8 Ekim 2024 Salı

 O kadar uzun yol geldik ki seninle

Şimdi, sen ayrı ben ayrı olan o yolu

Nasıl yürüyeceğiz?


(Biz seninle yoldayken

yanımızdan ovalar, ağaçlar; titreşen

rüzgârlar akmıştı. Bir yolumuz olduğunu,

yol kazılarını, yol yorgunluğunu

o zamanlar biliyor muyduk?)

bütün bir hayatı anlatan yani hayatla ölüm arasını özetleyen bir şey tabii ki yoktur böyle bir şey salak olmayalım ama olsaydı iyi olurdu. her şeyi açıklayan bir şey olsaydı iyi olurdu yani ama yok işte. yine de yolda olmak var, (bir yolculuk düşüyor aklıma gidiyorum) yoldayken geçip giden şeyler var geçip gittiğini fark etmediğimiz şeyler var. bir yolda giderken yanından geçip gittiğimiz bir kavaklığı kaç defa daha hatırlarız ki ömrümüz boyunca. bir kavaklığın yanından geçip gideriz, kavaklık orada kalır, biz başka başka bir sürü şeyin yanından daha geçip gideriz, kavaklık orada kalır (Yolculuk, her zaman düşündüm onu; İçimde bu azgın davet ne demek? Oraya, nerdeyse güneşin sonu, Uçmak, kayıp gitmek, kaçıp dönmemek.) içimde kaç tane kavaklık var söylesem aklınız şaşar. gördüğüm her kavaklığı aklımda tuttum. gördüğüm hiçbir kavaklık gördüğüm yerde kalmadı, benle geldi (Neden soruyorsun Nereye gideyim /  İki yol var demiştin / Hangisini seçeyim) bir yere gitmeyi "ufuk" kadar güzel anlatan, betimleyen -imleyen mi demeliydim?- bir kavram yoktur. asla varamamayı, ulaşamamayı imler ufuk çünkü. bu yüzden mi  ki bilmem (bu yüzden değildir tabii ama ben öyle umuyorum) şark edebiyatında yolculuk tem'i asla bir yere varmayla sonuçlanmaz daha doğrusu ne için çıkılmışsa yola asla o umulan menzile  varılmaz ve kendine varır o yolculuğa çıkan. mantıku't tayr mesela. varılacak bir yer yok demek ister gibi şarkî edebiyat. (kim nereye yakınsa / orası ona ufuk) eskişehir'i geçip bursa'ya doğru giderken sağ kolun üzerinde uzakta bir yerde kavaklıklar içinde birkaç evlik bir yer vardır, orası bana ufuk oldu hep. hiç gidemedim oraya gidemeyeceğim de asla hiçbir zaman. gitsem ne olur içimdeki bu kavaklık merakı diner mi görsem oradaki kavaklığı? (Bir anadan dünyaya gelen yolcu / Görünce dünyaya gönül verdin mi) yol, bu ve yukarıda söylediğim sair şeylerden ötürü bana hep "kendinde şey" --numen- gibi gelir. yol bize göre bir şey'dir bir şeyi imler ama kendine göre nedir yol. gerçekten bütün algılardan sıyırıp onu, ne diyebiliriz ona? (Yollar / Ki gider kimsesiz, tehî, ebedî, /Yollar / Hep birer hatt-ı pür sükût oldu / Akşamın sine-i gubârında) bir yolculuktan geriye ne kalır? çıktığın yer mi vardığın yer mi, sahi ne kalır bir yolculuktan geriye? varmak sözcüğüyle exist anlamındaki "var" kavramı arasındaki ilişkiyi fark ettiğimde kütahya'ya doğru giden bir yoldaydım. vardığın yerde var oluyorsun. var olmak için bir yerde varmak gerekiyor, süreç yani varmak kendini sonlandırmalı ki ancak var olabilesin. varamadığın için var olamıyorsun. (ilkyaz düşeli beridir / giden ben değilim, yoldur)

bir şiiri metin altıok yazmışsa o şiir iyidir bence. önyargılı olarak böyledir bu benim için, neyse.

Bedenim üşür, yüreğim sızlar.

Ah kavaklar, kavaklar...

Beni hoyrat bir makasla

Eski bir fotoğraftan oydular.

Orda kaldı yanağımın yarısı,

Kendini boşlukla tamamlar.

Omzumda bir kesik el,

Ki durmadan kanar.

Ah kavaklar, kavaklar...

Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar.


"Kendini boşlukla tamamlamak" yukarıda bütün bir hayatı anlatan yani hayatla ölüm arasını özetleyen bir şey tabii ki yoktur demiştim ama var sanırım: kendini boşlukla tamamlamak. 



öyle işte...




6 Eylül 2024 Cuma

zalim bellek yahut yaşamaya üşenmek

 aile albümlerine baktım biraz önce. annem, babam, ablam, abim, teyzeler, kuzenler, dayılar, amcalar, hiç tanımadığım aile dostlarının, komşuların falan olduğu yüzlerce fotoğraf vardı. benim 1 tane bile fotoğrafım yoktu fakat. (birkaç tane vardı onları da ben almıştım zaten) sadece türkoloji'deki 5. senemdi uzatmıştım okulu yani, o yaz ahmet muhip dıranas okuyordum, kitaptaki şiirlerden bir bölümü ufak bir not kağıdına yazmış, onu da masamın karşısına asmıştım. sadece o kağıt çıktı fotoğrafların arasından:


buydu yazdığım bölüm. 

tuhaf geldi, ne bileyim mesela bir tane bile mezuniyet fotoğrafım yok. ne lisanstan ne master'dan ne doktoradan... üçünde de diplomaları enstitü memurlarından almıştım. niye o anı ölümsüzleştirmek istememdim ki acaba? sanırım hafızamda çok kuvvetli yer ettiği için bazı şeyler, anlar fotoğrafa ihtiyaç duymadım hiç. belleğime güveniyordum bir de gün içerisinde durmadan zihnimden geçiriyordum insanları olayları.. mesela diplomaları bana veren memurlar, hatta o memurların kıyafetleri, masalarında ne olduğu falan bile aklımdadır çünkü dedim ya zihnimden geçiririm böyle anları sürekli. bir de tabii fotoğrafları değiştiremezsiniz. fotoğraf bir anı sonsuza kadar salt o anın gerçeğiyle bir daha değişmemek üzere dondurur. ama bellek öyle değildir. canlı bir şekilde dondurur o anları ve üzerinde istediğiniz gibi değişiklik yapma olanağı verir size. ("hiç kimse tarihi değiştirmeden anlatamaz" derken bunu mu kastediyordu acaba Ernest Renan? kim bilir...) söz gelimi çok sevdiğim bir anda orada olmasını istemediğim bir kişiyi, bir nesneyi çıkarırım belleğimdeki fotoğraftan yahut ne bileyim sevmediğim bir tişört varsa o anda değiştiririm o tişörtü başka tişört giydiririm kendime. ama bellek her şeye rağmen bir fotoğraftan daha zalimdir... hep yeniden yeniden üretir ve hep saklar da saklar sonsuzcasına her anı. bir fotoğraftaki an sürekli vardır ve değişmez; bellekteki bir anı ise sonrasızca, sürekli gelir hep bilince ve hep biraz değişmiş hallerde... yani başka bir deyişle fotoğrafta an; bellekte ise anı olur, bir benzetiş... 

25 yıl önce bugün bu saatlerde kuşadası'ndan adana'ya dönüyordum otobüsle. yanımda cemal süreya'nın düz yazılarının olduğu bir kitap, behçet necatigil'in bir şiir kitabı ve enis batur'un doğu - batı divanı kitabı vardı. doğu batı divanı'na bakıyordum. orada "zalim bellek" diye bir şiir vardı:

"Bir başına derinlemesine yaşamak

yetecek sanmıştı kendisine – toy

değildi artık, genç bile sayılmazdı:

Sonuna kadar paylaşamadığına göre,

hiç paylaşmadan, sımsıkı kendinde

tutarak, geri dönemeyeceğini bildiği

yolu kat edebilirdi. Önce geceler

düğümlendi oysa. Sonra geceden

geceye ilerleyen o telâşlı akrep.

Fişten çektiği telefonlar, üzerini

çuhayla kapladığı ayna, çıkıp

boşluğa baktığı kör balkon –

anahtarlarını çevirip çekmeceye

kaldırdığı kapılar ağır ağır

zorlandı.

Evlere dağılmış eşyası birden

Toplanıp doldurmuştu salonu,

Odaları ve duvarları kaplayan 

kitaplar ve resimler, eski notalar,

İlk film afişleri, o zarif İngiliz 

konsoluyla öbür ham İskandinav masası, 

Hepsinin soykütüğünde sızının payı:

kimin aldığı bu ayna, ne zaman

getirilmiş bu alpaka kutu, nereden

hangi yıllarda toplanmış bu kupkuru

gözyaşı şişeleri -herbirinin 

seyirdiği tıkanık damarlarda

bir görünüp yiten zalim bellek"

şiirin beni niye yakaladığını hemen o an anlamıştım tabi..   kurgu falan olsun diye değil hepsi bugüne denk geldi işte. yan koltukta kuşadası'ndan adana'ya atanan bir savcı oturuyordu. yol boyu konuşmuştuk. akif seviyordu o... 

epey ara verdim yazmaya aslında aklıma pek bir şey gelmedi mevzuyla alakalı. sadece aşağıdaki alıntı var işte nereden, kimden aldığımı da not almamışım aklıma da gelmiyor şimdi kimin diye ama tek gerçek trajedi gerçekten de bu: 

"Zaman insanoğlunun düşünebileceği en derin ve en trajik konu. Hatta diyebiliriz ki trajik olan tek şey. Tahmin edebildiğimiz tüm trajediler, sonuçta tek bir trajediye dönüşür: Zamanın geçmesi."

bir de niyeyse bu şarkı zamanın geçmesini hatırlatıyor durmadan özellikle girişi:



ha bir de true dedective dizisinin açılış şarkısı. 







25 Mayıs 2024 Cumartesi

veridis quo yahut quo vadis domine

 veridis quo malum daft punk'ın hayli lezzetli bir şarkısıdır hatta bence en iyi parçasıdır. latince bir söz gibi duruyor ama doğrudan bir anlamı yokmuş; zaten  şarkının adına bakar bakmaz da isa'ya yöneltilen o meşhur soruya bir atıf olduğu anlaşılıyor: "quo vadis domine?" isa birgün elinde çarmıhla yürürken aziz petrus'la karşılaşır ve petrus ona bu meşhur soruyu sorar: "quo vadis domine?" nereye bu gidiş hazretleri gibi bir anlama geliyormuş. isa da cevaben: "sen kuzularımı bırakıp uzaklaştığın için ben tekrar çarmıha gerilmek üzere roma'ya gidiyorum." bu enstantanenin Annibale Carracci tarafından şöyle resmedilmişliği de var hatta: 


ortaçağın italyan ressamlarındandır kendisi bu arada. resme bakınca rönesans döneminin klasik " insan vücudunu hareket halinde resmetme" temayülünün isa'nın resmedilişinde somutlandığını görmek mümkün. neyse konumuz bu değil.
 daft punk'ın şarkısının isminin buradan geldiğini aslında şarkının klibinden de anlamak mümkün, malum klip de gitmek üzerine kurgulanmıştır. bu minvalde bir de kuran'da tekvir suresi 26. ayet var. "fe'eyne tezhebun: nereye bu gidiş?" diye. bu üç öncülü ortak paranteze almak istesek bunu ancak gitmek sözcüğü üzerinden yapabiliriz. bu üç öncülde bahsedilen gitme eyleminin olumsuz bir gösterilen'e sahip olduğu bir hayli aşikar. bir de tabii gitmek eyleminin temel anlamı olan bir yerden uzaklaşma anlamında kullanıldığı görülüyor bu üç öncülde de. ama. gitmek eylemi -diğer diller için bilemiyorum- bir yere ulaşma, varma anlamı da vardır. yok gibi durur ama vardır. farazi kayra'nın "bir eve hangi gün gidilmez" diye çok sevdiğim bir şarkısı vardır. buradaki gitmenin bir yerden uzaklaşma anlamından ziyade bir yere ulaşma anlamında kullanıldığı açıktır. yani, gitme -başka her şeyde olduğu gibi- bir ulaşma edimidir aynı zamanda. içkin olarak varmaya da tekabül eden bir anlam katmanı var yani gitmek eyleminin. gitmek eyleminin kendindeki bu içkin diyalektiği yakalayan bir şarkı var ne zaman dinlesem içimi acıtan. murathan mungan'ın bir şiirinden mülhem yanılmıyorsam yeni türkü'nün "dönmek" şarkısı. yukarıdaki resimde isa roma'ya gidiyordur yahut roma'ya dönüyordur yani yok olduğu -aslında var olduğu- yere yani roma'ya. kuran'daki surede de aynı benzer bir durum söz konusu.  bu durum surenin adında gizli aslında. tekvir: yuvarlaklaşma, dürülme gibi bir anlama gelir. yuvarlak başlanılan yere dönmeye vurgudur pek tabii. ama bunu hiç kimse konstantin kavafis gibi anlatamamıştır sanırım:

"Başka diyarlara, başka denizlere giderim, dedin. 
Bundan daha iyi bir kent vardır bir yerde nasıl olsa. 
Sanki bir hükümle yazgılanmış bir çabam; 
ve yüreğim sanki bir ceset gibi gömülmüş oraya. 
Daha ne kadar çürüyüp yıkılacak böyle aklım? 
Nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam burada 
gördüğüm kara yıkıntılarıdır hayatımın yalnızca  
yıllar yılı yıktığım ve heder ettiğim hayatımın." 

Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler. 
Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent. Dolaşacaksın 
aynı sokaklarda. Ve aynı mahallede yaşlanacaksın 
ve burada, bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların. 
Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın, 
ne bir gemi var, ne de bir yol sana. 
Nasıl heder ettiysen hayatını bu köşecikte, 
yıktın onu, işte yok ettin onu tüm yeryüzünde. 

"Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın" tıpkı isa'nın hep roma'ya varması gibi. bir benzetiş...



yukarıda bahsettiğim şarkının bi çok versiyonu var ama en iyisi bence bu kaydı. şarkıdaki soruyu tersinden de sormak mümkün aslında gitmek ve gelmek arasındaki girift ilişkiyi anlamak için "bir eve hangi gün gidilir?" bir de hikaye bu ya tekrar çarmıha gerilmek için roma'ya giden isa'ya "quo vadis domine?" diyen aziz petrus'un roma'ya gitmesi ve burada çarmıha gerilerek öldürülmesi; yine ol riayet ki çarmıha ters duran bir çarmıha gerilmeyi istemiştir kendisi; düz çarmıh isa'ya özgü olduğu için. bu da bir başka benzetiş. 


11 Şubat 2024 Pazar

parasız yatılı yahut Fürüzan üzerine

 bugün Fürüzan ölmüş. haberi gördüğümde içimde bir şey kıyılır gibi oldu. lisansın son günleriydi hoca derste bu öyküyü tahlil ederken bu öyküyü okumuştu. öykünün sonunda "parasız yatılı imtihanlarının çocukları hep erken gelir. hiç gecikmezler" cümlesini okuduğunda içime bir yumruk gibi oturmuştu bu cümle. yıllarca yıllarca bu cümle kadar içime dert olan bir cümle daha olmamıştı desem yeridir. hislerimi anlatamam Fürüzanla ilgili. sadece kend, kişisel tarihime bir not düşmek içi yazıyorum bunları. bir yakınım, çok yakınım gibiydi hep. çok üzgünüm. 

bir de 2012'ydi sanırım. kitap fuarında dolaşıyorduk. yky standında bir kadın tek başına oturuyordu. yaklaştık standa doğru. "fürüzan bu" dedim. bir iki kitabını almıştık. imzalatmadık. onu tanıdığımızı, çok sevdiğimizi ima eden bir iki şey söylemeye çalıştık, gülümsedi, teşekkür etti. çok üzgünüm.