camdan dışarıyı da gözlüyordum. kar, kış kıyamet... "iğdenin dalına bastım da kırılıverdi" diye bir türkü tutturuyordu hikayedeki kahraman, bilmem neden bir gülümseme takılıp kalıyor hikaye boyunca dudağımın üstüne)
yine kapsamlı sokağa çıkma yasağı var bu hafta sonu da. bir şeyler okudum, yine epey önce izlediğim bir filmi izledim tekrar. bi film daha izleyecektim de vazgeçtim. internete de bakasım gelmedi pek. vıcık vıcık bir #evdekal terörü esiyor her yerde. bütün ülke bir anda hep aynı şeyleri söylüyor, aynı şeylere üzülüyor, aynı şeylere duygulanıyor gibi. önemli milli maçlardan önce ve sonra olurdu böyle şeyler ama o kısa sürerdi. şimdi neredeyse bir aydır bütün ülke aynı şeyleri -aslında aynı iki yüzlülüğü- paylaşıyor.
2014 yaz tatiline girmek üzereydik. yani tüm türkiye bu hal üzereydi. ingmar bergman'ın "sasom i en spegel" (aynadaki gibi) filmini gece bira içerken izlemiştim. yaza girmeden önceki son serin gecelerinden biriydi adana'nın. bugün durduk yere filmin son repliği geldi aklıma "babam benimle konuştu" 26 nisan olmuş. aylardır geçmeyen öksürüğüm için gittiğim "özel küçükköy duygu hastenesi"nde bugün teşhis konacaktı. dahiliyeye randevu almıştım. film istedi doktor. sonra filme baktı ve... "yedikule göğüs hastalıkları hastanesi'ne gitmelisiniz sanırım" dedi. acil mi demiştim yani hemen gitmesem olur mu anlamında. eve bile uğramayın direkt gidin demişti. hastaneden çıkıp sağa sola bakmıştım mal gibi. sonra bir sigara yakıp öksüre öksüre aşağı doğru yürüdüm biraz. topkapı dolmuşu beklerken bir sigara daha yakmıştım. sonra faruk diye bir arkadaş vardı onu aradım. eve uğrayıp benim eşyaları alıp ev arkadaşım mehmet'le beraber hastaneye gelsinler diye. ben de bu arada hastaneye varmıştım. yatış yapamayız demişti sorumlu hemşire. boş yer yok falan dedi. acaip mutlu olmuştum o an. sonra bir doktor geldi filmimi istedi. verdim. hemşireye bir şeyler söyledi. hemşire telefon açtı. sonra 5. koğuş 11 numaralı yatağa yatışım yapıldı. anladım tabii ossat mevzuyu. laz kadir'i aradım o ara bir de.
topkapı dolmuşundan inip zeytinburnu dolmuşuna bindiğimde bu şarkı çalıyordu zihnimde. tuhaf. sevdiğim, bildiğim bir şarkı falan değildi ama çalıyordu işte bu şarkı, bilmiyorum. zeytinburnu dolmuşunda herkesin yüzüne bakmıştım. ölene kadar unutmamak için o anı. şimdi bile şu an bile işte adana'da barajyolu'nda bu evde yıllar önce bir dolmuşta hastahaneye giderken dolmuşta olanların yüzleri tek tek gözümün önününde. şimdi nerede ne yapıyorlar acaba? şimdi böyle sour times gibi o günler ama ne bileyim çok yeğindi o anlar ya.
29 Aralık 2019 Pazar
requiem for a dream yahut yeşilpınar'da bir apartman dairesi
8 Aralık 2019 Pazar
19 Kasım 2019 Salı
amerikan edebiyatı demeyelim de işte
resim her aklıma geldiğinde mutlaka Faulkner romanları da geliyor aklıma. resimdekine benzer evlerde geçiyor gibi sanki onun romanları. bunu tabii ki ispatlayamam yani somutlayamam bunu ama Faukner'ın anlattığı kadar sıkıcıdır hayat aslında. bir şeyden sıkılmak değil de ama sıkılmak işte sıkıcı olduğu için her şey sıkıcıdır onun romanlarındaki atmosfer. bir şeyi yapmış olmak için yapan insanın hayatının sıkıcı bir kesitini anlatmak ancak zeki bir amerikalının aklına gelirdi zaten.resmin bize göre sağındaki küçük kulube gibi yerden çıkan orta yaşlı bir adam evin içine girer orada ayaküstü bir şeylerle oyalanır ve tekrar dışarı çıkıp gündelik işlerle uğraşmaya devam eder. etrafında dolaştığımız ama bir türlü kabullenmek istemediğimiz bir gerçeği usul usul, yedire yedire, inceden inceden anlatır faulkner. 12-13 yaşlarındayım. cumartesi öğlen. 90'lı yıllar yani. tv izliyorum. birkaç kanal var zaten. ilginç bir şeyler olur da sıkıntım dağılır diye düşünüyorum. bu oldu gerçekten. hatta şu şarkı çalıyordu ben tam bunları düşünürken
heheh görüldüğü üzere hiçbir şeyi unutmam ben. bazen insanlar kendini iyi hissetsin diye unuturmuş gibi yaparım, fark etmemiş gibi yaparım. ama her şeyi görürüm, hiçbir şeyi unutmam.
epeydir dinlemediğim bir şarkıyı dinledim dün. Deus'un for the roses'ı. bu pilav daha çok su kaldırır