22 Ağustos 2020 Cumartesi

bir şiiri tamamlayamamak yahut eternal sunshine of the spotless mind

bir şiiri tamamlayamamak'ı düşündüm dün. başlanan bir şiiri tamamlayamamak yani. sonra, bunu bir zaman daha düşünmüştüm diye geçirdim içimden. ne zaman ve neye istinaden düşünmüştüm bunu diye düşündüm sonra. B12 almamın faidelerini görmüş olacağım ki hemen hatırladım:   istanbul'da görev yaptığım sıralarda "eternal sunshine of the spotless mind"ı izlerken filmin müziği çaldığında düşünmüştüm bunu ilkin. filmin müziği girmişti bir yerlerde. sonradan beck'in coverladığı bir "the korgis" şarkısı olduğunu öğrendiğim "everybody's gotta learn sometime" adlı bir şarkı olduğunu anlamıştım. müthiş bir şiir başlıyordu şarkıda ama bir türlü şiirin devamı gelemeden bitiyordu şarkı.
"i need your loving like the sunshine
and everybody's gotta learn sometime"

şiir (şarkı) hep bu nakarat üzere başlıyor gibi oluyor  ama bir türlü devamı gelmiyor şarkının.

change your heart, look around you
change your heart, it will astound you
i need your loving like the sunshine
and everybody's gotta learn sometime
everybody's gotta learn sometime
everybody's gotta learn sometime

change your heart, look around you
change your heart, it will astound you
i need your loving like the sunshine
and everybody's gotta learn sometime
everybody's gotta learn sometime
everybody's gotta learn sometime

yalanım yoq aq. bir de REM'in bir şarkısında geçiyordu "oh no, i have said too much" gibi bir şeydi. kendimi sürekli bu hal üzere -yani REM'in şarkısındaki hal üzere- yakalıyorum. gereğinden fazla konuşuyorum, her seferinde buna bir son vereceğimi söylüyorum kendi kendime (the can the can the can the me) ama yine de gereğinden fazla konuşuyorum. 









9 Ağustos 2020 Pazar

anlamaya çalışma çabası yahut almost blue

bir önceki "Sanma No Aji yahut öğleden sonralara bir methiye denemesi" ne eklemeyi unuttuğum birkaç tablo var onları buraya ekleyecem unutmazsam. bosch, goya ve valazquez'in birkaç tablosu. bir de "meşeler gövermiş diyorsun varsın göversin" mevzusuyla alakalı esaslı diyeceklerim var...



malum Hieronymus Bosch'un "Ship of Fools" tablosu bu. önceden bir şekilde görmüştüm bu tabloyu. hollandalı ressamlarla ilgili bir şeylere bakarken denk gelmişti ama pek üzerinde durmamıştım. hatta unutmuştum bile. ta ki foucault'nun "deliliğin tarihi"ni okuyana kadar... ortaçağ avrupa'sında delilerin "dışarı" çıkarılmasıyla alakalı bir tablo bu. deliler bir gemiye bindirilip avrupa içinde dolaştırılıyorlar. ez cümle toplum, kendi gibi olmayanı hep dışarı çıkarmış bir şekilde. (ve fakat hayatın sırrına da hep dışarıda olanlar işaret etmiştir bence. artaud, van gogh, nerval, kaan ince, arkadaş zekai özger vd.) 99'du sanırım otostopla ankara'ya gitmiştik uçar levent'le. (levent uçar tabi) kaan ince'nin arkadaşlarıyla buluştuğu kahvenin falan önünden geçmiştik. özür diler gibi bakmıştım kaan ince'nin yürdüğü yollara, gittiği kafelere. öyle derinlemesine bilmiyordum bir iki şiirini falan anca işte. google falan da yok tabii o zamanlar. 

"çiy doladım kasnağına gecenin. ışıksızlığın hep
yoksul yalnızlıklara çıkması doğurur o rüzgarı.
giz dizilmiş çardaklar incir kokulu, çiçek hattı
gözlerine doğru. kokunda korku. kafka; mürekkebini
içtiğim mevsimsiz aşk. ölümün önünde yayılan;
çıbanı yüzümün. devrik yürek savunması ömrüm.
yaşlı bir adam vurgun yemiş. kuşlar. düşler.
kapılma saatleri, basamaklarında ateş yatan zaman
merdivenin dik soluğuna. ve çekip giden bir ben,
aynı denize, irkilen iskeleden."

"devrik yürek savunması ömrüm" oldu bitti severim devrik cümleyi de devrik yüreği de. bir de tersinden okumayı tarihi. fatih'in gemileri karadan yürütmesini değil de kesad-ı akçe'ye gitmesini fetihten sonra, sözgelimi bunu konuşmayı sevdim hep) ah kuzum kaan ince. ne çok şey yaşamadın. şimdi mesela sigarayı bıraktım ama kaan ince ikram etse yakardım bi tane. ümit oteli'ndeki odana girdiğinde tam olarak ne oldu? otelin adının sende bir istihza uyandırmaması mümkün değil. ne hissettirdi otelin adı sana acaba. "ümit yok" mu demek istedin otelin camından kendini aşağı bırakırken yahut ne bileyim ümit var ama ben bulamadım mı demek istedin? biraz rahat olabilseydim doktora tezimi sadece oğuz atay'da intihar mevzusu üzerine kurardım. ama sikerler zaten neyse işte "almost blue" blue değil kardeşim almost blue; blue olsa duramazsın çünkü...



kolundaki saat kaçı gösteriyor acaba kaan ince'nin? şimdi baktım da kaan ince şiiri üzerine bilimsel bir çalışma yapılmamış hiç. boynumun borcudur yapacam ben. intihara meyilli olanları ve delileri kendimizden uzaklaştırdık, bu uzaklaştırmalarda arta kalan bakiyeye de toplum dedik; daha doğrusu, özne olamadığı için uzaklaştırılanlardan geriye kalanların toplamına toplum dedik. toplum top kökünden geliyor. bir araya getirilmiş gibi bir anlamı var top'un. bir araya gelirken bazılarını aramıza almadık, yoruz, cağız. eşcinseller, deliler, fahişeler, alkolikler, uyuşturucu müptelaları vd. hepsini dışarıya çıkarıp geri kalanlarımıza da toplum dedik. (hadi canım çok mu belli oluyor aylardır Foucault okuduğum) bunların farkına ebem de varırdı hiç kimse kusura bakmasın bu noktada. Foucault'un mecburen ıskaladığı bir grup daha vardı top-lumda. küçük burjuva değer yargılarını benimseyemeyen küçük burjuva. yani ne bileyim küçük burjuva ama eicinsel değil, alkol,k değil, deli değil, müptela değil, kürt yahut zenci değil vs. ama küçük burjuva değer yargılarını benimseyemeyen özne. 

peter bogdanovich'in "the last picture"ını izledim son bir haftada iki defa daha. niye bir yönetmen bir kasabadaki her şeyi anlatmak ister ki. her şeyi,herkesi anlatmak... ne alaka ve neden? kasabada herkes her şeyin farkındadır ama fakında değilmiş gibi yapar. buna da hayat deriz. birileri her şeyin farkındayım ve fakat oynamayacağım ben dediğinde... işte bir kişi sadece bir kişi the last picture'da çıkıp ben her şeyin farkındayım dese sözgelimi Duane her şeyi bilir; Jacy'nin ne halt yediğini kasabada herkes bilir ama susar.  ama susmamış gibi yaparlar bir yandan da çünkü ahlak birliktelik -yani kasabanın birlikteliği- devam etmelidir. benzerini NBC, "üç maymun"da yapar, yani anlatır. 

iki hafta geçti. haziran ortasına doğru geliyoruz yavaş yavaş. pandemi ülke gündeminden düşüyordu ki tekrar girecek sanırım gündeme. yağmur yağdı biraz . keşke çok yağsaydı. araba toz toprak olmuş bir de kuş pisliği onlar temizlenirdi biraz. yıkatmama gerek kalmazdı ama şimdi daha çok kirli görüküyordur. 

sabah 3. sınıf bile denemeyecek bir amerikan filmi izliyordum adına bakmadım. kadroda da öyle tanıdık birileri yoktu zaten. filmin bir yerinde kapı çalıyor. kapıyı açmaya giden zenci hizmetçi yeleğini giymeye çalışırken kolu takılıyor yürürken biraz duraksayıp yeleğini giyiyor ve kapıyı açıyor. bak bu sinemadır. türk filminde olsaydı bu hizmetçi direkt gider kapıyı açardı. yeleği falan giyilmiş olurdu. oysa hizmetçi, birilerinin gelme ihtimalinin düşük olduğu bir saatte evde yelekle oturmuyordur ama kapıyı açmaya giderken de o yeleği hızla giymeye çalışması klasik, hızla giyilmeye çalışılan şeyin takılması sorununu doğuruyor. hayat böyledir bir şeyler olurken hep başka şeyler de olur. söz gelimi bir onkolog kanserinizin artık çok ilerlerdiğini yüzünüze söylerken eliniz doktorun masasındaki takvime çarpıp düşürebilir. (evet marcel proust değilim ben anca bu kadar) anlatmaya çalıştığım bu şeyi bir de iran sineması iyi yapar. Castle of Dreams diye bi film var, Rıza Mir Kerimi'nin filmi. normal bir hikaye. ama baştan sona yani normal hikayenin finaline giden yola döşenmiş küçük küçük sıradan ayrıntılarla dolu bir film. başroldeki eleman evde ocağı yakacaktır. ocağın yanındaki kibrit kutusunu alır eline kahramanımız fakat yanmış kibritler kutuya konmuştur. başkahraman kutuyu boşaltır, yanmamış bir kibrit bulur ve ocağı yakar. şimdi, ne gerek var bu ayrıntıya mı diyorsun, o zaman git star'da başlayan yaz dizisi izle ya valla... 

                                                       Marcel Proust (temsili) gerçi temsili değil bizatihi marcel'in kendisi. 

herkesin bildiği bir gerçeği; yanlış oldu herkesin gördüğü ama fark edemediği bir gerçeği anlatabilme yeteneğine sanat denmeli. sanatın budan başka tanımı olmamalı. mizah da buradan gelir aslında 

görev yaptığım okulumun eba ana sayfasına  bir öğretmen arkadaş şöyle bir karikatür atmış. bak burada ne mizah ne eleştiri ne de zülf- i yare dokunma falan hiçbir şey yok hiçbir şey ama... türk eğitim sitemine dahil öğretmenlerin kahir ekseriyesi mizah diye buna gülüyor, yazık. iyi mizaha bigane olanların acı dolu bir türküyle yahut şiir, şarkı her neyse buluşma ihtimali pek yok gibi. (yahu gerçekten bir insan en yakınının ölümünü instagramdan falan niye paylaşır ki) neyse burası başkalarının günahları üzerinden kendimi aziz ilan etmeye çalıştığım bir yer değil dünkü bloger mıyız biz hey yavrum... 





küçüktüm, komuşumuz aysel teyze dinlerdi bunları suriye tv'si falan çekerdi o zaman antenli tv'lerde. acaip yer etmişti zihnimde sesi. hayatımın kısa bir dönemine denk gelse de -hatta çok çok kısa- ümmü ablamızı dinleyip rakı içmiştim birkaç sefer. bunu ispat edemem ama ümmü gülsüm, zeki müren ve frank sinatra... bunlar kadar sahnede tek başına devleşebilen bir dördüncü isim daha yoktur. belki hadi bi de michael jackson... neyse nereden aklıma geldi ümmü gülsüm bilmiyorum ona dair bir görüntü var o geldi bir an gözümün önüne ondandır belki de. siyah beyaz tv'de suriye kanalı açık. ümmü gülsüm çıktı. babam sesini açtırdı biraz. ayak ayak üstüne atmıştı babam, hafif hafif ayağını sallayarak eşlik ediyordu şarkıya sanki. krem rengi bir pantolon giymişti babam. muhtemelen işe gitmek üzereydi yahut yeni gelmişti bilmiyorum. neyse geçmiş zaman işte. 

epey uzun bir okuma silsilesinin sonuna geldim. postmodernizme dair başat isimlerin külliyatı bitti. yazmaya geldi sıra. bu arada sosyal medya kullanımını yok denecek kadar azaltma girşimine de start verdim. yazıyı bitirip ağustos ayı boyunca çeşitli festivallerde gösterilmiş, ödül almış 50'ye yakın filmi izleyeceğim. (tabii ki herkeslerin izlediği filmleri izlemeyecek kadar...) yüksek minarede'yi dinledim biraz, 10 değişik sesten ama hiçbiri enver demirbağ gibi söyleyemiyor. en son bunu yazdıktan sonra izzet altınmeşe'den dinledim de yüksek minarede'yi, cidden o da güzel söylemş ya hatta harikulade söylemiş, spektecular yani, amazing...
yine  de askerden döndüğümde en çok dinlediğim şarkı geldi aklıma. yotube yeni çıkmış daha doğrusu yeni yeni yaygınlaşmış aylin aslım da yeni çekmiş videoklip'i bu şarkıya. ama inanılmaz bi  şekilde sadece 29 k. izlenmiş bu video gerçekten hayret ya çok çok iyi bir şarkıdır çok çok iyi 




böyleyken böyle. taksimin arka sokaklarındaki bi barda duymuştum ilkin bu şarkıyı. cover yapan bi grubun sahne aldığı bi yerdi. aklımda kalmıştı eve gidip araştırıp bulmuştum aylin aslım'ınmış.

çok parça parça yazıyorum. elazığ'a gidip geldim bu son bir haftada 4 defa. o yoldaki kadar anı hiçbir yerde yok benim için sanırım. yazın otobüsle elazığ'a gitme, sonbaharda okulların açılmasına yakın babam gelirdi ve onunla adana'ya dönme. yol boyunca gördüğüm her şeyi aklımda tutmaya çalışırdım. en çok da pazarcık çıkışında hemen yol kenarındaki bir tepede yer alan mağara (burada teröristler kalır sanırdım) bir de göksu çayı aklımda yer ederdi her defasında. sonbahardı. babam elazığ'a yeni gelmişti. arabayla akşam vakti kömürhan köprüsünün oradan dönüyorduk, neden gittiğimizi hatırlamıyorum. araba arızalandı. sulu benzin satmışlar dedi babam. karbüratöre benzin dökmek için kap ararken araba esansının kapağını vermiştim. aferin demişti babam. ben arabanın içinden yola bakıyordum. sarı, kahverengi çizgili bir 0302 otobüs camından biri bize doğru bakıyordu göz göze geldik adamla sanki. oralar çok virajlı olduğu için yavaş gider araçlar. adamın yüzü hala gözümün önündedir. o adam şimdi ne yapıyor acaba, hayatta mıdır ne bileyim, zaman zaman bu görüntünün onun cephesindeki yansıması onun da aklına geliyor mudur acaba? 

the fall'u açıp rastgele bir yerinden izledim biraz. her defasında kendine hayran bıraktıracak ayrıntılar var filmde. bir masala ağıt da olabilirdi filmin adı. en iyi film olmayabilir bu film ama en sevdiğim filmdir. bir ara vladimir propp'un masalın biçimbilimi üzerine yazdıklarından hareketle filmin bir "okuma"sını yapmayı düşündüm ama gerçekten filme ayıp etmemek ve filmin içimdeki yerine ihanet etmemek için vazgeçtim.
çocuğun hikayeye kendini dahil etmesi (şekilde görüldüğü üzere eşşoleşek sürekli başrolde olmaya çalışır) masalın daha doğrusu hayalin ve hatta sanatın işlevini o kadar yalın verir ki hayran olmamak elde değildir. çocuğa bir şey anlatırken neden dikkatli olunmalıyı da güzel verir ama pedagojik açıdan bakılacak bir film değildir bu ne bileyim pedagoji de saçma gelir zaten bana oldu bitti. masallarda ucubeler, deliler, türlü acaip mahlukatlar vardır hep, malum. ama bu acaipler sonradan hayatımızdan çıkar, çıkarılırlar yahut bir şekilde. bu alel acaipleri geri çağırmayı misyon edinmek. sanat biraz da bu, yani kovulanı gerçeğe geri çağırmak. 

ece ayhan'la ilgili bir yazıya çalışmaya başladım, başlıyorum. bir masala ağıt olabilirdi yazının başlığı kimsenin bunu duymaya ihtiyacı yoktur eminim. oysa hep bir masala ağıt yazmış ece ayhan. requiem for a tale yok yok requiem for a dream. hepsi bu







25 Mayıs 2020 Pazartesi

Sanma No Aji yahut öğleden sonralara bir methiye denemesi

yasujiro ozu'nun bir filmidir, malum. ingilizceye "An Autumn Afternoon", türkçeye ise  "Bir Güz Öğleden Sonrası" diye çevrilmiş. yeni yetme bir eleştirmen olsaydım (am i eleştirmen?) öğleden sonrayla sonbahar arasındaki koşutluğa dair bir tespitle başlardım işe. öğleden sonra günün bitmeden önceki son demidir. sonbahar da malum yılın bitmeden önceki son demi. ozu nam capon hiç abartısız tüm zamanların en sade filmlerini çekmiş desek yeridir. bu filmde de sadelik dorukta. (cemal süreya gibi söyleyecek olsak "sadelik çıldırmış" diyebiliriz.) hatta filmde kullanılan müziğin bile ne senaryoya ne kurguya ne de başka herhangi bir şeye etkisi yok. kaldı ki ozu hep bir şey anlatacakmış gibi yapan ama bir şey de anlatmayan bir yönetmen. ozu'nun filmlerinde hiçbir şeyin hiçbir şeye etkisi yok. önemli şeylere gebe bir şeyler oluyor gibidir hep ama bir şey de olmaz çoğunlayın. ben bir şey olmamasını seviyorum. iş işten geçmemiş olma'yı anlatmak isterdim hep. cennet varsa böyle bir özelliği vardır bence onun. ne olursa olsun, ne olacaksa olsun, ne olmayacaksa olmasın iş işten geçmemiştir hep. tabii ki bunu kötü anlatıyorum ozu nefis anlatır bunu adını yukarıda andığım filmde. bir de edip cansever "her yere yetişilir hiçbir yere geç kalınmaz" derken nasıl güzel ve estetik anlatır bunu. bir de tabii bu bloğa adını veren şiirde geçen "korkuyorum sıram geçer / biletim yanar diye" dizesi var.. tabii ki devamındaki
"önümde bir yığın açalya
bir sürü çarkıfelek
gergin çeneli cesetleriyle
önümde binlerce çiçek
korkuyorum sıra sende
sen de başla ve bitir diyecek.
Yo, hayır
yapamaz bunu, yapmasın bana dünya"
dizeleri tam da demek istediğimi anlatıyor. iş işten geçmeden önceki an hep yaşamayı istediğim andır. öğleden sonra da bir nevi iş işten geçmeden önceki an gibidir. akşam, işin işten geçmesi. gün bitti heyhat. gün = hayat gibi bir denklemden çıkıyor tabii tüm bunlar. kelimeler sadece geçmiş kipiyle gerçeği tam olarak verebiliyor. mesela ölüyor ve öldü sözcüklerinden ikincisi bir gerçeğe tam anlamıyla isabet ediyor. ölüyor olmak ölmekten iyidir. yoksa değil midir? böyle bir şarkı vardı yani burada anlatmaya çalıştığım şeye uygun bir ritmi olan şarkı vardı saatlerdir yutup'da onu arıyorum bulamadım, gelmedi aklıma da. niyeyse ilerlemiyor bu konu oysa yazmayı, anlatmayı en çok istediğim şey bu olabilirdi ama ilerlemiyor. hatta o kadar ilerlemiyor ki "çölde çay"dan alıntı aşağıdaki pasajı bile bağlayamadım buraya. bir de hafız-ı şirazi ile karamazov kardeşler'deki büyük yargılayıcı ile namık kemal'in "hürriyet kasidesi"ni bağlayacaktım bunlara aşağıya lmıştım notlarını ama onu da beceremeyecem sanırım, kaldı burada. coen kardeşler burayı okuyorsa ne demek istediğimi anladı bu arada.

"ne zaman öleceğimizi bilmediğimiz için, hayat hiç bitmeyecekmiş gibi gelir. ama hiçbir şey çok tekrarlamaz kendini. aslında çok az tekrarlar. çocukluğunuzun bir öğleden sonrasını, öyle ki, hayatınızı onsuz düşünemediğiniz, sizi derinden etkilemiş bir öğleden sonrayı, daha kaç kez anımsayabilirsiniz ki? belki dört, beş kez daha. belki o kadar bile değil. dolunayın çıkışını daha kaç kez izleyebileceksiniz? belki yirmi. ama yine de, her şey sonsuzmuş gibi gelir"

"sana bağlandığım günden beri özgürüm" hafız- ı şirazi, dostoyevski büyük yargılyaıcı, namık kemal

barton fink'te bir şey olmayacakmış gibi ilerlerken aniden bir sürü hayvani şeyin olması. ya da the ballad of buster scruggs'taki yer alan filmlerideki bi şey olmamaya doğru giderken aniden her şeyin darmadağın eden şeyler olması eklenebilir

26 Nisan 2020 Pazar

korona günlükleri yahut hikaye anlatma mes'elesi

iki hafta oldu evdeyim. okullar tatil oldu. bir ay daha devam edecek "tatil". korona virüsü hızla yayılıyor dünyada ve dahi güzel memleketimizde. ülkedeki bütün etkinlikler falan iptal oldu, dünya mala bağladı resmen. şayet bu mevzuu olmasaydı,  27/28 martta balıkesir üniversitesinin düzenlediği edebiyat akımları çalıştayına "postmodernist edebiyat" konulu bir bildiriyle -ki hayatım boyunca katıldığım ilk çalıştay olacaktı bu- katılacaktım ben de. ama noldu çin'de yaşayan birkaç kendini bilmez, şeref ve izan yoksunu yarasa yedi ve bedelini ben dahi tüm dünya ödedi, ödüyor. "karagöz .... siker ceremesini hacivat çeker"  atasözü resmen hayat buldu tüm dünya ölçeğinde ve bi' tabi güzel ülkemizde de.  çalıştay'da suncağım bildiriyi biraz daha genişletme imkanı sunmadı değil bu zorunlu tatil. Deleuze ve Guattari'nin "anti ödipus"unu okumaya başladım. eksiklik, arzu nesnesi/öznesi, şizofreni, kapitalizm ilişkisi vs. üzerine yazmış da yazmış.. yazmış da yazmış gavurlar. (bunlardan bi tanesi üniversitedeki odasının camından kendini atmıştı, hangisiydi acaba?)

neyse knut hamsun'un "açlık"ını okumaya başladım tekrar, epey zaman olmuş. hiç bitmesin isteyerekten okuyorum. açlıktan, yoksulluktan ölmek üzere olan ama kibarlıktan -başkalarını zor duruma düşürmektense açlıktan ölmeyi göze alabilecek kadar kibar ama- ödün vermeyen norveçlinin hikayesi bitmesin istiyorum. onun arada bir doğrudan yemek yahut yemek alabilecek paraya ulaşma ihtimali beni acaip heyecanlandırıyor. kendisine kötü, duymak istemeyeceği, hatta duyarsa sonucu açlıktan ölüme kadar gidebilecek bir şeyi rahatça söyleyebilsin diye karşısındakine ortam hazırlayacak kadar centilmen . ve fakat aç birinin hikayesini dinlemeyi herkes ister. şöyle açayım:
senden borç para istiyorum.
borç vermek istemediğini tavırlarından anlıyorum.
bunu bana daha rahat söyleyebilmen için sana ortam yaratacak cümleler kuruyorum
ve sen de
benim cümlelerimden yola çıkarak bana borç veremeyeceğini söylüyorsun
ben de teşekkür edip yanından ayrılıyorum senin, aç bi-ilaç bir şekilde...

ah kuzum nasıl da aç aç ve fakat kibar kibar dolaşıyor sokaklarda. (sadece kibar insanlar yalan söyler, bir kasabalıyı yalan söylerken göremezseniz kolay kolay)

günler geçiyor hastalık daha da yayılıyor tüm dünyada ve dahi güzel ülkemizde. sürekli sela okunuyor. bazı selalardan sonra sadece müteveffanın adını söylüyorlar bazılarında ise klasik olarak cenaze namazının nerede, definin hangi vakti müteakip hangi mezarlıkta olacağını duyuruyorlar anonsta. bu cenaze ayrıntısı verilmeyenler acaba virüsten mütevellit ölümler mi? kim bilir?

belki bi 12-13 sene oluyor, yine istanbul'da korsan vcd kiralayan bir dükkandan alıp izlediğim bir filmden bazı sahneler geliyor aklıma. kurgusu tutunamayanlar'a benziyor biraz gerçi sadece intihar eden elemanın günlüğünü ölümünden sonra arkadaşının eline geçecek şekilde postaya vermesi bana bunu hatırlattı galiba; ama pek de alakası yokmuş düşününce. "farval falkenberg"di filmin adı. isveç'te bir sayfiye kasabasında (falkenberg) büyümüş yedi sekiz tane gencin etrafında geçen bir film. aslında bir film mi tam olarak o da belli değil. bir şeyi sorgulamıyor, sorunsallamıyor ; anlatıyor sadece. bir hikaye anlatmıyor ama. görüntüler var geçmişine dair fragmanları, küçük anları anlatan biri var. illa ne anlatıyor dense, bir zamanlar çok çok mutlu olunan bir yerde artık mutlu olamamanın verdiği hafif içsıkıntısını anlatıyor bu film. sanırım bu yüzden filmin adı elveda falkenberg. intihar eden elemanın günlüğünde şöyle bir bölüm vardı:

"istasyona gidip bir bilet alabilir,sonra trene atlayıp,bambaşka bir yere gidebilirdim.
içimden geçtiğim tüm o şehirleri,rayların cızırtısı eşliğinde izleyebilirdim.
bir yerlerde bir ev tutup,ön yargılı bir toplum ve bize biçilmiş rollerin uzağında,
yeni bir hayata başlayabilirdim.
belki de şansım yaver gidip,yeni insanlarla tanışabilirdim.
konuşacak yeni insanlarla...
tatmin edici bir maaş alıp,üstüme başıma pahalı kıyafetler çekebilirdim.
belki orada bir kızla tanışırdım;birbirimizi seveceğimiz bir kızla.
birlikte bolca zaman geçirebilirdik;sadece ikimiz...
geç vakte kadar yataktan çıkmadan,geri kalan her şeyi unutarak,
anladığımız dilden konuşabilirdik.
belki kavga eder,sonra çözerdik.konuşup anlaşıp,yolumuza devam ederdik.
deniz kenarına arabamızla gider,kendimize bir ev alır,çocuk yapardık.
sevimli,sağlıklı çocuklar...
onları çok severdim.onlara bir yuva ve baba sıcaklığı sağlardım.
muhtemelen gecenin bir yarısı uyanıp,seçimlerimi ve aşkımı sorgulardım.
kör karanlıkta sokakta biraz yürür,geçen arabalara bakar,
yapayalnız halimle soğuğu iliklerimde hissederdim.
sonra yatağıma döner,ona sarılır,hem kendimden hem de karanlıklarımdan tiksinirdim.
sonra sisin ardında bir şey görürdüm.geldiğim yeri özlerdim.
doğduğum yeri,memleketimi...
belki hayatımı orada sonlandıracağım.
belki benim seçimim budur.
belki hiçbir yere gitmeyeceğim.
burada kalacağım...
işte benim seçimim bu...
seçimim bu..."

intihar edenin arkadaşları bir süre sonra kendi "dalgalarına" bakmaya kaldıkları yerden devam ediyorlar. aslında anlıyoruz ki -ya da ben öyle anladım diyeyim-  sadece intihar eden elaman falkenberg'i ve arkadaşlarını çok çok sevmiş. zaten bir şeyleri yeterince sevememekten de bahsediyordu filmin bir yerinde aynı eleman. hatırlamak üzerine kurulu bir hayat en sonunda yaşanılamaz hale geliyor işte sanırım.

tarihe tanıklık ediyorum resmen barajyolu'nda bir apartmanın 10. katının balkonundan. iki günlük sokağa çıkma yasağı ilan edildi ve fakat herkes hemen hemen herkes sokakta, bir şeyler alabilmek için sokakta. apartmanın altında tekel bayi var bi tane. önündeki sıra neredeyse barajyoluna kadar gidiyor. vay be.

elveda falkenberg'i izledim tekrar akşamüstü. vasat bir film. tıpkı hayatlarımız gibi. vasatın etrafında dolaşan filmleri, romanları hep biraz daha severim. çehov'u, memduh şevket'i hep biraz daha ayrı sevmem de bundandır. (ilk görev yaptığım okulda -fahrettin özdüdoğru tml- 11. sınıf ders kitabında memduh şevket esendal'ın bir öyküsünü işliyorduk kitaptan. her zamanki gibi metni bir öğrenciye okutmaya başlatıp sıraların arasından yürümeye koyuldum. bir yandan hikayeyi dinliyordum bir yandan camdan dışarıyı da gözlüyordum. kar, kış kıyamet... "iğdenin dalına bastım da kırılıverdi" diye bir türkü tutturuyordu hikayedeki kahraman, bilmem neden bir gülümseme takılıp kalıyor hikaye boyunca dudağımın üstüne)

yine kapsamlı sokağa çıkma yasağı var bu hafta sonu da. bir şeyler okudum, yine epey önce izlediğim bir filmi izledim tekrar. bi film daha izleyecektim de vazgeçtim. internete de bakasım gelmedi pek. vıcık vıcık bir #evdekal terörü esiyor her yerde. bütün ülke bir anda hep aynı şeyleri söylüyor, aynı şeylere üzülüyor, aynı şeylere duygulanıyor gibi. önemli milli maçlardan önce ve sonra olurdu böyle şeyler ama o kısa sürerdi. şimdi neredeyse bir aydır bütün ülke aynı şeyleri -aslında aynı iki yüzlülüğü- paylaşıyor.

2014 yaz tatiline girmek üzereydik. yani tüm türkiye bu hal üzereydi. ingmar bergman'ın "sasom i en spegel" (aynadaki gibi) filmini gece bira içerken izlemiştim. yaza girmeden önceki son serin gecelerinden biriydi adana'nın. bugün durduk yere filmin son repliği geldi aklıma "babam benimle konuştu" 26 nisan olmuş. aylardır geçmeyen öksürüğüm için gittiğim "özel küçükköy duygu hastenesi"nde bugün teşhis konacaktı. dahiliyeye randevu almıştım. film istedi doktor. sonra filme baktı ve... "yedikule göğüs hastalıkları hastanesi'ne gitmelisiniz sanırım" dedi. acil mi demiştim yani hemen gitmesem olur mu anlamında. eve bile uğramayın direkt gidin demişti. hastaneden çıkıp sağa sola bakmıştım mal gibi. sonra bir sigara yakıp öksüre öksüre aşağı doğru yürüdüm biraz. topkapı dolmuşu beklerken bir sigara daha yakmıştım. sonra faruk diye bir arkadaş vardı onu aradım. eve uğrayıp benim eşyaları alıp ev arkadaşım mehmet'le beraber hastaneye gelsinler diye. ben de bu arada hastaneye varmıştım. yatış yapamayız demişti sorumlu hemşire. boş yer yok falan dedi. acaip mutlu olmuştum o an. sonra bir doktor geldi filmimi istedi. verdim. hemşireye bir şeyler söyledi. hemşire telefon açtı. sonra 5. koğuş 11 numaralı yatağa yatışım yapıldı. anladım tabii ossat mevzuyu. laz kadir'i aradım o ara bir de.


topkapı dolmuşundan inip zeytinburnu dolmuşuna bindiğimde bu şarkı çalıyordu zihnimde. tuhaf. sevdiğim, bildiğim bir şarkı falan değildi ama çalıyordu işte bu şarkı, bilmiyorum. zeytinburnu dolmuşunda herkesin yüzüne bakmıştım. ölene kadar unutmamak için o anı. şimdi bile şu an bile işte adana'da barajyolu'nda bu evde yıllar önce bir dolmuşta hastahaneye giderken dolmuşta olanların yüzleri tek tek gözümün önününde. şimdi nerede ne yapıyorlar acaba? şimdi böyle sour times gibi o günler ama ne bileyim çok yeğindi o anlar ya.



böyleyken böyle. 








29 Aralık 2019 Pazar

requiem for a dream yahut yeşilpınar'da bir apartman dairesi

yeşil pınar, istanbul eyüp sınırlarında bir  muhit, semt yahut. bitişik yazılıyor da olabilir bilmiyorum. bu filmi ilk kez izlediğimde hayatımda her şeyin kötü gideceğini hissetmiştim. istanbul'da yeşilpınar'da bir evde, bir odadaydım filmi izlerken. elim bir hastalığın pençe- i ızdırabından yeni kurtulmuştum. bir daha hiç hasta olmamayı ve mutlu olmayı düşünüyordum. mamafih hasta oldum ve pek mutlu olduğum da söylenemez cereyan eden zamanda. handel'in sarabande'sini dinledim bilmem kaç defa. sonra -utanarak söylüyorum ama- bilmem kaç kez sezen aksu dinledim. bir de behçet necatigil'in, reşat nuri güntekin'in radyo oyunlarını dinledim. okulda bir kedi var. son bir sene falandır peyda oldu. sabahları beni kapıda karşılıyor çoğunlayın. ıslak mama veriyorum erken gittiğim zamanlarda. yedikten sonra görmezlikten geliyor. bir anlam yüklemedim kediye de yaptığım işe de. sadece burada dursun istedim bu teferruat. kediye bir ad da vermedim; versem "roket"olurdu adı. roket ya da füze. bir kedi için son derece manasız adlar ama olsun yine de güzel adlar.
resim 1: bahse konu mal kedi 


yarı aydın yönetmenlerin çektiği 80'li yılların yeşilçam filmlerinde mutlaka bir genelev sahnesi vardır. bu sahnelerde de aktüel sahnede genelde bergen çalar. genelev "sermaye"leri bergen dinler genelde. (genelevden bahsederken ne çok genel demişim) müslüm gürses, ibrahim tatlıses, ferdi tayfur, orhan gencebay falan değil de ille de bergen  çalar bu sahnelerde. yönetmen tercihi değildir (yönetmenlere kalsa mezkur erkek arabeskçilerden birinin şarkıları çalınırdı bu kerhane sahnelerinde. geneleve düşmüş bir kadının diğer arabeskçileri değil de bergen dinleyebileceğini ön görebilecek bir yönetmen = türkiye'de yok) 




bu şarkıyı geneleve "düşmüş" bir kadının tüm iliklerine, kalmışsa -heyhat kalmamıştır- tüm ruhuna kadar hissederek dinlemesinden daha doğal ne olabilir ki? aşık olduğu erkek tarafından yahut bizatihi anne babası tarafından geneleve "satılan" bir kadın, bergen dinlemeyecek de kimi dinleyecek. tanrının ve dünyanın hatası buydu. fahişelik gibi tüm insanlık tarihinin en büyük bug'u olan bir şey, varsa  şayet bunun suçlusu bizatihi tanrıdır. isa bunu fark etti ve babasının bu hatasını düzeltmek için kutsadı maria magdelana'yı. maria magdelana demişken bir maria magdelana dinler miyiz?




çocuktum hatta okuma yazmayı dahi yeni öğrendiğim zamanlardı, bu şarkıyı tv'de izlediğimde. ana brittanica ansiklopedisi vardı oradan maria magdelana'ya bakmıştım. isa'nın baba'sına rağmen büyük biri olduğunu daha o zaman anlamıştım tabii ki. çok sonra anladım isa'nın babasının hatalarını örtbas etmek için çabaladığını. tabi ki tanrısal hataları sadece bizatihi tanrının kendisi düzeltebilir. "tanrım kötü kullarını sen affetsen ben affetmem" derken bergen; bak ey kâri, burası tanrı fikrinin bittiği yer. benim de "bir tanrı varsa bu onun problemi" dediğim yer tam da burası. ey tanrım gel itiraf et: dünyayı ve onun sistemini yaratırken çuvalladın. telafi etmek için de cenneti vaat ettin. ama yemiyoruz biz artık bunu. bana günahlarımı soracağını söylüyorsun, peki ama inandığı, aşık olduğu genç bir delikanlı tarafından geneleve satılan bir kadının hesabını kimden soracağız biz? senden değil mi? neden müdahale etmedin o kadın o batakhaneye düşerken? o yüzden bergen'i senden daha çok seviyorum tanrım. çift kaset çalar loewe bi teyp vardı, radyoda bu çalmıştı bir kere. ortaokuldaydım sanırım bilmiyorum felaket yer etti zihnimde bu şarkı felaket.  bir de hüseyin altın vardı. dayımın çocukları falan dinlerdi bunu elazığ'da. sürekli bunu dinlerlerdi çift kaset çalar teyiplerinde. öldü hüseyin altın. ben sonra caz falan dinlemeye başladım. ne bergen kaldı ne hüseyin altın. blues, rock and roll dinleyip hegel, kant falan okuyordum. böyle tuhaf bir şey var anlatamadığım. hüseyin altın dinleyip hüseyin neyse gereksiz bir tespit yapacaktım vazgeçtim. instagramdan , facebooktan, twitterdan falan bir sürü kişiyi engelledim yine gece gece. tahammülsüz biri olmaya başlamadım genel anlamda ("genel" dedim yine) bir şeylere karşı ilgim azaldı. nedir bu bir şeyler? işte her şey sanırım. 




böyleyken böyle. "evin evime, evim evine karşı mehmet efendi" bakmayın bunları paylaştığıma ben punk falan dinlerdim, sex pistols dinleyen adamdım ben ne ara 657'ye tabi oldum, ne ara onu benimsedim ve ne ara onu yani 657'yi) kaybetmekten korktuğum için kendime ket vurdum?

Sartre, Varlık ve Hiçlik adlı eserinde mealen, güç'ü ona gösterilen mukavemmetten anlayabilirsiniz der. bu tespitin hayatın her alanına teşmil edilebileceğini fark ettiğimde iş işten geçmişti. bütün diktatörlerden tutun da hayatınızdaki alelade bir arkadaş dahi gücünü Sartre'ın kurduğu bu tespit üzerinden vazediyor. (türkçeye hakim kari "vazediyor" yapısının buraya uymadığını hemen anladı) 

"i don't think you trust,
in, my, self righteous suicide," bi de böyle bir şey var; fakat onu da sonra anlatırım. aralıksız yağmur yağıyor günlerdir. "yağmur yağıyordu adana kaldırımlarına.." diye başlayan bir cahit sıtkı şiiri vardı. tabii ki paris kaldırımlarına olacak o. sadece bir şiir yazma hakkım olsaydı, kemal burkay'ın "gülümse" şiirini yazmak isterdim. tabii ki bundan daha iyi yüzlerce şiir var ama vasat biri olmamdan mütevvelit bu şiiri yazmak isterdim işte. her şey yarım yamalak anlatılıyor şiirde. ortalama insanın varoluşudur yarım yamalak olmak, yarım aydın olmak, yarı dürüst olmak vs. yarım aydın olmaklığımı herkeslerden gizlemek için verdiğim mücadeleyi aydın olmak çabasına evirseydim fevkalade bir aydın olabilirdim. ama böylesi daha zevkli. tipik bir küçük burjuva yarı aydınıyım ben. yarım bıraktığım kitapların sayısı tamamını okuduklarımın iki katıdır belki de. keza yarım bıraktığım filmlerde de durum bununla paralel seyretmekte. almost blue. buradan devam etmek istiyorum. ama etmeyecğimi adım gibi biliyorum. amına koyim, genel. 



















19 Kasım 2019 Salı

amerikan edebiyatı demeyelim de işte


resim her aklıma geldiğinde mutlaka Faulkner romanları da geliyor aklıma. resimdekine benzer evlerde geçiyor gibi sanki onun romanları. bunu tabii ki ispatlayamam yani somutlayamam bunu ama Faukner'ın anlattığı kadar sıkıcıdır hayat aslında. bir şeyden sıkılmak değil de ama sıkılmak işte sıkıcı olduğu için her şey sıkıcıdır onun romanlarındaki atmosfer. bir şeyi yapmış olmak için yapan insanın hayatının sıkıcı bir kesitini anlatmak ancak zeki bir amerikalının aklına gelirdi zaten.resmin bize göre sağındaki küçük kulube gibi yerden çıkan orta yaşlı bir adam evin içine girer orada ayaküstü bir şeylerle oyalanır ve tekrar dışarı çıkıp gündelik işlerle uğraşmaya devam eder. etrafında dolaştığımız ama bir türlü kabullenmek istemediğimiz bir gerçeği usul usul, yedire yedire, inceden inceden anlatır faulkner. 12-13 yaşlarındayım. cumartesi öğlen. 90'lı yıllar yani. tv izliyorum. birkaç kanal var zaten. ilginç bir şeyler olur da sıkıntım dağılır diye düşünüyorum. bu oldu gerçekten. hatta şu şarkı çalıyordu ben tam bunları düşünürken 


heheh görüldüğü üzere hiçbir şeyi unutmam ben. bazen insanlar kendini iyi hissetsin diye unuturmuş gibi yaparım, fark etmemiş gibi yaparım. ama her şeyi görürüm, hiçbir şeyi unutmam.


epeydir dinlemediğim bir şarkıyı dinledim dün. Deus'un for the roses'ı.  bu pilav daha çok su kaldırır

8 Temmuz 2019 Pazartesi

Çaresiz kuşanıyorum başkalarını yahut blues

“Ama bir yerden yine sızıyorlar/Bir şehir bir elbise çarşısı bir öbek çiçek bir başkasının isteği/Yine sızıyorlar/Çaresiz kuşanıyorum başkalarını”
varoluşçluk anlayışını başkalarını olumlama üzerine kuran jaspers bunu pek beğenmezdi sanırım. "ille gerekli miydi başkaları?" diyen zebercet ise bunu beğenirdi galiba. zebercet'in "gecikmeli ankara treniyle gelen kadın"a olan alakası,  "Çaresiz kuşanıyorum başkalarını” dizesini çağrıştırıyor bana acaip şekilde. gatgk yani gecikmeli ankara treniyle gelen kadın'ın otele geri dönmemesi zebercet için kendini gerçekleştirmenin imkanı oluyor yani bir nevi zebercet'in kendi olmaklığına zebercet'i tevdi eden bir fenomen bu. fenomen: "bilincin dışında, ona bağımlı olmaksızın varolan her şey." peki ama gatgk, şu haliyle bir fenomen mi bu tanıma göre? zebercet'in zihninden bağımsız bir gatgk yok. of ya "kurmaca dünyanın fenomenolojisine giriş" diye bir makalenin çatısı olacak şeyleri karmakarışık yazıyorum ki bunun herhangi bir kıymet- i harbiyesi yok.

"And if you're offering me diamonds and rust
I've already paid" şimdi bir şair, bir insan bunu nasıl söyleyebilir ya aklım almıyor... öncelikle bu amerikalılar şiire uzak görünürler ama bunlar kadar şiirsel öz taşıyan bir millet daha yoktur. son tahlilde şiirini en sevdiğim millet de bunlardır. adamların hollywood dışındaki sinemaları falan da gayet şiir tadındadır.. aslında coğrafyaları çok şiirsel ondan hep bence. (edebiyat doktorası yapmış biri gibi yazmıyorum farkındayım.) missouri'ye trenle giderken camdan dışarıyı izleyen biri olarak söylüyorum bunları. (yalan; ama bunu yapmayı çok isterdim) joan baez bir şairdir ve bunları bir şair için (bob dylon) söylüyor.  "ve eğer bana elmaslar ve pas öneriyorsan / ben zaten ödedim" şeklinde türkçeye çevirebiliriz bu cümleyi ama bir şey eksik kalıyor burada. ben kötü çevirdiğim için eksik kalmıyor bir şey; orijinalinde var bu eksiklik ki bilen bilir bir şey eksikse şiirseldir. joan baez ablamız neyi ödemiştir belli değil burada tam olarak ama tahmin ediyoruz ne demek istediğini ablamızın.  bedel ödemek. bir şeye hayatın anlamı denilecekse illa ki bedel ödemek olabilir o; çünkü her şey bir tercih bedel meselesidir. bir şey tercih ederiz ve bedelini öderiz onun. burada baez abla neyi tercih etmiş neyin bedelini ödemiştir? pas'ın mı elmas'ın mı? yahut ikisinin mi?

"Çaresiz kuşanıyorum başkalarını” yahu bu nasıl bir gerçektir, aklım almıyor. bütün bir hayatın özeti gibi sanki. turgut uyar'ın bıraktığı yerden behçet necatigil alıyor: "kaçarım bulurlar / bağrımda yaralar / sürüp gider eskirim." diyerekten. yani bu mevzuu önemli. yüksek lisans tezini yazarken, zebercet'in aslında ille gerekli mi başkalarından gatgk'a giden bir süreci yaşamasının getirdiği aydınlanmanın onu intihara sürüklediğini savlayacaktım ama siktir et demiştim sonuçta sıradan bir tez yazıyoruz kimseye hayatın sırrını vermek gibi bir misyon edinmişçesine yazmaya gerek yok demiştim. (içimden). bütün bir kurmaca sanat bilmezlikten aydınlanmaya giden kahramanın hikayesidir. masallarda da böyledir bu. kabaca örnekleyecek olursak, sözgelimi katilin kim olduğunu  BİLMEYEN bir kahraman vardır ve eser boyunca o kahraman ve tabiatıyla da biz, katilin kim olduğunu ÖĞRENİRİZ. yani bilmezlikten bilir olmaya ilerleriz. bazen buna tahammül etmek çok zordur like a zebercet... dil de böyledir olumsuzdan olumluya gider hep deyimler falan da. ama neyse işte.. tekrar eden rüyalar görmeye başladım yine ve yine sol gözüm seyirmeye başladı. en son babam vefat ettiğinde (kontrol ederken yazıyı burada takılıp kaldım. vefat ettiğinde değil öldüğünde demeliyim. babam öldü çünkü. öldü.) seyirmişti ve sonra epey uzun meşakkatli bir doktor sürecinden sonra geçmişti. şimdi gitmedim doktora acaip sıkıldım hastaneden de doktorlardan da. "hastaneyi yol eyledik bu sene / gel hele de gülüm gel hele" diye bi dize vardı ilkay akkaya'nın söylediği bir türküde geçiyordu. ama ne zaman çok üzgün olsam içimde hep şu türkü döner



böyle aksaray'ı geçip ankara'ya doğru giderken sağda tüm heybetiyle yükselen hasan dağı'nın görüntüsü eşliğinde gelir bu türkü bir de niye bilmiyorum. iç anadolu bozkırına doğru nasıl gidersen git ne için gidersen git fon bu minval üzere oluyor hep bende.

freud hayatın sırrını çözüyor gibi ama tam idrak edememiş sanki. ama lacan çözüyor galiba ya sanırım. gerçekten lacan mevzuyu anlamış. insan eksiklik üzere halde tamam ama neden hep böyle? işte bu kısmı anlamaya çalışması bile onun mevzuyu anladığını gösteriyor. bu kısmı doğru anlamıştır, anlamamıştır eyvallah ama sır burada, bunu anlamış puşt.

elazığ murat turizm'e ait 0302 otomarsan mercedes (resimdeki alet oluyor bu) otobüsle elazığ'a gidiyorduk annemle. renk de aynı bu renkti. çocuktum okula gitmiyordum daha.


elazığ'a yaklaşmıştık, kömürhan köprüsünü yeni geçmiştik. güneş doğmamıştı ama ortalık aydınlanmaya başlamıştı. şoförün oradan belli belirsiz "yoğurt koydum dolaba" gibi sözleri olan bir türkü çalıyordu radyodan. anneme baktım, uyuyordu. uyandırmak istediğimi hatırlıyorum annemi çünkü mutfakta yemek yaparken falan bu türküyü mırıldanırdı annem. mutfağın balkona yakın olan değil de koridordan mutfağa açılan kapının olduğu tarafta oturur annemi beklerdim, o bu türküyü mırıldanırdı bana yemek hazırlarken. ben yemek seçerdim. annemse istediğim yemeği yapardı. sinirlenirdi, söylenirdi, kızardı ama istediğim yemeği (genelde patates kızartması olurdu bu) yapardı.

rus avangard şiiri veya amerikan şiiri. bunlardan daha güzel bir edebiyat yok ya. ben cummings'i falan acaip seviyorum. whiteman'ı falan da. "şiir orijinal dilinde güzelmiş, şiir çevrilemezmiş" falan boş laf bunlar. "ben şah ve matım kendime / hiçbir şeyim ve hiçbir yere koşuyorum" diyor Gennady Samoilovich Gor diye bir rus şair. kendine şah mat olmayı düşünüyorum.. sonra birinin rastgele bir sokak köpeğini sevmesini. keşke hiç ölmesem, annem hiç ölmese. artık sadece blues ve caz dinlemeye karar verdim. telefondaki, bilgisayardaki şarkıları sildim hep. chet baker çalıyor bir yandan şimdi. özel televizyonların yayına geçtiği ilk zamanlardı. star 1'de yabancı klipler dönüyordu, "blue spanish sky" diye bir şarkı... acaip sevmiştim o zaman. chet baker'ın almoust blue'sunu da acaip sevdim çok çok sonra. bi plak çalar alıp bu cazcı, bluescu tayfanın plaklarını almayı düşündüm, sonra vazgeçtim benim gibi yarı aydına, yarım yamalak müzik zevki daha da yakışır. hugh Lauire de blues yapıyor; doktor house da çalardı arada bir tevekkeli değilmiş.

"bizi gerçeklerden ayıran algının kapılarıdır." william blake yazmış bunu. böyle bir dizeyi ancak bir ingiliz yazabilirdi. beyaz adam kadar her şeyi anlayabilen yoktur, her şeyi anlamaktan rahatsız olup onu eğip büken de. kendimi kandırmayı ilk fark ettiğim dönemlere denk geliyordu huxley vasıtasıyla bu dizeye ulaşmam. sonra the doors işte. 'eğer algı kapıları temizlenseydi her şey olduğu gibi görünürdü: sonsuz.'' ne bunu yazabilecek ne de bunu anlayabilecek kapasite bende var. ama ne zaman blues dinlesem aklıma bu söz geliyor. sadece geliyor, o kadar.blues demişken, doktor house nasıl da iyi blues yapıyor ya


doktor house izlediğim neyse geç oldu bi kaç bi şey daha söyleyecem ama daha sanki. sonra belki.
 Chet Baker'dan "the thrill is gone" çalıyor. çıldırmamak: bunu başarmaktan başka da bir başarım yok sanırım bu hayatta. "başarım yok" başarı kadar başkaları üzerinden tanımlanan başka bir şey daha yok neredeyse bu ülkede. kimseler bana bir şey sormasın diye kimselerle görüşmemeye başladım. fazlasını anlatmaya dermanım yok.






4 Mart 2019 Pazartesi

aşamadığım şeyler yahut emine akçay

"Adana’da eşi bir yıla aşkın süre işsiz kalan ve ev kirasını 8 aydır ödeyemeyen 26 yaşındaki Emine Akçay, çocuklarının üşüdüğünü görünce cebindeki son parayla odun almaya gitti. O kadar az parası vardı ki oduncu ‘Bacım bu paraya odun mu olur’ dedi. Ama anne Emine Akçay ısrar etti, bir çuval odunu alıp eve geldi. Odunlar ıslandığı için yanmadı. Lastik parçalarını tutuşturmaya çalıştı; olmadı. Emine Akçay, çocuklarının ısınması için çalıştırdığı saç kurutma makinesini küçük oğluna verdi. Daha sonra diğer odaya gidip, tavandaki salıncak demirine ip bağlayarak, kendini astı." (http://www.hurriyet.com.tr/gundem/cocuklari-usumesin-diye-sac-kurutma-makinesini-calistirdi-yan-odaya-gecti-ve-20132171) 2012 yılından bu haber. ben bu habere özne olan (nesne mi demeliyim?) emine akçay'ı aşamıyorum. bunun sineması bunun filmi bunun hikayesi yazıldı.. okudum birçoğunu da ama heyhat ben bunu aşamıyorum, ben emine akçay'ı aşamıyorum.

emine akçay, çocuklarının eline fön makinesini verip ardından kendini asacağı odaya giderken o kısacık mesafede ve anda ne düşündü? daha önce de bahsetmiştim daha doğrusu bahsetmeye çalışmıştım, çok hayati şeylerle karşılaşıldığı anlarda yapılan hareketlerin nedenini anlamak için ömrümden ömür vermeye razıyım desem yeridir. söz gelimi doktor, hastaya çok az ömrü kaldığını söylediği tam o anda hastanın yaptığı hareketler, mimikler.. aklından geçenler... yahut ne bileyim cezası yüzüne okunan bir idam mahkumunun tam o anda yaptıkları, düşündükleri.. emine akçay intihar edeceği odaya girdiğinde yerde bir iğne görseydi mesela ne yapardı, alır mıydı o iğneyi yerden yoksa aldırış etmez miydi? bilmiyorum.

birkaç yazar benim bu derdime düçar olmuş olacak ki kahramanlarının intihar anı üzre halini tasvir ederken onlara anlatmaya çalıştığım şeyi yaşatırlar. mesela goethe'nin Faust'uyla yusuf atılgan'ın zebercet'i.
 Şimdi önce Zebercet’in intihar sahnesi:
"İpi boynuna geçirdi; düzeltti. Tam o sıra dışarıdan birkaç arabanın korna seslerini duydu; başka araçlar da katıldı buna; kornalar, tren düdükleri, fabrika düdükleri arasız, kesintisiz ötmeye başladılar. Neydi bu? Kulakları mı uğulduyordu? Yoksa dışarının, başkalarının bir çağrısı mıydı? Yüzünü buruşturdu. Sağdı daha, her şey elindeydi. İpi boynundan çıkarabilir, bir süre daha bekleyebilir, kaçabilir, karakola gidebilir, konağı yakabilirdi. Dayanılacak gibi değildi bu özgürlük. (Atılgan, 2000: 108)
Faust’un intihar sahnesi ise şöyle:
Kendimin hazırladığı ve seçtiği bu son yudumu bir bayram selamı olarak sabahın şerefine intihar etmek üzere içiyorum.
(Faust kadehi ağzına götürür. Tam bu sırada Paskalya yortusunun başladığını bildiren çan ve koro sesleri duyulur.)
Melekler korosu:
İsa dirildi!
Şimdi varlıklarını,
Irsi ve mahvedici
Günahlar sarmış olan
Ölümlüler, sevinsin!
Faust: bu derin uğultu, bu tatlı ses kadehi ağzımdan zorla çekiyor! (Goethe, 2005: 26-27)
Bu iki intihar sahnesinde ortak nokta şudur: Zebercet de Faust da tam intihar ederken dışarıdan gelen seslerle bir an ikircik yaşamışlardır. Faust’un intihar sahnesinde Faust’a ikircik yaşatan ilahi ve çan sesleriyken, Zebercet’e ikircik yaşatan sesler ise  Atatürk’ün ölüm anı olan 9: 05’te çalınan siren ve korna sesleridir. emine akçay tam intihar edecekken dışarıdan hiçbir ses duymadı mı? duyduysa da hiçbir şey ifade etmedi mi ona o an duyduğu bir ses yahut görüntü?

 intihardan vazgeçiren dış sese halit ziya'nın mai ve siyah'ında da rastlarız. (bu arada nasıl severim bu romanı da.. ah kuzum ahmet cemil...)

"Bunların siyah kucağına atılmak yarın doğacak olan güneşin hayatın sefaletleriyle istihza eden ziyasından kaçmak ilelebet bu siyahlıklar içinde sonsuz bir yoklukla mesut ve müsterih yuvarlanıp gitmek... O zaman kendisini bu dalgaların arasında süzülüp latif bir gayş ile mest olarak sinirleri uyuşarak denizin o dipsiz uçurumlarına doğru iniyor vahmetti.  bitmeyen bir su kut ile zulmetleri tabaka tabaka yararak su siyah dalgaları kütle kütle sırtına alarak yavaş yavas muntazam bir ahenkle ademe tam bir teslimiyetle iniyordu. Evet bir karar hamlesi yalnız bir küçük hareket nasipsiz geçen hayatiyle şu faydasız vücut arasında bu denizin bütün siyah tabakalarını bir sed silsilesi gibi bırakarak ta su ummanın bir türlü sonu bulunmayan derinliklerine kadar inecekti. Birdenbire silkindi Ta yanı başında bir ses Cemil niçin karanlıkta yalnız oturuyorsun diyordu. O vakit titreyerek ayağa kalktı..." mai bir gecede tecessüm eden hayalleri siyah bir gecede sükuta uğrayan ahmet cemil geminin güvertesinden kendini karanlık sulara tam atacakken biricik annesinin sesiyle irkilir ve annesinin yanına gider. intihardan vazgeçer yani kuzum ahmet cemil.

 intihardan vazgeçiren bu dış sesin müntehirdeki işlevi ilk bakışta hayatı duyumsattığı için onu intihardan vazgeçirdiği yönünde gibidir. yani hayat intihar edeni çağırır ve kişi intihardan vazgeçer gibi duruyor ilk bakışta fakat öyle değil. tam tersi. yani intihardan vazgeçiren dış ses kişiye hayatı değil ölümü hatırlattığı için kişi vazgeçer intihardan. hayatı duyumsayan ise intihar eder yani eylemini nihayete erdirir. sonsuz olasılık ve kaygıdan mülhem hayatı duyumsadığı için var olmamayı seçer kişi demek istiyorum, dedim. hayatı duyumsayan intihar edebilir ölümü duyan ise intihar edemez. ölüm hep hayata itendir; hayatsa ölüme iten. zebercet'in tam intihar anında hayatı duyumsayıp intiharından vazgeçmemesinde olduğu gibi yani.

bilmiyorum kaç zaman oldu emine akçay'ı aşamıyorum ben. bir de "hakkari'de bir mevsim"deki şu sahneyi:

“Alaaddin geliyor. Gece
Hoca, benim kardeş hasta, diyor.
Nesi var? diyorum.
Ateşi var çok, diyor. Ölecek.
İlaç vereyim mi? diyorum.
Hayır, portakal ver, diyor.
Portakal yememiştir hiç.

bir de rabia naz'ı aşamıyorum. selfie yaptığı bir fotoğrafı var nasıl da haylaz bir ifade var yüzünde. sanki annesinin ya da babasının telefonunu gizlice almış da kendi fotoğrafını çekmiş gibi. babası kızını öldürenlerin yargılanması için çırpınıyor. adalet sağır dilsiz duvar olmuş babaya. kızının intihar ettiğine inandırmaya çalışıyorlar babayı "nüfuzlu" katili ve yardakçılarını korumak için. sıkışıp kalıyorum böyle başkalarının adalet duygusunun incinmişliğiyle kendi gündemim arasında. başkalarının adalet duygusunun incinmesi beni de incitiyor ve esasen kendi gündemim oluyor o da bir şekilde. aşamıyorum hiçbirini, gün içinde bir yerde alakasız bir vakitte rabia naz'a araba çarptığında canı nasıl da yandı acaba diye düşünürken buluyorum kendimi. işte burada tanrı devreye girmeliydi ama girmiyor. bekleyin öbür dünyada devreye girip her şeyi halledecem diyor ama bu benim için yeterli değil. çarpmanın etkisyle rabia naz'ın bacağından damarlar dışarı çıkmış otopsi raporuna göre, kim bilir nasıl da yandı canı annesinin babasının bir tanesinin. sayın tanrı orada devreye girip o acıyı dindirmediyse artık söz söylemeye de hakkı yoktur.

 "Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım"

demiş ve  sanki örtbas edilen bu cinayet için yazmış şiirinin bu bölümünü ece ayhan. rabia naz'ın ölüm yıl dönümü içim okulunda bir anma programı düzenlenmiş, arkadaşlrı şiir falan okuyorlardı. ben olsam ece ayhan'ın aynı şiirinin şu bölümünü okurdum: 

 "Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek."

ortaokul 1. sınıftaydım, öğlenciydim, okula gitme saatinin gerginliğiyle tv karşısında bir şeyler yerdim o zamanlar hep. trt 1 vardı tabii sadece; trt 2 de vardı gerçi ama o akşamları yayın yapıyordu. kahvaltıyı hazırlarken annem radyo dinlerdi, sanyo marka tek kaset çalarlı bir radyoda trt radyodan türküler dinlerdi annem ve eşlik de ederdi bazen türkülere. (sonra Loewe marka çift kasetçalarlı bir teyip almıştık) sonra yavaş yavaş okul vakti gelirdi, gri pantolon, beyaz gömlek lacivert ceket ve lacivert kravattan oluşan son derece zevksiz üniformayı giyip okul yoluna düşerdim. sonra okul bitince akşam hızlı hızlı hatta kimi zaman koşarak eve giderdim. yemek hazır olurdu. annemle bir yandan yemek yiyip bir yandan hayat ağacı adlı diziyi izlerdik. izlerken de yorum yapardık birlikte. bazen bu anılara gömülüp kalıyorum aşamıyorum bu anları. ahmet dayımın köydeki evinin salonundaki duvarda geyikli bir kilim vardı. çok sonra, yıllar yıllar sonra balcalı otobüsünde okula giderken "geyikli gece" şiirini okumuştum, çocuktum elazığ'ın bir köyünde, bir evin duvarındaki geyikli bir kilim tasviri ve turgut uyar falan hepsi buluşup karmakarışık saatler içinde varoluşuyordu zihnimde. kim bilir hala bu yüzden midir nedir
"Üç ev görse(m) bir şehir sanıyordu(m)
Üç güvercin görse(m) Meksika geliyordu aklımı(z)a"

neyse işte böyleyken böyle.. bahar da geldi artık iyiden iyiye. aralıklarla yaza yaza 1 mayıs'a kadar gelmişim. 4 nisan'da başlamışım yazmaya. bugün artık 1 mayıs, işçinin emekçinin bayramı. yaşasaydı emine akçay'ın da bayramıydı bugün. aslında bugün zaten sadece eminelerin bayramı; emineler derken yani anneleri evlere temizliğe gidenlerin bayramı. 

20 Ağustos 2018 Pazartesi

En kötü belirsizlik netlikten daha iyidir yahut bir tereddüdün romanı

Ameliyata girmeden önce cüzdanı, telefonu, araba anahtarını falan hemşireye emanet etmek. bunu düşünüyorum kaç zamandır ve bunu idrak ettim geçenlerde.  Bu burada dursun.

 bir de  Kaptan ahab bir de bekir bir de belirsizlik bir de hamlet. bunlar da burada dursun.

ilk kez sözümde durup tamamlayacağım dediğim bir postu tamamlayacağım sanırım. son birkaç gündür aynı tip rüyalar görüyorum. ana temaları birbirine benzeyen bu rüyalar arasında net olarak tüm ayrıntılarına kadar hatırladığım bir tanesi şöyle.

birleşince mükemmel bir daire oluşturan böyle havuç dilimi denen baklavalar şeklinde dilimlenmiş bir nesne var. çobanların giydiğine benzer tuğla rengi  kepenek giymiş birisi bu mükemmel daireyi bel hizasında iki eliyle tutmuş bekliyor. sonra birisi -kim olduğunu bilmediğimi düşündüğüm biri- tam o anda bu daireden bir dilim çekiyor ve daire eksiliyor. epey bir süre 'yoksa çeken ben miyim?' diye düşünüyorum. elimde sanki biraz önce bir dilim vardı ve kimse görmeden onu bir yere attım gibi hissediyorum ama emin değilim. sorarlarsa daireyi ben bozmadım demeyi düşünüyorum.

aynı minval üzere hatırladığım diğer bir rüya da şöyleydi:

bir okulun bahçesinde çember olmuş şekilde bilmediğim bir oyun oynayan çocuklar var. çocuklar kara önlüklü. başlarında bir öğretmen yok ama son derece nizami bir şekilde -yine daire şeklinde- dizilmişler. çocuklar aksayan hiçbir sesin olmadığı mükemmel uyumla bilmediğim bir şarkı söylüyorlar aynı zamanda. sonra çocuklardan biri binaya doğru koşmaya başlıyor. 'bozuldu' diyorum içimden. çünkü çocuk koşmaya başlayınca daire şeklini almış olan çocuklar şarkıyı kesiyorlar. şarkı da daire de bitiyor o anda.

eksiklik yahut tamlığın bozulmuşluğu yahut ne bileyim yoksun olma hissi.. kaptan ahab'ın uçsuz bucaksız okyanuslarda beyaz bir balinayı bulmak için gece gündüz pupa yelken yol almasına sebep olur. burada eksik olan kaptan ahab'ın ayağıdır. bu ayağın eksik olmasının sebebi ise beyaz bir balinadır (moby dick). malum hikaye, moby dick kaptan ahab'ın ayağını koparmıştır ve ahab da intikam almak için moby dick'i bulup öldürmek istemektedir. oysa kaptan ahab da biz okuyucular da biliriz ki kaptan ahab balinayı öldürse de kaptanın bacağı yerine gelmeyecektir. fakat buna rağmen ne ahab'ın tayfası ne de okur olarak biz ahab'ın uçsuz bucaksız okyanuslarda tek bir balinayı arama isteğini yadırgamayız. samanlıkta iğne aramaktan bile daha saçma daha imkansız bu eylemi bize yadırgatmayan nedir tanrım? ne zaman kendimi bu soruyla (belki sorunsal demek daha doğru) karşı karşıya bulsam luis bunuel'in "That Obscure Object of Desire" (Arzunun Şu Belirsiz Nesnesi diye çevrilmişti türkçeye) filmini hatırlıyorum ve  cevabın bu filmde olduğunu düşünüyorum. filmi bi kaç kere izledim ama tekrardan salt bu soruya cevap olup olmayacağını anlamaya çalışacak şekilde izlemedim. böylece bunuel'in benim sorduğum bu soruya cevap verip vermediğini net bir şekilde bilmiyorum. sadece belli belirsiz cevap orada o filmde sanki ama bilmiyorum net değil bu. aynı minval üzere bir film daha var bekir'in uğur'un biteviye peşinden  gittiği film: kader.

Mathieu'nün Conchita'nın peşinden, bekir'in uğur'un peşinden kaptan ahab'ın moby dick'in peşinden gitmesi... bu üçünü eksik olma parantezine alabiliriz. varlığın en önemli yanı eksik olma halidir ve tek net olan da budur varlık için. başka hiçbir şey eksik olmaklık kadar net değildir.  bu yüzden en kötü belirsizlik bile netlikten iyidir daima. siz bakmayın insanların en kötü netlik belirsizlikten iyidir demelerine, boş laf bunlar.. ötesi berisi yoktur bu basmakalıp sözlerin. Asghar Ferhadi'nindi yanlış hatırlamıyorsam "elly hakkında" filminde geçiyordu ''kötü bir son, sonsuz bir umutsuzluktan daha iyidir.'' diye bi repliği vardı. hep nietzsche yüzünden oluyor bu. buna benzer sözleri vardır nietzsche'nin de. insanlar sınamadıkları gerçekliğe dair büyük büyük sözler etmeyi seviyorlar. ferhadi de böyle yapmış. büyük büyük laflar ama hayatta karşılığı yok bunların ne yazık ki.

malum peyami safa'nın romanıdır "bir tereddüdün romanı". kendisinden beklenmeyecek kadar da iyi bir romandır bu roman. anlattığı konu özgün olmasa da iyi anlatır konuyu. konu: tereddüt. kararsızlık ya da diğer bir deyişle. mevzunun en iyi işlendiği yer şüphesiz hamlet'tir. hatta hamlet'e "bir tereddüdün tiyatrosu" dense yeridir. (peyami safa da farkındadır bunun bu arada, yani romanda anlatmaya çalıştığı mevzuunun shakespeare tarafından kusursuz anlatıldığının) kaptan ahab hamlet'ten farklıdır tereddüt konusunda. ahab asla tereddüt etmez moby dick'i bulup intikam almak hususunda. hatta kaptan ahab kendini demir raylar üzerinde giden bir lokomotife benzetir moby dick'i ararken. yani bu kadar nettir ahab. ahab'ın netliğini besleyen onun eksikliğiyidi. hamlet'in tereddüdünü besleyen yine onun eksikliğidir bilen bilir. ee yani diyebilirsiniz... e'si falan yok öyle işte.

eksiğim
eksiksin
eksik
eksiğiz
eksiksiniz
eksikler

bu yani işte hepsi bu. bir sorunu çözmek istediğimizde öncelikle çözmek istediğimiz şeyin gerçekten bir sorun olup olmadığından emin olmalıyız. yani her düğümlenip önümüzde duran şey sorun olmayabilir. intikam konusunda ahab bunu bir sorun olarak kabul etti ve eyleme geçti. hamlet de aynı konudan yani intikam konusundan muzdaripti fakat o harekete geçemedi. yalçın küçük'ün yerinde tabiriyle aydın kararsızlığı içinde dönüp durdu ortalıklarda hamlet. Martin Luther, "harekete geçirmeyen düşünce gereksizdir" der. intikam, kaptan ahab'ı harekete geçirdi; hamlet'i ise tereddütler içinde hareketsiz kıldı. şu halde intikam hem gerekli hem de gereksiz bir duygudur gibi salakça bir çıkarım yapmayacam tabii. ama anlamaya çalıştığım şey, bizi harekete geçiren şey bizim eksikliğimizden beslenen bir şey midir? bizi tereddütte bırakan şey  eksikliğimizden beslenir daima. burada düğümleniyor gibi sanki mevzu. ama sorun olan eksikliğinin üzerine düşünüp onu bir sorun halinden bir sorunsallığa evrilten kişi için tereddüt kaçınılmazdır tespiti yapılabilir. diğer bir deyişle kaptan ahab, moby dick'i öldürmeyi düşünür; hamlet ise intikam kavramının bizatihi kendisini. bir balinayı öldürmek sorunsal haline gelemez fakat intikam duygusu üzerine düşünmek bir sorunsal halini alabilir. kişi zaman zaman intikam çok da gerekli mi acaba diye sorabilir kendine. sorunsal haline getirdiğimiz şeyler için de harekete geçmeyiz. çok acıktığında ne yesem diye düşünüp sonunda düşündüğü şeylerin hiçbirini yemeyen insanı düşünelim. ya aslında bana böyle oluyor bunu konuyla bağlamayacam ama iskender mi yesem kebap mı tavuk döner mi yoksa pizza falan mı derken evde çorba falan yaparken bulurum kendimi. konuyu toparlayamadığım için saçma bir örnekle mevzuyu sulandırmaya çalışıyorum, anladınız kaçmaz sizden biliyorum. ama şimdi şöyle bol soslu, tereyağlı iskender (1.5) olsa fena olmazdı. ya da yeşil kapı'da  karışık bi kebap...

imkanlar dahilinde ve zaman sıkıntısını aşmış olmayı umduğum -böyle bir zaman dilimi hiç olmayacak olmadı da- bir zamanda bu yazdıklarımı Lacan'ın "objet petit a" tezi üzerinden temellendirip açıklamayı umuyorum. "büyük öteki" bak bak adlandırmaya bak çakal lacan.. herkesin bildiği şeye böyle havalı adlar vererek ne yapmak nereye varmak istemektesin? sanırım türkiye'de kimse lacan hakkında tam bir fikre sahip değil. ben de dahilim tabii buna. ama temelde söylediği şeyler kaptan ahab'ın yahut bekir'in falan yaşadığı şeyden çok uzak değil. onun tek farkı sanırım her iyi avrupalı entelektüel gibi bunları sistematik bir şekilde anlatabilmesi ve süsleyebilmesi. benim asla ve asla iyi yapamadığım bir şeydir bu. ha türkiye'de bunu yapabilen aydın / entelektüel sayısı 10'u da geçmez ya neyse mevzuu bu değil. mevzunun ne olduğuna dair kafanda bir şey şekillenmedi mi hala? olsun sorun değil bu ama yine de tekrar etmekte faide görüyorum ki aslolan eksik olmak ve bizim bununla baş etme yöntemimizin adına hayat denmesi. (hadi bakalım verdim gittim hayatın sırrını bedevaya hem de) olm acaip laf ettim farkında değilsin. yaz bunu bi yere ya da  yazma sen bilirsin.

kolay karar alabilen insanları kıskandığımı takdir etiğimi defaetle dile getirdim burada. ama kolay karar alabilen ,gerçi kolay olmasa da genel anlamda karar alabilen insanlar diyeyim, insanlara dair en sevmediğim şey yani bu tip insanların en sevmediğim özelliği kolay karar alamadıklarını iddia etmeleridir. oysa bu büyük bir yalandır. karar alabilen insan karar alabilmiştir.

epey olmuş buraya dönmeyeli. tezi verdim. doktorum artık. ne sikime derman olacak bilmiyorum ama öyleyim. türkolog olmak gibi bir amacım yoktu fakülteye başlarken ama bir şekilde oldum işte 6 aralıkta. ne olduğunu da anlayamadım açıkçası yani tadına da varamadım sanki doktor olmanın. bi tadı var mı onu da bilmiyorum açıkçası.

tolstoy'a atfedilen bir söz var: (sözün ona ait olup oladığını teyit edemedim ne yazık ki, okuduğum hiçbir tolstoy eserinde böyle bir söze de rastlamadım) "tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar:
ya bir insan bir yolculuğa çıkar; ya da şehre bir yabancı gelir."
"Selim yaşamıyordu artık ve gene aynı evde oturuyorlardı. Bu olayın etkisini eşyada görmek imkansızdı." tutunamayanlar'da geçer bu cümle. Tezi yazarken fark etmiştim. Sartre'ın nesnelerin şahitliği tabiriyle okuyunca... Geçmişine şahitlik eden eşyayı koruma iç güdüsü..

iki şey var anlatmayı istediğim. belki bir kitap olarak da yazabilirim bunlardan birini doçentlik tezi için. eksiklik duygusunun edebiyat için oluşturduğu motivasyonu yazabilirim bu minval üzere. yukarıda ana hatlarını verdim bu olası yazının.  diğeri ise bilimsel bir yön taşımayacak bir kitabın konusu olabilir. deneme, anlatı tarzı gibi bir şey yani. konu trajedisizlik. bunu anlatmak zor ama bir o kadar da her günkü hayatın içinde bir gerçek. biraz önce balkondan aile içi bir kavgayı izledim baya. tezin düzeltmeleri üzerine çalışıyordum. bir kadının çığlığıyla irkildim desem yalan olmaz. 10. katta oturan birini irkiltecek kerte güçlü bir çığlık... karşı apartmanın altında bir oyun merkezi var onun önünde bir kadın başka bir kadınla -diğer kadının yaşı biraz büyük gibiydi- saç saça baş başa kavga ediyor bir tane erkek onları ayırmaya çalışıyor ve 4 yaşlarında bir çocuk ağlıyordu "anne  anne " diye. tam bu esnada polis geldi ve çığlık atan kadın, bunlar çocuğumu kaçırıyor diye şikayette bulunmaya başladı polise, adam ben babasıyım diyor, diğer yaşlıca kadın saçını başını yoluyor kenarda ve çocuk anne anne diye ağlıyor. hal bu hal üzre. adam çocuğu arabaya bindirip arabayı kitledi bir an. çocuğun annesi olan kadın arabayı tekmelemeye başladı, kendini arabanın önüne attı. diğer yaşlı kadın üstüne atıldı annenin. polis sadece mal gibi izliyor ayırmaya çalışıyordu bu anlarda. çocuğun babası arabaya binip kaçmaya çalıştı polis durdurdu. ama çocuğun çığlığı kulağımı yırtıyor, yırtıyor... kadın sürekli "vermem çocuğumu" diye bağırıyordu. diğer yaşlıca kadın -sanırım çocuğun halasıydı- tekrar atıldı annenin üstüne ve polis de zıvanadan çıktı o andan itibaren ve herkesi susturdu. adamı ve diğer yaşlı kadını arabaya bindirip karakola gönderdiler. sonra ekip arabasına anneyi bindirip gittiler. işte  burada ANNENİN, ÇOCUĞUN, BABANIN, YAŞADIĞI ŞEY TAM DA TRAJEDİDİR; ama bunu değil trajedisizliği anlatmak istiyorum ben. (1 yıldır yazmıyordum buraya. 2019'a girdik. nasıl espiri ama süper di mi? sense of humour'umu kaybetmedim hala görüleceği üzere.) trajedisizlik. bunu zihnimdeki bazı fotoğraflarla anlatmak çok kolay olurdu ama bir şartla: zihnimdeki fotoğrafların çıktısını alabilmem gerekirdi. yazarak anlatabilirim bu fotoğrafları ama sadece fotoğraftaki kişiler anlayabilir bunu; üçüncü kişilere çok bir şey ifade etmez o yüzden bu da beyhude bir çaba olur. acıyı saf acıyı yıllarca beslemeye yetebilecek potansiyele sahip birkaç fotoğraf zihnimde dönüp duruyor ve fakat bende bir trajediye tevdi olmuyor bir türlü bu fotoğraflardaki acı. sanırım bütün bir ilm- i psikiyatri ve ilm- i psikoloji ve dahi müsekkin sanayii bu trajedisizlik durumunu tesis için çaba sarf etmek üzere müteşekkil olmuştur.

 "hiçbir şey tutkuya dönmüyor bende" demiştim bir zaman. bunu da zeki olmamama ve korkak olmama yormuştum. bir de benliğime düşkün biri olmam tabi. hem zeki değilsin hem cesur değilsin bir de üstüne üstlük bencilsin. bir olayın trajediye dönmesi çoğu zaman kişilerin olayla ilgili tutumlarında... diye başlayıp bir yığın afili laflar edecektim ama insanın annesi hastaysa çok hastaysa içinden hiçbir şey yapmak gelmiyor. gün boyu çocukken yaşadığım, annemle olan anlar geliyor gözümün önüne. insan yabancılaşarak hayatta kalabiliyor diğer bir deyişle trajedisizleşebiliyor. trajedisizleşebilmek tabirini, bir çeşit "her şey yerli yerindeymiş gibi yaşayabilmek" anlamında kullanıyorum. sevdiklerimize verebileceğimiz en güzel hediye onlara karşı her şey yerli yerindeymiş gibi davranabilmemizdir sanırım.

çok eskiye dair anlar, bir şekilde zihnimde belirdiğinde -ki bu yerli yersiz zamanlarda olur genellikle- merak ettiğim bir şeyle karşı karşıya kalırım hep. beliren anın öncesi ve sonrasındaki herhangi bir an değil de neden o an kalmıştır belleğimde? mesela ara ara şöyle bir an belirir zihnimde. babamla başımdaki ameliyat dikişlerini aldırmak için üniversite hastenesine gidiyoruz. setin üzerindeyiz. an bu. ana dair bütün ayrıntılar var zihnimdeki fotoğrafta. babamın kıyafetinden benim kıyafetime, tam o an nereye baktığıma, teypte çalan müziğe kadar... ama mesela bu anın ne öncesi ne de sonrası var zihnimde. ne bileyim babamın eve gelmesi, hasteneye varmamız, dikişlerin alınması eve dönmemiz vs. vs. hiç birine dair bir görüntü yok belleğimde ama setin üstündeki o an mıh gibi duruyor zihnimde. niye diğer anlar değil de o an ille de zihnimde yer etmiş ve zaman zaman kendini dayatıyor bana?

niye parça parça yazıyorsun konu bütünlüğü yok yazdıklarında diye düşüneneler olabilir (olmadı). yaşadığım şu son bir iki ayı sanki binlerce kez zihnimde yaşamıştım. arkadaş zekai özger'in bir şiirinden arta kaldı bu his de.

Sonra bir gün anneler de ölür
Böcekler ve kertenkeleler ölür
Boşalır suyu havuzun kum seddi yıkılınca
Sivrisinekler ve kağıttan kayıklar ölür
Sonra o gün çocuklar da ölür

Biz hepimiz önce küçük bir çocuktuk

Sonra büyüdük hepimiz çocuk olduk
Balçıktan bir külçe olan dölleri
En iri elleriyle kepçeliyen
Ve biçimliyen
Ve hep önce kendidiyle biçimliyen
O dehşetli yontucuyu
Doğumu ve gebelik sanatının bütün hünerlerini
Sütten bir mermere eşsiz bir incelikle işliyen
Anneyi o usta nakkaşı
Unutmadık

Önce anne doğurdu çocuğu acıya
Sonra çocuk acıya anneyi ve ölümü kattı
Sonra herşey ve herkes çocuktan var oldu

Geçti sarp kayalardan aştı nice dağlar
İçti ağulu sütünü hayat denen annenin
Sıkıntının kutsal kabında yıkadı ellerini
Hüznü kuşlara dağıttı unutmasınlar diye onu
Acıyı gömdü toprağa gayrı açar mezarlık çiçekleri

Böyle vardı bir ırmak kıyısına
Anne bir tedirginliktir nerede olsa
Bağırgan bir karmaşadır onun sesi
takılır gibi eski bir gıramafona titrek bir iğne
- bu ayıp bu günah
bu çok ayıp günah
-el ne der sonra
ayak ne der
bırakmaz çoçuğu çocukça yaşamıya

ama bir gün anneyle de hesaplaşılır

çocuk yalnız annesine yaşar çocukken
anne yalnız çocuğuna yaşamaz anneyken
bölüşür anneliği babanın kasığında
çocuğun bakışında çelişkidir büyüyen
ağlamak bir soru olur sevginin yarım payında
-ah baba
niye baba

ve bir gün babalar ölür.

şimdi işin içine freud'u falan katıp hakemli dergide yayımlatmalık devasa bir makale çıkar bu şiirden ama gerek yok buna çünkü bu şiir aklıma annemle hastane koridorlarında beklerken geldi durdu. o yüzden girmeyecem bu şiirin teşrihine ve fakat annem çok hasta. ve benim bunun için yapabilecek hiçbir şeyim yok; doktorların ise var. nerden duydum bilmiyorum aklıma gelmiyor bir türlü: "uykuyla dinlenemeyecek kadar yorgunum artık" diye bir söz kalmış zihnimde. buradan dahi bir trajedi devşiremiyorum. yazıklar olsun bana. ama bir şey devşirebildim yine de bu son günlerde yaşadıklarımdan: neden trajedisizlik bazı insanların varoluş biçimi oluyor, bunu anladım. bilahare anlatacağım ama başım çok fena ağrıyor ve acaip yorgunum acaip.

9 Temmuz 2018 Pazartesi

van gogh, eksiklik vs. vb. vd.

epeydir van gogh'un bu tablosu dönüyor zihnimde. başkaca şeyler de çok döndüğü için midir nedir bir türlü odaklanamadım bu resme ama yine de durmuyor, dağıtıyor; endazeye gelmiyor bir türlü bu resimdeki kompozisyon bende.

zaman: günün hangi saatleri olduğu tam olarak anlaşılamıyor. ağaçların gölgesine bakarak, güneş
 -resme göre- sanırım sol arka tarafta ve tepede değil. bu da mevsimin sonbahar olduğunu düşündürtüyor. resimdeki insan eve doğru değil de evden giderken verildiğine göre vakit sabahla öğle arası bir zaman olmalı. akşam hava kararmaya yakın bir an olsaydı eve giderken resmedilirdi sanki.

mekan: ağaçların bittiği yerde -başladığı yerde mi yoksa?- bir ev var resme göre sağ altta kapı mı pencere mi tam belli olmayan bir açıklık var. zeminden biraz yüksekte olduğuna göre pencere olmalı bu açıklık. pencere açık olduğuna göre ya evde biri ya da birileri var ya da ne evde ne de etrafta kimseler yok. ama resimdeki kişiden başka birileri daha yaşıyor olmalı bu evde; çünkü eve doğru giden sağa doğru kavisli bir tekerlek izi var. insan olmasa da; en azından o tekerlekli arabayı çeken bir hayvan var orada yaşayan.

insan, (dasein) zaman içinde orada bulunandır heidegger'e göre ve bunlar onun varoluşunu belirleyendir. bu tablodaki kişi ve zaman ve mekan tam da heidegger'in anlatmaya çalıştığını kompoze ediyor aslında. evet insan bir zaman içinde orada bulunandır fakat hangi hal üzere? tamamlanmış bir hal üzere mi yoksa eksik bir hal üzere mi? heidegger buna eksik hal üzere cevabını verir. o halde dasein için şöyle bir gerçeklik söz konusu oluyor: insan bir zaman içinde eksik bir şekilde orada bulunandır. eksik bir şekilde orada bulunanı belli belirsiz mi yoksa apaçık, net bir şekilde mi kompoze etmek daha akla uygundur? bence belli belirsiz.


“Unutulmuş gibiyim ben
Ve insan bir bakıma
unutulmuş gibidir.
Bilmem ki nasıl anlatmalı?
Yalnız bile değilim.”

şiirin beni, başkasının zihninden veriyor kendini önce. şiirin beni birileri tarafından unutulmuş olduğunu edilgen bir fiille belirtiyor zira. sonra bu unutulmuşluğu tüm insanlara teşmil ediyor şiirin beni. ve ardından mevzuyu yine kendine döndürüyor ve yalnız dahi olmadığını söylüyor. yalnız bile olamamak: yani eksikliğin eksikliğinin söz konusu olması. yalnız olmak için eksik olmak gerekir oysa şiirin beni yalnız bile olamıyor o halde eksik olması gerektiği şey dahi eksiktir şiirin beni için.

şu halde yalnız olan: bir şeyden eksik olan.
yalnız bile olamayan: eksikliğin eksikliğini çeken. diyebiliriz.

 insan eksiklik üzere olduğuna göre neden tam olarak yalnız olamaz şiirin beninde olduğu gibi? burada eksikliğinin nedenini bilen ve bilemeyen insan ayrımına gitmek gerekiyor sanırım. eksikliğinin nedenini bilen biri yalnız olabiliyor çünkü mahrumdur ve bu mahrumluğuyla orada - bulunandır o. yalnız bile olamayan ise henüz eksikliğini tam bir eksiklik haline getiremediği için yani eksikliğin eksikliği söz konusu olduğu için yalnız olamamakkta. şu halde yalnızlığı bir dolaylı tümleç olarak kabul edersek: yalnız bile olamayan, yalnızlıkta orada - bulunamayan olduğunu söyleyebiliriz. (son cümledeki "yalnızlıkta" sözcüğü dolaylı tümleç görevindedir) insan hiçbir şekilde kendi gibi olamayandır da demek istiyorum aslında. insan kendi gibi olmak istediğinde şu halinde olamayandır; şu halinde olamadığı gibi olmak istediği de olmayandır. tıpkı "yalnız bile değilim" diyen şiirin beni gibi tıpkı van gogh'un tablosundaki insan gibi. bu da işte "bizim büyük çaresizliğimiz" oluyor en sonunda.

çalkantılı bir dönemin vasatlığı diye bir şey var. bende fazlasıyla mevcut bu. çalkantılı bir dönemin vasatlığı!

tekrar van gogh'un tablosuna dönmek istiyorum. resimdeki ben için hala "orada bulunan" diyebiliyor muyuz? tehlikeli oyunlar'da hikmet her şeyin rutin üzre akıp gittiği dönemlerden albaya bahsederken "içimde bir H. vardı suskun ve kızgın orada duruyordu" der. asıl ben'inden bahsederken hikmet değil H. diyen hikmet'e bakanlar orada bulunan hikmet'i mi görmekte yahut tersinde söyleyecek olursak hikmet orada bulunan mıdır? şayet orada bulunansa hikmet, içinde olan H. kimdir? van gogh'un bu tablosundaki kişi kimdir? bizim orada bulunduğu hal üzere gördüğümüz kişi midir? neyin eksikliği üzerine biridir resimdeki kişi? anlayan anladı: Heidgger'in dasein tanımı eksiktir diyorum.



nuri iyem'in şu tablosundaki kadın bir hikayeyle canlanmıyor mu içimizde? neyin eksikliği üzere bir hal içerisinde olduğuna dair koca bir yaşar kemal romanı yazılmaz mı? hangi özgürlüğün karşısında yapıp yapmamanın tereddüdünü duyumsamış olabilir bu kadın? bu tablo bende hep şu şarkıyla birlikte gelir:



çocuğuna nenni derken çocuğunun ileride yaşayacağı kötülüklere iç çeken bu yüzden ninnisine sesinin titremesi sinmiş bir kadın değil mi İyem'in tablosundaki kadın? tarlada sırtında bebeğiyle buğdaya orak sallayan bu kadın hangi eksiklik hali üzeredir? tarladan eve dönüp yemeği ocağa vurmanın eksikliği üzere mi sadece?

"her şey olacağına varır" annemden birkaç defa duymuştum bu sözü. hayatım boyunca abartmadan söylüyorum bu kadar yalın ve fakat bu kadar bilgece bir söz duymadım. her şey olacağına varıyorsa niçin namaz kılıyorsun demedim. bir fakih gibi "dua kaderi bozar" yanıtını bu cümlelere veremese de yaşamıyla bu yanıtı veriyordu çünkü. yahut her şey olacağına varıyırsa her şey eksiklik üzre bir haldedir o zaman diye de sormadım tabii. kendime sakladım sanırım bu soruyu. her şey eksiklik hal üzere... çok acaip ve çok uzun bir cümle bu, çok eski bir şarkıyı hatırlatan:


8 Mayıs 2018 Salı

bugün doğan çocuklara isimler

"bakarsınız bir çocuğun yokluğu elinizden tutmuş lunaparka sürüklüyor sizi" (bunu bir yerde daha duymuştum ama hatırlamıyorum şimdi nereden duyduğumu belki de duymadım da duyumsadım emin değilim.) bu yalnızlık değil yalnız kılınmışlıktır.

kişi, başkaları üzerinden kendini duyumsayamadığında artık yalnızdır.

kız için: yane
erkek için: selim

23 Mart 2018 Cuma

uzun bir yolculuktan gelmiş gibi

uzun bir yolculuktan gelmiş gibiyim bugün. bir sorunu çözmek için çıkılan yolculuklardan dönmüş gibi değil ama. yine de uzun bir yolculuktan gelmiş gibiyim.


kaç gündür bu şiir -nedendir bilmem- dönüp duruyor beynimin içinde.

bir de bir şekilde alınmış ama hiç kullanılmamış / kullanılamamış eşyalarla göz göze gelmek var evde. asıl bundan bahsedeceğim ama şimdi değil. sonra.


5 Mart 2018 Pazartesi

ölmek yahut bir günün sonunda arzu

Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek

Oradan,

Oradan düşmek, ölmek istiyorum

Cevf-i ye’s-âşinâ-yı hüsrâna…


Titrek

Parıltılarla yanan bir mesâ-yı mezbaha-renk

Dağılırken suhûr-ı uryâna,

Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek

Oradan,

Oradan düşmek, ölmek istiyorum

Cevf-i yes-âşinâ-yı hüsrâna…


Kanlı bir gömlek

Gibi hârâ-yı şemsi arkamdan

Alıp sürükleyerek,

O dem ki refref-i hestîye samt olur kâim,

Ve bir günün dem-i âlâyiş-i zevâlinde

Sürüklenir sular âfâka şu’le hâlinde,

O dem ki kollar açar cism-i nâ-ümîde adem,

Bir derin sesle “haydi!” der uçurum,

O dem,

Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek

Oradan,

Savt-ı ümmîd-i kalbi dinlemeden,

Cevf-i hüsrana düşmek istiyorum.

kim demiş haşim içeriği ıskalar, biçimde kalır sadece diye. kimsenin böyle bir şey dediği yok ben uydurdum bunu.belki tüm türk şiirinde musikinin bu denli yoğun olduğu bir başka şiir daha yoktur diyebilirim. mozart yahut ne bileyim chopin şiir yazsaydı ancak bu denli bir şiir yazabilirdi.

26 şubat pazartesi. gece geç saat. aslında 27 şubat salı oldu. teze dair tutunamayanlar okuması yapıyordum. selim'le günseli'nin tanıştığı bölüme geldim boğazıma bir şey düğümlendi. okuyamadım daha fazla, selim'in günseli'yi ilk tanışmalarından bir ay sonra arayıp telefonda ilkin "onu aradığı için rahatsız edip etmediğini sorması" ne bileyim bu rikkat boğdu beni sanki (tez yazarken olabilecek en tehlikeli şeylerden biri metne kendini kaptırmaktır bilen bilir, kendimi kaptıracağımı hissettiğim için bıraktım okumayı.) selim'in hep "Savt-ı ümmîd-i kalbi dinlemeden, cevf-i hüsrana" düşerek öldüğü, rikkatin bu dünyada karşılığı olmadığını düşündüm. haşim ve selim ışık yanılıyor olamaz di mi sevgili kâri?

başkalarının anılarını unutamamaktan bahsedecektim. elimden gelse tanıştığım herkese bana anılarınızı anlatmayın sonra ben onları unutamıyorum demek isterdim. bunun saygısızlık addedileceğini bildiğim için demedim hiç tabii. belki bu yüzden kendimden bahsetmedim yahut az bahsettim, bilemiyorum. küçük bir çocuğun ilk okuldaki bir koşu yarışı sırasında yarışı bitirdikten sonra koşmayı kesmeyip öğretmenine doğru koştuğunu dinlemiştim. geçen gün geldi aklıma küçük bir çocuğun kişisel zaferini (yarışta birinci olamamış zira) öğretmenine doğru koşarak göstermesindeki inceliğe içim burkuldu. (hüsran'ın boşluğuna düşerek kimse ölmez sevgili ahmet haşim.) başkalarının anılarındaki hüsran kendi anılarımdaki hüsranlardan daha çok yoruyor, üzüyor beni.


bir haftalık bir araya bir sabahattin ali şiirinden mütevellit şarkıyla devamlayın. başkalarının anılarını unutamamaktan bahsediyordum. ben de sizi bir anıma ortak edeyim. çocuktum, okula gitneyecek kadar çocuktum. yaza doğru olsa gerek şort giymiştim. annem mutfakta bana yemek yapıyordu. ben de sandalyede oturmuş ayaklarımı sallayarak yemeğin olmasını bekliyordum. yemek dediysem patates kızartıyordu annem. bir yandan da şu türküyü söylüyordu:




fırına yakın sandalyede oturuyordum. sabırsızca sallıyordum ayaklarımı yemeği bir an önce yiyip aşağı inmek, oynamak istiyordum. sonra aşağı indim yemeği yiyip. kubilay diye bir arkadaşım vardı. onla öyle mal mal yürüyorduk, yürürken "yoğurt koydum dolaba.." diye bu türküyü söylüyordum. (bu da böyle bir anımdır) anı diyince çok matah bir şey bekliyor insan. epeydir "önemsiz" anı bile olmayan sadece belli belirsiz zamanlarda zihnimden gelip geçen görüntüleri not almak istiyorum. biraz yapmıştım bunu ama sonra vazgeçtim. belki 30 yıl geçti üzerinden bu anlattığım anı parçasının. hala anneme yemeğe gittiğimde o sandalyeye otururum. fakat epey oldu annem yemeği hazırlarken türkü söylemiyor artık. nasıl güzeldi halbuki annemin sesi türkü söylerken.

2003 kışıydı. ev arkadaşıyla ankara'ya gitmiştik. nazım'ın "kurşun gibi ağır"dediği türden bir hava vardı. ev arkadaşının bir arkadaşının evinde kaldık gece. sabah erken kalkmıştım. yağmur çiseliyordu. camdan dışarıyı izlemiştim epey. canım ankara'da bir evde yağmurun yağmasını izlemek çekti gece gece. oktay rıfat'ın bir şiiri geldi aklıma:

ne parası pulu
ne dikili ağacı
yol göründü mü gidecek
kendinin değil ev
kiracı

büyük cümleler kurmaktan korkan biriyim. bu yüzden orhan veli, oktay rıfat falan severim. yine de büyük büyük laflar ettiğim, büyük büyük sözler verdiğim zamanlar oldu; altında ezildiğim laflardı ve tutamadığım sözlerdi bunlar. oysa ezilmemek ve tutabilmek isterdim. bu sözleri sarf ettiğim zamanları verdiğim sözlerin muhattapları aklıma geldikçe utanıyorum. içimden özür diliyorum ama nafile. borcumu da ödemek istiyorum ama bu da nafile, ödemek imkanım yok. bütün utançlarımdan zamanın kefareteleri boşa çıkarıcı gücüne sığınırım. tanrı sadece günahları affedebilir utançları değil. bu yüzden utançlarımı zamanın gücüne bırakabiliyorum sadece. çünkü zaman hiç kimseyi haklı çıkarmaz; o, olsa olsa her şeyi boşa çıkarabilir sadece.