31 Ocak 2021 Pazar

Foucault ve Diğerleri

tam buraya bakarken netleşti kafamda, postmodernist kabul edilen diğerlerinden farklı olarak Foucault, teorisini somutlayarak ortaya koyuyor. felsefileştirmiyor yani  teorisini; Marksist tabirle söylersek ki bu yüzden yöntem olarak en Marksist'i de o diğerlerine kıyasla. ya da değildir belki ne bileyim beylik laf ettim sanki. bütün pandemi boyunca tüm o lockdownlarda postmodernist denilen yazarların eserlerini okudum. okumadığım ana metin kalmadı ama yine de ahkam kesmek için yeterli değil yani yeterlidir de ben yeterli değilim tam anlayamamış da olabilirim mevzuları.

bazı şeyleri inceden değiştirmeye başladım. köklü bir dönüşüm için yavaşlık en iyisi yani birdenbire olmuyor hiçbir şey. her şey birdenbire oldu diye bir şiiri vardı orhan veli'nin hatta bi grup bestelemişti bunu. ha buldum "ışığın yansıması" diye 90'ların sonunda bi görünüp kaybolan bi gruptu: 


nazım hikmet'in "birdenbire" kullanımından sonra belki de en güzeli bu kullanım. aynı grubun ikinci dünya savaşının debdebeli günlerinde yazılmış bir başka orhan veli şiirini bestelemişliği de vardı. harbe giden sarı saçlı çocuk diye. 



. tabii böyle bir şey yok ama sanki "das boot" filmi orhan veli'nin bu şiiri.. ne bileyim işte hatırlatıyor fena halde. filmde "u 50" mi ne öyle bir denizaltıyla savaşa giden bir yığın sarışın alman çocuğun hikayesi anlatılıyor. hepsi de "deutschland"a sağ salim geri dönmek isteyen bir grup sarışın gençtir. denizaltında führer falan yok; sadece eve dönmek yani ölmemek isteyen bir grup sarışım genç var. bizim askerlerden farklı gibiler ama değiller aslında. çocuktum, abim bir kaset getirmişti. yeni çift kaset çalar teyp almıştık o zaman. sonradan uzun yıllar benim odam olacak odada dinlemiştik kaseti. "rami kışlası" şarkısı belki 30 yıldır kazınmıştı zihnime. rami kışlasındaki "malatyalı, vanlı, muşlu" askerlerle u 50 denizaltındaki sarışın alman askerlerin ilgileri, beklentileri nasıl da aynı tanrım. 


bi şeyden bahsedecektim de unuttum. denizaltında ölmek üzereyken führer yok tanrı yok sadece hayatta kalmak için  yani denizaltındaki arızaları onarmak için bir oraya bir buraya koşturan teknisyenler var. gerçi herkes arızaları onarmaya çalışırken bir köşede dua edenler de vardı denizaltı mürettebanda. ben napardım acaba öyle bir şey olsaydı? bilmiyorum ama koşuştururdum sanırım ben de diğer mürettebat gibi. denizaltının yüzeye çıkma umudunun artık kesin olarak kalmadığı belli olsaydı ne yapardım acaba? mesela hangi müziği dinlemek isterdim tam o anda? denizaltı yukarı çıkamıyor artık net.son 5-10 dakikalık falan oksijen kaldı ve son bir parça dinleme hakkı verildi? omg... bir şey istemezdim sanırım. 

ama yine de arkadan bir yerden 

bu çalsa fena olmazdı. ya da yok bu:


bu tam olurdu. ironik bir şekilde ölümün hüznü de her şeyin bittiğini bilmenin huzuru da var bu parçada. 

bir doğum günüm daha geçip gitti. yani doğmuş olmak ve ölecek olmak falan bunlar acaip işler





le feu follet filminde hastanede alkol tedavisi gören eleman diyor bunu. neyse filmlerde oluyor bazen böyle şeyler. gerçek bir acıdan ötürü -gerçek burada nitelik anlamında değil- intihar edenler aniden yapar bunu. varoluşu kendine ağır gelenler ise erteler, bir zaman beklerler. "yarın kendimi öldüreceğim" dedikten sonra eleman -Le Feu follet filmindeki eleman- alkol tedavisi gördüğü hastaneden izinli olarak çıkar ve paris'in bohem dünyasından arkadaşlarını ziyaret eder. gezer tozar akşam hastaneye döner. sabah odasını toplar. son bir iki sayfası kalmış kitabını okuyup bitirir ve kalbine dayadığı silahı ateşler. bir türlü var olamamıştır hayatta. var olmaya, tutunmaya çalışmıştır hep. olmayacağına kanaat getirip intihar eder eleman. yani işte intihara karar veriyor ama belki anlam bulurum diye bekliyor bulmayacağını anlayınca da her şeyi yoluna koyup intihar ediyor.

 pavel pavlikovski'nin İda filmindeki bu sahne de demin   demeye çalıştığım gerçek bir acının ardından gelen intihar mevzularının falan en iyi anlatıldığı sahnedir. burada intihar birden bire olur. polonya'da bir yüksek yargıç olan kahraman, ki videoda intihar eden kişi oluyor bu- yeğeni İda'yla birlikte onun ailesinin mezarını aramaya giderler. ida ve teyzesinin amaçları, nazilerle işbirliği yapılarak öldürülen ailelerinin mezarını bulmaktır. neyse mezarı açtırırlar falan uzun hikaye... sonra dönerler. İda rahibe okuluna döner, teyzesi de işte bir sabah işe gitmek için hazırlanırken atar kendini camdan. 






işte böyle varoluşsal nedenlerden ötürü intihar eden zamana yayıyor, bir acıya, somut bir acıya katlanamayan ise birden bire... 

le feu follet'in sonunda intihar eden abinin satırları da acaip bir acısız acının çığlığı gibidir he:

"kendimi öldürüyorum, çünkü beni sevmediniz; çünkü sizleri sevmedim. çünkü bağlarımız çok gevşekti. bağlarımız güçlensin diye kendimi öldürüyorum. sizi silinmez bir lekeyle baş başa bırakıyorum." 

neyse kapanışı le feu follet'in müziğiyle yani eric satie ile yapalım. filme de acaip gider he bu müzik...




foucault ve diğerlerine daha sonra değineceğimizi belirterek şimdi cıvıl cıvıl çeşme gecelerine uzanıyoruz sevgili izleyiciler





1 yorum:

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.