5 Ekim 2025 Pazar

"kırık bir aşk hikayesi" filmi yahut her şey başka türlü olabilirdi

 çok eskiden izlemiştim bu filmi yani kırık bir aşk hikayesi filmini, geçenlerde selim ileri'nin öldüğünü duyunca tekrardan izledim. genel anlamda sinema tekniği olarak falan yani kötü bir film, diyaloglar, karakterlerin derinleştirilememesi, ses vs. kötüdür. sırf "geriye dönüp bakınca" dedirtebildiği için güzeldir ama bu film. insanın en büyük kabuslarından biri geriye dönüp bakınca "sanki her şey başka türlü olabilirdi"  dediğindeki anda saklı gelir bana hep. selim ileri de senaryoyu bu söz üzerine kurmuştur. insan geriye dönüp bakmamalıdır. orpheus ve euridiyce hikayesi malumdur: 

Eurydice malum orpheus nam tanrının aşık olduğu kişidir. eurydice, bir gün bir yılan tarafından sokularak ölür. orpheus, bu acı kayba dayanamaz ve ölüler diyarı hades'e giderek eurydice'yi geri getirmeye karar verir. Lirinin dokunaklı ezgileriyle hades ve Persephone'yi etkiler. Onlar da orpheus'a eurydice'yi geri alma iznini verirler. Ancak bir şartla: orpheus, eurydice ile birlikte yeryüzüne çıkıp gün ışığını görene kadar arkasına dönüp bakmayacaktır. orpheus, eurydice'nin önünden yürürürken, yeryüzüne yaklaştıklarında bir an gün ışığını gördüğü şüphesine kapılır. Arkasına dönüp eurydice'ye bakar. Ancak bu, şartı ihlal ettiği anlamına gelir. eurydice, bir anda tekrar ölüler diyarına gider. orpheus, sevdiği kadını ikinci kez kaybetmenin acısıyla yıkılır.


"sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;

yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.

yolumun karanlığa saplanan noktasında,

sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum." necip fazıl'ın bu dehşetli iyi şiiri yukarıda özetlemeye çalıştığım orpheus mitolojisine bir atıftır; neyse bu çok gereksiz bir bilgi, bir de diyelim ki öyle... so what yani?

2002 yılının yazıydı. ne yapacağımı bilmeden yaz sıcağında evde bir şeyler okuyordum sürekli, gece 3 gibi televizyonu açıyordum, bu şarkılar çalıyordu adana'nın yerel  kanalı vardı "tempo tv" diye bir kanalda, aynı bandı döndürüyorlardı muhtemelen. hep bu  şarkılarla başlıyordu klip kuşağı ve sabaha kadar sürüyordu. 












her şey başka türlü olabilir miydi diye düşündüğüm bütün anlarda bu görüntü, bu an geliyor aklıma hep; çünkü koltukta uzanmış bu klipleri izlerken önümde beni neyin beklediğini bilmiyordum. şimdi biliyorum beni neler bekliyormuş. hep hata yapmışım ya da doğru yaptığım her şeyi bir hatayla tekrar hataya çevirmişim.. neyse... bu blogdaydı "insanın başkası olma arzusu"ndan bahsetmiştim, bu isteğin altında yatan en önemli nedenlerden biri, olmayı istediğimiz kişinin bizim yaptığımız hataları yapmamış olmasıdır. bir diğer nedeni de kişinin kendini bir arzu nesnesi yapması. bu ikinci neden karmakarışık bir şekilde üzerine düşündüğüm bir şeydir, netleştirdiğim bir şey yok kafamda bu mevzuyla alakalı ama yine de arzu nesnesi olmayla alakalı gibi geliyor bu konu bana. yani aslında kişi kendi kendini "objet petit - a" yapıyor bu başkası olma isteğiyle. bu yönüyle de sartre'ın mealen "insan kendi kendine varamayan bir yaratıktır" sözü geliyor aklıma. sartre bahsettiğim bağlamda kurmuyor bu cümleyi ama neyse. başkası olmayı arzuladığında kişi, o olmak istediği kişi üzerinden aslında kendi arzu nesnesine ulaşıyor ama bu defa da kendisi bir başkası oluyor ve kendinden uzaklaşıyor, neyse dedim ya bir yere bağlamayacağım bunu, sikerler.. bu olguyla da başkası ilgilensin ksdfjklasdflsdggas) 

"bir yerde o an geldiğinde artık arzulamıyor olacağım bir rüyanın gecikmiş olarak gerçekleşmesini beklediğim sırada, ..."diye yazmış geçmiş zamanın peşinde'nin bir yerinde marcel proust. şu tespit fransızcadan başka bir dilde yapılamazdı ve fransızcada da proust'tan başkası yapamazdı bu tespiti. gerçi sartre, akıl çağı'nda mathieu'ya söyletir buna benzer bir şeyi: "bir bekleyişten başka bir şey olmamak için boşalttım içimi körlettim doğru bu; ama bir şey de beklemiyorum artık" (tam cümle bu şekilde olmayabilir bakmadan yazdım aklımda kaldığı kadarıyla ama mealen böyleydi cümle) bu arada sartre da fransız aq fsdkfsdfsdg demek ki bu fransızlarda bi çakallık var.. beklenen bir şey olduğunda -bu her ne olursa olsun fark etmez ama arzuyla beklenen şeylerde daha kesif olarak çıkar karşımıza bu söyleyeceğim şey- devreye daima tek bir şey girer: zaman. ve zaman gibi hiç kimsenin hiç bir zaman tanımını yapamadığı şey somutlaşır bekleme anında. tam da bu söylediklerimi somutlayan bir şey söyler cemal süreya bir şiirinde: "Beklemek, gövde gösterisi zamanın" beklediğinde varoluşabiliyor insan, bu yüzden mathieu beklemekle kodladığını söylüyor tüm hayatını ve böylece de zamanı duyumsuyor yani varoluşuyor ama sonra bir yer geliyor ve beklememeye dönüyor bu ve zaman da fark edilemeyen bir şey olarak orada bir yerde akıp gidiyor yani soyutlaşıyor. zamanın soyutlaşması kadar çok az şey vardır tedirgin edici. bu arada sartre'ın üçlemesinin ilk kitabıdır "akıl çağı" diğer iki kitabın adları dahi ne demek istediğimi anlatıyor gibidir aslında: bekleyiş, tükeniş... (tam da burası kendimle ilgili bir şeyi de fark ettiğim yer aslında: her yere erken giderim ben.. you know the rest...) tabii bu kadar zaman demişken ahmet hamdi tanpınar'ı anmamak olmaz; ama ben anmayacağım sikerler... öyle ilk akla gelenin konuşulduğu, yazıldığı bir yer değil burası... neyse "sonrasızca yeniden geliş" dediği bir şey var nietzsche'nin.. hiçbir şey sonrasızca yeniden yeniden gelmez bu imkansızdır ama bizim böyle olmasını istediğimiz anlar vardır; somutlayamayacağımızı bildiğimiz, yakalanamayacağını bildiğimiz bazı anları somutlamak, durdurmak istediğimiz anlar.. bu marcel proust'un meşhur "kayıp zamanın peşinde" dizisinin son kitabının adı "yakalanan zaman"dır

tabi zamanı yakalayamayız hiçbir zaman, bu yüzden de yakalayanlara ilgi duyarız proust, tanpınar gibilere yani. 
“ben zamanı gördüm,
içimde ve dışımda sessiz çalışıyordu,
bir mezar böyle kazılırdı ancak,
yıldırımsız ve baltasız,
bir orman böyle devrilirdi!
ben zamanı gördüm,
kaç bakışta bozdu hayalimi,
ve kaç düşüncede!
ben zamanı gördüm,
şimşek gibi bir ânın uçurumunda.”

zamanı görmek, duyumsamak falan onu, sonra yakalamaya çalışmak; durdurmak istemek aslında zamanla ilgili yegane sorundur ve en büyüğüdür tabi bir de derdim bunları anlatmak değil ama öyle sanıyorum ki insanda neden böyle bir temayül olduğu daha önemlidir; yani insan neden zamanı görür, gördüğünü sanır? yahut neden görmek, duymak ister sorunsalının cevabını tanpınar veriyor bu şiirde:

“ben zamanı gördüm,
içimde ve dışımda sessiz çalışıyordu," şayet biz zamanı görebiliyorsak yani duyumsuyorsak somutlanmış demektir zaman bizim için o anda. yüksek lisans tezimde uzun uzun anlatmaya çalışmıştım bunu, yani zamanın soyuttan somuta geçme sürecini, fakat bu şiirde tanpınar sadece bir cümleyle anlatmış. (keşke zeki biri olsaydım) iki zaman vardır: kişisel zaman ve aktüel zaman. içimizde ve dışımızda biteviye akıp giden iki ayrı zaman. biri müdahale edebildiğim öteki edemediğimdir. sıkıcı bir dersi dinlerken söz gelimi, yahut bir arkadaş ortamında bir şeylerden bahsediyor olsun bir arkadaşımız. "patates söyleyelim mi?" gibi bir cümle kursun tam o anda mesela o arkadaş.  garsona "patates kızartması alabilir miyiz?" dendiğinde akıp giden aktüel zaman içerisinde, patates kızartması tamlaması bizi çocukken annenin mutfakta kahvaltı hazırlarken içeriden gelen seslere birden tavaya atılmış patateslerin çıkardığı bir zamana götürsün. yeni uyanmışsın, çoraplarını giymediğin için henüz ayakların hafiften üşürken bir çizgi film izliyorsundur, patateslerin tavada çıkardığı sesi duyarsın. içinde annenin soğuk bir kış sabahı mutfakta kızarttığı patatesin sesi ve kokusunu yaşatan bir zamanla; biranın yanında yenmesi için söylenen patates kızartmasının akıp gittiği zaman birlikte varoluşmaya başlar. işte tam da burası tanpınar'ın zamanın içimizde ve dışımızda sessiz sessiz çalışıyor dediği andır. bu sessiz sessiz çalışan iki zıt an da bize zamanı duyumsatır. çünkü aksi yönlere giden iki aynı şey vardır bu aksi yönlere gidiş bizde içimizde yani bir gerilim yaratır ve doğal olarak gerilim de bir şeyin somutlaşmasıdır. neyse  Augustinus işine bak kardeşim al işte zamanı tanımladım nedir yani aq ...

kendimi tekrar ettiğimi düşünüyorum; bildiklerimin üzerine yeni şeyler koymamak için direniyorum sanki. markette sıra beklerken en yavaş ve en kalabalık kasayı tercih ediyorum; yapmam gereken şeylere daha az zaman ayırabilmek için beni oyalayacak her günkü şeylere boğuyorum kendimi. 

"Bir şu'lesi var ki şem'-i cânın, fânûsuna sığmaz âsmânın" şeyh galib'in bu dizesini kendim için yazılmış gibi mukaddes bellerdim bir zaman, sonra, birkaç zaman sonra şem-i canımın bir şulesinin olmadığını varsa da asumanın göğüne pekala sığabildiğini anladım. 
âsmânı ayrı, şem-i canın şulesini ayrı, fanusu ayrı sikeyim deyip sözü bağlayayım.