muazzez abacı ölmüş. birkaç gün önce olmuş bu ama çok fena bir hastalık sürecinden ötürü fark edememişim ya da görmemişim. çocukluğuma dair bir çok anıda onun sesi vardır. babam yaz sonlarına doğru elazığ'a bizi almaya geldiğinde elazığ sokaklarında arabayla bir yerlere giderken ya da elazığ'dan adana'ya dönerken yol boyu muazzez abacı çalardı arabada. hala bütün şarkılarının eksiksiz aklımda olduğunu fark ettim bazı şarkılarına bakarken. ama bir tanesi nedense çok fazla yer etmiş zihnimde. en çok bunu dinlerdi babam ondan sanırım:
gönlümde özleyiş diye anlardım ben şarkının ilk girişini ama gözümde'ymiş.. özleyiş gözde nasıl olabilir ki diye düşünmüştüm; sonra babamın bir ara "bu sanat müziği" demesi gelmişti aklıma. karmakarışık her şey, teyzemlerin sokağından iller bankasına doğru dönüyorduk... (nereye gidiyorduk acaba?) bu anı benden başka hiç kimsenin hatırlamasının mümkün olmaması ne kadar acaip bir şey ne kadar... neyse geçmiş zaman... ruhu şad olsun ikisinin de...
çok eskiden izlemiştim bu filmi yani kırık bir aşk hikayesi filmini,
geçenlerde selim ileri'nin öldüğünü duyunca tekrardan izledim. genel anlamda
sinema tekniği olarak falan yani kötü bir film, diyaloglar, karakterlerin
derinleştirilememesi, ses vs. kötüdür. sırf "geriye dönüp bakınca"
dedirtebildiği için güzeldir ama bu film. insanın en büyük kabuslarından biri
geriye dönüp bakınca "sanki her şey başka türlü olabilirdi" dediğindeki
anda saklı gelir bana hep. selim ileri de senaryoyu bu söz üzerine kurmuştur.
insan geriye dönüp bakmamalıdır. orpheus ve euridiyce hikayesi malumdur:
Eurydice malum orpheus nam tanrının aşık olduğu kişidir. eurydice, bir gün bir
yılan tarafından sokularak ölür. orpheus, bu acı kayba dayanamaz ve ölüler
diyarı hades'e giderek eurydice'yi geri getirmeye karar verir. Lirinin
dokunaklı ezgileriyle hades ve Persephone'yi etkiler. Onlar da orpheus'a
eurydice'yi geri alma iznini verirler. Ancak bir şartla: orpheus, eurydice ile
birlikte yeryüzüne çıkıp gün ışığını görene kadar
arkasına dönüp bakmayacaktır. orpheus, eurydice'nin önünden yürürürken,
yeryüzüne yaklaştıklarında bir an gün ışığını gördüğü şüphesine kapılır.
Arkasına dönüp eurydice'ye bakar. Ancak bu, şartı ihlal ettiği anlamına gelir.
eurydice, bir anda tekrar ölüler diyarına gider. orpheus, sevdiği kadını
ikinci kez kaybetmenin acısıyla yıkılır.
"sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
yolumun karanlığa saplanan noktasında,
sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum." necip fazıl'ın bu dehşetli iyi şiiri
yukarıda özetlemeye çalıştığım orpheus mitolojisine bir atıftır; neyse bu çok
gereksiz bir bilgi, bir de diyelim ki öyle... so what yani?
2002 yılının yazıydı. ne yapacağımı bilmeden yaz sıcağında evde bir şeyler
okuyordum sürekli, gece 3 gibi televizyonu açıyordum, bu şarkılar çalıyordu
adana'nın yerel kanalı vardı "tempo tv" diye bir kanalda, aynı bandı
döndürüyorlardı muhtemelen. hep bu şarkılarla başlıyordu klip kuşağı ve
sabaha kadar sürüyordu.
her şey başka türlü olabilir miydi diye düşündüğüm bütün anlarda bu görüntü, bu
an geliyor aklıma hep; çünkü koltukta uzanmış bu klipleri izlerken önümde beni
neyin beklediğini bilmiyordum. şimdi biliyorum beni neler bekliyormuş. hep hata
yapmışım ya da doğru yaptığım her şeyi bir hatayla tekrar hataya çevirmişim..
neyse... bu blogdaydı "insanın başkası olma arzusu"ndan bahsetmiştim, bu isteğin
altında yatan en önemli nedenlerden biri, olmayı istediğimiz kişinin bizim
yaptığımız hataları yapmamış olmasıdır. bir diğer nedeni de kişinin kendini bir
arzu nesnesi yapması. bu ikinci neden karmakarışık bir şekilde üzerine
düşündüğüm bir şeydir, netleştirdiğim bir şey yok kafamda bu mevzuyla alakalı
ama yine de arzu nesnesi olmayla alakalı gibi geliyor bu konu bana. yani aslında
kişi kendi kendini "objet petit - a" yapıyor bu başkası olma isteğiyle. bu
yönüyle de sartre'ın mealen "insan kendi kendine varamayan bir yaratıktır" sözü
geliyor aklıma. sartre bahsettiğim bağlamda kurmuyor bu cümleyi ama neyse.
başkası olmayı arzuladığında kişi, o olmak istediği kişi üzerinden aslında kendi
arzu nesnesine ulaşıyor ama bu defa da kendisi bir başkası oluyor ve kendinden
uzaklaşıyor, neyse dedim ya bir yere bağlamayacağım bunu, sikerler.. bu olguyla
da başkası ilgilensin ksdfjklasdflsdggas)
"bir yerde o an geldiğinde artık arzulamıyor olacağım bir rüyanın gecikmiş
olarak gerçekleşmesini beklediğim sırada, ..."diye yazmış geçmiş zamanın
peşinde'nin bir yerinde marcel proust. şu tespit fransızcadan başka bir dilde
yapılamazdı ve fransızcada da proust'tan başkası yapamazdı bu tespiti. gerçi
sartre, akıl çağı'nda mathieu'ya söyletir buna benzer bir şeyi: "bir
bekleyişten başka bir şey olmamak için boşalttım içimi körlettim doğru bu;
ama bir şey de beklemiyorum artık" (tam cümle bu şekilde olmayabilir
bakmadan yazdım aklımda kaldığı kadarıyla ama mealen böyleydi cümle) bu
arada sartre da fransız aq fsdkfsdfsdg demek ki bu fransızlarda bi çakallık
var.. beklenen bir şey olduğunda -bu her ne olursa olsun fark etmez ama
arzuyla beklenen şeylerde daha kesif olarak çıkar karşımıza bu söyleyeceğim
şey- devreye daima tek bir şey girer: zaman. ve zaman gibi hiç kimsenin hiç
bir zaman tanımını yapamadığı şey somutlaşır bekleme anında. tam da bu
söylediklerimi somutlayan bir şey söyler cemal süreya bir şiirinde:
"Beklemek, gövde gösterisi zamanın" beklediğinde varoluşabiliyor insan, bu
yüzden mathieu beklemekle kodladığını söylüyor tüm hayatını ve böylece de
zamanı duyumsuyor yani varoluşuyor ama sonra bir yer geliyor ve beklememeye
dönüyor bu ve zaman da fark edilemeyen bir şey olarak orada bir yerde akıp
gidiyor yani soyutlaşıyor. zamanın soyutlaşması kadar çok az şey vardır
tedirgin edici. bu arada sartre'ın üçlemesinin ilk kitabıdır "akıl çağı"
diğer iki kitabın adları dahi ne demek istediğimi anlatıyor gibidir aslında:
bekleyiş, tükeniş... (tam da burası kendimle ilgili bir şeyi de fark ettiğim
yer aslında: her yere erken giderim ben.. you know the rest...) tabii bu
kadar zaman demişken ahmet hamdi tanpınar'ı anmamak olmaz; ama ben
anmayacağım sikerler... öyle ilk akla gelenin konuşulduğu, yazıldığı bir yer
değil burası... neyse "sonrasızca yeniden geliş" dediği bir şey var
nietzsche'nin.. hiçbir şey sonrasızca yeniden yeniden gelmez bu imkansızdır
ama bizim böyle olmasını istediğimiz anlar vardır; somutlayamayacağımızı
bildiğimiz, yakalanamayacağını bildiğimiz bazı anları somutlamak, durdurmak
istediğimiz anlar.. bu marcel proust'un meşhur "kayıp zamanın peşinde"
dizisinin son kitabının adı "yakalanan zaman"dır
tabi zamanı yakalayamayız hiçbir zaman, bu yüzden de yakalayanlara ilgi duyarız proust, tanpınar gibilere yani.
“ben zamanı gördüm,
içimde ve dışımda sessiz çalışıyordu,
bir mezar böyle kazılırdı ancak,
yıldırımsız ve baltasız,
bir orman böyle devrilirdi!
ben zamanı gördüm,
kaç bakışta bozdu hayalimi,
ve kaç düşüncede!
ben zamanı gördüm,
şimşek gibi bir ânın uçurumunda.”
zamanı görmek, duyumsamak falan onu, sonra yakalamaya çalışmak; durdurmak istemek aslında zamanla ilgili yegane sorundur ve en büyüğüdür tabi bir de derdim bunları anlatmak değil ama öyle sanıyorum ki insanda neden böyle bir temayül olduğu daha önemlidir; yani insan neden zamanı görür, gördüğünü sanır? yahut neden görmek, duymak ister sorunsalının cevabını tanpınar veriyor bu şiirde:
“ben zamanı gördüm,
içimde ve dışımda sessiz çalışıyordu," şayet biz zamanı görebiliyorsak yani duyumsuyorsak somutlanmış demektir zaman bizim için o anda. yüksek lisans tezimde uzun uzun anlatmaya çalışmıştım bunu, yani zamanın soyuttan somuta geçme sürecini, fakat bu şiirde tanpınar sadece bir cümleyle anlatmış. (keşke zeki biri olsaydım) iki zaman vardır: kişisel zaman ve aktüel zaman. içimizde ve dışımızda biteviye akıp giden iki ayrı zaman. biri müdahale edebildiğim öteki edemediğimdir. sıkıcı bir dersi dinlerken söz gelimi, yahut bir arkadaş ortamında bir şeylerden bahsediyor olsun bir arkadaşımız. "patates söyleyelim mi?" gibi bir cümle kursun tam o anda mesela o arkadaş. garsona "patates kızartması alabilir miyiz?" dendiğinde akıp giden aktüel zaman içerisinde, patates kızartması tamlaması bizi çocukken annenin mutfakta kahvaltı hazırlarken içeriden gelen seslere birden tavaya atılmış patateslerin çıkardığı bir zamana götürsün. yeni uyanmışsın, çoraplarını giymediğin için henüz ayakların hafiften üşürken bir çizgi film izliyorsundur, patateslerin tavada çıkardığı sesi duyarsın. içinde annenin soğuk bir kış sabahı mutfakta kızarttığı patatesin sesi ve kokusunu yaşatan bir zamanla; biranın yanında yenmesi için söylenen patates kızartmasının akıp gittiği zaman birlikte varoluşmaya başlar. işte tam da burası tanpınar'ın zamanın içimizde ve dışımızda sessiz sessiz çalışıyor dediği andır. bu sessiz sessiz çalışan iki zıt an da bize zamanı duyumsatır. çünkü aksi yönlere giden iki aynı şey vardır bu aksi yönlere gidiş bizde içimizde yani bir gerilim yaratır ve doğal olarak gerilim de bir şeyin somutlaşmasıdır. neyse Augustinus işine bak kardeşim al işte zamanı tanımladım nedir yani aq ...
kendimi tekrar ettiğimi düşünüyorum; bildiklerimin üzerine yeni şeyler koymamak için direniyorum sanki. markette sıra beklerken en yavaş ve en kalabalık kasayı tercih ediyorum; yapmam gereken şeylere daha az zaman ayırabilmek için beni oyalayacak her günkü şeylere boğuyorum kendimi.
"Bir şu'lesi var ki şem'-i cânın, fânûsuna sığmaz âsmânın" şeyh galib'in bu dizesini kendim için yazılmış gibi mukaddes bellerdim bir zaman, sonra, birkaç zaman sonra şem-i canımın bir şulesinin olmadığını varsa da asumanın göğüne pekala sığabildiğini anladım.
âsmânı ayrı, şem-i canın şulesini ayrı, fanusu ayrı sikeyim deyip sözü bağlayayım.
bir otobüsün otogardan ayrılması bir otobüsün otogara girmesi... bir dönem otobüslere hayrandım yani otobüsleri -şehirler arası sefer yapan otobüsleri- çok seviyordum. çocuk halimle ve o zamanların kısıtlı imkanlarıyla (90'ların başları) otobüsler hakkında bilgi toplamaya çalışıyordum. bende otobüs hayranlığının oluşmasına sebep olan iki tane otobüs vardı: O303 Mercedes ve Mitsubishi Marathon. bunlara daha sonra geleceğim.. 15 tatillerde ve yaz tatillerinde elazığ, sakarya ve istanbul'a giderdik hep annem ve ben. hayranlığım o zamanlarda ve o yolcuklarda başladı.
hatırlayabildiğim en eski otobüs O302S'ti. Elazığ'dan Adana'ya dönüyorduk babamla. babamla araba olmaksızın yaptığımız ilk ve tek yolculuktu bu ve eski bir 302'yle yaptığım ilk ve son uzun yolculuktu bu. niçin arabayla gitmemiştik elazığ'a hatırlamıyorum. çünkü genelde şöyle olurdu benim rutinim. yaz tatili olunca annemle ben elazığ'a giderdik otobüsle; sonra okullar açılmaya yakın babam arabayla gelir bir hafta kadar kalır ve birlikte adana'ya dönerdik. işte bu yolculuklarda başladı otobüslere hayranlığım... ve ayrıntılara hastalık derecesinde dikkat etme yetim (bu bir yeti mi emin değilim) de bu anlarda -yolculuklarda- başladı.
302 otomarsan buydu... (aşağıda resmi) rengi falan da buydu tabii de otobüs elazığ murat turizm'e ait bir otobüstü. bu yolculuğu benim ilginç kılan başka bir detay da ilk defa otobüsle gündüz yolculuk yapmıştım.. gece yolculuklarında çok uzaklarda yanan belli belirsiz ışıklara bakıp kimler yaşıyor oralarda diye düşündüğüm (yılmaz erdoğan gibi söylersek: yüzüm otobüs camının garantisinde) anlar olmadan bir yolculuk yapıyordum ilk defa. malatya çıkışında otobüs yolcu almak için durmuştu ve biz de aşağı inmiştik. babamla aşağıda duruyorduk, kaptan gelmişti yanımıza babam "baya güçlü bu" demişti otobüsten için, kaptan da V6 bu olsun o kadar, gavurdağı'nı (o zamanlar adı daha nurdağı olmamıştı) vites düşürmeden çıkar bu demişti. babam samsun 216 içiyordu. kaptan uzun marlboro. sonra ne zaman geçsem (şimdilerde bile) "yukarı doğru akıyor lan bu" diye içimden geçirdiğim gölbaşı - pazarcık arasındaki nehri fark etmiştim. ve tabii bir mola yerindeki ilk yemek... adıyaman gölbaşı mutlu dinlenme tesislerinde mola vermişti otobüs. babamla inip lokanta kısmına gitmiştik tesisin ve hala bile şayet durursam mola yerlerinde asla vazgeçmediğim menü tavsiyesini vermişti babam: "mola yerlerinde sadece pilav ve yoğurt yenir ya da varsa et haşlama" kendi et haşlama yemişti ben de pilav üstü az kuru ve yoğurt.. sonra adana'ya kadar uyumuştum..
Şekil 1: Otomarsan O302 V6.
bundan sonraki beni kendine hayran bırakan bir diğer otobüs yukarıdaki O302'nin S modeliydi. aslında yeni modeli de denmez pek baya kasa değişmişti bu otobüslerde:
daha keskin hatlara sahip bu otobüs de yine V6'ydı. yanlış hatırlamıyorsam turbo beslemeli bir motoru vardı. arkadan kapılı ve arka kapının hemen yanında buzdolabı da vardı bunlarda. yüksek şoför kabinliydi yani yolcu koltuklarıyla aynı yüksekliğe sahipti kaptan bölümü. bununla çok seyahat etmişimdir. bunlarda en net hatırladığım annemle yine elazığ'a giderken sabaha karşı kömürhan köprüsünden geçtiğimiz bir an vardı bu otobüsle. murat turizm'indi otobüs. bir de ilk defa tek başıma yaptığım bir yolculuk da bununla olmuştu. o da elazığ'dan adana'ya döndüğüm bir yolculuktu, hazar turizm'indi bu otobüs. ilk kez poşet suyu da bunda görmüştüm. orta2'deydim. poşet su da şöyle bir şeydi:
bir tane pipetle delip içiliyordu. gerçi pipetle delmek neredeyse imkansızdı ama neyse...
tam bu dönemlerde man efsane bir reklamla yeni bir otobüs duyurmuştu: süperman turbo... biraz 302S'i andırsa da koltukları falan daha rahattı bunun
reklam da buydu. buna sadece bir defa binebildim. bir defa da ablamı yolcu etmiştik bununla. reklamındaki "kavuşturur süperman" sözü gelmişti aklıma, "ayırır da süperman" demiştim içimden...
ve tam o günlerde daha önce hiç görmediğim duymadığım bir markanın otobüsünü görmüştüm eski adana otogarı'nda: Scania... aklım çıkmıştı aklım...
lüks adana'nın otobüsü'ydü. koca otogar'da onlardan başka kimse de yoktu bu otobüsten ve doğal olarak da binmem mümkün değildi ama... ablamlar istanbul'a yerleşmişlerdi ve biz 15 tatilde annemle istanbul'a gidecektik. babam biletleri lüks adana'dan almıştı, ya içim içim nasıl yiyordu anlatmam mümkün değil. ve yolculuk günü hayatımda bu kadar dua ettiğim azdır.. içimden sürekli "allah'ım nolur otobüs scania olsun" diyordum sürekli... ve scania... üstelik 7-8 numaralı koltuktaydık ve tam üstümüzde bir tv ve video vardı... tarık akan'ın bir filmini oynatmışlardı.. ve asıl şok benim için kola ve kek dağıtmışlardı otobüste... mola yerinde indiğimde yan yana duran otobüslere bakıp en güzeli bizimki deyip nasıl da gururlanıyordum ya... kırmızı şeritleri vardı...
o 15 tatilin dönüşünde asıl ve en fazla hayran olduğum ve bence tüm zamanların en iyi otobüsü olan mercedes 0303'le tanışmıştım. gaziantep ben turizm'den almıştık bileti.. peronda daha önce hiç görmediğim otobüsler görüyordum. bir tanesi de bizim otobüstü... O303... V8'di bu otobüs ve mercedes'in ilk alçak kaptan kabinli otobüsüydü... ve tabii ki buzdolabı, tv. ve video da vardı bunda...
şiir gibi bir otobüstü şiir gibi... daha sonra bu v8'lerin europa versiyonu çıktı, bunlar daha geniş ve daha konforluydu ve bunlara dair ilk hatırladığım retarder sesiydi sanırım. dışı hep geometrik şekillerle boyalı gelirdi bunlar bir de:
bir de bunların şurada güzel bir incelemesi var merak eden olursa:
tabii bu otobüs dünyasındaki avrupa hegemonyasına japonlar müthiş bir yanıt vermişti o zamanlar: mitsubishi marthon...son derece estetik ve hızlı bir otobüstü... ve efsane bir görüntüsü vardı:
bu çölde vaha temalı olan versiyonuna epey bir süre binmek nasip olmamıştı o zaman çünkü O303 V8 baya bir domine ediyordu otobüs piyasasını ama özellikle güneydoğu firmaları baya bi bundan almıştı. hiç unutmam elazığ'da bir düğüne gitmiştik tren garına yakın bir yerdeydi düğün. kuzenlerimle salonun dışında duruyorduk. salon elazığ çevre yolunun üzerindeydi.. müthiş bir hızla muş yolu seyahat'in maraton otobüsü geçmişti.. nasıl da heyecanlanmıştım.. adana'ya dönerken inşallah maraton denk gelir diye nasıl da dua etmiştim ama maalesef v8 vardı yine seferde... çok sonra istanbul'dan sakarya'ya giderken ama... ağa tur'dan bilet almıştık ve bingo palmiyeli maraton... nasıl da yılan gibi gidiyordu ve nasıl da rahattı.. müthiş bir süspansiyonu vardı otobüsün dans eder gibi süzülüyordu yolda... fakat çok fazla doyamamıştım bu otobüse çünkü yerine prenses diye bir modelini sürdüler otobüsün daha sonra..
buna çok fazla binme fırsatım olmadı sadece istanbul - sakarya arasında çok denk gelmiştim buna ama maraton'un yerini almasına olan kızgınlığımdan mıdır nedir asla ısınamadım bu otobüse...
aynı dönemlerde topkapı otogarında ulusoy'un neoplanları ve varan turizm'in setra'larını görürdüm hep ama onlara binmek asla mümkün değildi çünkü adana'ya çalışmıyordu onlar. gerçi varan geliyordu adana'ya, çünkü abim hep varan turizm'in dergilerini getiriyordu her yolculuktan sonra...
tabii bu otobüsleri gözümde ayrı bir yere koyan ortadan kapılı olmalarıydı ve koridorunda halı serili olmasıydı. (otogarda beklerken ikisine de binip şöyle bir göz atmıştım)
ama o yıllar yani 90'ların başları işte istanbul'a gidecektik bir 15 tatilde ve olabilecek en güzel şeylerden biri olmuştu, lüks adana'nın iki katlı daf marka otobüsüne denk gelmiştik ve üst kattaydık... aklım çıkmıştı sevinçten aklım... merdivenden yukarı çıkıp o en ön koltuğa oturmak tarif edilemez bir şeydi ya...
tüm bunlara mercedes çok güzel ve estetik bir cevap vermişti: O304 Europa... tip olarak O302S'lere benziyordu yani onun makyajlı kasası gibiydi ama ortadan kapılıydı bu da ve V8 motor yoktu V6 koymuşlardı buna... bana deseler ki tüm zamanların en yakışıklı otobüsü hangisidir diye bu ve maraton derim, net.
biraz müzik arası, o dönemlerde otobüslerde şoförlerin belki de en çok çaldığı şarkı şuydu:
elazığ murat turizm'le elazığ'a gidiyorduk gece 3 gibi otobüs (O303, namı diğer V8'di otobüs) yine adıyaman gölbaşı mutlu dinlenme tesislerinde mola vermişti. dışarıdaki hoparlöre bu şarkıyı vermişlerdi. restoran kısmına girip pilav üstü az kuru fasülye ve yoğurt almıştım babamın önceden verdiği tavsiyeye uyarak. televizyonun altındaki masaya oturmuştum. bir yandan yemeğimi yiyip bir yandan tv'ye bakıyordum: calgonit bulaşık makinesi deterjanı reklamı vardı. oha reklamı buldum aq çöplük gibi ya bu youtube...
sonra bu calgonit, finish quantum oldu tabii.. neyse.. bu elazığ tatilinin sonbahar dönüşünde de babam arabada hep şu albümü ve özellikle de şu şarkıyı çalmıştı arabada:
benim için bu otobüs sevdasının yavaş yavaş sönmesine vesile olan otobüs mercedes'in ilk yüksek tavanlı otobüsü O403'ü çıkarmasından sonraya rastlar... sonun başlangıcı gibiydi 403'ler hemen peşi sıra travego ve tourismo'yu çıkardı mercedes o yıllarda; man da fortuna serisini çıkardı cevap olarak mercedes'e. ve neoplan da starliner'i çıkardı o aralar; setra da s517hdh modelini çıkardı.. sonrası tufan hepsine de bindim hatta artık büyüdüğüm için ve istanbul'a da atanıştım o zamanlar, artık marka seçip ona göre bilet alıyordum... hepsi de uzay aracı gibiydi bu otobüslerin ve müthiş konforluydular hepsi de... ama hiçbir zaman bir mitsubishi maraton ve O304 olamadılar...
bu otobüsler ya büyüdüğüm için ya da başka bir nedenden bilinmez hep biraz mekanik geldi bana ve sevemedim yeterince bunları yukarıdakiler gibi asla, o yüzden sadece fotolarını bırakıyorum buraya
neyse böyleyken böyle... daha geniş daha güzel anlatmak isterdim hayatımın bu en önemli bu en beni beni ben yapan döneminin öznesi olan bu mevzuyu ama neyse her şeyi de anlatmaya gerek yok... seç turizm'in neoplan starliner'ine son bindiğim tarih 2017'nin 27 ocak günüydü, adana'ya geliyordum... bir daha hiç binmedim neoplan straliner'e...neyse.
bir iki düzenleme yaptım yine de hepten de özensiz olmasın diye yazı. 29 ocak'ta doğum günümde yayınlamak istedim niye bilmiyorum.. üniversitedeyken yani türkoloji lisansındayken otogara gidip rastgele ilk gözüme çarpan kalkmak üzere olan otobüse binip bir yerlere giderdim daha doğrusu otobüs nereye gidiyorsa oraya giderdim. otogarlarla ilgili notlar alırdım. soğuk bir kış gecesi niğde otogarında otobüse binen genç bir kızla erkeğin niğde çıkışında polisin indirmesini hatırlıyorum. kız 18 yaşında olduğu halde indirmişti polis, ısrarla kimliğini göstermek ve inmek istemiyordu kız. ne olmuştu sonrasında ne yapıyordur acaba o kız ve oğlan şimdi? otobüs tokat yıldızı seyahat'e ait bir O403 Otomarsan'dı. indiler, inerken arkamda oturan bir teyze "kaçmışlar" dedi. bunu dinliyordum, kafamı cama dayamıştım, kar yağıyordu bir yandan:
neyse doğum günüm kutlu olsun.
aytok ismi için yapılmış olan video yoktu neyse sonuçta bu isim de doğduğumdan beri benimle :)
8 Ekim 2024 Salı
O kadar uzun yol geldik ki seninle
Şimdi, sen ayrı ben ayrı olan o yolu
Nasıl yürüyeceğiz?
(Biz seninle yoldayken
yanımızdan ovalar, ağaçlar; titreşen
rüzgârlar akmıştı. Bir yolumuz olduğunu,
yol kazılarını, yol yorgunluğunu
o zamanlar biliyor muyduk?)
bütün bir hayatı anlatan yani hayatla ölüm arasını özetleyen bir şey tabii ki yoktur böyle bir şey salak olmayalım ama olsaydı iyi olurdu. her şeyi açıklayan bir şey olsaydı iyi olurdu yani ama yok işte. yine de yolda olmak var, (bir yolculuk düşüyor aklıma gidiyorum) yoldayken geçip giden şeyler var geçip gittiğini fark etmediğimiz şeyler var. bir yolda giderken yanından geçip gittiğimiz bir kavaklığı kaç defa daha hatırlarız ki ömrümüz boyunca. bir kavaklığın yanından geçip gideriz, kavaklık orada kalır, biz başka başka bir sürü şeyin yanından daha geçip gideriz, kavaklık orada kalır (Yolculuk, her zaman düşündüm onu; İçimde bu azgın davet ne demek? Oraya, nerdeyse güneşin sonu, Uçmak, kayıp gitmek, kaçıp dönmemek.) içimde kaç tane kavaklık var söylesem aklınız şaşar. gördüğüm her kavaklığı aklımda tuttum. gördüğüm hiçbir kavaklık gördüğüm yerde kalmadı, benle geldi (Neden soruyorsun Nereye gideyim / İki yol var demiştin / Hangisini seçeyim) bir yere gitmeyi "ufuk" kadar güzel anlatan, betimleyen -imleyen mi demeliydim?- bir kavram yoktur. asla varamamayı, ulaşamamayı imler ufuk çünkü. bu yüzden mi ki bilmem (bu yüzden değildir tabii ama ben öyle umuyorum) şark edebiyatında yolculuk tem'i asla bir yere varmayla sonuçlanmaz daha doğrusu ne için çıkılmışsa yola asla o umulan menzile varılmaz ve kendine varır o yolculuğa çıkan. mantıku't tayr mesela. varılacak bir yer yok demek ister gibi şarkî edebiyat. (kim nereye yakınsa / orası ona ufuk) eskişehir'i geçip bursa'ya doğru giderken sağ kolun üzerinde uzakta bir yerde kavaklıklar içinde birkaç evlik bir yer vardır, orası bana ufuk oldu hep. hiç gidemedim oraya gidemeyeceğim de asla hiçbir zaman. gitsem ne olur içimdeki bu kavaklık merakı diner mi görsem oradaki kavaklığı? (Bir anadan dünyaya gelen yolcu / Görünce dünyaya gönül verdin mi) yol, bu ve yukarıda söylediğim sair şeylerden ötürü bana hep "kendinde şey" --numen- gibi gelir. yol bize göre bir şey'dir bir şeyi imler ama kendine göre nedir yol. gerçekten bütün algılardan sıyırıp onu, ne diyebiliriz ona? (Yollar / Ki gider kimsesiz, tehî, ebedî, /Yollar / Hep birer hatt-ı pür sükût oldu / Akşamın sine-i gubârında) bir yolculuktan geriye ne kalır? çıktığın yer mi vardığın yer mi, sahi ne kalır bir yolculuktan geriye? varmak sözcüğüyle exist anlamındaki "var" kavramı arasındaki ilişkiyi fark ettiğimde kütahya'ya doğru giden bir yoldaydım. vardığın yerde var oluyorsun. var olmak için bir yerde varmak gerekiyor, süreç yani varmak kendini sonlandırmalı ki ancak var olabilesin. varamadığın için var olamıyorsun. (ilkyaz düşeli beridir / giden ben değilim, yoldur)
bir şiiri metin altıok yazmışsa o şiir iyidir bence. önyargılı olarak böyledir bu benim için, neyse.
Bedenim üşür, yüreğim sızlar.
Ah kavaklar, kavaklar...
Beni hoyrat bir makasla
Eski bir fotoğraftan oydular.
Orda kaldı yanağımın yarısı,
Kendini boşlukla tamamlar.
Omzumda bir kesik el,
Ki durmadan kanar.
Ah kavaklar, kavaklar...
Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar.
"Kendini boşlukla tamamlamak" yukarıda bütün bir hayatı anlatan yani hayatla ölüm arasını özetleyen bir şey tabii ki yoktur demiştim ama var sanırım: kendini boşlukla tamamlamak.
aile albümlerine baktım biraz önce. annem, babam, ablam, abim, teyzeler, kuzenler, dayılar, amcalar, hiç tanımadığım aile dostlarının, komşuların falan olduğu yüzlerce fotoğraf vardı. benim 1 tane bile fotoğrafım yoktu fakat. (birkaç tane vardı onları da ben almıştım zaten) sadece türkoloji'deki 5. senemdi uzatmıştım okulu yani, o yaz ahmet muhip dıranas okuyordum, kitaptaki şiirlerden bir bölümü ufak bir not kağıdına yazmış, onu da masamın karşısına asmıştım. sadece o kağıt çıktı fotoğrafların arasından:
buydu yazdığım bölüm.
tuhaf geldi, ne bileyim mesela bir tane bile mezuniyet fotoğrafım yok. ne lisanstan ne master'dan ne doktoradan... üçünde de diplomaları enstitü memurlarından almıştım. niye o anı ölümsüzleştirmek istememdim ki acaba? sanırım hafızamda çok kuvvetli yer ettiği için bazı şeyler, anlar fotoğrafa ihtiyaç duymadım hiç. belleğime güveniyordum bir de gün içerisinde durmadan zihnimden geçiriyordum insanları olayları.. mesela diplomaları bana veren memurlar, hatta o memurların kıyafetleri, masalarında ne olduğu falan bile aklımdadır çünkü dedim ya zihnimden geçiririm böyle anları sürekli. bir de tabii fotoğrafları değiştiremezsiniz. fotoğraf bir anı sonsuza kadar salt o anın gerçeğiyle bir daha değişmemek üzere dondurur. ama bellek öyle değildir. canlı bir şekilde dondurur o anları ve üzerinde istediğiniz gibi değişiklik yapma olanağı verir size. ("hiç kimse tarihi değiştirmeden anlatamaz" derken bunu mu kastediyordu acaba Ernest Renan? kim bilir...) söz gelimi çok sevdiğim bir anda orada olmasını istemediğim bir kişiyi, bir nesneyi çıkarırım belleğimdeki fotoğraftan yahut ne bileyim sevmediğim bir tişört varsa o anda değiştiririm o tişörtü başka tişört giydiririm kendime. ama bellek her şeye rağmen bir fotoğraftan daha zalimdir... hep yeniden yeniden üretir ve hep saklar da saklar sonsuzcasına her anı. bir fotoğraftaki an sürekli vardır ve değişmez; bellekteki bir anı ise sonrasızca, sürekli gelir hep bilince ve hep biraz değişmiş hallerde... yani başka bir deyişle fotoğrafta an; bellekte ise anı olur, bir benzetiş...
25 yıl önce bugün bu saatlerde kuşadası'ndan adana'ya dönüyordum otobüsle. yanımda cemal süreya'nın düz yazılarının olduğu bir kitap, behçet necatigil'in bir şiir kitabı ve enis batur'un doğu - batı divanı kitabı vardı. doğu batı divanı'na bakıyordum. orada "zalim bellek" diye bir şiir vardı:
"Bir başına derinlemesine yaşamak
yetecek sanmıştı kendisine – toy
değildi artık, genç bile sayılmazdı:
Sonuna kadar paylaşamadığına göre,
hiç paylaşmadan, sımsıkı kendinde
tutarak, geri dönemeyeceğini bildiği
yolu kat edebilirdi. Önce geceler
düğümlendi oysa. Sonra geceden
geceye ilerleyen o telâşlı akrep.
Fişten çektiği telefonlar, üzerini
çuhayla kapladığı ayna, çıkıp
boşluğa baktığı kör balkon –
anahtarlarını çevirip çekmeceye
kaldırdığı kapılar ağır ağır
zorlandı.
Evlere dağılmış eşyası birden
Toplanıp doldurmuştu salonu,
Odaları ve duvarları kaplayan
kitaplar ve resimler, eski notalar,
İlk film afişleri, o zarif İngiliz
konsoluyla öbür ham İskandinav masası,
Hepsinin soykütüğünde sızının payı:
kimin aldığı bu ayna, ne zaman
getirilmiş bu alpaka kutu, nereden
hangi yıllarda toplanmış bu kupkuru
gözyaşı şişeleri -herbirinin
seyirdiği tıkanık damarlarda
bir görünüp yiten zalim bellek"
şiirin beni niye yakaladığını hemen o an anlamıştım tabi.. kurgu falan olsun diye değil hepsi bugüne denk geldi işte. yan koltukta kuşadası'ndan adana'ya atanan bir savcı oturuyordu. yol boyu konuşmuştuk. akif seviyordu o...
epey ara verdim yazmaya aslında aklıma pek bir şey gelmedi mevzuyla alakalı. sadece aşağıdaki alıntı var işte nereden, kimden aldığımı da not almamışım aklıma da gelmiyor şimdi kimin diye ama tek gerçek trajedi gerçekten de bu:
"Zaman insanoğlunun düşünebileceği en derin ve en trajik konu. Hatta diyebiliriz ki trajik olan tek şey. Tahmin edebildiğimiz tüm trajediler, sonuçta tek bir trajediye dönüşür: Zamanın geçmesi."
bir de niyeyse bu şarkı zamanın geçmesini hatırlatıyor durmadan özellikle girişi:
ha bir de true dedective dizisinin açılış şarkısı.
veridis quo malum daft punk'ın hayli lezzetli bir şarkısıdır hatta bence en iyi parçasıdır. latince bir söz gibi duruyor ama doğrudan bir anlamı yokmuş; zaten şarkının adına bakar bakmaz da isa'ya yöneltilen o meşhur soruya bir atıf olduğu anlaşılıyor: "quo vadis domine?" isa birgün elinde çarmıhla yürürken aziz petrus'la karşılaşır ve petrus ona bu meşhur soruyu sorar: "quo vadis domine?" nereye bu gidiş hazretleri gibi bir anlama geliyormuş. isa da cevaben: "sen kuzularımı bırakıp uzaklaştığın için ben tekrar çarmıha gerilmek üzere roma'ya gidiyorum." bu enstantanenin Annibale Carracci tarafından şöyle resmedilmişliği de var hatta:
ortaçağın italyan ressamlarındandır kendisi bu arada. resme bakınca rönesans döneminin klasik " insan vücudunu hareket halinde resmetme" temayülünün isa'nın resmedilişinde somutlandığını görmek mümkün. neyse konumuz bu değil.
daft punk'ın şarkısının isminin buradan geldiğini aslında şarkının klibinden de anlamak mümkün, malum klip de gitmek üzerine kurgulanmıştır. bu minvalde bir de kuran'da tekvir suresi 26. ayet var. "fe'eyne tezhebun: nereye bu gidiş?" diye. bu üç öncülü ortak paranteze almak istesek bunu ancak gitmek sözcüğü üzerinden yapabiliriz. bu üç öncülde bahsedilen gitme eyleminin olumsuz bir gösterilen'e sahip olduğu bir hayli aşikar. bir de tabii gitmek eyleminin temel anlamı olan bir yerden uzaklaşma anlamında kullanıldığı görülüyor bu üç öncülde de. ama. gitmek eylemi -diğer diller için bilemiyorum- bir yere ulaşma, varma anlamı da vardır. yok gibi durur ama vardır. farazi kayra'nın "bir eve hangi gün gidilmez" diye çok sevdiğim bir şarkısı vardır. buradaki gitmenin bir yerden uzaklaşma anlamından ziyade bir yere ulaşma anlamında kullanıldığı açıktır. yani, gitme -başka her şeyde olduğu gibi- bir ulaşma edimidir aynı zamanda. içkin olarak varmaya da tekabül eden bir anlam katmanı var yani gitmek eyleminin. gitmek eyleminin kendindeki bu içkin diyalektiği yakalayan bir şarkı var ne zaman dinlesem içimi acıtan. murathan mungan'ın bir şiirinden mülhem yanılmıyorsam yeni türkü'nün "dönmek" şarkısı. yukarıdaki resimde isa roma'ya gidiyordur yahut roma'ya dönüyordur yani yok olduğu -aslında var olduğu- yere yani roma'ya. kuran'daki surede de aynı benzer bir durum söz konusu. bu durum surenin adında gizli aslında. tekvir: yuvarlaklaşma, dürülme gibi bir anlama gelir. yuvarlak başlanılan yere dönmeye vurgudur pek tabii. ama bunu hiç kimse konstantin kavafis gibi anlatamamıştır sanırım:
"Başka diyarlara, başka denizlere giderim, dedin.
Bundan daha iyi bir kent vardır bir yerde nasıl olsa.
Sanki bir hükümle yazgılanmış bir çabam;
ve yüreğim sanki bir ceset gibi gömülmüş oraya.
Daha ne kadar çürüyüp yıkılacak böyle aklım?
Nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam burada
gördüğüm kara yıkıntılarıdır hayatımın yalnızca
yıllar yılı yıktığım ve heder ettiğim hayatımın."
Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler.
Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent. Dolaşacaksın
aynı sokaklarda. Ve aynı mahallede yaşlanacaksın
ve burada, bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların.
Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın,
ne bir gemi var, ne de bir yol sana.
Nasıl heder ettiysen hayatını bu köşecikte,
yıktın onu, işte yok ettin onu tüm yeryüzünde.
"Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın" tıpkı isa'nın hep roma'ya varması gibi. bir benzetiş...
yukarıda bahsettiğim şarkının bi çok versiyonu var ama en iyisi bence bu kaydı. şarkıdaki soruyu tersinden de sormak mümkün aslında gitmek ve gelmek arasındaki girift ilişkiyi anlamak için "bir eve hangi gün gidilir?" bir de hikaye bu ya tekrar çarmıha gerilmek için roma'ya giden isa'ya "quo vadis domine?" diyen aziz petrus'un roma'ya gitmesi ve burada çarmıha gerilerek öldürülmesi; yine ol riayet ki çarmıha ters duran bir çarmıha gerilmeyi istemiştir kendisi; düz çarmıh isa'ya özgü olduğu için. bu da bir başka benzetiş.
bugün Fürüzan ölmüş. haberi gördüğümde içimde bir şey kıyılır gibi oldu. lisansın son günleriydi hoca derste bu öyküyü tahlil ederken bu öyküyü okumuştu. öykünün sonunda "parasız yatılı imtihanlarının çocukları hep erken gelir. hiç gecikmezler" cümlesini okuduğunda içime bir yumruk gibi oturmuştu bu cümle. yıllarca yıllarca bu cümle kadar içime dert olan bir cümle daha olmamıştı desem yeridir. hislerimi anlatamam Fürüzanla ilgili. sadece kend, kişisel tarihime bir not düşmek içi yazıyorum bunları. bir yakınım, çok yakınım gibiydi hep. çok üzgünüm.
bir de 2012'ydi sanırım. kitap fuarında dolaşıyorduk. yky standında bir kadın tek başına oturuyordu. yaklaştık standa doğru. "fürüzan bu" dedim. bir iki kitabını almıştık. imzalatmadık. onu tanıdığımızı, çok sevdiğimizi ima eden bir iki şey söylemeye çalıştık, gülümsedi, teşekkür etti. çok üzgünüm.
başka yerlere link eklemeyi beceremediğim için buraya ekleyeyim dedim yazıyı. neyse
bundan sonraki postlarda yer yer küfür ve rahatsız edici ifadeler olabilir; olmayabilir de bu arada. bu yüzden sessize alabilir yahut engelleyebilirsiniz.
çok da eski olmayan eskiden twitter'da içip içip hiç bi sike derman olmayan konularla ilgili flood yapardım bilen bilir. rastgele -aslında benim için pek de rastgele olmayan konularla ilgili olurdu bu floodlar; söz gelimi 400 darbe yahut bisiklet hırsızları gibi filmler yahut "arnold schönberg ve atonal müzik üzerine ya da ne bileyim geç dönem rus romantizminin -ah kuzum Sergei Alexandrovich Yesenin'i hatırlamak ne güzel olurdu şimdi- dünya şiiri ve müziği üzerine etkisi gibi konular olurdu bunlar. daha sistematik yazmak istediğimde makale falan yazardım, yazmaya çalışırdım diyeyim. neyse artık ne twitter ne blog kullanıyorum; makale yazmak da son derece gereksiz geliyor ama yine de bazen bir şeyler demek istiyor insan.
arabesk müzik üzerine biriktirdiğim notlar vardı. (kafamda) onları buraya yazma isteği hasıl oldu birden bire bünyede. sarı kutu tuborg + kısa parlıament eşliğinde yazardım genelde tweetleri (camel soft paket çok bozmuştu o ara bilen bilir). ne çok şeyi bırakmışım... twitter (twitre), blog, sigara vs. kafamdan yazacağım için sistematik bir bütünlük arz etmeyecek bu yazdıklarım ama yukarıda da dediğim gibi bizim atonal müzik sevdamız epey eski ve köklüdür maşallah... resimde de 10 numara non - figuratifimdir şekerim bilen bilir. atonal müziğe ve non - figüratif resme meyyalsen belasındır bu ülke entelejensiyası için... g jdshjkghjkfghjkfsdhgkljahfsdl
Arabeskin başladığı sosyoloji falan bunlar için tabii bir sürü şey söylenebilir. arabeskin müzikal altyapısı hakkında da binlerce kaynağa değinildi ama bence bakmayın adının Arabesk olmasına, Arabesk müziğin bence asıl ve tek müzikal kaynağı Hint müziğidir. Özellikle Raj Kapoor'un "Awaraa" (avare) filminin Türkiye'de gösterilmesiyle başlayan bir süreç var. (Bu arada acaip severim Raj Kapoor'un yönetmenliğini de oyunculuğunu da) Raj Kapoor'u seslendiren (playback mi demek lazım?) Mukesh diye bi şarkıcı var; şarkılarını dinleyince bu şarkıların birçok Arabesk şarkıyla neredeyse aynı altyapıya sahip olduğu net anlaşılır.
Hatta Awaara filminin çıkış şarkısı "awaara hoon"un sözleri de tamamen Arabesk şarkılarla birebir benzeşir. "Bahtım kara, kara alın yazısı, vefasız sevgili...vs. gibi sözler içerir bu şarkı
Ferdi Tayfur'un avareyim şarkısı da tesadüfi bir şarkı değildir bu minvalde:
Ayrıca Arabesk şarkıcıların yaptığı filmleri izlediyseniz şayet Raj Kapoor'un filmlerine çoğunlayın birebir benzediğini görürsünüz.
arabesk müzik biraz da zeki demirkubuz'un "kader" filmindeki atmosferin müziğidir esasen.
içinde doğduğu bireysel iklimi bundan daha iyi anlatan tirad yoktur. Filmin adının da kader olması ayrıca dikkate değer. (kader kavramı = arabesktir aslında)
"Geçen gece çocuk hastaydı. İlacı bitmiş, almak için dışarı çıktım. Sağa sola saldırıp nöbetçi eczane arıyoruz. Birden durup dururken içim cız etti. Bi baktım gene aynı karın ağrısı. Öyle özlemişim ki seni. Dönerken bi meyhane gördüm. Bi tek içeri girdiğimi hatırlıyorum, bi de rakıya yumulduğumu. Arkasından en az dört cigaralık… Sonra gözümü bir açtım karşıdan karlı dağlar geçiyor. Bi daha açtım başımda bi çocuk: ‘Kalk abi.’ diyor ‘Kars’a geldik.’
Otobüsten indim, yürümeye başladım. Dedim, Allah’ım nerdeyim ben? Burası neresi? Sonra güç bela burayı buldum. Kapının önünde durup düşündüm. Dedim Bekir, bu kapı ahiret kapısı. Burası sırat köprüsü. Bu sefer de geçersen bi daha geri dönemezsin. İyi düşün dedim. Düşündüm, düşündüm… Ama olmadı, dönemedim. Sonra, bak oğlum dedim kendi kendime. Yolu yok çekeceksin. İsyan etmenin faydası yok, kaderin böyle. Yol belli, eğ başını usul usul yürü şimdi.”
arabesk müzik biraz da başa gelene katlanmanın, elden bir şey gelmeden kabullenmenin müziğidir.(aslında biraz Hegel okuyan herkes şu muhabbetin nereye gittiğini, gidebileceğini gördü ama dünkü çocuk değiliz biz çok şükür, öyle her şeyi Hegel'e bağlamayız....)
Erol Budan'ın "sana taptım allah gibi / söyle ne gelir elden" şarkısını burada hatırlamakta fayda var:
arabesk müzikteki / hayat anlayışındaki arzu nesnesinin yokluğu mevzuu fransız neo freudyen zındık jacques lacan'ın "Objet petit a" dediği şeyle ya da bir başka deyişle "arzu nesnesi" kavramıyla feci derecede örtüşür. ulaşılmayan ama hep ulaşılmak istenen ama yine de ulaşmasak daha mı iyi acaba denen bir arzu nesnesinin (sevgilinin) müziğidir arabesk. Lacan deyyusu çok feci karışık anlatır bu mevzuları ama mevzuyu anlamak isteyen, merak eden olursa luis bunuel'in "Cet obscur objet du désir" ( Arzunun O Belirsiz Nesnesi) filmini izleyebilir
neyse biraz arabesk temler ve bu temlere uygun minvaldeki şarkılara bakalım:
Arabesk şarkılarda ironi çok fazla vardır ve olumsuz bir duygu halinin fiiline olumsuzluk eki getirilerek yapılıyor genelde ironi. (üzülmedim= üzüldüm'dür aslında, you know) bu arada bence yapılmış en özgün en karakteristik ve en iyi arabesk şarkı budur: (ki en sevdiklerimden biri de budur)
Bir önceki şarkıyla beraber bergen'in bu şarkısı da tipik bir arabesk şarkdıır ve arabesk müziği acaip temsil yeteneğine sahiptir:
Bergen tanıyamadım = tanıdım aslında you know, too)
Arabesk'in ender marjinal şarkılarındandır bu ve tabii ferdi Tayfur'un henüz devlet arabeskine bulaşmadığı dönemlerin son şarkılarından. şarkıyı arabesk'in geneline marjinal yapan şarkının hatırayla yetinmeye olan vurgusudur
Aslında yeşilçam balonudur Harika Avcı malum ama arabeskin illetli ilk aşk sendromunu bundan daha iyi anlatan şarkı çok azdır. sevilmemeye alışmak müthiş bir arabesk temdir aslında. sevilmeye alışmanın verdiği hissi düşünüp bunu düşünememek insanın handikapıdır ama arabesk müzikte bu var; dahi arabesk hayat tellakisinde. "Barda" filmini izleyenler burada ne demek istediğimi daha iyi anlayacaktır.
Harika Avcı'yla aynı dönemlerde arabesk furyasına eklemlendirilen en önemli figür Seda Sayan'dır. Seda ablayla beraber arabesk müzikte bir hibritleşme, bir form kayması çıkar karşımıza: taverna müziği. bunun en önemli temsilcilerinden hatta en tipik temsilcilerinden biri olan nejat alp'le düet ve hatta program da yapar seda abla. son derece kötü bir sesi olmasına rağmen bir şekilde birilerinin ittirmesiyle kendine yer bulur seda sayan. tabii ki onu burada anmak bergen'e, kamuran akkor'a falan hakarettir ama arabeskin birilerinin eliyle "the art of entertainment"a dönmesinin ilk figürü seda abladır. arabesk artık bir genelev müziği, varoş mahalleye giden bir dolmuşta çalan müzik olmaktan çıkıp eğlence mekanlarında çalınan bir türe evriliyor ablamız üzerinden. sonra zaten maalesef zeki paşa dahi bu çukura yuvarlanıyor, neyse...
Arabeskin Temel sorunsallarından biridir gurbet ve bence onu en iyi, en pure anlatan şarkı da budur.
belki de elazığlı olduğu için hüseyin altın'a torpil geçtim bilemiyorum ama cidden iyidir hüseyin altın. pileli kumaş pantolon ve yumurta topuk kundura giyip saatlerce fön çektirdiği saçlarıyla tipik bir elazığlı abimizdir kendisi.
Seyfi Doğanay'ın gurbet'i de iyidir ama niyeyse müzikal olarak zayıf gelir biraz bana. burada teknik bir bilgiye dayalı bir şey söylemiyorum. (iddalı bir söz bu farkındayım ama Seyfi doğanay'ı 2 defa canlı izleme şerefine nail oldum: birinde istanbul bahçelievler soğanlı'da bir kanatçıda diğerinde de barajkapısı'nda güneş restoran diye bir yerde. ikisinde de sarhoştu abimiz. hatta istanbul'daki performansı sırasında "kimmiş seni benden ala mıhlarım" şarkısına eşlik ettiğim için bana 50'lik fıçı efes ısmarlamıştı rahmetli... bir de uzun malbuş yakıp vermişti...
Bu ablamın -Tüdanya- "seni sevmeyen ölsün" şarkısı bir dönem epey meşhur oldu ama ablamın kendisi o kadar da meşhur olamadı. Neyse işte arabeskin temel teması sevilen uğruna fedakarlık tem'inin bu kadar intense olduğu başka bir şarkı yok.https://www.youtube.com/watch?v=oQctDufFouk meraklısı varsa bu ablamın birkaç filmi de var. abartmıyorum dünyanın en kötü filmleri olabilir bu filmler ama yine de bu filmlerde yeşilçam'ın ve arabesk bileşiminin bütün uyumları net görülür.
O dönemin dolmuşlarında çalınan şarkıları = Spotify, YouTube Trend şarkıları gibi bir şey. Sevgiliye üstten bakan ama yine de ipi onun eline veren arabesk şarkı ben'ini net görürüz bu şarkıda. ayrıca arabesk şarkılardaki yoğun izleklerden biridir he bu.
Her dönem, her akım en sonunda kendi
modernitesini yaratıyor, yaratır. Modern dönem arabeski varsa -ki var- bu şarkı modern arabeskin ilk ve en önemli ürünüdür bence https://www.youtube.com/watch?v=eYm1jgk375o bu modern arabesk dönemi aynı zamanda arabesk şarkıya uygun Yeşilçam filmi çekme döneminin devamı olan Şarkıyla uyumlu dizi çekme döneminin de başlangıcıdır: mahsun kırmızıgül'ün belalım'ı da var bir de aynı dönemde
Arbeskin ve arabesk soslu Yeşilçam'ın en temel konusunu sorunsallayan sanırım ilk şarkı budur.
en uzlaşmaz çelişki, en diyalektik konu olan Zengin ve şımarık kız fakir ama gururlu erkek çelişkisini işleyen bu şarkı Türk sinemasına arabesk bi pencere açıyor. Ve tabii ne zaman bitecek benim hayatım.
şarkının klibi sayılabilcek film sahnelerindeki gecekondu ve o gecekondu mahallesine sefer yapan dolmuşçuluk im'ine dikkat bu arada ve tabii şarkının bir yerinde geçen "bir kere insanın şansı gülecek" sözü.. arabesk şarkılarda şans çok ciddi bir metafordur. Aslında arabeskin en temel tem'i kadere isyan sanılır ama değildir; tam aksine kadere boyun eğme arabeskin temelidir. İntihar etmek insanın kendi kaderini eline alabildiği yegane eylemdir. Şarkının beni ölmek istiyor ama yapmıyor bunu yani kaderin ona çizdiği yolu kabul ediyor.
Bir de (Şunu söyleyen, söyleyebilen birinin devlet arabeskine bulaşması gerçekten vatana, hatta insanlığa ihanettir https://www.youtube.com/watch?v=mXk_Wf67jJc kazancı Bedih'ten sonraki son büyük çağdaş gazelhan olmak yerine parayı ve arabeski tercih etti ibo. Bedih kömür sobası zehirlenmesinden öldü yoksulluk içinde. İbo malum... İşte burası arabeskin bittiği yer oluyor aslında, pardon başladığı yer. (muhsin bey flmi son sahneyi hatırlamak, demek istediğimi anlamak açısından faydalı olur burada)
Arabeski arabesk yapan biraz da hapishane ve kader mahkumu retoriğidir. Arabesk esasen zaten kader kavramından türer bu kavramın da en iyi somutlandığı yer hapishanedir. Bunun ilk ve en intense şarkısı Abdullah Papur'un çift camlar şarkısı: https://www.youtube.com/watch?v=7Lz7y9IyqHo
Ve tabii paşam... Arabeske bulaşmadan önceki dönemlerini yeryüzünde başka hiç bir sesle ve yorumuyla kıyaslayamayız. 3. Selim'in buselik makamından "bir pür cefa hoş dilberdir" şarkısını söyleme tarzı Süleymaniye camii'nden okunan sabah ezanından bile daha çok ve daha iyi temsil eder Türk İslam sanatının özünü from my point of view.
Ama heyhat paşamı 80 darbesi sonrası arabeske zorlarlar ve Ahmet Selçuk İlkan gibi tıraş şairlerin şiirlerini şarkı diye Söyler paşamız. kahır mektubu en tipik örneği bahsettiğim durumun ama onun arabeske bulaştığı en somut şarkı kaderi ben mi yarattım şarkısıdır ki Müslüm Gürses, Kamuran akkor Kibariye falan da söyledi bu şarkıyı. Bunun linkini bulamadım aq neyse daha doğrusu zeki müren'i arabesk söylerken dinlemek cidden acaip üzüyor beni
Arabesk contentin en önemli eylemlerinden biri de alışmaktır. Kötü olan, acı veren şeylere alışmak ve onunla yaşamak arabeskin alameti farikalarındandır. Bunu da en iyi Bülent Ersoy'un "alışacağım" şarkısında görürüz. https://www.youtube.com/watch?v=0d00qca8BJc Bu acıya alışma sürecinin arabeskin özüne dair güçlü bir fenomen olduğunun en önemli kanıtlarından biri Sezen Aksu (allah'ın laneti üzerine olsun) denen müptezelin de bu minvalde bir şarkısı vardır dikkatli listenerlar anladı what I meant... Ki arabesk müziğin kendisine değil ama kültürel inşasına en fazla katkıyı da adına minik serçe denen bu misillü zındık vermiştir ya neyse..
Arabesk müziğe biraz da Bülent Ersoy kontenjanından dahil olan devran çağlar'ı da hatırlamakta faide görüyorum. Mizahın arabeskini yapan yapmak isteyen deep turkishweb'cilerin de bazı skeçlerinde devran çağlar şarkısı kullanması bence tesadüf değildir. https://www.youtube.com/watch?v=oJZ3XywfHkw
Nefret arabeskin en önemli tem'i. (burası aslında tam da "nefret, başarısızlığa uğramış bir sevgi girişimidir" diyen soren kierkegaard abimizi hatırlamanın yeridir. arabesk şarkılardaki nefret hep başarısızlığa uğramıi bir sevgi girişiminin dışavurumu şeklinde tezahür eder.) Fakat arabeskteki nefret, öfkeyi besleyen her günkü nefretlerden biraz farklıdır, sevilen kişiyle yapılan şeylerden duyulan bir Pişmanlığın dile getirilirken belirsiz bir gelecekte tekrar mutlu olma isteğini de dışa vurması şeklindedir
https://www.youtube.com/watch?v=betVaV_DF3c(bülent ersoy'un bu beddua şarkısının filmi de vardır ve tabii ki acaip kötü bir filmdir. hiçbir zaman yapacak önemli şeyleri olmayanlar için tavsiye ederim yine de.
Arabesk şarkılarda Félix Guattari ve Gilles Deleuze'ün Kafka incelemeleri için -özellikle de "dönüşüm" romanı için öne sürdükleri "suçun önselliği" kavramı (insan günahkar doğar adem'den ötürü. Hatta vaftiz falan da yapar hristiyan ahali yeni doğan bebeğe bu yüzden. Kierkegard'ın mevrus günah dediği şey de budur esasen. Merak eden için biraz daha derli toplu anlatımı şurada var:
https://eksisozluk.com/entry/33460720
:) Entry'i yazan ismi kest... Sjdgssjsjsks)
Müslüm Gürses'in doğarken günahkar olur mu dediği şu şarkı mesela:
Bu şarkıda sadece mevrus günah / önsel suç yok; aynı zamanda tüm insanlığın günahının acısını çeken canımın içi İsa peygamberin çarmıhtayken söylediği "eli eli lama şavaktani" (tanrım tanrım neden unuttun beni) sözlerinin de bire bir kullanılması ayrıca acaip ilginçtir.
Arabesk şarkıların hemen hepsinin yegane ortak noktası Nostalji ve melankolidir. İkisi de aslında insanı hayata götüren, sanıldığının aksine kötü olmayan şeylerdir. hayatın dışındaylen mutlu olduğumuzu hissettiğimiz anlarda hayat bizi nostalji ve melankoli aracılığıyla kendisine çağırır ve kendisini hatırlatır durmadan. (Martin Heidegger, "varlık ve zaman" eserine bakabilir meraklısı) Buraya Arabesk bir şarkı değil de Kawafis'in bir şiirinden bestelenmiş Bir "Ezgi'nin Günlüğü" şarkısı almak daha doğru olacak gibi. ama almayacağım buraya. şiirde mealen hiç kasma der gibi Kawafis. Olduğunu sanıyorsun ama Yeni hiçbir şey yok, bu yüzden "Jouissance"ın sana kalacaktır güzel kardeşim. (Heidegger'in "eksiklik" tanımı da buralarda bir yerlerden başlar ama bunu anlatabilecek diyalektik zekâ ne yazık ki bende yok)
ve tabii arabeskin istilacı tür gibi toplumu, müziği ele geçirmesinin filmi muhsin bey'in final sahnesinde burada anlatmaya çalıştıklarımın bir sum up'ını görürürüz.
Ya Bir de flood boyunca hep yanlış yazmışım arabesk değil arabeks'tir doğrusu. Arabesk dinleyen gerçek arabeskçiler arabesk demez arabeks derler. Tıpkı gaspçıların gasp yerine gaps demesi gibi. Ve onlar ki kahir ekseriyesi camlarına "bizimle çalışmak ister misiniz" yerine "istermisiniz" yazan dükkanlarda çalışan orta 2'den terk hanım kızlarımızdır ve floodumuzda "yalnızca onların hikayesi vardır" ajsjsjsjssosokadjdjsk
Neyse ama ben bunlar yerine Nazan Öncel'den bahsetmek isterdim aslında -İntihar etmeyen, edemeyen yerli sylvia plath'imiz, canımız Nazan Öncel'den- Bahsetmek de değil de dinlemek yani
tüm bunların haricinde benim sevdiğim arabesk şarkılar var. ilki müslüm gürses'in devlet yani küçük burjuva arabesk'ine bulaşmadan önceki son dönemlerinde söylediği şu şarkı:
https://www.youtube.com/watch?v=AQWgp4Xav-E
onun henüz şehirli beyaz yakalıların görece lüks meyhanelerde dinlemeye başlanmadığı; adana, tarsus pavyonlarında sahneye çıktığı, kırmızı tuborg ve cıgaralık içilen tekkelerde dinlendiği dönemlerin son şarkılarındandır bu şarkı. (burada devlet arabeskinden kastın ne olduğunu da açıklamakta faide vardır belki. devlet arabeski 12 eylül cuntasının türk-islam sentezinin sanat anlayışını topluma dayatmak için arabeskin varoş isyanının sesi olmaktan çıkıp Adorno'nun "the art of entertainment" dediği şeye dönüştürülmesi ve varoş isyankarlığının bernardo bertollucci'nin o nefis filmi "il conformista" da anlattığı şeye evrilmesini anlatabilmek için tarafımca yapılmış kötü bir adlandırma aslında) (il konformista = konformist yani mevcut kurumlara saygılı. mevcut kurumlara isyan etmeyen, uyumlu; yahut reaya : )
80 sonrası çekilen yeşilçam filmlerinin istisnasız hepsini izlemişimdir. bu filmlerden birçoğunda genelev sahnesi olur ve bu genelev sahnelerinde yönetmenlerin en çok tercih ettiği şarkı budur:
istisnasız yapılmış en tipik arabeks şarkı budur bence. ve yeşilçam'ın genelev sahnelerinde de en çok çalınan şarkılardan biri de budur. bu kıstas arabesk müziğin en önemli kıstaslarından biridir. çünkü geneleve düşmüş birinin düşmeden önceki duyguları ve düştükten sonraki yaşadıkları, duyguları; arabeskin en önemli hinterlandıdır.
ironi is my girl dsjhşasdhşhgşsdf (ama dünyada yapılmış en iyi şarkıdır he)
kamuran akkor ve bergen'in hayatı da arabesk'ti. gerzek türk sineması bergen'i keşfetti ve filmini yaptı onun. neyse arabesk aslında türkiye'nin caz'ıdır diyen mal kültür tarihçilerinin atladığı şey şuydu of ya neyse ne
utanma'nın erdemi üzerine tolstoy'da, dostoyevski'de, ingmar bergman'da, tarkovski'de, oğuz atay'da, kierkegaard'da heidegger'de bir şeyler görürsünüz, bulabilirsiniz; özgüven'in iyi bir şey olduğuna ise kişisel gelişim kitaplarında, 2. sınıf psikologların yazdığı kerameti kendinden menkul metinlerde, dünyanın kendi etrafında döndüğünü zanneden şımarık insanların cümlelerinde rastlayabilirsiniz. dünyayı utanma duygusu olan insanlar iyi bir yer yaptı; özgüvenli insanlar ise onu berbat etti kişisel çıkarları, hisleri için. türk eğitim sistemi ve dünyanın geri kalan diğer tüm eğitim sistemleri özgüvenli insanlar (birey demiyorum özellikle çünkü özgüvenli birisi birey olamaz; zira özgüven insana kendini fark ettirebilecek bir şey değildir bu yüzden de bireyde olamaz özgüven.
burada zaten bolca anlatmaya çalıştığım bir şeyi farklı cümle ve örneklerle tekrar etmenin bir kıymet-i harbiyesi yok. tüm bunların farkındayım da ne oluyor hissi geliyor bu ara sık sık. yukarıdaki denklemin utanma tarafında olduğumu söylememe gerek yok sanırım. ama özgüven adı altında kendini dayatan insanları artık idare etmeme kararı aldım. daha doğrusu kendini dayatan, karşısındakini kendisi için varolan olarak kodlayan insanları artık uzak tutacam kendimden. gitsin başka yerde oynasın her kimse bunlar. feci yorulmuşum. bunu bir kez daha fark ettiğimde çok geç olmasını istemiyorum. bütün bir hayatımın yüklemi "bir başkasına ağırlık vermemek" oldu. bunu anlayıp böyle kabul edenlerle bir şekilde ilişkimin boyutu her ne ise devam etti, edecek, eder; ama başkasına ağırlık vermeme hasletimi "eziklik" olarak algılayanlarla mesafe koyma zamanı geldi. aslında 20'li yaşlarda yapmak gerek bunu ama ben pek beceremedim şimdiye kadar.
geçen gün bilgisayar başında öyle mal mal bakınırken birden kalkıp kitaplıktan roland barthes'in "bir aşk söyleminden parçalar" kitabını aldım ve rastgele bir yerden açıp okumaya başladım. sonra istemsizce hiçbir mantığı yok ama ulus baker'in kitaplarını aldım kitaplıktan. 90'ların sonunda soğuk bir kış günü bir barda ulus baker'le bira içip sigarayı sigarayla yakarken soğuk, estetik ve aşk acısı üzerine konuşmayı çok isterdim. öğrencisi olmayı en çok istediğim kişidir kendisi. şayet üniversiteye hazırlanırken ulus hocadan haberim olsaydı kesinlikle tek tercih odtü yazacak şekilde hazırlanırdım sınava. "hiçbir şey kendini olduğu gibi yani asıl olduğu haliyle sunamaz bize, bu yüzden estetiğe ihtiyaç duyarız; o şeyin içkin olanını ortaya çıkarabilmek için" diyorsunuz mealen hocam, peki şu halde aşk da bu değil mi? karşımızdaki kişide ve kendimizde olanı tüm yönleriyle dışa vurma isteği değil mi aşk, diye sormak isterdim hocaya. tabii ki hoca çakal, inceden inceye anlardı ne demeye çalıştığımı. sonra bir sigara daha yakıp birasından bir yudum alıp "arzu..." diye başlardı muhtemelen sonu bucağı olmayan bir cümleye.
neyse, kitaplıktaki raflarda aranırken nietzsche'yle göz göze geldim. kendimi kandırmaktan vazgeçmek için daha erken diye geçti içimden ve almadım onu raftan. doktora tezimin yaklaşık bir 30 sayfalık bölümü, "varoluşsal bir fenomen olarak yalan" başlığını taşıyordu ve başlığın girişi de şu şekildeydi:
"bizi çok iyi tanıyan insanlara söylediğimiz yalanlar aslında yalan değildir. bir tür kendimizi affettirmek biçimidir, bunu yalanın aslında kurgusal bir gerçek olması gerçeği de tamamlar. benliği tehlikeden korumanın bir yöntemi (belki de en kurgusal yöntemi) olması hasebiyle aynı zamanda bazı durumlarda ben'in olmak isteyeceği ben'i imlemesi hasebiyle de yalan'ı varoluşçuluk tahlillerinde bir aygıt (fenomen) olarak kullanmak yerinde olacaktır."
sonradan komple çıkardım bu bölümü tezden. hatta tez danışmanıma da söylememiştim bunu. zaten aslında ben kendi birkaç derdimi söyleyebilmek için yazıyordum bu tezi. öyle akademik kariyer falan çok da sikimde değildi, hala da değil. kim siker türk akademisini, açıkçası zerre kadar umurumda değil akademi falan. ben kendime yalan söylüyordum sürekli ve bunu kendimle barışmak için yaptığımı fark etmiştim. bir şey bana kendimi fark ettirmenin aracı olabiliyorsa şayet; o halde bu şey bir varoluşsal fenomen olmalıydı. nietzsche, dostoyevski ve hans holbein'in "the ambassadors" tablosu üzerinden "yalan"ı anlatmaya çalışmıştım. yalan'ın gerçeğe bir çeşit bakma olduğun falan anlatmaya çalışmıştım. kendime bakarken yalan'ın dolayımına başvurduğumu bunun da yalanın temel işlevi olduğu ve saire ve saire.. Şeylere, kimselere doğrudan bakabiliyordum ama kendime bakamıyordum. "Yalanla birlikte insanın kendine özel bir alan açama çabası esasen insanın Kendi gibi olma çabasına tekabül ediyor fakat bunu olmayan bir şey yani yalan bir gerçek üzerinden yaptığı için Kendi olmaya çalışırken de aslında bir başkası oluyor insan ve böylece ortaya dehşetli bir paradoks çıkıyor: insan Kendi olmaya çalışırken bile bir başkası oluyordur." burada bir yerde orhan pamuk alıntısı vardı "benim adım kırmızı"dan. kendime yalan söyledikçe kendim olamamakla lanetlendiğimi fark ettiğimi hatırlıyorum.
"Yo, hayır
yapamaz bunu, yapmasın bana dünya
söyleyin
aynada iskeletini
görmeye kadar varan kaç
kaç kişi var şunun şurasında?"
malum bu satırlar bu bloğa da adını veren "celladıma gülümserken" şiirinden. ismet özel'e göre çok da yalnız değildim bu konuda bu dizelere bakarsak ama neyse kendi gibi olamayan milyarlarca insan olsa da bu bir şeyi değiştirmiyor açıkçası. kendi gibi olamayan milyarlarca insanın oluşturacağı bir küme en sonunda boş kümedir. içi tıka basa dolu boş bir küme.
"kendinden az bahseden insanlar soylu ikiyüzlülerdir." der nietzsche. beni bunun kadar iyi anlatan başka bir cümle okumadım şimdiye değin. aslında tabii nietzche bunu kendinden az bahseden bahsettiğinde de aslında amacı karısındakini kendine dair bir fikir edenimesin diye onu manipüle eden kişiler için kullanmıştır. bu yüzden de bu kişilere yaptıkları şeyin içerisinde zeka olduğu için sadece ikiyüzlü demez soylu ikiyüzlü der. benim durumum biraz daha farklı sanırım. yüzeysel biriyim ben. o yüzden de pek de bahsedecek bir şey çıkmıyor benden. öğretmenler odasında falan çok olur sürekli kendinden bahseden "ben şöyle biriyimdir ben böyle biriyimdir" diye. kahvaltı yaparkenki yiyecek tercihlerini bile 20 dakika anlatabilen öğretmenler olur. burada kastettiğim şey kahvaltıda yemeyi sevdiği bir yiyecekten yahut güzel bir kahvaltı yapılabilecek bir mekandan bahseden kişiler değil. çünkü burada bir paylaşım söz konusudur. "ben şuradan alınmış şu olmadan kahvaltıya oturmam" diyen kişidir burada bahsettiğim kişi. bu kişi, bunu öyle bir anlatır ki tavırlarından, ses tonundan nasa'nın mars misyonunun başındaki kişinin mars'a yumuşak inişle ilgili yaptığı basın toplantındaki halinden bile daha önemli bir şey anlatıyor gibidir ama hepitopu peynirden yahut zeytinden bahsediyordur aslında. ben buna soysuz ikiyüzlülük diyorum. tabii bunun bir önemi yok ama öyle.
house md final yapalı bugün 10 yıl olmuş. asla izlemedim finali, izleyemedim daha doğrusu. massive attack'ın dizi için kullanılan soundtrack'ini de bir daha hiç dinleyemedim dizi bittikten sonra.
bugün 21.05. 2023. ne kötü bir gündü bir sene sonra ondan önce ne güzel bir gündü. I am stumbling in the dark. gerçi şarkıda you are diyordu ama ben bu kısmı üzerime alıyorum çünkü niye almayayım because tökezliyorum karanlıkta sometimes.
soylu bir ikiyüzlü olmamak için bazen burada kendimden bahsediyorum ama yine de ben ikiyüzlü biriyim. 21.05'in benim için ne anlam ifade ettiğini dahi ima bile etmiyorum sadece önemli bir gün bugün diyorum o kadar.
ama
"Ben oysa
herkes gibi
herkesin ortasında
burada, bu istasyonda, bu siyah
paltolu casusun eşliğinde
en okunaklı çehremle bekliyorum
oyundan çıkmıyorum
korkuyorum sıram geçer
biletim yanar diye"
hiçbir şeye başlayamıyorum, hiçbir şeyi yaşayamıyor; hiçbir şeyi bitiremiyorum tam olarak. sadece bir yerlerde bulunuyor, oralarda duruyorum; bunları yaparkenki tek motivasyonum "korkuyorum biletim yanar sıram geçer diye" biletim var mı yok mu onu da tam kestiremiyorum artık. yani hiçbir şeye biletim yok, almıyorum da ama biletim yanacak ve sıram geçecek diye korkuyorum. (bazen biletin yok, bu yüzden korkmana da gerek yok diyor birileri, bunu idrak etmemek için anlamamazlıktan geliyorum
bir de peyk'in don kafa şarkısını hiç dinleyemedim 7 sene olmuş.
malum kierkegaard'ın meşhur bir retorik sorusudur, "tanrı benimle ne kast etmiş olabilir" sorusu. buna verilen cevap, verebileceğin cevap seni en yalın ortaya koyacak olandır.
öncelikle bu soru kendini kendin olarak tanımlayarak gerçeği faş edemeyeceğini savlıyor. "bu akşam yorgunum, evde biraz dinleneceğim" dediğimde arkadaşım bununla ne kastettiğimi bana sormayacaktır doğrudan çünkü çok açık bir gerekçe sunuyorumdur ona ama iki olası sonuç var burada. bu cevap ona ya yetecektir ya da yetmeyecektir. bu cevap ona yeterse bir sorun yoktur ortada. fakat yetmezse cevabım; arkadaşım acaba gerçekten neden gelmek istemiyor yoksa.. diye bir soru sorduğu andan itibaren neyse sikerler ya
bu başlığı taşıyan bir nevi şimdiye kadarki hayatımın muhasebesi de sayılabilecek bir şeyler yazacak ve tanırının benimle ne kast ettiğini söylemeye çalışacaktım ama vazgeçtim; çünkü sanırım tanrı benimle hiçbir şey kastetmedi. tanrının bizimle kastettiği şey aslında biraz da bizden sonra geriye kalacak olanlardır; bu yüzden benden geriye pek de bir şey kalmayacağı için tanrının benimle pek de bir şey kastetmediğini anladım. edip cansever'in kendinden sonra geriye hiçbir şey kalmadığını anlatan:
"Ne kalır benden geriye, benden sonrası kalır / Asıl bu kalır." dediği yerdeyim; baya bi aşikar.
gülmenin bana yakıştığını söyleyen birkaç kişi olmuştu; güldüğüm kalsın. bir de birkaç şarkı. yeni türkü'nün bir şarkısı vardı o geldi aklıma tam buraya gider:
benden geriye kalır dediğim şarkılardan biri bu değildi sadece yazdıklarıma çağrışım yaptı. olur da merak eden varsa o şarkıların qr kodunu vereyim :)
tanpınar'ın çok sevdiğim bir şiiridir "her şey yerli yerinde" şiiri. bahsetmek istediğim asıl şey bu değil ama bu defa gerçekten buraya yazdığım son yazı bu galiba. yani cidden son olmasını bu defa gerçekten istiyorum. birkaç defa daha yazmayacağım buraya demiştim ama onlarda genellikle yazmamam gerektiğini düşündüğüm için yazmayacağım buraya artık diyordum fakat bu defa yazmamam için bir neden olduğundan değil artık yazmak istemiyorum sanırım; ondan bu defa.
"Her şey yerli yerinde; masa, sürahi, bardak,
Serpilen aydınlıkta dalların arasından
Büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyor zaman
Sessizlik dokunuyor bir yerde yaprak yaprak…"
bir yer geliyor aslında hayat dediğimiz şeyin herkesin kendi hayatındaki şeyleri yerli yerine koyma çabasından ibaret olduğunu fark ediyor insan. (bugün 26 ocak çarşamba. saat sabah 10. kahve içiyorum şu an. perdeyi açtım; yakmayan bir güneş odaya hem çok güzel bir sıcaklık hem de güzel bir doğal ışık veriyor.) hiç kimse kendi hayatı söz konusu olduğunda düzensizliğe ve boşluğa tahammül edemiyor. hemen her şeyi yerli yerine koyma çabasına girişiyor en ufak bir sarsıntıda herkes. iş arkadaşları şuraya / aile şuraya / eski arkadaşlar şuraya / bu koltuk buraya / ev işleri / yatırımlar / çocuğun okulu / vs. hemen bunları yerli yerine koyup sonra da bunları yerli yerine koymamış (koyamamış belki de) insanların hayatına özenmek, bazen kıskanmak ama tüm bunları hiçbir şekilde kendi düzenini bozmadan yapmak... (çünkü aslında hepimiz köpek gibi biliyoruz ki tutku dediğimiz yahut yaşama sevinci dediğimiz şey düzensiz olanda hissedilebiliyor sadece.)
(izlediğimiz filmler, okuduğumuz romanlar falan da hep böyle değil mi ya? her şeyin yerli yerinde olduğu bir hayatları, evleri olan birileri mesela, para verip hayatındaki hiçbir şeyin yolunda gitmediği insanların hikayesini anlatan filmleri izliyor, romanları okuyor. "eternal sunshine of the spotless mind"* filmi burada söylemek istediğim her şeyi o kadar güzel özetler ki; her şeyi darmadağın olmuş birinin her şeyi yerli yerine koyma çabasının beyhudeliğini; her şeyini yerli yerine koyabilmiş milyonlarca insan konforlu bir şekilde izledi / izliyor / izleyecek.
"tüm bunları yeni mi fark ettin sığır" diyebilirsiniz. hayır yeni fark etmedim tabii ki, yeni kabullendim diyelim. bu basit gerçeği fark etmemek için salak olmak gerekir; ortalama bir zeka seviyesine sahip herkes bu yalın gerçeği çok rahat fark eder fakat bazıları kabullenemez ya da geç kabullenir demek istiyorum.
tanpınar'ın yukarıdaki dörtlüğünde zaman bir ceylanın bakışı üzerinden somutlanmış. günlük hayatımız içinde zamanı fark etmeyiz. (süreyi kast emiyorum) fark ettiğimizde ise zamanı -işte burası filmin koptuğu yer oluyor- durdurmak isteriz ama nasıl ki ormanda gördüğümüz bir ceylana uzun süre bakamazsak zamanı da uzun süre duyumsayamayız ve bu gerçeklik her şeyi yerli yerinde görmeye iter bizi. her şey ya yerli yerindedir ya da olmalıdır. hepsi bu. her şey yerli yerindeyken kaçırdıklarını da sanat gösterir insana ve kısa bir katarsisle onarır ruhunu insanın ve her şeyin yerli yerinde olduğu dünyaya huzurla gitmesini sağlar.
"New Orleans'taki bu uzun, yağmurlu akşamüstlerini sevmez misiniz? Hani saatin gerçek zaman olmayıp elimize bırakılmış sonsuzluktan bir parça olduğu.. ve hiçbirimizin onunla ne yapması gerektiğini bilmediği anları" hangi filmden ya da romandan aklımda kalmış bu cümle bilmiyorum, bakmak da istemedim şimdi neyse ne sikerler... ne yapmam gerektiğini bilmediğim sorumsuzluk zamanlarından ne yapmam gerektiğini... öf neyse ya
son yazı olduğu için vurucu bir şeyler yazıp vurucu bir şarkıyla bitirmek istiyordum ama aklıma çok da bir şey gelmedi. yani ne güzel bir şarkı ne de vurucu bir cümle. gerçi bazen öyle dümdüz, iddiasız bir şekilde bitirmek gerekir, sıradan bir insan gibi. hadi eyvallah.
28 ocak sabah editi: yukarıda anlatmaya çalıştığım şeyleri estetik olarak bir cümleyle özetlemiş aşık ruhsati, o geldi sabah sabah dilime. türkü sevmem bilen bilir -aslında sevmemeye çalışırım sanırım- ama binlerce türküyü hiç abartısız binlerce türküyü değil sözleriyle yöresiyle biliyorum of ya sikerler hala kendimi anlatmaya çalışıyorum, aşık ruhsati yukarıda anlatmaya çalıştığım şeyi bir cümleyle şöyle özetlemiş bunu yazıp çıkacam:
"Herkes diyarında muhabbetinde / Bilmem bizi ne civara yazmışlar"
şu lavuklar güzel söylemiş daha doğrusu istisnasız okuyan herkes hızlı okumuş hatta müslüm gürses bile ilginç bir şekilde hızlı okumuştu bu koşma'yı; bir tek bu lavuklar yavaş ve düzgün okumuş:
"Herkes diyarında muhabbetinde" yani herkesin her şeyi yerli yerinde, bence. :)