30 Mayıs 2023 Salı

utanma yahut özgüven üzerine

 utanma'nın erdemi üzerine tolstoy'da, dostoyevski'de, ingmar bergman'da, tarkovski'de, oğuz atay'da, kierkegaard'da heidegger'de bir şeyler görürsünüz, bulabilirsiniz; özgüven'in iyi bir şey olduğuna ise kişisel gelişim kitaplarında, 2. sınıf psikologların yazdığı kerameti kendinden menkul metinlerde, dünyanın kendi etrafında döndüğünü zanneden şımarık insanların cümlelerinde rastlayabilirsiniz. dünyayı utanma duygusu olan insanlar iyi bir yer yaptı; özgüvenli insanlar ise onu berbat etti kişisel çıkarları, hisleri için. türk eğitim sistemi ve dünyanın geri kalan diğer tüm eğitim sistemleri özgüvenli insanlar (birey demiyorum özellikle çünkü özgüvenli birisi birey olamaz; zira özgüven insana kendini fark ettirebilecek bir şey değildir bu yüzden de bireyde olamaz özgüven. 

burada zaten bolca anlatmaya çalıştığım bir şeyi farklı cümle ve örneklerle tekrar etmenin bir kıymet-i harbiyesi yok. tüm bunların farkındayım da ne oluyor hissi geliyor bu ara sık sık. yukarıdaki denklemin utanma tarafında olduğumu söylememe gerek yok sanırım. ama özgüven adı altında kendini dayatan insanları artık idare etmeme kararı aldım. daha doğrusu kendini dayatan, karşısındakini kendisi için varolan olarak kodlayan insanları artık uzak tutacam kendimden. gitsin başka yerde oynasın her kimse bunlar. feci yorulmuşum. bunu bir kez daha fark ettiğimde çok geç olmasını istemiyorum. bütün bir  hayatımın yüklemi "bir başkasına ağırlık vermemek" oldu. bunu anlayıp böyle kabul edenlerle bir şekilde ilişkimin boyutu her ne ise devam etti, edecek, eder; ama başkasına ağırlık vermeme hasletimi "eziklik" olarak algılayanlarla mesafe koyma zamanı geldi. aslında 20'li yaşlarda yapmak gerek bunu ama ben pek beceremedim şimdiye kadar.

geçen gün bilgisayar başında öyle mal mal bakınırken birden kalkıp kitaplıktan roland barthes'in "bir aşk söyleminden parçalar" kitabını aldım ve rastgele bir yerden açıp okumaya başladım. sonra istemsizce hiçbir mantığı yok ama ulus baker'in kitaplarını aldım kitaplıktan. 90'ların sonunda soğuk bir kış günü bir barda ulus baker'le bira içip sigarayı sigarayla yakarken soğuk, estetik ve aşk acısı üzerine konuşmayı çok isterdim. öğrencisi olmayı en çok istediğim kişidir kendisi. şayet üniversiteye hazırlanırken ulus hocadan haberim olsaydı kesinlikle tek tercih odtü yazacak şekilde hazırlanırdım sınava. "hiçbir şey kendini olduğu gibi yani asıl olduğu haliyle sunamaz bize, bu yüzden estetiğe ihtiyaç duyarız; o şeyin içkin olanını ortaya çıkarabilmek için" diyorsunuz mealen hocam, peki şu halde aşk da bu değil mi? karşımızdaki kişide ve kendimizde olanı tüm yönleriyle dışa vurma isteği değil mi aşk, diye sormak isterdim hocaya. tabii ki hoca çakal, inceden inceye anlardı ne demeye çalıştığımı. sonra bir sigara daha yakıp birasından bir yudum alıp "arzu..." diye başlardı muhtemelen sonu bucağı olmayan bir cümleye.

neyse, kitaplıktaki raflarda aranırken nietzsche'yle göz  göze geldim. kendimi kandırmaktan vazgeçmek için daha erken diye geçti içimden ve almadım onu raftan. doktora tezimin yaklaşık bir 30 sayfalık bölümü, "varoluşsal bir fenomen olarak yalan" başlığını taşıyordu ve başlığın girişi de şu şekildeydi:

 "bizi çok iyi tanıyan insanlara söylediğimiz yalanlar aslında yalan değildir. bir tür kendimizi affettirmek biçimidir, bunu yalanın aslında kurgusal bir gerçek olması gerçeği de tamamlar. benliği tehlikeden korumanın bir yöntemi (belki de en kurgusal yöntemi)  olması hasebiyle aynı zamanda bazı durumlarda ben'in olmak isteyeceği ben'i imlemesi hasebiyle de yalan'ı varoluşçuluk tahlillerinde bir aygıt (fenomen) olarak kullanmak yerinde olacaktır."

sonradan komple çıkardım bu bölümü tezden. hatta tez danışmanıma da söylememiştim bunu. zaten aslında ben kendi birkaç derdimi söyleyebilmek için yazıyordum bu tezi. öyle akademik kariyer falan çok da sikimde değildi, hala da değil. kim siker türk akademisini, açıkçası zerre kadar umurumda değil akademi falan. ben kendime yalan söylüyordum sürekli ve bunu kendimle barışmak için yaptığımı fark etmiştim. bir şey bana kendimi fark ettirmenin aracı olabiliyorsa şayet; o halde bu şey bir varoluşsal fenomen olmalıydı. nietzsche, dostoyevski ve hans holbein'in "the ambassadors" tablosu üzerinden "yalan"ı anlatmaya çalışmıştım. yalan'ın gerçeğe bir çeşit bakma olduğun falan anlatmaya çalışmıştım. kendime bakarken yalan'ın dolayımına başvurduğumu bunun da yalanın temel işlevi olduğu ve saire ve saire.. Şeylere, kimselere doğrudan bakabiliyordum ama kendime bakamıyordum. "Yalanla birlikte insanın kendine özel bir alan açama çabası esasen insanın Kendi gibi olma çabasına tekabül ediyor fakat bunu olmayan bir şey yani yalan bir gerçek üzerinden yaptığı için Kendi olmaya çalışırken de aslında bir başkası oluyor insan ve böylece ortaya dehşetli bir paradoks çıkıyor: insan Kendi olmaya çalışırken bile bir başkası oluyordur." burada bir yerde orhan pamuk alıntısı vardı "benim adım kırmızı"dan. kendime yalan söyledikçe kendim olamamakla lanetlendiğimi fark ettiğimi hatırlıyorum. 

"Yo, hayır

yapamaz bunu, yapmasın bana dünya

söyleyin

aynada iskeletini

görmeye kadar varan kaç

kaç kişi var şunun şurasında?"

malum bu satırlar bu bloğa da adını veren "celladıma gülümserken" şiirinden. ismet özel'e göre çok da yalnız değildim bu konuda bu dizelere bakarsak ama neyse kendi gibi olamayan milyarlarca insan olsa da bu bir şeyi değiştirmiyor açıkçası. kendi gibi olamayan milyarlarca insanın oluşturacağı bir küme en sonunda boş kümedir. içi tıka basa dolu boş bir küme. 






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.