10 Aralık 2022 Cumartesi

 sanırım okulu bıraktım. yani ingilizce mütercim tercümanlığı bıraktım. sınavlardan -main course mu ne öyle bir ders- çok kötü geldi. 40 soruluk bir sınavdı, dinleme falan da var içinde işte neyse salı günü açıklandı. çalışmıştım da aslında ama yapamadım. çarşamba günü sabah 1 derse girdim sonra ilk ders bitince çantayı alıp çıktım bir daha da sonraki günler de yani gitmedim. ders programım değişti dedim hocanın birine ne yapacağıma dair bir fikrim yok. yani belki ara sınavlarına girerim orada geçer not alınınca bölüme devam edilebiliyormuş sanırım, neyse. henüz karar vermedim ne yapacağıma yahut yapmayacağıma. geride kaldı işte bu da öyle veya böyle. iyi oldu galiba ne bileyim gerçekleştirme yapma isteğini bu kez pek de çaba sarf etmeden savmış oldum başımdan. cuma günü yotube'dan bir şeyler dinlerken yemek yapıp yedim. özlemişim yavaş yavaş bir şey hazırlayıp yerken yotube'dan. neyse. yök'ün tez veri tabanı ve makale veri tabanından arabesk müzikle ilgili yayınlara baktım epey. bi sikim yok, gerçekten kelimenin tam anlamıyla bi sikim yok. arabesk denince aklına müslüm gürses, ferdi tayfur, ibo, orhan gencebay falan gelen net bu işten anlamıyordur. tüdanya'nın adı bile geçmemiş hiçbir tezde, makalede..  şundan daha kıral (biliyoruz kral) bir arabesk şarkı varm'ola ya:


salih kırmızı'yla bir filmi vardı bu ablanın. çekim kalitesi, diyaloglar falan çok kötüdür ama arabesk müziği ortaya çıkaran bütün klişeler vardır filmde. 2000'lerin başıydı adana'nın gerzek yerel kanallarından birinde izlemiştim filmi. adı da "sen yaşa". filmin adı bile arabesk özü verir. "beni siktir et, benim hayatım sikildi ama boş ver; sen yaşa" arabesk budur tam da. 

tekrar gitmeye başladım üniversiteye. gitmemekten de sıkıldım. daha doğrusu bilsem'den sıkıldım. üniversiteye gideyim bari dedim. robotik kodlama, yapay zeka, makine öğrenmesi, kodlama, yazılım, patent, proje vs. bunları duymaktan gına geldi. gerçi kimse zorla anlatmıyor ama maruz kalıyorum bir şekilde. benim için de önemliymiş gibi dinliyorum falan ama içimden... neyse işte. herkes çok iyi kendi halinde. akademik kariyere önem vermeyen de yok gibi neredeyse de işte bende ondan kalmamış. bugün kendi kendime niçin yüksek lisans, doktora törenlerine gitmedim acaba diye düşündüm. iki diplomayı da enstitüdeki memurlardan aldım. içime sinmedi galiba ikisi de. yani daha iyisini yapabilirdim ama beceremedim ondandır belki de. ama bir fotoğrafım da olsa olabilirdi en azından. gerçi ne kadar çok fotoğrafım olmadı. yani önemli anlara dair fotoğrafım hiç yok neredeyse. eskisi kadar küfür etmediğimi fark ettim bir de. burada da dışarıda da sosyal medyada gerçi. bir de vega ve sakin dinlemeye başladım çok fazla. laleler beyaz'ın nasıl da güzel bir şarkı olduğunu fark ettim tekrardan. 
"hoş senin de bir varoluş sebebin var
yakından uzaktan
alakam olsa mutluyum" böyle sözler barındırabilen şarkılar yapılmıyor pek artık galiba.

 François Truffaut, "400 Darbe" filmini 1959'da çekmiş. filmde çocuk yaşında fırtınalı bir hayat yaşayan ve kendini sınırlayan aile, okul gibi şeylerden kaçarak denize ulaşmaya çalışan Antoine'ın öyküsü var. bu filmden bir yıl sonra Nazım Hikmet şöyle bir şiir yazıyor: 

RUHUN

Ruhun bir ırmaktır, gülüm,

akar yukarda dağların arasında,

dağların arasından ovaya doğru,

ovaya doğru, ovaya kavuşamadan bir türlü,

bir türlü kavuşamadan uykusuna söğütlerin,

geniş köprü gözlerinin rahatlığına,

sazlıklara, yeşil başlı ördeklere,

düzlüklerin yumuşak kederine kavuşamadan,

kavuşamadan ay ışığındaki buğday tarlalarına,

ovaya doğru akar,

akar yukarıda dağların arasından,

bir yığılan bir dağılan bulutları sürükleyip,

geceleri iri iri yıldızları taşıyarak,

dağbaşı yıldızlarını,

mavi güneşlerini de dağbaşı karlarının,

akar köpüklene köpüklene,

dibinde ak taşları kara taşlara karıştırıp,

akar akıntıya karşı yüzen balıklarıyla,

dönemeçlerde kuşkulu,

uçurumlara düşüp şahlanarak,

kendi uğultusuyla deli divane

akar yukarda dağların arasından,

dağların arasından ovaya doğru,

ovaya doğru, ovayı kovalayıp

        ovaya kavuşamadan bir türlü."

filmin sonunda Truffaut, fırtınalı ruhu (Antoine) denizin sakinliğine ulaştırıyor; Nazım ise ovanın dinginliğine ulaştırmıyor fırtınalı ruhu. Bir benzetiş, benzetemeyiş ya da. 

neyse bi sikim çıkmaz bu yazıdan da nereye bağlayacağımı unuttum yine aq. küçük iskender'in bir şiiriyle bağlayayım bari:

"gece oldu mu
sev beni. sev beni tarantula
hüznünle zehirle beni.
beni intihar et tarantula.
acıma itaat et
hep bana gül!
hayatı unutturma" 
akademiden hiç kimse şu adama saygı duymadı, duyanları da dışladınız olm siz nasıl ezik böceklersiniz ya. tutmuşlar köşe başlarını kendileri gibi olmayanları almıyorlar içeri. sizin tuttuğunuz o köşe başlarını sikeyim. küçük iskender'den sacrifice okuyup elton john abiden sacrifice dinlemek varken size ram olanın da allah belasını versin.

sacrifice:

sana bugün bir abajur aldım:
bir şeyin ucunda durur da yeşil chevrolet
kapıları açık, baltimor plakalı, usta işi
teybinde elton john'dan sacrifice
biz sahile doğru yürümüşüz
ayak izlerimizde ölüp erimiş peri pelerinleri
periler birbirine düşman, pelerinler birbirine küs

sana bugün bir mektup yazdım:
en çok
en çok güllerden söz ettim
saydam, renksiz, özgür güllerden
bir gül olmak korkusundan
nedenini hatırlamıyorum ama ağladım
sağda solda yakılıp unutulmuş sönmüş sigaralar
'canım...' diye başlanılıp
yarım bırakılmış bir sürü kâğıt parçası
ruh parçası
aşk parçası
buğu parçası
haz parçası
paramparça içime paramparça bir kış gelmiş
biliyor musun ben daima
kışları saklanırım kan

kan ödüldür açıkçası
sana bugün bir kurban kestim
hala ağrıyor ve akıyor bileklerim
gelip geçici bir seyahat
üzerinde konuşulmamış bir sevgi
karşılıklı hoyrat kullanılmış bedenler
aynı dalda karşılaşan iki çocuk sincap
dal, ağacına düşman, sincaplar birbirine küs
dudaklarda müstehzi bir hal
yani bir yere vurup kaybolan far ışığı gibi
bir an aklıma vurup kaybolan o fevkalade hayal
vurup kaybolan ruh ve aşk parçaları
beyaz ve terli alnımda belirip dolaşan
delikanlı tanrının eli
usulca düzeltirken ıslak kahkülümü
otuz yıllık ömrümde ilk kez düşledim ölümü
bugün sana abajur aldım, bir mektup yazdım
sana, diyorum, bugün bir abajur ve mektup
ben bugün sana öldüm başkasına değil
hani o chevrolet yeşil, kapıları açık
teybinde elton john'dan sacrifice
avcumda, pembe, ziftli bir alyans
vurup kaybolan buğu ve haz parçaları,
biriktirdiğimiz
zamanla biriktirenle biriktirilenin
birbirine karıştığı

ben de bir eşya mıyım diye düşündüğü
üzüldüğü şey
bir tüy gibi yanınıza gelip
bir tüy gibi dokunup ürpertip
sonra
sonra geri çekildiği... sacrifice...

koskoca bir aralık ayını müzikle geçirmiştik
sokaklarda elimizde şarap şişeleri
adlarımızın yan yana olduğu
kalpler kazımıştık ağaçlara
modern çağın gereklerine inat,
biz romantiktik biz birbirimizi seviyorduk
biz ayrılmayacaktık biz arabesktik biz...
bugün bir abajur aldım sana
eve geldim
yatağın hep sol tarafında yatardın
sol taraftaki başucu sehpasına yerleştirdim onu
bir ampul taktım sarı soft hep istediğin gibi
ışığında bir mektup yazdım sana
teypte elton john'dan sacrifice
beni terk ettiğini bildirdiğin o telefon konuşması
gözlerinin gencecik mavisi
birden başlayan, o telaşla, bütün gece yağan
yağmur geldi hatırıma
nedenini hatırlamıyorum ama ağladım
yüzüme kapanan ellerin
yüzümü yeryüzüne karşı perdeleyen ellerin
o okyanus ellerin geldi hatırıma
kaset sustu kapandı yeşil chevrolet'nin kapıları

tuvalette sarıldım jilete hasretle öptüm
ampul patladı bir anda alev aldı abajur
kan ödüldür
kanımı bu gece dışarı gezmeye çıkarttım
tenler birbirine düşman, âşıklar birbirine küs
nedenini hatırlamıyorum ama utandım
utandım



neyse ilhan irem'in çok sevdiğim bir şiiri vardı -niye şarkı yapmamıştı bunu acaba-  ondan da sonra bahsederim. 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.